A.Avni Konuk Önsözü-Vücut

Birinci kısım: Vücûd

“Vücûd”un dilimizde karşılığı “varlık”, ve Farsçada karşılığı “hestî”dir. Sözlük anlamı “aranılan şeyi bulmak”tır. Genel olarak kullanılan “cisim ve beden” ma’nâsı sözlüklerde ancak mecâzî ma’nâ olarak geçmektedir. Sûfî terimlerinde “vücût sahibi olan mevcût”tan ibârettir. Şimdi vücût kelimesi ile bir hakîkat kastedilir ki, onun varlığı kendi zâtından ve kendi zâtı iledir. Ve daimi mevcûtların varlığı ondan olup onunla mevcuttur. Tasavvufla uğraşan tahkîk ehli sözlerindeki işârette, o hakîkate dikkat çekmek için “Taayyünsüzlük” ve “Mutlak vücûd” derler. Çünkü vücûd zâtıyla bu mertebede hiçbir “isim” ve “sıfat” ve “fiil” ile kayıtlanarak açığa çıkmış değildir; bütün oluşumlarla kayıtlanmaktan mutlaktır. Belki oluşumların hepsi bu mertebede zât’ın ayn’ıdır.

“Salt Vücûd” derler. Çünkü zât, isim ve sûret ve sıfat ve vasıftan kendi saltlığı ile hâlistir.

“Nakışsız zât” ve “şeffaf ayn” derler. Çünkü isimler ve sıfatlar ve fiiller renginden sâde ve sâfîdir; ve hiçbir renk ile boyanmış değildir.

“Vasıfları bilinmeyen” derler. Çünkü bu mertebede bütün vasıflar ârif olunabilir ve müşâhede edilebilir değildir. Ve vasıf ise olmak ve olmamak ayrımından ibârettir. Bu mertebede olmak ve olmamak tasavvurundan hiç birisi yoktur. Bundan dolayı vasıfları bilinmeyen olur.

“Ezellerin ezelî” derler. Çünkü vücûdun bundan yukarı bir mertebesi yoktur. Ve bütün mertebeler bu mertebenin altındadır.

“Gayblerin gaybı” derler. Çünkü sâbit ayn’lardan başlayarak tâ mutlak misale kadar olan izâfî gayb mertebeleri, bu mertebede mutlak kayıptır. Ne harici tasavvurları ve ne de ilmi tasavvurları vardır.

“İşâretler son bulmuş” derler. Çünkü bu mertebede bütün isimlerin ve sıfatların işâretleri son bulmuştur. “İzâfetlerin düşmesiyle et-Tevhîd” bu mertebede gerçekleşir.

“Vicdân son bulmuş” derler. Çünkü bu mertebede vicdân tasavvuru yoktur. Bu ifâde “zât için vicdân yoktur” ma’nâsına değildir. Çünkü vicdan tasavvuru ilim mertebesinde olur. Bu mertebede ise ilim tasavvur edilir değildir. Bundan dolayı ilim eserinden ibâret olan vicdân da yoktur.

Soru: Zât’ın Zât’a vicdânı olmaması olur mu?

Cevap: Bir şeyi bir şeyden kaldırmak için, o şeyin (isterse hayâlen olsun) mevcût olması lâzımdır. Oysa hakîkî vücût karşısında ilim ve hayâl dahi mevcût değildir ki, kaldırma durumu gerçekleşsin.

Bu isimler “Taayyünsüzlük” isminin eş anlamlılarıdır. Taayyünsüzlük mertebesi bütün taayyünlerin kalkmasıdır. Böyle olunca taayyünsüzlüğün tasavvurundan zât “vicdân son bulmuş” olur. “Son bulma(Münkata)” kelimesi “tâ” harfinin fethi iledir; ve “vicdânî”deki “yâ” harfine de bağlantıdır.

“Hüviyyetlerin gaybı” derler. Çünkü vücûdun bütün mertebeleri bu mertebede, açığa çıktıkları mertebelere göre gayb ve belirsizlik içindedir. Nitekim karanlık gecede bütün eşyâ fiilen maddi olarak mevcûttur. Fakat karanlığın üstün gelmesinden dolayı eşyâ aslâ görünmez. Çünkü olmamak başka ve olup da görünmemek yine başkadır.

“Mutlak ayn” derler. Çünkü salt zât bu mertebede bütün vecihlerden mutlaktır; öyle bir vech ile ki, mutlak olarak kayıtlanmaktan da mutlaktır.

“Görecesiz Zât” derler. Çünkü zâtın bütün görecelikleri bu mertebede görecesizdir. “kânallahu ve lem yekün meahu şey’a” ya’nî “Allah vardı ve O’nunla beraber bir şey yok idi!” bu mertebeden kinâyedir.

Taayyünsüzlük isminin eş anlamlısı olmak üzere tahkik ehli bu mertebeyi aşağıdaki isimler ile de isimlendirirler:

“Zât-ı ahadiyye”, “zât-ı hüviyyet”, “zât-ı bilâ-taaddüd”, “gayb-i mechûl”, “mahzen-i şuûn”, “evvel-i lâ-nihâye”,”hestî-i mutlak”, “kenz-i mahfî”, “ahadiyyet-i sırf”,”zât-ı hüve hüve”, “vücûd-i baht”, “gayb-ı masûn”, “ademü’l-adem”, “âhir-i lâ-bidâyet”, “hestî-i sâde”, “mechûl-i mutlak”, “ahadiyyet-i mutlak”, “zât-ı mutlak”, “vücûd-i mahz”, “gayb-ı meknûn”, “kıdemlerin kıdemi”, “sonların sonu”, “hest-i sırf”, “vücûd-i hakîki”, “ahadiyyet-i zât”, “zât-ı sırf”, “tûfân-ı mahz”, “gizlilerin gizlisi”, “saklıların saklısı”, “nihâyetlerin nihayeti”, “hakîkatlerin hakîkati”, “Hakk-ı hakîkî”, “âlem-i zat”, “zat-ı baht”, “mutlak gayb”, “batınların batını”, “makâm-ı ev ednâ”, “ma’dûmü’l-işârât”, “ebtan-ı butûn”.

Vücûdun hakîkati bir küllî nûrânî ma’nâ olduğundan o kadar latîftir ki, onu akıl, idrak, vehîm, duyular ve kıyâs ile anlamak mümkün değildir. Çünkü idrâk vâsıtaları olan bu belirli vâsıtalar, o latîfin latîfi karşısında kesîfin kesîfidir. Kesîf olanın kesâfet mertebesinde kaldıkça kendi aslı olan latîfi idrâk etmesi mümkün değildir.

Mutlak vücût öyle bir sonsuz hazînedir ki, içindekiler kendisinden gizlidir. Çünkü salt vücût kendi zati cemâlinde gark olmuştur. “Kendinden haberdar olmak” bir sıfat olduğundan, bu mertebesinde, salt vücût ondan dahi münezzehdir. Sonradan meydana gelen vücûdun bu mertebeye aslâ şuûru olamaz. Çünkü sonradan meydana gelme(hudus) ve öncesizlik(kıdem) birbirinin zıttıdır. “İki zıt bir arada olmaz” kaidesi gereğince, birinin görünmesiyle diğeri kaybolur. Bunun için nebîlerin en arifi (s.a.v.) Efendimiz “Allah’ın zatını teffekkür etmeyiniz” mübârek sözü ile sonradan meydana gelen vücût olan kulun fikir ile bu vücût mertebesini idrâk edemeyeceğini bildirmişlerdir. Bu mertebede vücût tecellîden münezzehdir. Çünkü tecellî irâde ile olur oysa irâde bir sıfat olduğundan salt vücût ondan dahi münezzehdir.

Hakîkî vücût öyle bir küllî tek bir ayn olan ma’nâdır ki, sınırları ve yönleri kabûl etmez. Çünkü bir sınır kabûl etse, sınırı bittikten sonra diğer vücûda geçilir ve sınırının sonu olan her bir vücûdu saymak mümkün olur. Bu ise vahdete aykırıdır. Yönler ise bir şeyin diğer bir şeye olan karşılık tarafı olup bu da sınırları gerektirdiğinden, vücût hakkında bu da kabûl edilebilir değildir. Bundan dolayı vücûdun vahdâniyyeti sayısal olan “birlik” değildir; belki bir sonsuz kapsam olan varlıktan ibârettir. Ve kendisinin bir kaynağı olmayıp belki kendisi bütün mevcûtların kaynağı ve çıkış yeridir. Farz edelim ki, kayıtlı bir mevcût ve meydana gelmiş olan herhangi bir şahıs yeryüzünün herhangi bir tarafından uzaya doğru zaman sınırı olmaksızın uçsa bir sona ulaşması mümkün değildir. Çünkü onun bu seyri “vücût” içindedir. Ve sonsuz uzay vücûdun ayn’ıdır.

Soru: Bu hakîkî vücûdun bir kaynağı var mıdır?

Cevap: Bu soru yerinde değildir. Çünkü vehmin oluşturduğu bir sorudur. Her ne kadar vehme göre bir soru sorulmuş gibi görünürse de, hakîkatte böyle bir soru yoktur. Ve akıl kuvvesi bu sorunun yerinde olmadığını birkaç yön ile ispât edebilir. Şöyle ki:

Vücûda bir kaynak düşünülmesi, ilk önce yok idi, sonradan var oldu, demek ma’nâsını içine almış olur. Oysa ilk önce yok olan şeye var denemez; ve bunun kabûlü, “yokluk” kendisinin zıddı olan varlığa dönüştü demek olur. Oysa yok olan var olamaz ve var olan da yok olamaz. Bir kaynağa dayanarak var olan şey, hakîkî vücût değildir. Belki kendinden evvelki vücûdun izâfetlerinden ve bağıntılarından olur. Su ile buz arasındaki bağıntı gibi. Mâdemki varlığa bir kaynak düşünülür; bu kaynakta, diğer bir kaynağa düşünülebilir; ve bu düşünce böylece sonsuza dek silsilelerle gider. Ve bu silsile vücûdun değil, yoklukların silsilesi olur. Ve böylece gidilip bir hakîkî asla dayanmak mümkün olmaz. Bundan dolayı bu silsileler, vehmin oluşturduğu bir ma’nâ olduğu için, selîm akıl sahipleri indinde bozuk olur. Esâsen yokluk, boşluk ve sükûndur. Ve silsileler ise doluluktan ve hareketten başka bir şey değildir. Bundan dolayı silsileler yokluğun işi değildir. Bu i’tibâr ile de ilk önce yok olan şeyin silsileler halinde var olması mümkün olmaz.

A.Avni Konuk Önsözü-Yokluk

İkinci kısım: YOKLUK

Yokluk kavramı, zihinde oluşan küllî karanlık bir ma’nâdır; ve küllî nûrânî bir ma’nâ olan vücûdun zıddı ve karşılıklısıdır. Vücûdu, “yokluğun yokluğu” diye tarif ettiğimiz gibi, yokluğu da “yokluğun vücûdu” diye tarîf ederiz. Yokluk öyle bir ezelî ve ebedî karanlıktır ki, ondan ezelen ve ebeden bir şey çıkmaz ve öyle bir ezelî ve ebedî sükûndur ki, ondan ezelen ve ebeden bir hareket görünmez. Vücût, sonsuz olup bir sınırda sona ermediği için, yokluğun tahakkuk edebileceği bir sâha mevcût değildir; bundan dolayı yokluk mutlak olarak olmayan şey’dir. Vücût dâimâ bir olup, kendi hakîkî hakîkatı üzerinde başkalaşmaksızın ve değişmeksizin ebedidir. Ve yokluk da bunun gibi yokluğu üzerinde sâbittir. Vücût aslâ yok olmaz ve mevcût, mevcût olmayan olmaz ve mevcût olmayan da mevcût olmaz. Çünkü hakîkatlerin değişmesi imkânsızdır. Şimdi “vücût” hak ve “yokluk” bâtıldır. Sûfilerden tahkik ehli olanlar bu ma’nâya âşağıdaki tabirler ile işâret ederler:

“Hakîkî yokluk”, “halis yokluk”, “mutlak yokluk”, “mutlak batıl”, “salt yokluk”, “yokluk vücûdu”, “hakîkî batıl.”

Yokluk iki çeşittir: Birisi bu bahsedilendir; diğeri de, “izâfî yokluk”, “varsayımsal yokluk” ve “kayıtlı yokluk” dedikleridir ki, bu yokluk çekirdeğin içindeki ağacın ve babanın dölünde olan çocuğun sûretleri gibidir. Ya’nî potansiyel olarak mevcût ve fiilen mevcût olmayan eşyâ izâfî yokluktadır. İzâfî yokluk, salt vücût ile salt yokluk arasında bir berzahtan ibârettir.

A.Avni Konuk Önsözü-İZÂFÎ VÜCÛD

Üçüncü kısım: İZÂFÎ VÜCÛD

İzâfî vücût hakîkî bir asla dayanmış olup, ondan meydana gelen bir varlıktır ki ona, “gölge vücût”, “kayıtlı vücût”, “mümkün vücût” da denir.

İzâfî vücût salt vücût ile salt yokluk arasındadır. Çünkü bir yüzü yokluğa, bir yüzü de vücûda bakar. Bundan dolayı o “salt varsayım”dır. Hakîkatte bağımsız bir vücûdu yoktur. Belki latîf salt vücûdun sonradan meydana gelen sıfâtı olan kesâfet mertebesinden ibârettir. Meselâ buhar mevcût olduğu halde, letâfetinin kemâlinden, göz ile idrâk olunmaz. Mertebe mertebe yoğunlaştıkça görülebilir olur. İlk yoğunlaşmasında bulut olup göz onu idrâk eder; fakat göz kapalıyken bulut içinden geçilse, temâs ile hissedilemez. Bulut yoğunlaşıp su olduğunda, bütün duyularla idrâk olunur. Su donarak buz olduğunda, yoğunluğunun kemâli en belirgin olur. Eğer buharı hakîkî vücût sayar isek, onun bulut, su ve buz sûretleri, sonradan meydana gelen sıfatlarından ibaret olur. Ve sonradan meydana gelen sıfâtta aslolan yokluk olduğundan, onlara hakîkî vücût sâhibidir denemez. Hakîkî vücût, ancak buhar olup, bu sûretlerin var olma sebebi olmuş olur. Ve kesilmeksizin olan başkalaşım ve değişimler hakîkî vücûdun değil, belki sonradan meydana gelen sıfatlarındadır. Çünkü hakîkî vücût başkalaşımlardan ve değişimlerden münezzehdir. İşte bu örneğe uygun ve denk olarak senin ve benim ve bütün kesîf eşyanın ve hayâli sûretlerin ve soyut cevherlerin vücûtları, hep hakîkî vücûdun sonradan meydana gelen sıfatlarının değişimlerinden başka bir şey değildirler. Onun için var olan mevcûtlara “hayâli sûretler” ve “vehmi nefsler” de derler. Bu gölge gibi ve izâfî olan mevcûtlar, hakîkî vücûdun delilleri ve alâmetleridir. Nitekim bir yerde bir buz parçası görsek, suyun vücûduna ve aynı şekilde önümüzde bir gölge görsek, arkamızda gölge sâhibinin vücûduna delil getiririz. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri: “Ve min âyâtihî halkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbetin ve hüve alâ cem’ihim izâ yeşâu kadîr”ya’nî “Göklerin ve yerin halk edilişi ve her hareket edenden onlarda çoğalttıkları da O’nun işâretlerindendir ve O dilediğinde onları toplamaya Kadîr’dir”(Şûra, 42/29) âyet-i kerîmesinde gökler ve yeryüzü ile onlarda yayılmış olan her hareket edenin vücûdun işâretlerinden olduğunu beyân buyurmuş ve bizlere bu îzâh olunan hakîkati duyurmuştur.

A.Avni Konuk Önsözü-Vücûd Tecellileri

Dördüncü kısım: VÜCÛD TECELLİLERİ

Bilinsin ki, vücûdun çeşitli mertebelere tenezzül sûretiyle tecellîsi, ancak açığa çıkmaya “meyil” ile mümkündür ve “meyil” dahi irâdeden ibârettir. Oysa irâde bir sıfat ve bağıntı olduğundan, bütün bağıntılar ve sıfatlardan beri ve münezzeh olan vücût bu irâde sıfâtından dahi münezzehdir. Çünkü mutlak vücût zati cemâlinde gark olmuştur; ve gark oluşta irâde olmaz. Bundan dolayı vücûdun vahdet mertebesine, ya’nî ulûhiyyet mertebesine tenezzülü gark olduğu zâtî cemâlinden haberdar olma mertebesine gelmesi demektir ki, bu da irâde ile değil, belki onun zatının gereğidir. Zâtî gereklilikte ise sebep ve illet sözkonusu olamaz. Vücûdun tecellî mertebeleri yedidir:

  1. Taayyünsüzlük,

  2. İlk taayyün,

  3. İkinci taayyün,

  4. Ruhlar mertebesi,

  5. Misal mertebesi,

  6. Şehâdet mertebesi,

  7. İnsan mertebesi

Bu düzenleme bütünlük i’tibârıyladır; parçalar i’tibârıyla vücût mertebelerini bir yere toplamak ve saymak mümkün değildir. Şimdi bu mertebeler keşfî ve aklîdir; zamânsal ve hakîkî değildir. Ya’nî vücût bir zamanda tecellî etmemiş ve o an içinde kendi cemâlinde gark oluşu sebebiyle isimlerinin ve sıfatlarının hepsi kendisinde tükenmiş ve yok olmuş idi; sonra bir zaman geldi ki, bu gark oluştan ayılıp kendisine geldi ve kendindeki sıfatlara şuûru oluştu; ve bu zaman da geçtikten sonra düşünüp dedi ki, “Bende bu kadar sıfatlar var; bunların eserlerini açığa çıkartayım; falan şeyi böyle yapayım ve falan şeyi de şöyle yapayım”; daha sonra bu ayrıntılı düşünceyi takiben, eşyâyı var etmeye başladı; ve hepsini yoktan var etti. Bu kesinkes böyle değildir. Bu mertebeler keşfe ve akla göredir; yoksa zaman ile asıl olana bağlılıkları yoktur. Çünkü vücûdun tenezzül edişi ve tecellîleri vücût ile berâber başlangıçsızdır. Sonradan meydana gelme, ancak âlemlerdeki çokluk sûretlerinin fertlerine göredir. Ve âlem bizim âlemimizden ibâret değildir. Sonsuz olan uzayda sonsuz âlemler mevcût olup, peyderpey var olmakta ve bozulmaktadır. Bu var oluş ve bozulmanın ne başlangıcı ne de sonu vardır. Çünkü halkedilişin esası ezelî ve ebedî olup, ne başlangıcı ne de sonu vardır. Başlangıçlık ve sonluk, ancak halkedilmiş olan fertlere göredir.

A.Avni Konuk Önsözü-TAAYYÜNSÜZLÜK MERTEBESİ, AHADİYYET MERTEBESİ

Beşinci Kısım: TAAYYÜNSÜZLÜK MERTEBESİ, AHADİYYET MERTEBESİ

Bu mertebe vücûdun mutlak mertebesi olup, bütün vasıflardan ve sıfat izâfesinden münezzeh ve her kayıttan, hattâ mutlaklık kaydından dahi mukaddestir. Bu mertebe Hak Teâlâ Hazretlerinin hakîkati olup, onun üstünde başka bir mertebe yoktur. Vücûdun bu mertebesi hakkındaki detaylı açıklama, birinci ve dördüncü kısımlarda yapıldığından burada tekrârı lüzumsuzdur.

A.Avni Konuk Önsözü-İLK TAAYYÜN MERTEBESİ, VAHDET MERTEBESİ

Altıncı Kısım: İLK TAAYYÜN MERTEBESİ, VAHDET MERTEBESİ

Bu mertebe salt zâtın cemâlîndeki gark olunmuşluğundan haberli olma mertebesine tenezzülünden ibârettir. Bu tenezzül vücûdun zâtî gereğidir. Onun bu haberli oluş mertebesine “ulûhiyyet mertebesi” denir. Vücût bu mertebede kendisindeki sıfatları ve isimleri kapsam oluşu yoluyla öz olarak bilir. Ve sıfatlar bu mertebede kendisinin aynı olduğundan bu biliş, kendi zâtına olan bilişten ibârettir. Bundan dolayı vücût bu mertebede bütün isimler ve sıfatlar ile isimlenmiş ve sıfâtlanmış ve vasıflar ile vasıflanmış olduğundan “ALLAH” câmi’ isminin mertebesidir ve bu isim ile isimlenmiştir. Bu mertebe, taayyün etmemiş zatın, taayyün sûretiyle açığa çıktığı ilk tenezzül mertebesidir. Buna “ilk taayyün” ve “mutlak ilim” de derler. Çünkü bu mertebede zâtın şuûru ve vicdânı bilinen ve gayrîyyet kaydı olmaksızın mutlaktır. Buna “hakîkî vahdet” mertebesi de derler. Çünkü bu “ilk taayyün” nefsinin ismidir ki, “vâhidden ancak vâhid çıkar” demektir. Bu mertebede sayma ve adetler ve çokluk ve fertler yoktur. Olmak ve olmamak arasında iki tarafta eşittir.

“Mutlak velâyet feleği” derler. Çünkü “ilk cevher”den ibâret olan ilk taayyünün zâhiri ve bâtını vardır. Onun bâtınına “mutlak velâyet” derler. “Hunâlikel velâyetü lillâhil hakk” ya’nî “İşte burada velâyet Hak olan Allah’a âittir” (Kehf, 18/44) bu velâyetten dolayı söylenmiştir. Ve onun zâhirine “mutlak nübüvvet” derler. Çünkü o, ahadiyyet ile vâhidiyyet vücûdu arasında geçiş yeridir. Ahadiyyet mertebesinden dalga dalga gelen akdes feyzini vâsıtasız kabûl eder ki, adı “mutlak velâyet”tir. Ve vâhidiyyet dalgaları ile mukaddes feyzleri alarak halk edilmişlere eriştirir; adına “mutlak nübüvvet” derler. “Âdem ruh ile ceset arasında iken ben nebî idim”bu nübüvvete işârettir. Bütün velîlerin velâyeti ve nebîlerin nübüvveti ondan kaynağını alırlar ve açığa çıkarlar. Bundan dolayı ona “sabitler feleği” ifadesi ile dolaylı anlatımda bulunurlar ki, bütün hareketli ve sabit gök cisimleri nasıl uzayda var iseler, nebîlerin ve evliyânın nübüvvet ve velâyetleri bütün olarak ve parçalar halinde öylece “mutlak velâyet”te mevcûtturlar.

Buna “ilk tecellî” de derler; çünkü o, taayyünsüzlükten ilk olarak açığa çıktı; ve gizlilik mertebesinden ilk olarak nurlanan oldu.

“İlk kabiliyyet” de derler; çünkü o bütün mahlûkların ve mevcûtların maddesidir; ve kabiliyyetlerin hepsi ondan açığa çıkarlar.

“En yakın makâm” da derler ki, bu mertebenin üstünde, salt zât mertebesinden başka bir mertebe yoktur.

“Berzahların berzahı” derler; çünkü o, taayyün ile taayyünsüzlük arasında ayırıcıdır ve bütün berzahları toplamıştır.

“En büyük berzah” da derler; çünkü ahadiyyet ve vâhîdiyyetten ibâret olan çok büyük iki mertebeyi yüklenmiştir.

“Ahadiyyetü’l-cem” de derler; çünkü yok etme ve var etme itibarı olmayışı bakımından o, zât’ın i’tibârıdır.

“Çokluk mâdeni” de derler; çünkü isimlerin ve sıfatların cevherleri bu mâdenden açığa çıktılar.

“Diğerlerin Menşei”de derler; çünkü imkân dâhilinde olanların hepsi bu mertebeden açığa çıktı.

“Çokluk kabiliyyeti” de derler; çünkü bütün küllî ilâhî isimler çokluğu ve var olan bütün isimler bu kaynaktan açığa çıktı.

“Hayat feleği” de derler; çünkü âlem hayatının sebebi bu mertebeye bağlıdır.

Bu mertebe ruhlar ve cisimler âleminin hakîkatlerini içinde barındırmaktadır. Her bir mertebeyi ilâhî bir isim terbiye eder. Her bir merkezi mertebe hakîki hayatı ondan edinir. Ve “felek” denilmesi onun mertebesinin yüksekliğinden dolayıdır. Bu mertebenin birçok isimleri daha vardır ki, onlar da bunlardır:

İlk Gölge, ilk berzah, ilk mertebe, mutlak madde, remizler âlemi, hakîkatlerin hakîkati, en büyük aşk, ilk açığa çıkış, ilk nişan, ilk vâsıta, salt vahdet, hazîneler hazînesi, mechul hakîkat, cem’in cem’i, ilk halk, ilk akıl, ma’nâ âlemi, vahdet âlemi, sıfatlar hazînesi, hakîkî Âdem, iki yay ucu mesafesi, ilk mahlûk, aklı küll, hakîkati muhammediye, rahmet mertebesi, sıfatlar âlemi, Âdem hakîkati, lâhut, ilk vücût, ilk kalem, Muhammedî nuru, icmal âlemi, levhi mahfuz, ismi azam, ruhul kuds, ilk mevcût, kalemi ala, parlak inci tanesi, icmali vücût, ümmül kitap, ruhu azam, kazâ levhi, ilk kaynak, ilk sebep, toplayıcı berzah, icmal mertebesi, nurların nûru, ruhların babası, azametli arş, cem’ü’l cem’i müşâhede makâmı, çokluk madeni, diğerlerin menşei.

Bu mertebenin ismi sıfatların ve isimlerin hepsini ve fıtrî isti’dâdları ve kabiliyyetleri toplamış olan “Allah” tır. Bu sıfatların ve isimlerin eserleri kendisinde açığa çıkmış olsa da olmasa da yine “Allah”tır. “İnnallâhe le ganiyyun anil âlemîn” ya’nî “Muhakkak ki Allah âlemlerden ganîdir” (Ankebût, 29/6) bu mertebeye işârettir.

Örnek: Gark olmuş bir halde bulunan bir insândan hiçbir eser ve tecellî açığa çıkmaz; ve bu hal içinde onda ne bilmek, ne işitmek, ne görmek, ne istek, ne de kuvvet görülmez. Bunların hepsi o kimsenin vücûdunda kapalı konumunda ve önemsizdir. Bu gark oluş halinden haberli olma hâline geldiğinde, bu sayılan sıfatlarıyla vasıflanmış olur. Ve onun gark oluş hâlinden haberli oluş hâline gelişi, kendi zâtının ve vücûdunun gereğidir. Yoksa kendi irâdesi ile değildir. Ve haberli oluş hâline geldiğinde, bütün halleri ve sıfatları kendisiyle beraber bir haldedir. Ve kendinin isimlerinin ve sıfatlarının hepsini toplamış olan bu insan, bunların eserlerini açığa çıkarsa da çıkarmasa da yine insândır. İnsanın insan oluşunu meydana çıkarmak için eserler ile açığa çıkmasına ihtiyaç yoktur. O bundan ganîdir.

A.Avni Konuk Önsözü-İKİNCİ TAAYYÜN MERTEBESİ, VÂHİDİYYET MERTEBESİ

Yedinci Kısım: İKİNCİ TAAYYÜN MERTEBESİ, VÂHİDİYYET MERTEBESİ

Vücûd, ilk taayyün mertebesinde isimlerini ve sıfatlarını öz olarak bilmekle berâber, bu isimler ve sıfatlarının îcâb ettirdiği bütünsel ve parçasal ma’nâların hepsinin sûretleri, bu ikinci taayyün mertebesinde ayrılırlar. Mevcut eşyâ hakîkatlerinden ibâret olan bu sûretlerden her birinin gerek kendi zâtına ve gerek kendi zâtının benzerine aslâ şuûru yoktur. Çünkü onların vücûtları ve farklı oluşları ilmîdir. Vücût bu ilmi sûretler sebebiyle çeşitlenir ve çokluk halinde olur. Dîğer bir tabir ile bu ilmi sûretler, ulûhiyyet zâtının var etme emrinin sebebi olurlar. Ve bunların vücûdunun sebebi de, isimler ve sıfatların hepsini toplamış olan ulûhiyyet zatı olduğundan, bundan teorik delillerin aksine olarak şu gerçek sonuç çıkar: Sebep olan ulûhiyyet zatı kendinin sebebi olan sonucun, ya’nî ilmi sûretlerin sebebi olur; veyâhut sebep olan ilmi sûretler, kendilerinin sebebi olan sonucun, ya’nî ulûhiyyet zâtının var etme emrinin sebebi olur. Oysa teorik delillere göre, aklın verdiği hüküm, “sebep olan şey kendi sonucu için sonuç olmaz” demek idi. İşte tecellî ilmi yukarıda îzah edildiği üzere aklın bu hükmünü “sebep olan şey, kendi sonucu için sonuç olur” hükmüyle feshetti.

Aşağıdaki örnek doğru olarak bizzat hakîkatini idrak ile iyice düşünülünce anlaşılır ki, bu hüküm, batılıların “skolastik felsefe” dedikleri dedikodu cinsinden değil, belki bir apaçık hakîkattir.

Örnek: Bir hattâtın yazdığı levhânın sebebi, o hattâtın vücûdudur. Çünkü hattâtın vücûdu olmasa, o levha mevcût olmaz idi. Bundan dolayı hattâtın vücûdu sebep ve levhanın vücûdu da o sebebin sonucudur. Fakat o kimsenin bağıntılarından bir bağıntı olan hattâtlık sıfâtı olmayıp da, bu sıfat ondan bir levha yazıp açığa çıkarmasını kabiliyyet dili ile talep etmese, o şahıstan bu levha meydana gelmezdi. Şu halde, levhanın var edilmesine sebep olan şey, kendi var edicisinden, vücûdunu talep etmesidir. Bu şekilde levha sonuç iken, açığa çıkma emrinin sebebi olur. Ve bu yön ile sebep olan hattâtın vücûdu, açığa çıkma emrinde kendisinin sebebi olan, sonuç olan levhanın sebebi olmuş olur. Ya’nî hattâtın vücûdu açığa çıkma emrinde sonuç ve hem de levhanın var edilmesine sebep olduğu gibi, levhanın vücûdu dahi hem sebep ve hem de sonuç olur.

Şimdi maddecilerin madde kanûnunu beyân ettikleri sırada “genellik i’tibârıyla kâinâtın sebebi yoktur” demeleri, işin hakîkatine câhil oluşlarından ve bütünün numûnesi olan kendi nefislerinden gâflette olmalarından ileri gelmiştir. Ve bu câhillik ve gafletin kaynağı da esfel-i sâfilîn olan tabîat âleminden a’lâ-yı illiyyîn olan zât’a sırf akıl ve zekâ ile ulaşılabileceği zannedilerek, nebîler (aleyhimü’s-selâm) ve onların varisleri olan evliyâ-yı kirâm hazretlerinin mübârek sözlerine ve çok değerli haberlerine kulak asmamaktır.

Bu mertebede açığa çıkan her bir ilmi sûret, harici eşyâdan her birinin hakîkati ve onu terbiye eden Rabb-ı hâssıdır. Sufi deyiminde her bir ilmi sûrete “ayn-ı sâbite” ve bütün olarak “a’yân-ı sâbite” derler. Kelam alimleri “ma’lûm-i ma’dûm”, felsefeciler “mâhiyyet” ve mutezile grubu “sâbit şey” derler. İlk taayyün, hakîkat-ı muhammediyye’den ibâret olduğu yönle, bu hakîkat-ı muhammediyye bütün hakîkatleri toplamış olur. Bu ikinci taayyün mertebesine “vâhidiyyet” denildiği gibi, “insâniye hakîkatı”da derler. Ve aşağıdaki isimler ile de isimlendirirler:

İkinci tecellî, açığa çıkan kabiliyyet, nakışlanmış mertebe, ikinci kaynak, ruhların mecmû’, ruhların ahiri, bâtın mülk, hayat feleği, ikinci berzah, kevni câmi’’, ikinci menşe’, ikinci başlangıç, ruhlar makâmı, hazret-i rubûbiyyet, belirginin nihayeti, ikinci zuhûr, melekût âlemi, isimler âlemi, vahdet perdesi, cem’ mertebesi, diğerlerin menşei, uzatılmış gölge, batın âlemi, vücût âlemi, vahdet gölgesi, çokluk menşei, uluhiyyetin önü, nefesi rahmâni, emir âlemi, ruhlar hazînesi, sıfatlar ayrımı, çokluk ahadiyyeti, abidin nihayeti, feyizli vücût, ikinci âlem, ruhlar madeni, ayne’l yakin.

İlmî sûretlerden ibâret olan “a’yân-ı sâbite” kendi aslî yoklukları üzerindedir. Onlar hâricî vücût kokusunu koklamamışlardır. Şehâdet âleminde açığa çıkan sûretler ancak onların yansımaları ve gölgeleridir. “A’yânı sâbite vücût kokusu almamıştır” dedikleri budur. Bu hakîkat, ileride şehâdet mertebesi kısmında örnek ile îzâh edilecektir.

A.Avni Konuk Önsözü-Sıfatlar ve İsimler

Sekizinci Kısım Birinci Ek: SIFÂTLAR ve İSİMLER

Bilinsin ki, bütün eşyânın kaynağı olan vücût, hayâtın ayn’ıdır; çünkü hareketlidir ve onda aslâ sükûn yoktur. Eğer sükûn olsaydı, yokluk olur ve ondan asla bir şey çıkmazdı. Çünkü Fizik âlimlerinin şu: “Hiçbir şey sebepsiz sükûnetini harekete ve hareketini de sükûnete çevirmez” kaidesine göre, eğer bütün eşyânın kaynağı olan hakîkî vücûtta hayât olmasa, o vücûdun sükûnetinin harekete geçmesi için hiçbir sebep mevcût olmamış olur. Ve hareket sebebi mevcût olmayınca, hareketten meydana gelmiş olan âlemlerin sûretlerinin var olmaması lâzım gelirdi. Şimdi aklen ve ilmen anlaşıldı ki, vücûdun çeşitli mertebelerdeki tecellîleri onun hareketinden ileri gelir. Ve hareket olan yerde, harekete getiren vardır ve harekete getiren diri’dir. Ve “hayât” bir sıfattır ve sıfat vasıflanandan ayrı olmadığından onun aynıdır. Vücût, hayât ile vasıflanmış olunca kendi nefsini ve zâtını idrak etmesi îcâb eder. Bu ise, onun zâtına olan ilmidir. Ve “ilim” de “hayât” gibi bir sıfâttır. Bundan dolayı vücût ilim ile de vasıflanmış olur. Ve hayât ve ilim ile vasıflanmış olan vücûdun “irâde” ve “kudret” ile vasıflanmamış olması mümkün değildir. Çünkü bunlar, onun gereçleridir. Ve vücûtta bu sıfatların mevcudiyyeti ile berâber ”sem’-işitme” ve “basar-görme” ve “kelâm” ve “tekvin-var etme” sıfatlarının dahi mevcudiyyeti gerekir. Bundan dolayı vücût, bu sayılmış olan zâtî yedi sıfat ile vasıflanmıştır. “ilim, irâde, kudret, sem’, basar, kelâm, tekvîn.” Bunların önde olanı “hayât”tır. Çünkü hayâtın olmadığı yerde ne hareket, ne ilim, ne kudret ve ne de var etme bulunmaz.

Şimdi, sıfat ismin kaynağıdır; çünkü bir şeyde sıfat olmazsa, bir isim ile isimlendirilemez. Meselâ kendisinde hayât sıfâtı olmayan bir şeye “diri” ismi ve ilim sıfâtı bulunmayan kimseye de “bilen ve bilgili” ismi verilmez. Zât, sıfat ile ve sıfat isim ile açığa çıktığından, isim sıfatın ve sıfat zât’ın zâhiri; ve zât sıfatın ve sıfat da ismin bâtını olur. Ve “şey” de ismin zâhiri ve isim “şey”in bâtını olur. Çünkü isimlenmiş olan “şey” zâhir olduğu zaman, isim o şeyde gizlenip kaybolur.

Şimdi “zât”, “sıfat” ve “isim” aralarında zahirlerin ve batınların bağıntıları olduğu ve zahir kavramı, batın kavramının gayri olduğu yönünden bakıldığında, bu i’tibâr ile bunların aralarında aykırılık olur. Velâkin, “sıfat” mutlak zâtın zahir mertebesinde husûsî tecellîsi ile tecellîsinden ibâret olduğu ve o husûsî tecellîsi mutlak zâtın üzerine ek olmadığı yönünden bakıldığında ise, bu i’tibâra göre zât’ın aynı olur. İlâhî sıfatlar ve isimlerin, bütünlükleri i’tibârıyla sayılması mümkündür. Nitekim belirli sayıda esmâ-yı hüsnâ okunur; fakat parçaları i’tibârıyla sayısız ve hesapsızdır.

İsimlerin hepsinde iki i’tibâr vardır: Birisi Zât’a delil olması ve diğeri kendindeki husûsî ma’nâya delil olmasıdır. Örneğin Alîm, Semî’, Basîr isimleri Zât’a delil oldukları gibi, kendilerinin husûsî ma’nâlarına da delil olurlar. Çünkü Alîm, Semî’, Basîr kimdir? denildiğinde isimlerinin ahadiyyeti sebebiyle ilâhî Zat’tır denir ve bu sûrette hepsi “zât”a delil olmuş olur. Fakat bunların husûsî ma’nâları başka başkadır. Ya’nî bilicilik, işiticilik ve görücülük başka başka ma’nâlardır. Bundan dolayı isimler “zât”a delil olmaları i’tibârıyla birlik halinde ve bir dîğerinin aynıdırlar; ve birbirine zıt olan ma’nâları sebebiyle bir dîğerinden farklı ve birbirlerinden ayrıdırlar.

Şimdi, Hakk’ın latîf vücûdunun delîli, onun kesîf mertebesi olan açığa çıkmış âlemlerdir. Ve içinde bulunduğumuz dünya sonsuz olan açığa çıkmış âlemlerden birisidir. Bundan dolayı biz, Hak’tan açığa çıkan âlem sûretlerine bakıp onlarda gördüğümüz hükümlere ve eserlere bakarak hükmederiz ki, Hak diri’dir. Çünkü O’nun vücûdunun belirtisi olan âlemin her noktasından hayât açığa çıkar; ve kendimizi hayât sâhibi buluruz. Ve aynı şekilde Hak “Alîm”dir. Çünkü âlem sûretlerinden bir sûret ve âlem bütününden birer parça olan biz insânlar ilim sıfâtı ile vasıflanmışız. Semî, Basîr, Mürîd, Kadir, Mütekellim, Mükevvin, Musavvir, vb. hep buna kıyas edilebilir.

A.Avni Konuk Önsözü-A’YÂN-I SÂBİTE YAPILMIŞ DEĞİLDİR

Sekizinci Kısım İkinci Ek: A’YÂN-I SÂBİTE YAPILMIŞ DEĞİLDİR

A’yân-ı sâbite, isimlerin ilmi sûretlerinden ibâret olduklarından, hâricî vücutları yoktur. Oysa “ca’l(yapma)” te’sîr edicinin te’sîrinden ibârettir. Bunlar ise te’sîr ve etkiyi kabûl mahalli olmadıklarından yapılmışlıkları söz konusu olamaz; ya’nî bunlar “yapılarak” vücûda getirilmiş şeyler değildir. Çünkü zâtî işlerden ibârettirler. Ve bu işler zât’ın gerektirmesidir ve zât ile berâber öncesizdir; ve zâtî işler bir yapıcının yapması ile yapılarak mevcût olmadıkları gibi, bir te’sîr edicinin te’sîri altında da değildirler. Mademki vücûdun zâtı mevcuttur, elbette onlar da O’nunla berâber mevcûttur.

Örnek: İnsanda gülme ve ağlama gibi birçok işler vardır. İnsan gülmediği ve ağlamadığı zamanlar, bu işler potansiyel olarak mevcût ve fiilen yoktur. Ağlaması ve gülmesi, fiilen açığa çıktığı zaman bu açığa çıkış, irâdesi ve yapılışı ve te’sîri ile olmaz; belki zâtî gereklilik olarak irâdesiz ve yapılmaksızın ve te’sîrsiz gerçekleşir. Ya’nî insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel, gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz ve gülme ve ağlama işler olmaları i’tibârıyla insâni ma’nâda birlik halinde iseler de, açığa çıkmada bir dîğerinden ayrılırlar. Çünkü gülme, ağlamanın aynı değildir. Şimdi bunlar, insânın şahsında mevcût ve fiilen yok iken, bu yok olan işlerin mevcût şahıs üzerinde te’sîrleri görülür. Bundan dolayı mevcût şahıs bunların te’sîri ile gözüktüğünde, ya’nî güldüğünde ve ağladığında, bu işler de, fiilen mevcût olurlar; ve onların mevcûdiyyetleri mevcût şahısa bağlı olarak olur. Ve mâdemki insânın şahsı mevcûttur, elbette bu işler de onunla berâber potansiyel olarak mevcûtturlar; ve bir sebep altında da zâtî gereklilik olarak, irâdesiz ve yapılmadan ve te’sîrsiz, fiilen açığa çıkarlar. İşte bunun gibi hakîkî mevcût olan ulûhiyyet zâtında fiilen yok olan işlerin te’sîri ile Allah’ın zatı bu işleri sebebiyle tecellî eder. Çünkü a’yân-ı sâbite açığa çıkışın sebebi ve Allah’ın zatı ise, onların sonucudur. Ve sebebin sonuç üzerinde te’sîrini reddetmek ve kabûl etmemek mümkün değildir.

Nitekim sebep-sonuç ilişkisi meselesi, varlığa getirme örneği ile yukarıda anlatıldı. Bu te’sîr ve te’sîr alan ve sebep-sonuç ilişkisi meseleleri, vâhid olan Hakk’ın vücûdunun zâtî bağıntısından ibâret olup meydanda bir başkası bulunmadığından, ulûhiyyet şanına yakışmayacak bir hüküm türü olarak anlaşılmaz.

A.Avni Konuk Önsözü-YAPILMAMIŞ İSTİ’DÂD VE KABİLİYET

Sekizinci Kısım Üçüncü Ek: YAPILMAMIŞ İSTİ’DÂD VE KABİLİYET

Zâtî gereklilik olan a’yân-ı sâbiteden her bir “ayn”ın bir kendine has isti’dâdı ve kabiliyyeti vardır; aslâ biri diğerine benzemez. Mutlak vücût olan Hak, a’yân-ı sâbiteden her bir “ayn”ın isti’dâdına uygun olarak o “ayn”ın sûreti ile açığa çıkar. Şimdi a’yân-ı sâbite yapılmış olmayınca, onların isti’dâdları ve kabiliyyetleri de yapılmış olmaz. Şu kadar ki, bu istidadlar ve kabiliyyetler a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite de Zât’ın gereklerinden bulunduğu ve bunların sebebi, ancak Allah’ın zâtının vücûdu bulunduğu ve sebebin sonuca te’sîrinin doğal olacağı yönüyle, bu isti’dâdların ve kabiliyyetlerin te’sîr edicisi de, ancak Allah’ın zâtının vücûdudur. İşte bu hakîkate işâret olarak, cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) Mesnevi-i Şerif’lerinde şöyle buyururlar:

Tercüme: “O taş gibi katı kalbin çâresi bir değiştiricinin lütfudur; onun lütfu için kabiliyyet şart değildir. Belki kabiliyyetin şartı onun lütfudur. Çünkü lütuf iç ve kabiliyyet kabuktur.”

Çünkü a’yân-ı sâbiteye ilmi vücûdu bahşeden zâtî lütuftur; ve bu ilâhî ihsan olmasa, hiçbir sûret ilim mertebesinde mevcût olmaz ve onların isti’dâdları ve kabiliyyetleri de söz konusu olamaz idi. Bundan dolayı zâtî lütuf ve ilâhî ihsan iç ve isti’dâdlar ve kabiliyyetler kabuk derecesindedir. Şimdi burası iyi anlaşılsın ki, isti’dâdlarda ve kabiliyyetlerde zorlama yoktur. Zâtî lütuf ve ilâhî tecellî ve nefes-i rahmânî eşit seviyede olur. Rahmânî nefesi takiben her bir ayn kendi zâtî isti’dâdına ve kabiliyyetine göre açığa çıkmıştır. Bundan dolayı her bir ayn kendi kendine cebretmiştir.

Örnek: Bir kimse şiddetli soğukta aralıksız olarak bir cam üzerine nefesini gönderse, sûretsiz olan bu nefes cam üzerine aynı seviyede temâs eder. Fakat soğuğun şiddeti sebebiyle bu nefes, cam üzerinde yoğunlaştığı zaman, türlü şekiller açığa çıkar. Bu açığa çıkan şekillerin hiç birisi ne uzunluk ve ne de genişlik olarak bir dîğerine benzemez. Bu şekillerin her biri sûretsiz olan o nefeste mevcût idi. Yoğunlaşarak böylece açığa çıktılar; ve bu sûretle kendi isti’dâd ve kabiliyyetlerini gösterdiler. Bu isti’dâd ve kabiliyyetlere aslâ nefes verenin zorlaması yoktur. Belki nefesin ayn’ında onlar, isti’dâd ve kabiliyyetlerine göre kendilerini yine kendileri var ettiler. Ancak nefes verenin vücûdu onların açığa çıkma sebebi oldu ve onlar sonuç oldular. Şimdi bu şekillerin içinden birisi çıkıp da farzedelim nefes verene hitâben: “Sen beni niçin yanımda var olmuş olan şu güzel çiçek gibi şekillendirmedin; böyle upuzun bir şekilde kaldım?” sorusunu soramaz. Sorsa, nefes veren ona cevâben der ki: “Bu şekilde var olman için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir zorlama olmadı; ben ancak seni nefeslendirdim; sen de potansiyel olarak mevcût ve fiilen yok olan kabiliyyet ve isti’dâdın sebebiyle böyle var oldun; zorlama ancak senden, sana oldu: niçin hitabını bana yönlendiriyorsun?”

Şimdi nefes-i rahmânî’nin nefeslendirmesinde, her bir ayn o nefeste “Kün(Ol)” emrine uyarak kendi isti’dâd ve kabiliyyeti çerçevesinde kendi kendini var etmiş ve ona o sûrette var olması için zorlama olmamış olduğundan, Hak “Lâ yüs’elü ammâ yef’al” ya’nî “Yaptığından soru sorulmaz”dır (Enbiya, 21/23). Çünkü Hakk’ın fiili onları nefeslendirmek ve onlara vücûttan feyz vermektir. Bu ise zâti lütuftur. Hiç zâti lütfundan dolayı Hakk’a soru sorulur mu? Belki soru yüksek isti’dâd dururken, düşük isti’dâdı beğenip, o isti’dâd çerçevesinde var olanlara sorulur. “Ve hüm yüs’elûn” ya’nî “Onlar sorgulanır”(Enbiyâ, 21/23) onlar hakkındadır. Cenâb-ı Hak, Zeyd’i zorla saâdet tarafına ve Amr’ı da zorla şekâvete sevk etmekten münezzehtir. Hakk’ın irâdesi ancak isti’dâd ve kabiliyyete dair olur. Çünkü Hak Teâlâ ilminde mevcût olan şeyi murâd eder ve murâd ettiği şeyi işler.

A.Avni Konuk Önsözü-İLİM MA’LÛMA TÂBİ’DİR

Sekizinci Kısım Dördüncü Ek: İLİM MA’LÛMA TÂBİ’DİR

Bilinsin ki, ilâhî ilimde iki i’tibâr vardır: Birisi; vahdet mertebesinde ve ilk taayyünde ulûhiyyet zâtının sıfatlarının ve isimlerinin hepsine öz olarak olan ilmidir. Bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibâret olduğundan, bu mertebede “ilim”, “âlim”, “ma’lûm” arasında aslâ farklılık yoktur; hepsi vâhid şey’dir. Ve bu ilim, ma’lûma tâbi’ olan türden değildir. Çünkü öncesiz zat ile berâber öncesizdir. İkincisi; vâhidiyyet mertebesine ve ikinci taayyüne tenezzülünden sonra, kendisinde mevcût olan bütün sıfatların ve isimlerinin sûretleri, bir diğerinden farklı olarak ilâhî ilimde meydana geldiklerinde, her birinin zâtî gereklilikleri olan kabiliyyet ve isti’dâdları ne ise açığa çıkar. Ve bu kabiliyyet ve isti’dâdlar açığa çıktıktan sonra, Hakk’ın ayrıntılı olarak ma’lûmu olurlar. İşte Hakk’ın bunlara ait olan ilmi, onların ma’lûm oluşlarından sonra olduğundan “ilim ma’lûma tâbi’dir” denildiğinde “sıfatlara ve isimlere ait ilim” anlaşılmalıdır. İlmin ma’lûma tâbi oluşu hakkındaki Kur’an’daki delîl: “Ve leneblüven-neküm hatta na’lemel mücahidiyne minküm” (Muhammed, 47/31) ya’nî: “Biz sizi imtihan ederiz, tâ ki sizden mücâhit olanları bilelim” âyet-i kerîmesidir. Hakk’ın: “Tâ ki biz bilelim” sözü aslâ te’vîl edilemez. Bunu ancak kelam âlimleri gibi vehmî tenzih sâhipleri te’vîl ederler. Ve onlar eşyânın vücûdunu vâhid vücûd’un ayrı olarak gördüklerinden, Hakk’ın ilmi ma’lûma tâbi’ olsa, Hakk’ın ilmini başkasından alması gerekir; ki bu da câhillik ve âcizlik olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zannederler. Oysa vücût birdir: bu çokluklar O’nun isimlerine ait sûretlerinin gölgeleridir ve aynaya yansıyan gölgeler, aynanın karşısındaki şahsın sûretinden başkası değildir. Bundan dolayı, aynanın karşısındaki şahıs aynaya baktığı zaman, gördüğü sûretten kendisinde bir ilim meydana geldiğinde, o bu ilmi başkasından almış olmaz. Bundan dolayı kelam âlimlerinin zannettikleri ayrı oluş yoktur ki, Hakk’a câhillik ve âcizlik yüklenmiş olsun. Bu aynı oluş ve ayrı oluş meselesi, şehâdet mertebesi kısmında îzâh edilecektir.

A.Avni Konuk Önsözü-KAZÂ VE KADER

Sekizinci Kısım Beşinci Ek: KAZÂ VE KADER

A’yân-ı sâbite, zâtî gereklilikleri olan isti’dâd ve kabiliyyetleri çerçevesinde Hak’tan açığa çıkmayı talep ederler. Bu talep söz ile değil, hâl iledir. Mesnevi: Tercüme;

“Biz yok idik; ve bizim serzenişimiz dahi yok idi.

Senin lûtfun bizim söylenmemiş sözümüzü işitir idi.”

Bu talep, yaşamak için balığın vücûdunun suyu ve insânın vücûdunun temiz havayı talep etmesi gibidir. Çünkü onların vücûtlarına ait isti’dâd ve kabiliyyetleri böyledir. İşte her ayn, ulûhiyyet zâtından böyle zâtî gerekliliklerine göre tecellî talebinde bulundu. Onların isti’dâd ve kabiliyyetleri ilâhî ma’lûm olduktan sonra taleplerini kabûl ederek, Hak malûm oluşları çerçevesinde var edilmelerini irâde etti. Bundan dolayı Hakk’ın irâdesi ilmine ve ilmi de ma’lûm olan a’yân-ı sâbiteye tâbi’ oldu.

Şimdi onların mertebelerinin tümünde isti’dâd ve kabiliyyetleri üzere açığa çıkmalarına Hakk’ın hükmetmesi ilâhî kazâdır ve bu kazâ öz ve bütünsel hükümdür. Zâtî isti’dâdları üzerine Zeyd’in ilmine ve saâdetine ve Amr’ın câhilliğine ve şekâvetine hüküm gibi. Fakat bu hükümde zorlama yoktur. Çünkü bu hükmü, a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermişlerdir ve Hak ilk olarak üzerine hüküm verilendir. Ya’nî her bir ayn-ı sâbite kendi zatına ait kabiliyyetini gösterip Hakk’a demiştir ki: “Ey lütuf sahibi, benim hakkımda saadet hükmünü ver ve beni bu hüküm çerçevesinde açığa çıkar!” Bu ise o ayn-ı sâbite tarafından Hak üzerine bir hükümdür. Bundan dolayı o ayn-ı sâbite hüküm veren ve lütuf sâhibi olan Hakk’ın vücûdu ise üzerine hüküm verilendir. Daha sonra Hak hüküm veren ve a’yân-ı sâbite üzerine hüküm verilen olmuştur. Bundan dolayı zorlama her “ayn”ın isti’dâd ve kabiliyetlerinden kendi üzerlerine olmuştur. Ve isti’dâd ve kabiliyyetin yapılmış olmadığı daha önce îzâh edildi.

Şimdi zata ait isti’dâdlar aslâ değişmediği gibi, iki zıttı da birleştirmez. Örneğin ilâhî ilimde saâdetle ma’lûm olan bir a’yân-ı sâbite, değişerek şekavetle ma’lûm olmadığı gibi, bir a’yân-ı sâbite aynı anda hem saâdet ve hem de şekâveti taşımaz. Çünkü bunlar, bir dîğerinin zıttıdır. Nitekim bir şey aynı an içinde hem beyaz ve hem siyâh olmaz.

İlâhî kazâ biri zorunlu, diğeri muallâk olmak üzere iki çeşittir:

“Zorunlu Kazâ” kayıtsız şartsız yerine getirilmesi gerekli olan kazâlardır. Bu kazâ ne sözlü duâ ile ve ne de fiili duâ ile ya’nî tedbirler ile önlenemez. Zorunlu kazâda iki i’tibâr vardır. Birisi Allah indinde “muallâk kazâ” ve melekler ve kâmilin indinde “zorunlu kazâ” görünen ilâhî kazâdır. Bu kazâ duâ ve tedbîr ile önlenir.

“Muallak kazâ” kayıt ve şarta bağlı olarak yerine getirilmesi gereken kazâdır. Bu kazâ önleme şartının gerçekleşmesi hâlinde te’sîrli olmaz. Şart dahî kazâdır. “Kazâ kazâ ile geri döndürülür” hadîs-i şerîfinde bu hakîkate işâret buyrulmuştur.

Zorunlu kazâya örnek: Tavla oyununu oynayan kimse, oyununu iyi oynadığı ve pullarını da önüne biriktirip arkadaşından evvel toplamaya başladığı halde, öyle bir zar atar ki, açık vermeğe mecbur kalır. Çünkü başka türlü oynamak mümkün değildir. Burada tedbîr ve mahâretin te’sîri yoktur. İşte bu zorunlu kazâdır.

Muallâk kazâya örnek: Bilindiği gibi, tavla oyununda oyuncular zarın hükmüne tâbi’dir. Oyuncu oyununu kazanmak için uygun gördüğü zarın gelmesini ister. Fakat zarı atınca, zarlar genellikle istediğinden farklı olarak gelir. Oyuncu bunda mecbûrdur; mutlaka onu oynayacaktır. Velâkin gelen zar üzerine birkaç türlü oyun mevcût olduğu takdirde, onların en iyisini oynamakta serbesttir. Bu husûsta mecbûr değildir. Eğer her gelen zarda oyununun en iyisini oynarsa, oyunu kazanabilir. Şimdi istediğinden farklı gelen zara tâbi olma mecbûriyyeti bir kazâdır. Ve kazanmak için oyunun iyisini oynamak dahi bir kazâdır. İstediğinden farklı gelen zar ile oyunu kaybedebilirken iyi oynadığı için kaybetmedi. Bundan dolayı kazâyı, kazâ ile geri döndürdü. Ve bu kazâ muallâk kazâ oldu. Mesnevi:

Tercüme:

“Allah Teâlâ tarafından evliyânın öyle bir kudreti vardır ki, atılmış oku yolundan geri çevirirler” beyt-i şerîfi zorunlu kazâ hakkında değil, muallâk kazâ hakkındadır.

Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin (k.a.s.): “Ben zorunlu kazayı da önlerim” buyurmaları Allah indine muallâk kazâ ve melekler indinde zorunlu kazâ görünen ilâhî kazâ hakkındadır. Yoksa zorunlu kazâ hiçbir yön ile önlenemez.

“Kader” kazânın ayrıntılanmasıdır. “Kazâ” bir vakit ile kayıtlanmış olmadığı halde, “kader” vakitlerden bir vakitte her bir ayn-ı sâbitenin özel sebepler altında mertebelerinin tümünde açığa çıkacak hallerini değerlendirmekten ibârettir. Örneğin “Zeyd saadet ehlidir” diye hakkında bütünsel hükmünün ulaşmasından sonra Zeyd’in falân vakit şehâdet âleminde açığa çıkması ve kendisinden falân vakitlerde şu ve şu sâlih amellerin meydana gelmesi ve şu kadar sene ömür sürdükten sonra mü’min olarak berzaha nakledilmesi ve berzahta dahi şu ve şu nimetlere nâil olması vb. gibi haller bu kazânın ayrıntısı olduğundan bunlara “kader” denir.

Şimdi kazâ a’yân-ı sâbitenin yapılmamış isti’dâdına bağlı olduğu gibi, kader de her bir “ayn”ın mertebelerinin tümünde açığa çıkacak yapılmış isti’dâdına bağlı olur. Bundan dolayı kader sırrı a’yân-ı sâbiteden her bir aynın vücûtta zâti ve sıfâti ve fiili olarak ancak aslî kabiliyyetinin ve zâtî isti’dâdının özelliği kadar açığa çıkması esasından ibârettir.

Kader sırrının sırrı dahi budur ki, a’yân-ı sâbitede ulûhiyyet zâtından ayrı olarak hâriçte açığa çıkan işlerden değildirler. Belki Hak Teâlâ Hazretleri’nin zâtî bağıntı ve işlerinin sûretleridirler. Ve Hak Teâlâ’nın zâtî bağıntı ve işleri ise ezelen ve ebeden değişim ve başkalaşmaktan münezzehdir. Bundan dolayı a’yân-ı sâbite de değişmesi imkânsızdır. Nitekim daha önce îzâh edildi. Kısacası kader kazânın ayrıntılanması olup zaman içinde açığa çıkar ve açığa çıktıkça ma’lûm ve ma’lûm oldukça takdir edilmiş olunurlar.

Örnek: Hayvan türünün açlığı kazâdır. Bu bir bütünsel öz hükümdür. Bu açlık hayvan türünün zâtî gereğidir. Bu tür bu zâtî istidadı ile kendi üzerine açlık ile hükmetti. Vücûdunun zâtî gerekliliği olarak “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuh ve mâ nünezziluhû illâ bi kaderin ma’lum” ya’nî “Hiçbir şey yoktur ki onun hazîneleri bizim indimizde olmasın. Biz onu ancak ma’lum bir ölçüyle indiririz” (Hicr, 15/21) âyet-i kerîmesi hükmünce gayb hazînesinden an-be-an hayvâni birimlerin açığa çıkması ve birimlerden her birinin yaşadığı müddetçe çeşitli zamanlardaki açlığı kaderdir. Aynı şekilde onların tokluğu da böylece kazâ ve kaderdir.

Şimdi açlık bütünsel hükmü, tokluk bütünsel öz hükmüne karşılık olduğu yön ile, kazâ kazâ ile geri döndürülür; ve her hayvanın ayrı ayrı çeşitli zamanlardaki açlıklarına, çeşitli zamanlardaki toklukları karşılık geldiğinden, kader kader ile geri döndürülür ve bunun gibi soğuk sıcak ile ve sıcak soğuk ile ve hile hile ile geri döndürülür. Diğer işler bunlara kıyâs edilsin.

A.Avni Konuk Önsözü-Ruhlar Mertebesi

Dokuzuncu kısım: RUHLAR MERTEBESİ

Vücûd, ikinci taayyün ve vâhidiyyet mertebesinden sonra, ilmi sûretler sebebiyle ruhlar mertebesine tenezzül eder. Ve bu mertebede ilmi sûretlerden her biri birer bâsît cevher olarak açığa çıkarlar. Bu bâsît cevherlerden her birinin şekli ve rengi olmadığı gibi, zaman ve mekân ile de vasıflanmış değildirler. Çünkü zaman ile mekân cisme lazım olan i’tibârlardandır. Bunlar ise cisim değildirler. Ve cisim olmadıklarından yırtılma ve yapışma dahi kabûl etmezler. Ve duyuya ait işâret, cisimler âleminin gereklerinden olduğundan bu âleme bilinen insâni duyular ile işâret etmek mümkün değildir. Bu mertebede her bir rûh kendini ve kendi benzerini ve kendi kaynağı olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini idrak etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Elestü birabbiküm kalû belâ” ya’nî “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Dediler ki “Evet” (A’râf, 7/172) ve hadîs-i şerîfte “Ruhlar sıralanmış asker toplulukları gibidirler; onlardan tanışıp anlaşanlar uyuşurlar, anlaşamayanlar ise uyuşamazlar” buyrulur.

Hz. Mevlânâ (r.a.) da buyururlar:

Tercüme: “Elbise tenden, can da tenden haberli değildir; onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”

Şimdi bu mertebe, ayrılık ve gayrı oluştan bir çeşit üzerine zât’ın hariçte açığa çıkmasından ibârettir. Ve rûh kendi zâtı ile mevcût olup, daimi olma husûsunda bedene muhtâç değildir. Soyutluk yönünden bedenden başkadır. Fakat idare etme ve kullanma yönünden bedene münasebeti vardır. Ve beden şehâdet âleminde rûhun sûreti ve kemâlinin görünme yeridir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “kul küllün ya’melû alâ şâkiletihi” ya’nî “De ki: Herkes kendi şâkilesi üzerine amel eder”(İsrâ, 17/84). Bundan dolayı rûh bedenden ayrı olmayıp, kemâlini göstermek için bedene muhtaçtır ve bedenin parçalarına sirâyet etmiştir. Onun sirâyet etmesi bedene dâhil olma ve beden ile birleşmek sûretiyle değildir; belki onun bedene sirâyet etmesi, Hakk’ın mutlak vücûdunun mevcûtların tümüne sirâyet etmesi gibidir. Ve bu i’tibâra göre, rûh ile cisim arasında bütünsellik yönünden başkalık yoktur. Nasıl ki Hak, bir yönden eşyânın aynı ve bir yönden gayrı ise, rûh da bir yönden bedenin aynı ve bir yönden bedenin gayrıdır.

Misbâhu’l-Hidâye sâhibi buyururlar ki:

“Rûhun marifeti ve onun idrâk zirvesi son derece yüksek ve erişilmezdir. Akılların kemendi ile ona ulaşmak kolay değildir. Keşf sahipleri onun keşfini kıskanıp ancak işâret diliyle beyânlarda bulunmuşlardır. Hz. İzzet indinde en mübârek bir mevcût ve en yakın bir görünen “Rûh-ı A’zam”dır. Çünkü Hak Teâlâ onu “min rûhîy” ya’nî “rûhumdan” (Hicr, 15/29) ve “min rûhinâ” ya’nî “rûhumuzdan” (Enbiyâ, 21/91) yüce beyânı ile kendisine bağladı. “Büyük Âdem”, “ilk halîfe”, “ilâhî tercümân”, “vücût anahtarı”, “îcâd kalemi”, “cünd-i ervâh” onun vasıflarındandır. Vücût ağına düşen ilk av o idi. Öncesiz irâde onu halk edilmişler âleminde kendi halifeliğine tayin etti. Vücût sırları hazînelerinin anahtarlarını ona bıraktı ve onu onda tasarrufa izinli kıldı. Ve onun üzerine hayât denizinden büyük bir nehir açtı, tâ ki hayât feyzi dâimâ ondan yardım alsın ve var olmuş olan parçalar üzerine feyz versin. Ve ilâhî kelimelerin sûretlerini birleştirme karargâhından, ya’nî mukaddes zâttan farklılıklar mahalline, ya’nî halk edilmişler âlemine eriştirsin ve ayrıntıların ayn’larında icmâl ayn’dan keşfedilmiş olsun.

Ve Cenâb-ı ilâhî kereminden ona iki i’tibâr bahşetti:

Birisi ezelî celâl kudretinin müşâhedesi için; ikincisi ezelî cemâl hikmetinin tefekkür edilmesi için. Birinci i’tibâr “fıtrî akıl”dan ibârettir ki mübârektir ve onun netîcesi, Cenâb-ı ilâhînin muhabbetidir. İkinci i’tibâr “halk edilmişlere ait ve düşük akıl”dan ibârettir ve onun netîcesi “küllî nefs”dir. Hak Teâlâ’ya bağlı rûh’un birleştirme ayn’ından yardımla aldığı her bir feyzi, küllî nefs kabûl eder ve onun ayrıntı mahalli olur. Bağlı rûh ile küllî nefs arasında fiil ve fiili kabûl ediş, ve kuvvet ve zayıflık sebebiyle erkeklik ve dişilik açığa çıktı. Ve onların kaynaşıp bağlanma ve izdivâcı vâsıtasıyla varlıklar doğarak mevcût oldular. Bundan dolayı halk edilmişlerin hepsi rûh ile nefsin netîcesi ve nefis rûhun netîcesi ve rûh “emr”in netîcesi oldu. Çünkü Hak Teâlâ rûhu hiçbir sebeple değil, ancak zâtının zâtiliği ile açığa çıkardı. “Emr” ile işâret olunması o sebepledir. Diğerlerini de rûh vâsıtasıyla açığa çıkardı ki, “halk edilmişler” ondan ibârettir.

Ve şehâdet âleminde Âdem’in vücûdu rûh’un görünme yeri oldu; ve Havvâ’nın vücûdu nefs sûretinin görünme yeri oldu. Ve Âdem’in çocuklarının erkek sûretlerinin doğumu, küllî rûh sûretinden meydana çıkarılmıştır; velâkin nefs sıfâtı ile karışıktır ve dişilerin doğumu, rûh sıfâtının karışması ile nefs-i küllî sûretinden meydana geldi. Ve bu yönden hiçbir nebî, dişi sûretinde gönderilmedi. Çünkü nübüvvet Âdemoğlu nefislerinde tasarruf ve halk edilmişler âleminde te’sîr husûsunda erkeklik bağıntısını taşımaktadır.”

Kısacası tek bir ayn olan vâhidiyyet vücûdu, yine tek bir ayn olarak ruhlar mertebesine tenezzül etmiş ve vâhidiyyet mertebesinde nasıl ki bütün isimlerin ilmi sûretleri bir dîğerinden farklı olmuş ise, ruhlar mertebesinde de onların gölgeleri olan ruhlar da öylece bir dîğerinden farklı olmuştur. Bundan dolayı bu mertebe de zâtı i’tibârıyla bir ve bağıntıları i’tibârıyla çoktur. Ve her bir rûh, bir olan aynın bağıntısından biridir.

A.Avni Konuk Önsözü-MELÂİKE-İ KİRÂM’IN HAKÎKATİ

Dokuzuncu Kısım Birinci Ek: MELÂİKE-İ KİRÂM’IN HAKÎKATİ

Bilinsin ki, vücûdun, daha önce izah edilen ilmi sûretler, ya’nî insâni hakîkat mertebesinden tenezzülü, yine o mertebede mevcût olan kudret sıfatının görünme yeri ile, ya’nî kuvvetler ile olur. Çünkü vücûtta kudret ve kuvvet olmayınca irâde ettiği şeyin var edilmesi mümkün olmaz. Allah Teâlâ Hazretleri “metin kuvvet sahibidir”. Ve kudret, diğer sıfatlar gibi hakîkî vücûdun işlerinden bir iş olduğu yönle zât’ının dışında bir şey değildir. Böyle olduğu halde, maddeciler onu bağımsız bir şey zannedip, var etmenin kaynağını iki bağımsız vücûda dayandırdıktan sonra, birine “madde”, diğerine “kuvvet” demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm onların vehme dayanan bir zanlarından ibârettir. “Zâlike mebleğûhüm minel ilm” ya’nî “Onların ilimden ulaşabildikleri budur” (Necm, 53/30) ve “innezzanne lâ yûğnî minel hakkı şey’a” ya’nî “Şüphesiz zan haktan bir şey kazandırmaz” (Yûnus, 10/36).

Şimdi, fiiller kuvvet ile açığa çıkacağından, ilâhi fiiller de melâike-i kirâm ile açığa çıkar. İlâhi kuvvetlerin ismi nebîler (aleyhimü’s-selâm) dilinde “melâike”dir. Çünkü “melek” “kuvvet ve şiddet” ma’nâsındadır.

Melekler iki kısımdır: Birisi tabîî, diğeri unsurîdir.

Melâike-i tabîiyyûn, anâsırın bulunmadığı fezâda tabii sûretlerden var olmuş olan ulvi ruhlardır. Bunlar fezâda mevcût bulunmuş oldukları ve anâsırdan bir araya getirilmiş olan maddi cisimler ile münâsebete sahip olmadıkları yönle, Âdem’e secde ve itaat ile emrolunmadılar.

İkincisi, melâike-i unsuriyyûndur ki, bunlar anâsıra mensûp olan ruhlardır; ve Âdem’e secde ve itâat ile mükelleftirler. Melâike-i kirâm, seçim sâhibi olmayıp, o kuvvetin sâhibi olan ulûhiyyet zâtının irâdesine tâbi olduklarından haklarında “lâ ya’sûnellâhe mâ emerahüm ve yefalune mâ yu’merune” ya’nî “Allah’ın onlara emrettiği şeyde, Allah’a âsi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar.” (Tahrîm, 66/6) buyurulmuştur. Nitekim insan vücûdundaki kuvvetler dahi insânın irâdesine tâbi’dir. İnsan irâdesini bir şeye yöneltince o kuvvet o şeye sarfolunmuş olur ve aslâ uymamazlık etmez.

Melâike-i unsuriyyûn, sonsuz kesîf âlemlerin idaresine memûrdurlar. Bunların adetleri bir araya toplanıp sayılmaya gelmez. Melekler duyu ve şehâdet âleminde kesîf şahıslar gibi görünmezler, çünkü rûhturlar. Hayâl âleminde çeşitli sûretlerle sûretlenerek müşâhede edilebilir olurlar.Bu suretlenme görenin halleri ve inançları ile bağlantılıdır. Hz. Cibrîl’in cenâb-ı Meryem’e ve diğer melâike-i kirâmın Lût (a.s.) vesâir nebîlere (aleyhimü’s-selâm) ve evliyaya ve sâlihlere sûretlenmeleri gibi. Onların bu sûretlenmeleri esnâsında görenin yanında hâzır olanlar, bu melekleri müşâhede edemezler. Çünkü hayâl âlemine dâhil olan ancak görendir. Şu kadar ki yanındakilerden de hayâl âlemine dâhil olanlar bulunsun. Bu sûretlenmeyi bunlar da görebilir. Meleklerin tasarruf yönleri “kanatlar”a benzetilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı câilil melâiketi rusulen ulî ecnihatin mesnâ ve sulâse ve rubâa, yezîdu fîl halkı mâ yeşâu” ya’nî “Hamd göklerin ve yerin Fâtır’ı, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı rasuller olarak kılan Allah içindir. Hálk edilişte dilediğini arttırır” (Fâtır, 35/1).

Bundan dolayı bu kuvvetlerin göklerde ve yeryüzünde çok çeşitli te’sîrleri vardır. Mutlak vücûdun mertebeler ve çeşitli durumlardaki idaresi bu kuvvetler vâsıtasıyladır. Bunlar ulûhiyyet tarafından her bir mertebeye ve her bir duruma gönderilirler. Ya’nî bazıları nebîlere vahiy ile ve bazıları evliyâya ilhâm ile ve diğer insânlardan her birine ve hayvânlara ve bitkilere ve madenlere kısacası bütün eşyâya çok çeşitli işlerin tasarruf ve idaresi için gönderilirler. Herhangi bir meleğin kendisinden te’sîr alan şeye bir te’sîr ile bağlanması onun “kanad”ıdır. Bundan dolayı her bir te’sîr yönü, bir “kanat” olmuş olur. Meleklerin kanatları, ya’nî te’sîrlerinin yönleri adetle sınırlı değildir; belki onların te’sîrlerinin çok çeşitli olması sebebiyle kanatlarının sayılması mümkün değildir. Onun için (s.a.v.) Efendimiz mirac gecesinde Cebrâil (a.s.)’ı altı yüz kanatlı olarak müşâhede ettiklerini hikâye buyurmuşlardır. Yüksek maksatları: “yezîdu fîl halkı mâ yeşâu” ya’nî “hálk edilişte dilediğini arttırır” (Fâtır, 35/1) âyet-i kerîmesi gereğince te’sîrlerinin yönlerinin çokluğuna işâret buyurmaktır.

Şimdi ulûhiyyetin anâsır âlemine kapsam olan dört bütünsel kuvveti vardır ki, onlara şerîat dilinde, Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl (a.s.) ismi verilir. Bunlara tâbi’ olan meleklerin haddi ve hesâbı yoktur.

  1. Cebrâîl (a.s.) ilâhî gayb hazînelerinde olan gizli ma’nâları sûret âlemine ulaştırır ve feyizlendirir. Bundan dolayı her bir ferdin kalbine gayb âleminden inmiş olan ma’nâları konuşma kuvveti vâsıtasıyla harf ve ses ile açığa çıkarması ve bâtınından haber verip açması Cibrîl tarafından bir yönün te’sîrî ile gerçekleşir. Hz. Cibrîl, hakîkat-ı muhammediye mertebesinden taayyün-i Muhammedî mertebesine bütün yönleriyle indiğinden Kur’ân-ı Kerîm de hakkında “ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn” ya’nî “ne yaş ne de kuru bir şey yoktur ki Kitab-ı Mübin” de bulunmasın” (En’âm, 6/59) buyrulmuştur. Cibrîl (a.s.) bu te’sîri ile bütün âlemleri ihata etmiştir. Bu vazîfenin ayrıntılarını tatbik etmeye memûr, onun idaresi altında sayısız ve hesapsız melekler vardır. Ve ona “Rûhu’l- Emîn” derler.

  2. Mîkâîl (a.s.) mahlûkatın çeşitli sınıflarından her birerlerine mahsûs olan rızıkların muhafazasına tartıyla ve ölçüyle ve adetle ve miktarla her bir hakkı hak sahibine vermeye vekil tayin edildiği için bu kuvvete “Mîkâîl” ismi verilmiştir. Bu husûsta Hz.Mîkâîl’in dahi her mahlûkata bir te’sîr ile bağlanması vardır. Ve bu te’sîri ile o dahi âlemleri ihata etmiştir. Ve aynı şekilde bu vazîfenin ayrıntılarını tatbik etmeye memûr onun idaresi altında sonsuz melekler vardır. Hattâ yeryüzüne düşen her yağmur damlası bir kuvvet ile iner. Ve kıyâmete kadar yağan yağmurların her bir tânesine ait olan kuvvetlerden hiçbirinde tekrarlanma ve aynı oluş yoktur. Ve hattâ sen bir şeyi tarttığın veyâ saydığın veyâ değer verdiğin zaman, sende Mîkâîl’in yönlerinden bir yönün te’sîri gerçekleşir.

  3. Azrâîl (a.s.) ma’nâdan ibâret olan rûhu, sûretten ibâret olan bedenlerden ayırır. Ve zahir âlemde mevcût olan her bir kesîf sûret bir ma’nânın açığa çıkması içindir. O ma’nâ, o sûretin rûhudur. Bundan dolayı zerreye varıncaya kadar zâhir âlemde gerçekleşen bozulmalar, Azrâîl’in tasarrufu ile oluşur. Şimdi, Azrâîl (a.s.) dahi bu te’sîri ile âlemleri ihata etmiştir. Ve onun emri altında dahi sonsuz melekler mevcûttur. Ve sen mevcût sûretlerden birini bozduğun vakit, sende Azrâîl’den bir yönün te’sîri gerçekleşir.

4.İsrâfîl (a.s.) her bir sûretin kendi türüne oluşan hayâtı “Sûr”u ile üfler. Ve fikrin önermelerden ilk hüküm ile kesin bilgiyi doğurması dahi, sende İsrâfîl tarafından te’sîrlerinden bir yön ile gerçekleşir. Şimdi hayât üflemeye memûr o kadar melâike(kuvvet) vardır ki, hesâba ve adede sığmaz. Ve hepsi Hz. İsrâfîl’in irâdesi altındadır. Ve âlemde hayât sahibi olmayan bir şey yoktur. Nitekim buyrulur: “Ve in min şey’in illâ yusebbihü bi hamdihi” ya’nî “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” (İsrâ, 17/44) Ve hamd ve tesbih ancak hayât sâhibi olan şeyde olur. Bundan dolayı cenab-ı İsrâfîl’in dahi her mahlûka bir te’sîr ile bağlanması vardır. Ve bu te’sîri ile bütün âlemleri ihata etmiştir.

A.Avni Konuk Önsözü-İBLÎS’İN HAKİKATİ

Dokuzuncu Kısım İkinci Ek: İBLÎS’İN HAKİKATİ

Bilinsin ki, İblîs Mudill isminin en mükemmel ve en kemâlli görünme yeri olan bir rûhtur. Ve ruhlar mertebesi ayrılık ve gayrı oluştan bir çeşit üzerine Zât’ın hâriçte açığa çıkmasından ibârettir. Ve Vâhid’in ikilik çerçevesinde rü’yeti bu mertebeden başlar. Bundan dolayı Mudill isminin hükümlerinin açığa çıkmasının başlangıcı bu mertebedir. “Idlâl” şaşırtmak demektir. Bir vücûdun bir diğerinden başka olarak iki görülmesi şirk ve şirk ise dalâl’in ayn’ıdır. Ve bu rü’yet tarzı, vehim veren kuvvetin şânıdır.

Şimdi bu kuvvet Mudill isminin görünme yeri olup, İblis’in hakîkâtidir. Çünkü şânı “telbîs (ikilem)”tir; ve “iblîs” ismi de bundan türemiştir. Ve İblîs bu te’sîri ile âlemleri ihâta etmiştir.

Ve ona tâbi’ olan sayısız ve hesapsız ruhlar mevcûttur ki, hepsi şaşırtmaya ve baştan çıkartmaya memûrdurlar. Ve bunlar tabîatlar âleminde bütün eşyaya sirâyet etmiştir. (S.a.v.) Efendimiz’in: “Her kimse ile berâber bir şeytan doğar ve ben benimle doğan şeytanı İslâm’a getirdim” buyurmaları, insan nefsindeki “vehm”e işârettir. Çünkü vehim veren kuvvet aslâ yalan söylemekten çekinmez. Ve şânı bütün kuvvetler üzerine yükselmektir.

Ve vücûdundan eser olmayan bir şeyi mevcût ve aslında mevcût olan şeyi yok gösterir. Şimdi tefekkür etme kuvveti aklın hükmüne tâbi’ olursa, ona “aklın hükmüne tabi düşünce” ve eğer vehmin hükmüne tâbi’ olursa ona “hayâli düşünce” derler. İblîsin hakîkati, akl-ı kül olan insâniyye hakîkatine diğer ulûhiyyet kuvvetleri gibi itaat etmesi teklîfine karşı “ene hayrun minhü” ya’nî “Ben ondan daha hayırlıyım” (A’râf, 7/12) dedi. Bu cevap, kendisini ayrı görmek demektir. Biri iki görmek ise vehimdendir.

İşte İblîs bütün ilâhî isimleri ve sıfatları toplamış olan akl-ı külle tâbi’ olmayıp, ayrı olma davasına ve üstün olmaya kalktığı ve biri iki ve mevcûdu yok ve yoku mevcût gördüğü için, ulûhiyyet zatı onu diğer kuvvetler arasından “fahruc inneke mines sâğirin” ya’nî “Çık, muhakkak ki sen küçük düşenlerdensin”(A’râf, 7/13) hitâbı ile uzaklaştırdı. Çünkü vehim veren kuvvet bütün kuvvetlere musallat olmakla berâber, onlara göre kıymetsiz ve küçük bir şeydir. Çünkü şânı, hakîkate ulaşmaktan men’ etmektir.

İblîs kendilerine gökler ve yere ait sırlar açılmış olan seyri sülûk ehlini dalalete düşürmek için hayâli düşünce olarak arz ve semâ sûretlerinde açığa çıkar. Ve hattâ zâti tecellilere dahi karışıp, sâliki dalalete sürükler. Ancak, Muhammedî sûretinde ve onun vârisleri olan kâmilîn sûretlerinde sûretlenemez. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz ile onların vârisleri olan kâmiller Hâdî isminin ve İblîs ve ona tabi olanlar ise Mudill isminin en mükemmel görünme yerleridir. Ve zâtî tecellîlere karışması ulûhiyyet zâtının Hâdî ve Mudill isimlerinin her ikisini de toplamış olmasındandır. İblîs’in hakîkâti Mudill ismi olduğundan ve hakîkatleri değiştirmek mümkün olmadığından, gerek kendi ve gerek tabi olanları Hâdî isminin görünme yeri olarak sûretlenemezler. İblîsin hakîkati hakkında söz çoktur; fakat irfân ve zekâ ehline bu esasa ait genel kâideler kâfîdir.

A.Avni Konuk Önsözü-ÂDEM VE HAVVÂ’NIN HAKİKATİ

Dokuzuncu Kısım Üçüncü Ek: ÂDEM VE HAVVÂ’NIN HAKİKATİ

Bilinsin ki, “vücût” insâniyye hakîkatı olan vâhidiyyet mertebesinden, rûh mertebesine tenezzül ettiği vakit, üç ma’rifet oluştu ki, birisi nefs ma’rifeti, ya’nî kendi zâtını ve hakîkatini bilmek, diğeri halk edicisine ma’rifet, yânî kendisini var edeni bilmek; üçüncüsü var edicisine karşı fakr ve ihtiyâcını bilmektir.

Bu ma’rifet, gayrı oluşu içine almaktadır. Ve bu rûh, rûh-ı Muhammedî (s.a.v.)’dir. Nitekim buyururlar: “Allah Teâlâ evvela kalemi ve benim ruhumu halketti”. Ve bir rivâyette: “Allah Teâlâ evvela benim aklımı ve nefsimi halketti”. Diğer ruhlar, onun mübârek rûhunun parçalarıdır. Onun için (S.a.v.) Efendimiz’e “Ebu’l-ervâh (Rûhların babası)” dahi derler. Bu rûh akl-ı kül sûretidir ki “hakîki Âdem”dir.

“Vücûd” akl-ı küllün sağ tarafı ve “imkân” sol tarafıdır. Ve Havvâ nefs-i küllün sûretidir ki, ilk aklın sol kaburga kemiğinden var oldu. Ve bu muhtelif taayyünlerin meydana gelmesi ve çeşit çeşit sûretlerin doğumları akl-ı kül ile nefs-i küllün izdivâcından oluştu. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri buyurur: “Yâ eyyühen nâsuttekû rabbekümüllezî halakaküm min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhümâ ricâlen kesîran ve nisâen” ya’nî “Ey insânlar! Sakının o Rabbinizden ki, sizleri bir tek nefsten halketti, ondan eşini halketti ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yaydı” (Nisâ, 4/1). Ve bu taayyünler içinde pek çok etken ve edilgen sûretler meydana geldi. Ve etken sûretler erkekler ve edilgen sûretler de kadınlardır. Ve insâni fertlerin etken sûreti olan erkekler ve edilgen sûreti olan kadınlar en kâmil sûret ve en güzel kıvam ile açığa çıktı.

Şimdi, insâni fertlerin anne ve babası hakîkî Âdem olan “akl-ı küll” ile hakîkî Havvâ olan “nefs-i küll”dür. Bunlar zat cennetinde, ya’nî ulûhiyyet mertebesinde örtülü idiler. Kur’ân ki bütün isimleri ve sıfatları toplamış olan zât’tır; ve bu taayyünât ki, ulûhiyyet zâtının varlığında hayâller ve rüyadan ibârettir ve bu çokluklar ve hayâle ait taayyünler ki, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip, esfel-i sâfîlîne(en aşağılara) doğru uzamıştır ve zat mertebesinden uzaktır; işte bu ağaç, Kur’ân’da bahsedilen lanetlenmiş ve uzaklaştırılmış ağaçtır. Ve onun meyvesi ve tanesi tabîat karanlığıdır.

Şimdi, akl-ı kül ile nefs-i kül bu taneye yakın olmadıkça “İhbitû” ya’nî “İniniz” (Bakara, 2/ 36,38) emriyle zat cennetinden, sûret ve taayyünler âlemine inmediler. Ve onların bu menedilmiş ağaca yaklaşmaları vehim iblisinin nefs-i külle ve nefs-i küllün de akl-ı külle galip gelmesiyle gerçekleşti ki, bu kesîf âlemde onların soyları olan Âdemi fertler dahi her an hayâle ait çokluklara ve Kur’ân’daki lanetlenmiş ağaca tutulmuşlardır. Hak Teâlâ Hazretleri, bu hakîkate işâreten Kur’ân’ı Kerîm’inde “Ve iz kulnâ leke inne rabbeke ehâta bin nâsi ve mâ cealner ru’yâlletî ereynâke illâ fitneten lin nâsi veş şeceretel mel’ûnete fîl kur’âni ve nuhavvifühüm fe mâ yezîduhum illâ tugyânen kebîrâ” (İsrâ, 17/60) ya’nî “Ey habîb-i zî-şânım! Hatırla şu vakti ki, biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in insânları ulûhiyyet zatı ile ihâta etmiştir”; ya’nî onların hakîkî vücûtları yoktur; belki hepsi isimlerimin gölgelerinden ibârettir. Ve gölgeler ise hayâldir.“ Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’ân’da olan lanetlenmiş ağaç insânlara fitnedir”, ya’nî sana gösterdiğimiz bu taayyünlerin çoklukları rüyadır. Nitekim sen bu hakîkati anladın da: “İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar” buyurdun.

“Eraynake” ya’nî “Sana gösterdik” (İsrâ, 17/60)’daki “hitap kâf’ı ya’nî “ke” hakîkatlerin ve bağıntıların tümünü toplamış olan muhammedîye taayyünüdür. Bu rü’yet esası, gören ve görülen ister; bunlar ise çokluktur. Ve bu çokluklar zât’ta var olan lanetlenmiş ağaçtır.

“Ve nuhavvifühüm” ya’nî “Onları korkutuyoruz” (İsrâ, 17/60) “biz onları, ya’nî vücûtları rûh ile nefisten var olan insânlardan her birine “ve la takreba hazihiş şecerâte” ya’nî “Ve bu ağaça yaklaşmayın”(Bakara, 2/35) diyerek her an korkuturuz.

“Fe mâ yeziydühüm illâ tuğyanen kebiyrâ;” ya’nî “fakat onların büyük taşkınlıklarından başka bir şeyi arttırmıyor”(İsrâ, 17/60). Oysa bu korkutma karşısında onların nefisleri vehmin ayartması ile rûhlarını kendilerine meylettirerek o lanetlenmiş ağacın mahsûlü olan tabîat karanlığına el uzatırlar. Bundan dolayı onların taşkınlıkları büyük olur, ya’nî vahdet yönünden örtünmeleri artar.

Şimdi, ey fıtrî idrak sahibi! Kur’ân-ı Kerîm geçmişteki Âdem ve Havvâ’dan değil, bizim her günkü hallerimizden bahsediyor. Biz ise bu olayları geçmişe çevirmekle, kendi halimizden gaflet ediyoruz.

A.Avni Konuk Önsözü-Misâl Âlemi Mertebesi

Onuncu Kısım: MİSÂL ÂLEMİ MERTEBESİ

Bu mertebe, zât’ın hâriçte parçalanması ve bölünmesi, yırtılması ve birleşmesi mümkün olmayan bir takım sûretler ve latîf şekiller ile zuhûrudur. Bu mertebeye “misâl âlemi” isminin verilmesinin sebebi budur ki, ruhlar âleminden açığa çıkan her bir ferdin, cisimler âleminde edineceği sûrete benzeyen bir sûret bu âlemde oluşur. Ve bir sınıf ona “hayâl” derler. Çünkü, bu sûretleri idrak eden hayâle ait kuvvettir.

Tahkik ehli indinde “misâl” iki kısımdır:

Biri budur ki, insândaki hayâle ait kuvvet onun idrâkinde şarttır. Ve rüyada ve hayâle getirmede görülür. O idrâk bazen doğru ve bazen hatâlı olur. Ve ona “kayıtlı misâl” ve “kesintisiz hayâl” derler.

İkincisi budur ki, onun idrâkinde hayâle ait kuvvet şart değildir; belki görme kuvveti dahi idrâk edilebilir. Âynada ve cilalanmış olan sâir şeylerde görünen sûretler gibi. “Misâl”in bu kısmına “mutlak misâl” ve “ayrık hayâl” derler. Çünkü bunlar, hayâle ait kuvvetten ayrı olarak zatlarıyla mevcûtturlar. Ruhların beden şekliyle görünüşü bu kısımdandır. Nitekim ölmüşlerin ruhları cisimlenmiş sûretler ile rüyada görülür. Ve kâmilin rûhu, cisimlenmiş sûret alarak kendisine muhabbeti olanlardan birisine görünür. Bu görünme ve rü’yet geçerli ve doğrudur; bunda aslâ hatâ yoktur.

Misal âlemine “berzah âlemi” ve “latîf terkipler”de derler. Ve bazıları ruhlar ve misâl âlemlerini birleştirip, “melekût âlemi” diye isimlendirirler. Misâl âlemi ruhlar âleminin feyzini, cisimler âlemine ulaştırmaya vâsıtadır.

Ve ruhlar ile cisimler arasında bir berzahtır. Ve berzah olması sebebiyle her iki âlemin hükümlerini de toplamıştır. Çünkü zâhir ve bâtındır. Ve gayb ve şehâdet arasında ayırıcı sınırdır.Maddeden oluşmuş cisimlerin aynı olmadığı gibi, akla ait soyut cevherin dahi aynı değildir. Fakat hem cisimler âleminin ve hem de ruhlar âleminin gayrıdır. Çünkü ruhlara göre kesîftir cisimlere göre latîftir. Lâkin cisimlere ait cevhere ve akla ait cevhere benzerliği vardır.

Cisimlere benzerliği bu yöndendir ki, cisimler nasıl ki hissedilebilir ölçüde ise, misâl âlemi dahi öylece hissedilebilir ölçüdedir. Ve ölçü nicelikten ve nicelik dahi uzunluk ve genişlik ve derinlikten ibârettir. Çünkü aynada görülen bir sûret görme duyusu ile idrâk olunur ve uzunluk ve genişlik ve derinliğe sahiptir.

Ve onun ruhlara benzerliği o yöndendir ki, ruhlar nasıl latîf ve rûhânî ise, misâl âlemi de öylece latîf ve nûrânîdir. Ve o sûretin latîf ve nurani oluşundandır ki, el ile dokunulamaz ve bıçak ile kesilmez.

Ve maddeden soyutlanmış olan zatların sûretlerde ve cisimlenmiş vücûtlarda müşâhedesi, misâl âleminde gerçekleşir. Nitekim Hz.Cibrîl bazı zamanlarda, server-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’e, ashâb-ı kirâmdan Dihye-i Kelbî sûretinde görünür idi. Hızır ve nebîler (a.s.) ile evliyâ-yı kirâm hazretlerinin müşâhedeleri de bu âlemde gerçekleşir. Ve kâmiller, misâl âleminde, kendi şekillerini diğer bir insânın veyâ hayvânın şekline döndürmeye kadirdirler. Ve öldükten ve ten kaydından çıktıktan sonra, muhtelif şekiller ile şekillenme kuvveti onlarda artar.

Rûhun beşer madde bedeninden ve elementsel cisimlerden ayrılmasından sonra meydana çıkacağı misâl âlemi, bu bahsedilen misâl âleminden ve berzahtan ayrıdır. Çünkü bu berzah dünyâ ile âhiret arasındadır. Ve dünyevi oluşumdan önceki berzah, tenezzül(aşağı iniş) mertebelerinden ve dünyevi oluşumdan sonraki berzah ise urûc(yukarı çıkış) mertebelerindendir. Ruhlara bağlanacak sûretlerle bu ikinci berzahta zâhir olurlar. Bunlar dünyevî oluşumda hâsıl olan amellerin sûretleri ve ahlâk ve fiillerin netîceleridir.

Gülşen-i Râz’dan:

Tercüme:

“Ten gömleğinden soyunduğun, ya’nî öldüğün vakit, ayıpların ve hünerlerin birdenbire görünür olur. Nakledilmiş olduğun berzah âleminde bir vücûdun olur. Lâkin bu dünyâdaki gibi kesîf değil. Öyle su gibi ondan sûret görünür, ya’nî suya karşılık olan sûret, o suya nasıl yansırsa, senin berzah vücûduna dahi amellerinin ve ahlâkının sûretleri öylece yansır. O berzahta bütün sırlar âşikâr olur. Eğer Kur’an dan bir delil istersen “yevme tubles serâir; Fe mâ lehü min kuvvetin ve lâ nasır” (Târık, 86/9-10) ya’nî, “O günde insânın nefsinde mevcût olan sırlar âşikâr olur. İnsan için bu hâli def’ edecek bir kuvvet ve yardımcı yoktur. Çünkü sırlarının âşikâr olması, verilen berzaha ait vücûdun gereğindendir” âyet-i kerîmesini oku! Ve bu yansımadan başka senin ahlâkın has âlem olan berzahın hallerine uygun olarak, cisimler ve şahıslar olur. Ahlâkın kötü ise çirkin sûretler, iyi ise iyi ve güzel sûretler olup sana arkadaş olurlar. Sen, bir takım işâretlerden ibâret olan ameller ve ahlâkın sûret elbisesine bürünerek aşikar olmalarını olmayacak bir şey sanma! Nitekim bu dünyâda kuvvet ve elementlerden bitki, hayvan ve maden meydana geldi; ya’nî oksijen, azot, karbon vb. gibi basit elementler gaz hâlinde sûretsiz oldukları halde, yoğunlaşıp madenler, bitkiler ve hayvanlar sûretlerinde âşikâr oldu. İşte böylece, senin bütün ahlâkın cân âleminde bazen nurlar ve bazen de ateşler sûretinde âşikâr olur.

Bu misâli âleminin sûretleri, en son berzah sûretlerinin tersinedir. İlk berzahta görülen şeyin his ve şehâdet âleminde açığa çıkmadan önce görülmesi mümkündür. Nitekim seçkinlerden ve normal insânlardan birçok kimseler rüyalarında birtakım olaylar müşâhede ederler ki, onun eseri daha sonra şehâdet âleminde açığa çıkar. İkinci berzahta olan bir şeyin şehâdet âlemine dönmesi imkânsızdır. Ya’nî dünyâdan ikinci berzaha nakil olan ruhların tekrar dünyâya dönmesi mümkün değildir. İlk berzahın sûretleri normal insânlara rüyada ve seçkinlere bazen rüyada ve bazen uyanıklıkta âşikâr olur. Fakat ölmüş olanların hallerinden haberdar olmak, kutuplar ve ferdiyyet makâmındakiler ve keşif ehlinden bazılarından başkasına mümkün değildir. Bu sebeple ilk berzaha “imkân dâhilindeki gayb” ve “imkân dâhilindeki misâl” ve ikinci berzaha da “muhâl gayb” ve “ikinci misâl” ve “muhâl misâl” ve “mümkün olmayan misâl” derler.

A.Avni Konuk Önsözü-Şehâdet Mertebesi

Onbirinci Kısım: ŞEHÂDET MERTEBESİ

Şehâdet mertebesi, zât’ın hâriçte cisim sûretleri ile açığa çıkmasıdır ki, bu sûretler, misâl âlemi sûretlerinin tersine olarak parçalanabilir ve bölünebîlir ve yırtılabilir ve birleşebilirdir. Bu mertebeye “şehâdet âlemi” denilmesi müşâhede husûsunda en aşikâr ve açığa çıkan herşeyin beş duyu ile algılanabilir olmasından dolayıdır. Çünkü, misâl âlemindeki bir sûreti el ile tutup muhafaza ederek, başkalarına da göstermek mümkün olmadığı halde, şehâdet âlemindeki bir sûreti elde tutmak ve başkalarına da göstermek mümkündür.

Filozoflar, âlem sûretlerini “rûh sahibi” ve “rûh sahibi olmayan” olarak ikiye ayırırlarsa da, tahkik ehli indinde rûh sahibi olmayan hiçbir sûret yoktur. Çünkü her birinin “vâhidiyyet mertebesin”de mevcût olan bir “hakîkât”i vardır. Ve bu hakîkât onun idare edicisi, tasarruf edicisi ve rûhudur. Ve her bir isim bütün isimleri toplamış olup “tek bir ayn”dan ibâret bulunan ulûhiyyet mertebesine delil olma husûsunda hisselere ayrılmamış ortaklık ile müşterektirler. Ve her bir ismin o tek bir ayn’dan bir hissesi vardır ki, o hisse diğer isimde yoktur. Meselâ; Mâni’(meneden) ismindeki hisse Mu’tî(veren) isminde ve Kabız(sıkan) ismindeki hisse Bâsıt(açan) isminde yoktur. Ve kısımlara ayrılması mümkün olmayan o tek bir ayn Hayy ismiyle de isimlenmiş olduğundan, her bir ismin bu isimde de hisselere ayrılmaması yoluyla iştirâkleri vardır. Velâkin hayat eserinin kemâliyle açığa çıkışına hepsinin taayyünü müsâit olmadığından, kiminin hayâtı bâtın ve kiminin hayâtı zâhir; ve kiminin hayâtı hayvanda olduğu gibi en âşikâr ve kiminin hayâtı da insânda olduğu gibi en âşikâr ve en kâmildir. Çünkü “tek bir ayn” olan Hak, kendi isimlerinden herhangi birisinde tasarruf buyurursa bu hisselere ayrılmamışlık kalmaz, mutlaka o ismin hükümleri açığa çıkar. Çünkü Hak Teâlâ âlemde mutlak tasarruf sâhibidir; ve vücûtta ve tasarrufta aslâ ortağı yoktur.

Şehâdet âlemine, “varolma ve bozulma âlemi” de derler. Çünkü “varolma” bir sûretin açığa çıkıp var olmasından ve “bozulma”da bir sûretin ortadan kalkmasından ibârettir. Meselâ su kaynatılınca buhar olur ve onun sıvılık sûreti fenâya gider ki, bu esas fenâ ve bozulmadan ibârettir. Ve daha sonra ondan havaya ait bir sûret var olur; buna da “varolma” derler. Ve aynı şekilde mum yandığında onun şekli fânî olur; bu “bozulma”dır. Fakat ondan havaya ait başka bir madde oluşur; bu da “varolma”dır. Bundan dolayı şehâdet âleminde bir “bozulma” için bir “varolma” lâzım olur; ya’nî her bir bozulan sûretten sonra varolan bir sûret meydana gelir.

A.Avni Konuk Önsözü-CEVHER VE ARAZ

Onbirinci Kısım Birinci Ek: CEVHER VE ARAZ

Bilinsin ki, şehâdet âlemi sûretlerinin hepsi “araz”dan ibârettir. Ve araz “iki zamanda daimi ve kendi vücûdu ile mevcût olmayan şey”e derler. Örneğin kelam alimleri ve akıl erbâbı ve nazardan ibâret olan fen adamları bir şeyi tarif ederken, arâzlardan ibâret olan “ölçüsü”nü söylerler. Oysa bir şeyin zatına ait ölçüsü o şeyin aynıdır, ayrı değildir. Meselâ “araz”ın karşıtı olan “cevher”i tarif ettikleri zaman; cevher “kendi zâtı ile mevcût olan şeydir” derler. Oysa “mevcût olmak” arazdır. Cevher olmasa, mevcût olmayı ayrıca göstermek mümkün değildir. Mevcut olmak böyle araz olmakla berâber, cevherin aynı ve hakîkatidir. Çünkü cevher bu “ölçü” ile diğer şeylerden ayrılır. Ve bu zata ait ölçü, ölçülendirilmiş olan cevherin aynıdır.

Ve bunun gibi insânı tarif ettikleri sırada: “İnsan konuşma sâhibi olan hayvandır” derler. Bu tarifte bahsedilen “konuşabilme”, “sahip olma” ve “hayvân olma” insânı diğer eşyâdan ayıran birer ölçüdür. Oysa “konuşma” arazdır. “Sâhib”in ma’nâsı bağıntı olduğundan o da arazdır. Bu târifte yalnız bir “hayvan” kaldı. Hayvanı da târif ettikleri zaman, “hayvan duyguları olan, büyüyüp-gelişen cisimdir; ve irâdesi ile hareket eder” derler. Bu târifte bahsedilen cisminin olması, büyüyüp-gelişmesi, duyguları olması, irâde ve hareket, hayvanı diğer eşyâdan ayıran onun bir ölçüsü olması nedeniyle, hepsi arazdır. Çünkü “cisim” üç boyutu kabûl eden bir yer kaplayan cevherdir. Oysa “üç boyut”, ya’nî “uzunluk”, “enlilik” ve “derinlik” ve “kabûl” ve “yer kaplama” hep arazdır. Çünkü bunların hepsi idrak edilebilir ma’nâlardır; ve cisim olmayınca görünmezler. “Cisim” dahi arazdır, çünkü yer kaplamayınca görünmez. “Büyüyüp-gelişme” de arazdır; çünkü aslın üzerine ilavedir. “Duygu” da arazdır; çünkü duygu, idrâktir, idrâk ise arazdır. “Hareket” de arazdır; çünkü “sükûnet” üzerine ilavedir. Ve aynı şekilde “irâde” dahi arazdır; çünkü o da asıl üzerine ilavedir. İşte görülüyor ki, cevher kendi “ölçüler”ini oluşturan arazların bütün hepsinden ibârettir. Cevherin ölçüleri ise kendi zâtıdır. Bundan dolayı cevher dahi arazların ayn’ı olur.

“Araz” iki zamanda daimi olmayan şey olduğuna göre, bir kilo su alıp bir kaba koysak, zamanla eksildiğini görürüz; çünkü buharlaşır; su iki zamanda daimi kalmaz. Aynı şekilde elimize aldığımız bir damla sülfirik asit için yazdığımız kimyevi işâret o dakîka için doğrudur; bir zaman sonra o kimyevi işâret artık elimizdeki o damlanın işâreti değildir. Çünkü o damla, iki zamanda daimi kalmayan arazdır.

Kısacası şehâdet âleminde görünen sûretlerin hepsinin araz olması yönüyle, bu âlemin bütün hepsi arazlardan ibâret olmuş olur. Oysa kelam âlimleri: “Araz iki zamanda daimi kalmaz ve cevher ise zamanlarda daimi kalır” derler. Sonra da yukarıda îzâh edildiği gibi cevheri arazlar ile târif edip onun ölçüsünü bu arazlar ile belirlerler. Bu ise açıktan açığa tutarsızlık olduğu halde, farkına varamazlar. İşte beşer akıl ve zekâsının uyanık oluşu ve dikkati bu kadardır. Aklın bir meselede dikkati olsa, diğer meselede gaflete düşer. Onun hakîkat âlemine doğru yürüyüşü “düşe kalka” deyimine uygundur.

Tecelli âlemine göre şehâdet âlemi dediğimiz şey, birtakım arâzların bütün hepsi olup, zaman içinde değişmektedir. Ve âlemde hiçbir şey, kendi nefsi ile mevcût bir cevher değildir. Ve kendi “ayn”ında, kendi “ayn”ı ile var olan mevcût, ancak kendi zâtı ile mevcût bulunan Hakk’ın mutlak vücûdudur. Ve diğer eşya kendi vücûtlarıyla yokluk üzere olup her anda o mutlak vücût ile “yeni hálk ediliş” içindedir.

A.Avni Konuk Önsözü-BENZER YENİLENME

Onbirinci Kısım İkinci Ek: BENZER YENİLENME

Şehâdet âlemi, ilâhi isimlerin gereğinden olarak devamlı olarak mevcût ve yok olur. Çünkü Mûcid, Muhyî, Mübdî, Rahmân, Mün’im, Musavvir, Hâlık ve Kayyûm ve bunun benzeri isimler, mevcûtların varlığını ve görünme yerlerinin açığa çıkmasını gerektirir. Ve Mümît, Dârr, Kahhâr, Kabız, Ferd ve Vâhid ve bunun benzeri isimler de görünme yerlerinin yok olmasını ve kapalı olmasını gerektirir. Âlem sûretlerinin hepsi dâimâ yeni hálk ediliş içindedir. Her an başka başka hálkediş ve yeni vücût gelir.

Ve her göz açıp kapama süresi içinde başka var etme ve ortadan kaldırma gerçekleşir. Velâkin bu var etme ve ortadan kaldırma rahmânî feyzin sona erme ve yenilenme sürati sebebiyle idrâk olunmaz. Ve bu sürat sebebiyle, eşyâ sûretlerinin istikrâr üzere olduğu zannedilir. Yenilenme sürati ve rahmânî feyz bir sûretle gerçekleşir ki, gitmenin ve gelmenin idrâki mümkün olmaz. Ve belki gelmek gitmenin ve gitmek te gelmenin aynıdır. Varlık ile yokluk arasına zaman girmez ki, onun yokluğu düşünülmüş olabilsin.

Kısacası kâinat sûretlerinden hiçbir sûret, iki anda daimi kalmaz. Fakat ortadan kalkan sûret, sonradan olan sûretin benzeri olduğundan duyu bu değişime vakıf olamaz. Çünkü âlemin bütün hepsi daha önce îzâh edildiği gibi arazdan ibârettir; ve araz ise iki zamanda daimi kalmaz. İmkân dâhilinde olan varlıklar onların sûretiyle Hakk’ın açığa çıkmasından ibârettir.

Ve bu açığa çıkma ise, Hakk’ın tecellîsidir. Hakk’ın tecellîsinde sabit oluş yoktur; tekrâr da yoktur. Çünkü “külle yevmin hüve fîy şe’n” (Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesi gereğince Hak her anda bir başka iştedir. Bundan dolayı Hakk’ın mutlak vücûdu, her var olanın ayn-ı sâbitesinden her anda açığa çıkarak sûretlenmiş olur. Ve ikinci anda o ayn-ı sâbiteden o vücût bâtın ve o sûret zâil olur. Ve bu hal böylece silsileler halinde gider.

Ve zâil olanlar ile kâinât arasında ortak yön ayn-ı sâbitedir. Ve ayn-ı sâbite şahsa ait hakîkattir. Bu var olma ve bozulma içinde şahsa ait hakîkat bâkîdir. İtaatkâr ve âsî ve sevapta olan ve azapta olan bu şahsa ait hakîkattir. Onun geçici hayâlden ibâret olan maddeden var edilen vücûduna aslâ i’tibâr yoktur. Çünkü madde dediğimiz şey sırf varsayımsal husûstur.

Ve a’yân-ı sâbite ilmi sûretlerden ibâret olduğundan, aslâ kendi mertebesinden ayrılmış değildir. “A’yân-ı sâbite vücût kokusu koklamamıştır” dediklerinin ma’nâsı budur. Mutlak vücûdun tecellîlerinin mahalli a’yân-ı sâbitedir. Çünkü ilk önce “ilim”, sonra, “fiil” açığa çıkar. İlim olmayınca fâil ve yapıcı neyi işleyecek ve yapacaktır?

Örnek: Kendisinde ressamlık sıfâtı bulunan bir kimse, bir tablo yapacağı zaman, ilk önce ilminde o tablonun şeklini ve taslağını hazırlar. Ondan sonra ilmindeki sûretleri tabloya renkler ile boyamaya başlar. Ve her istediği vakit, bu levhanın yüz benzerinin resmini yapar. Bu tablo bozulsa, yine onların benzerini vücûda getirir. Onun ilminde olan resmin sûreti ise dâima mevcût olup aslâ ressâmın ilminden ayrılmış olmaz. Ve o ilmi sûret aslâ harici vücût kokusunu koklamaz. Ve ressâmın ilminde tablonun sûreti resmedilmedikçe ressâmdan resim yapma fiili açığa çıkmaz.

A.Avni Konuk Önsözü-YAPILMIŞ İSTİ’DÂD

Onbirinci Kısım Üçüncü Ek: YAPILMIŞ İSTİ’DÂD

İsti’dâd iki çeşittir:

Birincisi yapılmamış isti’dâd ki, daha önce îzâh edildiği üzere, bu isti’dâd her bir ayn-ı sâbitenin zâtî gereğinden ibâret olup “Kün(Ol)!” emriyle, ilim mertebesinde vücûda gelirler. “Ve mâ emrunâ illâ vâhidetun ke lemhın bil basar” ya’nî “Emrimiz tek bir emirdir, göz kırpması gibidir” (Kamer, 54/50) âyet-i kerîmesi bu mertebeye işârettir.

Dîğeri yapılmış isti’dâddır. Bu isti’dâd da şehâdet mertebesinde her bir ayn-ı sâbitenin aynası ve görünme yeri olmak üzere vücûda gelen her bir kesîf sûretin değişimlerden sonra kemâle ulaşmasıdır. Çünkü tabîatta vücûda gelmiş olan her bir sûret kemâl bulma kaidesine tâbi’dir. “Et teenni miner Rahmân” ya’nî “teenni Rahmân’dandır” ile bu hakîkate işâret olunmuştur.

Örnek: İnsanda konuşma isti’dâd ve kabiliyyeti onun zâtî gereği olduğundan yapılmamıştır. Fakat doğar doğmaz hemen konuşamaz; çünkü bünyesi müsâit değildir. Zamanın geçmesiyle, bünyesine isti’dâd ve kabiliyyet geldikten sonra konuşabilir. Bu isti’dâd ve kabiliyyet ise zaman içinde gerçekleşen kemâl bulma netîcesinde oluşur; bu da yapılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, yapılmamış isti’dâdın açığa çıkması, yapılmış isti’dâdın âşikâr olmasına bağlıdır. Diğer bir ifade ile denilebilir ki, rûhun kemâllerinin açığa çıkması cismin kemâline bağlıdır. Aksi halde rûhun kemâlleri bâtında kalır. Şimdi zahire ait sebepler zâta ait isti’dâdlardan olan işlerdir. Bundan dolayı sebepleri doğuran zâta ait isti’dâdlar ve kabiliyyetlerdir. Mumun yanma sebebi onun kabiliyyet ve isti’dâdıdır. Taş olsa yanmazdı; çünkü taşta bu isti’dâd ve kabiliyyet yoktur.

A.Avni Konuk Önsözü-TABÎAT

Onbirinci Kısım Dördüncü Ek: TABÎAT

Bilinsin ki, uzayda üflenmiş olan nefes-i rahmânî ulûhiyyetin zâhiri olan “tabîat” üzerine olur. Tabîat tezgâhı bu nefesi dokuyarak çeşitli sûretlere sokar. Bundan dolayı uzayda “boşluk” yoktur. Belki tabîiye kuvvetleri ile doludur ki, bu kuvvetlere “tabîiyyûn ve âliyyîn melekleri”derler. Bunların Âdem’e secde ve itaat ile emrolunmadıkları daha önce anlatıldı.

Şimdi “tabîat”ın zâtı, bir diğerinin zıttı olan dört esâsın tamamından ibârettir ki, onlar da “sıcaklık”, “soğukluk”, “kuruluk” ve “ıslaklık” tır. Gerçi kuruluk sıcaklıktan ve ıslaklık da soğukluktan oluşursa da, kuruluk sıcaklığın ve ıslaklık soğukluğun aynı değildir. Her birinin kendi mertebelerindeki gerekimleri ve hükümleri başka başkadır.

Tabîat ulûhiyyet mertebesinin zâhiri olup, maddesel sûretlerin dokunulduğu bir tezgâh olup, onların bâtınıdır. Tabiatın rükûnları algılanabilir ise de, gözle görülür değildir. Yalnız madde sûretine münasebetinin eserleriyle görülebilir. Suyun donduğunu gördüğümüz yerde soğukluğun ve buzun eridiğini gördüğümüz yerde de sıcaklığın olduğuna hükmederiz. Ve bunları gözlerimiz görmediği halde, vücûdumuz hisseder.

Şimdi tabîat, ulûhiyyetin zâhiri olmakla berâber, tek bir hakîkatten ibârettir. Ve bir dîğerine zıt birtakım esaslara sahip olan tabîata ait cisimler o tek bir hakîkatten açığa çıkıp türlü türlü şekillerde açığa çıkar. Bundan dolayı tabîat ve tabîattan açığa çıkan tabîata ait cisimlerin tamamı, hakîkat yönünden tek bir ayn’dır ve taayyün ve şekiller yönünden de, çok olan ayn’lardır.

Ve bu tabîata ait sûretler, tek bir ayn’ın muhtelif taayyünleri olduğu için, taayyünler sahasında mevcût olmayan bir şey, tabîattan açığa çıktığında veyâhut mevcût cisimlerden bir kısmı bozulup ortadan kalktığında, o tabîat ne eksilir, ne de fazlalaşır. Belki bu hal, latîf oluştan kesîf oluşa ve kesîf oluştan latîf oluşa nakildir. Bundan dolayı açığa çıkan sûretler, mutlak yokluktan gelmez. Ve ortadan kalkan sûretler dahi mutlak yokluğa gitmez. Onların varlık ve yoklukları izâfîdir.

Hikmet ve kimyâ ilmine vâkıf olanlara göre bu hakîkat çok açıktır. Meselâ bir mum bitinceye kadar yakıldığında, gerçi mumun şekli kaybolur; velâkin onun kesîf olan sûreti gaza dönüşür. Ve farzedelim altmış gram ağırlığında bir mum yandığı zaman, yine altmış gram ağırlığında başka maddelere dönüşmüş olur. Mumun vücûdu tabîatta var olduğu zaman, o tabîat fazlalaşmadığı gibi, kaybolduğu zaman da eksilmemiş olur. Tabîattan açığa çıkan şey, tabîatın gayrı değildir. Çünkü tabîattan açığa çıkan tabîata ait cisimlerin tamamı, hakîkat yönünden tek bir ayn’dır.

Ve tabîat kendisinde açığa çıkan şeyin de aynı değildir. Çünkü farzedelim tabîattan açığa çıkan bir ateş parçasını aldığımız vakit, bu sıcak ve kurudur ve bir buz parçasını aldığımızda da bu soğuk ve kurudur, diye hükmederiz. Şimdi ateş, buzun aynı olmadığı halde, tabîat bu iki muhtelif şey arasında kuruluğu birleştirmiş, fakat sıcaklık ile soğukluğu ayırmıştır. Böyle olunca elbette tabîat onların aynı olamaz. Çünkü tabîat, bir dîğerine zıt olan dört rükûnu toplamıştır.

Tabîat, ilâhî ilim mertebesinde mevcût olan isimlere ait sûretlerin görünmesine müsâit bir aynadan başka bir şey değildir. Ve o aynanın vücûdu da, Hakk’ın latîf olan zâtının kesîf oluşu ile mevcût olduğu için zâhiridir.

A.Avni Konuk Önsözü-TE’SİR EDEN VE TE’SİRİ KABÛL EDEN

Onbirinci Kısım Beşinci Ek: TE’SİR EDEN VE TE’SİRİ KABÛL EDEN

Bilinsin ki, vücût husûsu biri “te’sîr eden” ve diğeri “te’sîri kabûl eden” olmak üzere iki kısımdır. Tesir eden fiile ait mertebeden ve te’sîri kabûl eden fiilin te’sîr ettiği mahalle ait mertebeden ibârettir. Diğer ifâde ile vücûdun bâtını ve zâhiri vardır; bâtını te’sîr eden ve zâhiri te’sîri kabûl edendir.

Âlemin vücûdu Hakk’ın Zâhiri ve Hak âlem vücûdunun bâtını ve hüviyyetidir. Ve her ikisi de vâhidü’l-ayn olan uluhiyyet mertebesinin iki i’tibârıdır.

Şimdi tabîatın vücûda gelmesi ulûhiyyet’in bâtınından olduğu gibi, cisimlerin sûretlerinin vücûda gelmesi de tabîattandır. Bundan dolayı hakîkatte her yön ile te’sîr edici olan ancak Allah Teâlâdır.

Örnek: İnsan vücûdunun zâhiri ve bâtını vardır. İnsanı “konuşma sâhibi olan bir hayvandır” diye târif ettiğimiz zaman, onun bâtını ile zâhirini almış oluruz. “Konuşma” onun bâtını ve “hayvan” onun cismi ve zâhiridir. İnsanın konuşan varlığı görünmediği halde, zâhiri olan cisminde te’sîr edicidir; ve zâhiri olan cismi te’sîri kabûl edendir. İnsanın bâtınında bir yere gitmek için bir istek meydana gelir. Bâtınındaki bu istek ve yönelim, onun “Kün(Ol)” emrinden ibârettir. Cisim, bu istek ve emirden te’sîr almış olarak harekete gelip o mahalle gider.

Şimdi, insanın vücûdu bir olan ayn olduğu halde onda biri te’sîr eden ve diğeri te’sîri kabûl eden olmak üzere iki i’tibâr olmuş olur.

A.Avni Konuk Önsözü-HÂLK EDİLİŞİN BAŞLANGICI

Onbirinci Kısım Altıncı Ek: HÂLK EDİLİŞİN BAŞLANGICI

Senetler yönünden zayıf ve keşif yönünden şüphesiz olan “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmeğe muhabbet ettim; hálk edilmişleri bilinmem için hálkettim” kudsi hadisi gereğince, vücût vahdet mertebesine, ya’nî hakîkat-ı muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra, kendi zâtına ve sıfâtına şuûru sebebiyle zâtında mevcût olan kemâlâtı açığa çıkarmaya muhabbet etti. Bu açığa çıkma ve çıkarma, ancak kendi zâtından, yine kendi zâtınadır. Ve gizlilik dahi yine kendi zâtına göredir. Vücûdda kendinden başka bir şey yoktur ki, ondan gizli olsun. Bundan dolayı bu hadîs-i şerîf, açığa çıkmadan önce kendi kemâlâtının yine kendisine gizli olduğunu beyândan ibârettir. Ya’nî “açığa çıkmadan önce kendimden gizli olan kemâlâtımı müşâhede etme zevki ile bilinmem için hálkettim” demektir. Bunun ne gibi bir şey olduğunu aşağıdaki örnek açıklar:

Örnek: Kendisinde hattâtlık, ressâmlık ve mimârlık vb. gibi birtakım sıfatlar bulunan bir kimse, açığa çıkaracağı tablolar ile binâların gizli hazînesidir. Kendi kemâlâtını müşâhede zevki ile bilmek istediği zaman, kendinde olduğunu bildiği ve fakat görmediği bu tabloları yazıp, resim yapıp ve bu binâları inşâ edip açığa çıkardıktan sonra “Ben gizli bir hazîne idim, bu yapılmış olanları müşâhede zevki ile bilmek istedim ve bunları yaptım” der. Ve onları seyredip sanatının kemâlâtını gördüğünde kendi kendini över.

İşte mahlûkatın en şereflisi olan insânı şehâdet âleminde açığa çıkardıktan sonra, Hak Teâlâ Hazretleri’nin “fe tebârakellâhu ahsenül halikıyn” ya’nî “hálk edicilerin en güzeli Allah mübârektir”(Mü’minûn, 23/14) buyurması bu mevzudandır.

Şimdi, gizli olan şey, yok değildir; belki mevcût olmakla berâber bilinmeyendir. Nitekim, bir çekirdekte sonsuz ağaçlar vardır, fakat gizlidir. Açığa çıkmadan önce, ağaçın dallarının şekli, ölçüleri ve detayları ve meyvelerinin azlığı ve çokluğu bilinmeyendir; açığa çıktıktan sonra bilinen olur. Çünkü, ilim ma’lûma(bilinene) tâbi’dir. Velâkin, çekirdekte ağaç olduğu ve onun dalları ve yaprakları ve meyveleri bulunduğu öz olarak bilinir. Ayrıntıları açığa çıktıkça müşâhede ile bilinen olur.

İşte latîfin latîfi olan ulûhiyyet zâtı kemâlâtını müşâhede etme zevki ile bilmeğe ve izâfî gayrı oluş yüzünden bilmeğe muhabbet ettiğinde, ihâta etmiş olduğu sonsuz uzayda açığa çıkma muhabbetinin harâreti ile nefes-i rahmânîsini nefeslendirdi ve gönderdi. Bu nefeslendirme netîcesinde sonsuz uzayda, ya’nî kendi latîf vücûdunda kümeler halinde yayılan nefes-i rahmânî, sonsuz âlemlerin “heyûlâ”sıdır. Ve gönderilen nefesin şiddetinden hareket oluştu. Astronomi ehli indinde bu ilk maddeye “parlak bulut” ifâdesini kullanırlar. Gerçi, bunlar tarafından kâinâtın başlangıcı hakkında muhtelif teoriler açıklanmış ve beyân olunmuş ise de, kâinât heyûlasının parlak bulut hâlinde olduğunda hepsi birleşmiştir. Onlar, keşf ehline güvenmediklerinden, gök cisimlerinin varlığı ve düzeni hakkında türlü türlü teoriler ortaya koydular. Burada bunların ayrıntılanması gereksizdir. Yalnız, şu kadar diyelim ki, insanın vücûdu kâinâtın özü olduğundan, her sırrın anahtarıdır. Parlak bulut’a karşılık gelen beşer sûretinde olmayan nutfe, tabîata karşılık gelen annesinin rahminde ne esas ile sûret kazanmakta ise, “büyük insan” olarak isimlendirilen güneş sistemimizin de buluttan meydana geliş tarzının ve sûret kazanmasının bu esaslar çerçevesinden olması gerekir. Çünkü büyük insanın derece derece kemâl bulması milyonlarca seneler zarfında olduğu halde, küçük insanın kemâl bulması annesinin rahminde dokuz ay gibi kısa bir zama’nâ sığar. Onun için Hak Teâlâ Hazretleri “hûlikal insânü min acel” (Enbiyâ,21/37) ya’nî “İnsân aceleden hálk olundu” buyurdu.

Şimdi nefes-i rahmânî, sonsuz uzayı ihâta etmiş olan latîfin latîfi zât’ın dışına gönderilmedi. Çünkü onun dışı diye bir şey tasavvur edilemez. Bu nefeslendirme, zâtın kendi zâtında, yine kendi zâtına, kendi zâtı ile olan bir tecellîsidir. Ve nefes-i rahmânî zâtın aynıdır. Bu, ancak, ulûhiyyet zâtının zâtını ve nefesini [veyâ nefsini] kesîfleştirmesinden ibârettir. Nitekim Ebu’l-Hasen Gûrî hazretleri buyurur:

“Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zatı ki, nefesini [nefsini] latîf kılıp ona Hak dedi ve nefesini [nefsini] kesîf kılıp ona da hálk edilmişler dedi.”

Bu nefes-i rahmânî âlî iken, ya’nî latîf zâtın nefeslendirmesini takiben latîf oluşunun kemâlinden sûretsiz iken, aşağı doğru indikçe soğuma ve sertleşme ile şekiller ve sûretler kazanır. Nitekim insanın nefesi çok soğukta bir cam üzerine gönderildiğinde, çıkış anında sıcaklıkla latîf ve sûretsiz iken, aşağıya doğru indikçe soğuyup ve sertleşerek cam üzerinde çiçekli buzlar oluşturur ve o buzlardaki şekiller nefesin ayn’ıdır. Nefes-i rahmânî de nefeslendirme anında böylece latîf olup, derece derece parlak bulut hâline gelir ve âlemlerin aslî maddesi olur.

Nitekim Şeyh-i Ekber (r.a.) Îsâ Fassında bu hakîkate işâret olarak keşf yoluyla aldıkları haber üzerine buyururlar: Şiir:

Tercüme: “Nefes-i rahmânîde olan eşyânın hepsi, gecenin sonundaki ışık gibidir.”

Uzayda bu küme küme kesîfleşen ve soğuyan parlak bulutlar, ilk devrelerinde dumandan başka bir şey değildirler. Nitekim âyet-i kerîme’de “Sümmestevâ ilessemâi ve hiye duhanün” ya’nî “Sonra duman halindeki semâya istivâ etti”(Fussılet, 41/11) buyrulur. Bu bulutlar ince bulutlardır. Ve Arap dilinde böyle ince bulutlara “amâ” ismi verilir. Ashâb-ı kirâmdan Ebû Rezîn el-Ukaylî (r.a.) (S.a.v.) Efendimizden: “Mahlûkatın hálkedilmesinden önce Rabb’imiz nerede idi?” diye sordu. Onlar da cevâben: “Üstünde ve altında hava olmayan “amâ” da idi” buyurdular. Hazret-i Ebû Rezîn el-Ukaylî, bizim güneş sistemimize bağlı bir ilâhî mahlûk olduğu ve rabb oluşunu, kendi emsâlini teşrîken, nefsine bağladığı halde, nebîlerin en arifi (S.a.v.) Efendimizin sonsuz âlemlerin hálk edilişinin başlangıcını da içine alacak şekilde: “Rabb’imiz eşyâ sûretlerinin açığa çıkmasından önce, sûretsiz olan “amâ” da idi ki, onun üstü ve altı “boşluk” olup, oralarda elementlerden oluşmuş havâ yoktur” buyurdular. Bu yüksek cevâplarıyla, amâ mertebesine tenezzülünden önce mutlak vücûdun rubûbiyyet’le vasıflanmış olmadığına ve rubûbiyyetin(rablığın), vücûdun ilk taayyünü olan amâ mertebesinde başladığına işâret buyrulur. Çünkü rabbı olan olmadıkça rubûbiyyet ile vasıflanmak mümkün olmaz ve “amâ” terbiye edilmedikçe değişimlerden ve muhtelif hallerden geçip, yüklenmiş olduğu çeşit çeşit sûretleri ve taayyünleri açığa çıkaramaz.

A.Avni Konuk Önsözü-HALK EDİLİŞ AŞAMALARI

Onbirinci Kısım Yedinci Ek: HALK EDİLİŞ AŞAMALARI

(S.a.v.) Efendimiz buyururlar ki: “Allah Teâlâ bir büyük beyaz inci hálketti; celâl ve heybeti ile nazar etti; hayâdan eridi. Onun yarısı su ve yarısı ateş oldu. Ondan bir duman husule geldi. Gökleri dumandan ve yeryüzünü onun köpüğünden hálketti. Şimdi onun arşı su üzerinde vâki’ oldu.”

“Allah Teâlâ”dan amaç, mutlak vücûdun “vahdet mertebesi”dir. “Halk”ın ma’nâsı açığa çıkma ve açığa çıkarmadır. “Büyük bir beyaz inci”den kasıt “insâniyye hakîkati” mertebesi olan “ilk akıl”dır ki, buna “vâhidiyyet mertebesi” de derler. İlk akıla “celâl ve heybeti ile nazar” etmesinden kasıt, ilk aklın gayriyyetin başlangıcı olan “rûh mertebesi”ne tenezzülüdür. Ve bu tenezzülden husule gelen gayriyyet perdesi ile mutlak vücûdun örtünmesidir. Çünkü, “cemâl nazarı”, Hakk vechinin kendi nûru ile tecellîsidir ki, bunda örtü yoktur. “Celâl nazarı”, Hakk vechinin gayriyyet elbisesi ile örtünmesi olduğundan, tabiki bunda örtü vardır. “Gayriyyet”ten kasıt, mutlak oluştan kayıtlı oluşa tenezzül ve mutlakın kayıtlı olanda gizlenmesidir. “Büyük beyaz inci”nin erimesi, vâhidiyyet vücûdunun ikilik ile kayıtlanarak, akl-ı küllün kendi nefsinde mahvolduğu anda, ona nefes-i rahmânî ile hârici vücût bahşetmesi ve bu nefes-i rahmânî ile ona uzayda hârici vücût bahşedilmesini takiben merkezin “ateş” ve çevresinin soğuma ile “su” olmasına işârettir. Ve “yedi kat gökler” tabîr ettiğimiz yedi gezegenimizin, bu duman hâlindeki parlak buluttan ve dünyanın da onun yoğunlaşmasından mahlûk olduğuna; ve “arş” dünyâ mülkü ma’nâsına olup, şehâdet âlemlerinin ilâhi mülklerden bulunduğuna ve parlak bulutun arşın temeli olması yönüyle, ilâhî arşın su üzerinde oluştuğuna işâret olunur.

Astronomi âlimleri derler ki: “Yıldızlar ve gezegenler, hallerinin başlangıcında bir bulut hâlinde olup, derece derece küreler şeklinde yoğunlaşmışlardır. Bu gaz halindeki bulut, bu kapsam olan âlem küresi başlangıçta aynı cins ve hidrojenden bile hafîf bir gazdan oluşmuştur. Merkeze doğru bütün ferdi olan parçaların çekilmesi ve bundan meydana gelen gittikçe artan yoğunlaşma ve merkeze doğru olan hareketin ısıya dönüşmesi ve oluşan ısının sebep olduğu ilk kimyevi karışımlar ve elektriğin te’sîri ve türü bir diğerinden türeyen tabîata ait kuvvetlerin muhtelif fiilleri ve te’sîrleri, hidrojen, oksijen, karbon, azot, sodyum, kalsiyum, demir, magnezyum vb. gibi ilk elementlerin oluşumununa sebep olup maden türleri, bir dîğerinden ayrı ve farklı olurlar. Isının meydana gelmesi ferdi olan parçaların hareketindendir. Çünkü hareket ısıya dönüşür. Ve ısı da bir çeşit hareketten başka bir şey değildir. Şimdi bulut halindeki yıldızın birleşimine dâhil olan yukarıdaki elementler bugün güneşte yanmakta olduğu gibi, şiddetli ateş hâlinde bulunur. Ve bu ateş küresi soğumaya başlayınca ateş suya dönmüş olur. Bu iki akışkan, fiziken zıtlar ise de, kimyâca ayn-ı unsurların bileşkeleridir. Ve nitekim günümüzde, küremizin etrâfında dalgalanan denizler hidrojen, oksiyen ve sodyumdan oluşmuştur. Isı tenezzül ettiği ve havaya ait buharlar yoğunlaştığı zaman, durmadan yer değiştiren yüzeyinin volkanik patlamaları içinde henüz soğumayan sular içinde yarı akıcı, yarı katı, hamur gibi, esnek ve birbirinden farklı olan karbon birleşiklerinden, ya’nî yapışkan balçıktan ilk bitkiler ve hayvanlar husule gelmeye başlar.”

Şimdi bu hadîs-i şerîf: “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma, ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayyin, e fe lâ yu’minûn” ya’nî “İnkâr edenler semâvat ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz o ikisini ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan yaptık. Hâlâ iman etmezler mi?” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinin îzâh ve tefsîridir. Ve bundan anlaşılır ki, gökler ve yeryüzü hálk edilişin başlangıcında bir madde hâlinde olarak bitişik idi. Daha sonra birbirinden ayrıldılar. Ve cisimlerin meydana gelmesi de sudandır. Çünkü ilâhî arş su üzerindedir.

Bilinsin ki, şehâdet âlemlerinin sonsuz uzaydaki miktarının sayılması mümkün değildir. Bir taraftan vücûda gelmekte ve bir taraftan da ortadan kalkmaktadır. Çünkü, imkân dâhilindeki vücûdun ne öncesi ne de sonrası vardır, çünkü sonsuzdur. Ve “hálkediş” ezelî ve ebedidir ve bunlar mutlak vücûtta meydana gelir ve ortadan kalkar. Bunların mekânı mutlak vücûttur. Nitekim, Hz. Gavs-i A’zam Abdü’l-Kadir Gîlânî (r.a.) buyururlar ki:

“Yâ Rab! Senin için mekân var mıdır?” Dedim.

Buyurdu ki,

“yâ Gavs-i A’zam! Ben mekânın mekânıyım; benim için mekân yoktur. Ve ben insanın sırrıyım”.

A.Avni Konuk Önsözü-SEMÂVÂT VE ARZ’IN HALK EDİLİŞİ

Onbirinci Kısım Sekizinci Ek: SEMÂVÂT VE ARZ’IN HALK EDİLİŞİ

Bilinsin ki, uzayda nefes-i rahmânînin yayılmasından husule gelen parlak bulutlarda tabiî olarak hareket açığa çıkar; ve nefeslendirme açığa çıkma muhabbetine dayanmış olduğundan, ısıyı meydana getirendir. Isının şiddeti devâm ettiği sürece, nefes-i rahmânî lâtiflik ve üst mertebesindendir. Yayıldıkça fen ehlinin “bulut” ve hakîkat ehlinin “amâ” tabîr ettikleri âlemlerin aslı hâlini kazanarak soğuyarak ve rutubetlenerek kesîflik mertebesine tenezzül etmekle aşağıya inici olur. Zerrelerinin tamamının titreşiminden bunlar kendi merkezleri etrâfında devre başlarlar. Bu devirlerden meydana gelen merkezkaç kuvveti sebebiyle, bunlardan küre şeklinde parçalar kopup ayrılarak milyonlarca günlük yol mesâfesine fırlayarak bu bulutun merkezi etrâfındaki yörüngeleri üzerinde devre başlarlar. Her bir bulut kendi kabiliyyet ve isti’dâdı kadar yıldız ve gezegen vücûda getirir. Ve bu oluşumlar için bizim senelerimizle milyarlarca senenin geçmesi lâzımdır. Çünkü, kemâl bulma derece derecedir, bir defada değildir. Ve çünkü âlemlerin tamamı Rahmân’ın görünme yeridir. “Etteenni miner Rahmân” ya’nî “teenni Rahmân’dandır” gereğince rahmâniyye tecellîlerinde acele yoktur.Ve Rahmân “Er rahmânu alel arşistevâ ya’nî “Rahmân arş’a istiva etti” (Tâhâ,20/5) gereğince izâfi vücûtlar arşına istiva ettiğinden, eşyâda daimi yakınlık ve beraberlik ile vasıflanmıştır. Rahmân’ın yakınlığı ve beraberliği bazı eşyâya daha az ve bazı eşyâya daha çok değildir. Bu yakınlık ve beraberlikte aslâ uyumsuzluk yoktur. “Mâ terâ fî hálkır rahmâni min tefâvut” ya’nî “Rahmân’ın hálk edişinde hiçbir uyumsuzluk göremezsin” (Mülk, 67/3)

Acele ise uzaklık bağıntısı mevcût oldukça olur. Onun için “acele şeytandandır” buyrulmuştur. Çünkü şeytan “şatane ve şutûnen”den türemiş olup “uzaklık“ ma’nâsınadır. Görülmez mi ki insan, kendisine uzak gördüğü maddî ve manevî isteklere ulaşmak için acele eder. Ne zaman ki istediği şeyi elde eder, artık faydalanmak için acele etmez. Çünkü uzaklık bağıntısı yok oldu ve yakınlık bağıntısı meydana geldi.

Şimdi “yedi kat gökler”den maksat güneşten kopup ayrılan Neptün, Uranüs, Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs ve Merkür’dür. Dünya, Mars ile Venüs arasındadır. Dünyadan önce meydana gelen ve kopup ayrılanlara “ulvi gezegenler” ve ondan sonra meydana gelen ve kopup ayrılanlara “süfli gezegenler” derler. Bu mevzudaki ayrıntılar astronomi kitaplarında mevcût bulunduğundan burada bilgi verilmesiyle yetinilir. Şöyle ki:

Güneş, kendi sisteminin kalbi ve Muhyî isminin görünme yeri olduğundan kendi azâsı mesafesinde olan tabilerine ısısı ile hayat bağışlar. Ve etrâfında dönen gezegenlerin hepsini idâre eder. Güneş onları yoldan geçerken tesâdüfen bulup idaresine almamıştır. Belki kendisi ile berâber aynı menşee sahip olup, ona tâbi’ ve itaatkâr olurlar. Bir masa üzerinde merkezde bulunan bir güllenin etrâfında dönen küreler gibi, gezegenler güneş ile berâber aynı yüzeyde dönerler. Ve bunların hepsinin bir maddeden var olduğuna, daha önce bahsedilen “Evelem yeralleziyne keferu ennes semâvati vel arda kâneta retkan fe fetaknahüma” ya’nî “İnkâr edenler semâvat ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz o ikisini ayırdık.”(Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi delildir.

Güneşe en yakın bir gezegen olan Merkür, güneşten 57.85 milyon km, Venüs 108.10 milyon km, Dünya 149.50 milyon km, Mars 227.72 milyon km, Jüpiter 777.6 milyon km, Satürn 1425.6 milyon km, Uranüs 2868.1 milyon km ve gezegenlerin en uzak olanı Neptün ise 4494.1 milyon km uzakta dönerler. Dünyanın çapı (12.742 km.) olduğu halde, güneşin çapı (1.382.000 km.)’dir. Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, büyük gezegenlerden olup, Dünya ve Venüs ve Mars bunlardan küçüktür. En küçük gezegen ise Merkür’dür. En uçtaki Neptün gezegeninin güneşten aldığı ışık dünyanın aldığı ışığın binde biri kadardır. Ve Venüs’ün yüzeyindeki temiz havanın yoğunluğunun, dünyamızdaki temiz havanın dörtte birine denk geldiği hesap edilmiştir. Mars ile Jüpiter arasında, yine güneş etrâfında dönen asteroidlerin olduğu bir sahâda, bu asteroidlerin 200 den fazlası keşfedilmiş ise de, astronomi ehli indinde tam olarak bilinmemektedir. En büyüğünün çapı 228 mil kadar tahmin edilmektedir. Bunların güneşe olan mesâfeleri 400 milyon km.dir. Bunlara benzer diğer asteroidler küçük olduklarından önemleri yoktur.

A.Avni Konuk Önsözü-SEMÂVÂT VE ARZIN HALKEDİLİŞ AŞAMALARI

Onbirinci Kısım DOkuzuncu Ek: SEMÂVÂT VE ARZIN HALKEDİLİŞ AŞAMALARI

“Kul e inneküm le tekfürune billeziy halekal arda fiy yevmeyni” ya’nî “de ki: “gerçekten siz yeryüzünü iki “yevm” de hálk edeni mi inkâr ediyorsunuz” (Fussılet, 41/9) ;

“Ve ceale fîhâ revâsiye min fevkıhâ ve bâreke fîhâ ve kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm” ya’nî “ve orada üzerinde sâbit dağlar oluşturdu ve orayı bereketli kıldı ve onların rızıklarını dört “yevm”de takdir etti” (Fussılet, 41/10);

“Fe kadâhünne seb’a semâvâtin fî yevmeyni” ya’nî “Böylece onları iki “yevm”de yedi kat gök olarak tamamladı” (Fussılet, 41/12) ;

“Allahullezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehüma fî sitteti eyyâmin sümmestevâ alel arş” ya’nî “O Allah’ki gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı “yevm”de hálk etti, sonra Arş’a istiva etti” (Secde, 32/4) ,

âyet-i kerîmelerinde gerek yeryüzünün ve gerek yedi kat göklerin altı günde hálkedildiği beyân buyrulur. “Yevm” kelimesine “küllî devre” ma’nâsı verilmesi uygun olur. Çünkü “cüz’i devir”ler bir günün kısımları cinsinden olduğundan, bunlar dikkate alınmamıştır. Şu halde, yeryüzü ve gökler iki küllî devrede hálk edilmiştir.

Birinci küllî devre: “E ve lem yerellezîne keferu ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma” ya’nî “İnkâr edenler semâvât ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz o ikisini ayırdık.”(Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinde işâret edildiği üzere “bitişik devre”dir ki, bu devir amâ’ âlemi, ya’nî güneş sisteminin ilk maddesi olan nefes-i rahmânî’nin parlak bulut hâlinde yoğunlaşmasıdır. Bu devrede gökler ve yeryüzü bitişiktir.

İkinci küllî devre “ayrılma devresi” dir ki, bu devrede gökler ve yerler birer birer birbirinden ayrılıp, farklı oldular. Nitekim, daha önce îzâh edildi.

“Ve ceale fîhâ revâsiye min fevkıhâ ve bâreke fîhâ ve kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm” ya’nî “ve orada üzerinde sâbit dağlar oluşturdu ve orayı bereketli kıldı ve onların rızıklarını dört “yevm”de takdir etti” (Fussılet, 41/10) ; âyet-i kerîmesi gereğince de, bizim dünyamızın dört devrede kemâle erdiği anlaşılıyor. Bunlar da şunlardır:

  1. Ateş devresi,

  2. Su devresi,

  3. Toprak devresi,

  4. Bitkiler ve hayvanlar devresi.

  5. Ateş devresi Güneşin altıncı “çocuk” olarak doğurduğu dünya, “anne”sinden ayrıldığı vakit bir âteş küresi idi. Uzun zaman bu halde yörüngesinde döndü. Hak Teâlâ Hazretleri bu bineğe, bineğin cinsinden bir tür mahlûk bindirdi ki bunlar cinler kavmi idi. Nitekim buyurur: “vel cânne haleknâhû min kablu min nâris semûm” ya’nî “ve cinleride daha önce semûm ateşten hálk ettik”(Hicr,15/27),

“Ve halekal cânne min mâricin min nâr” ya’nî “ve cinleri dumansız ateşten hálk etti” (Rahmân, 55/15).

  1. Su devresi: Dünya uzun bir zaman güneşin etrâfında, ateş küresi hâlinde döndükten sonra, onun ateşi, yüzeyinden suya dönüşmüş ve kesîf unsurları ateşten lavlar hâlinde alt tabakalarını oluşturmuştur. Çünkü fizik ilminin bakış açısından bu iki akıcı zıt ise de kimyâ ilmine göre ayn-ı unsurların bileşkeleridir. Nitekim, günümüzde, dünyamızın etrâfını çevreleyen denizler hidrojen, oksijen ve sodyumdan oluşmuştur.

Bu devreye: “Ve kâne arşuhu alel mâi” ya’nî ”Ve O’nun Arş’ı su üzerinde idi” (Hûd, 11/7) âyet-i kerîmesi ile işâret buyurulur.

3.Toprak devresi: Dünyanın yüzeyinin derece derece sertleşme ve soğuma devresidir ki, ilk kabuğu yarı katı, hamur gibi, yumuşak, esnek ve kokmuş karbon birleşiklerinden ibârettir ki, buna “yapışkan balçık” ve “salsâl” da denir. Fen ehlinin “protoplazma”, dedikleri şey, bu kokmuş çamurdan meydana gelir ki, bu madde canlı cisimlerin kaynağıdır. Beşer türünün bu çamurdan hálkedildiği Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilir: “innâ haleknâhüm min tînın lâzib” ya’nî “Muhakkak Biz, onları yapışkan balçıktan hálk ettik” (Saffât, 37/11), “ve iz kâle rabbüke lilmelâiketi innî hâlikun beşeran min salsâlin min hamein mesnûn” ya’nî “Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak Ben, salsâl’dan, değişip dönüşen balçıktan bir beşer hálkedeceğim” (Hicr, 15/28).

4.Bitkiler ve hayvânlar devresi: Fen adamlarının beyânına göre bu kokmuş çamurdan, daha sonra ilk bitkiler meydana gelmiş ve bitkiler sürekli gelişerek, büyük ormanlar vücûda gelmiştîr. İşbu ilk canlı cisimler, ya basît hücrelerden ve ya da hücre topluluklarından meydana gelmiş olup “su yosunları” familyasından jelâtini maddeler imiş.

İkrâm sahibi tahkik ehli tarafından da tasdîk buyurulduğu üzere, yeryüzünde insan, hayvânlardan ve bitkilerden sonra açığa çıkmıştır. Jeologlar ilk kara hayvânlarının köksüz bitkiler tarzında var olduğunu ve omurgasızların da maden, bitki ve hayvan vasıflarını birleştiren züûfiyyetler, mercanlar, süngerler, delikli mercanlar ile, kabuksu hayvânlardan ibâret bulunduğunu ve daha sonra bunların muhtelif değişimler geçirmek sûretiyle kemâl bularak çeşitli şekillerde açığa çıkıp erkeklik ve dişiliğin meydana geldiğini beyân ederler. Hiç şek ve şüphe yoktur ki, gerek bitkiler ve gerek hayvânlar, yeryüzünün kabuğundan hálk edilmiş ve şu anda dahi hálkedilmektedir.

Şimdi bu sayılan yeryüzünün dört devresi “Ve huvellezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin ve kâne arşuhu alel mâi” ya’nî ”O ki semâları ve arzı altı “yevm”de hálk etti ve O’nun Arşı su üzerinde idi” (Hûd, 11/7) âyet-i kerîmesine göre gökleride içine almaktadır, şöyle ki:

İlk olarak; her bir gezegenin güneşten, kopup ayrılarak başlangıçta bir ateş küresi olduğunda şüphe yoktur.

İkinci olarak; göklerin ve yerin tamamının, ilâhi mülklerden birer mülk oldukları “ve kâne arşuhu alel mâi” ya’nî “O’nun Arşı su üzerinde idi” (Hûd, 11/7) yüce beyânı hepsini içine aldığı için her bir semânın su devresine tâbi’ olduğu anlaşılıyor.

Üçüncü olarak; her bir semâ dahi dünya cinsinden ve elementlerden oluştuklarından, bu halden sonra kabuk bağlayacakları tabîîdir. Bu da onların toprak devreleridir.

Dördüncü olarak; “Ella yescüdü lillahillezî yuhricül hab’e fiys semâvâti vel ardı” ya’nî “Nasıl secde etmezler, o Allah ki semâlarda ve yerde saklı olanı çıkarır” (Neml, 27/25) buyurulduğuna göre, bitki devreleri, “Ve min âyâtihi hálkus semâvati vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dabbetin” ya’nî “Semâları ve yeri hálk etmesi ve onlarda dabbeden çoğaltıp yaydıkları O’nun işâretlerindendir”(Şûrâ, 42/29) buyurulduğuna göre de hayvân devreleri olunca, toprak devreleri de olduğu açıktır.

A.Avni Konuk Önsözü-DİĞER ŞEHÂDET ÂLEMLERİ

Onbirinci Kısım Onuncu Ek: DİĞER ŞEHÂDET ÂLEMLERİ

Bilinsin ki, uzayda sayısız ve hesapsız şehâdet âlemleri vardır. Bu hakîkat, astonomi âlimlerinin deliller ile keşfinden önce, Nebiyy-i zî-şân (s.a.v.) Efendimiz ile onların vârisleri olan evliyâullâh kâmilleri tarafından haber verilmiştir, şöyle ki: Şeyh Zâde’nin Fâtiha Tefsiri dipnotunda beyân ettiği hadîs-i şerîfte: “Allah Teâlâ, milyonlarca kandîl hálkedip, onları arşa astı; ve semâvât ve arz ve onlarda olan şeyler, hattâ cennet ve cehennem, hepsi bir kandîl içindedir. Kandillerde olan şeyi Allah Teâlâ’dan başka bir kimse bilmez” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîfe göre, güneş sistemlerinin her birinin bir “kandîl” kabûl edildiğine ve “milyonlarca” ifâdesi ile bunların uzayda sayılamayacak kadar çok olduğuna işâret vardır.

Ve bunun gibi diğer bir hadîs-i şerîfte buyurulur: “Ne zaman ki Mûsâ (a.s.) rü’yetullâhı talep etti ve onun üzerine bayılmış olduğu halde kendisinden perde açıldı; her birinin üzerinde “Rabbi erînî” ya’nî “Rabbim bana göster”(A’râf, 7/143) diyen bir Mûsâ bulunan yetmiş bin Tûr gördü.”

Ve yine Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Şerîf’inde buyurur:

Tercüme: “Yıdızların ötesinde yıldızlar vardır ki, onlarda hoşsuzluk ve uğursuzluk olmaz; onlar başka semâlarda seyrederler; bu meşhûr olan yedi semânın gayrı olarak.”

Ve yine Ebu’l- Âlemeyn Seyyid Ahmed er-Rifâî (r.a.) buyururlar ki: “Işık saçan güneş bu yüksek âlemlerin genişliğinde yuvarlanan parlak bir yıldızdır. Muhtelif katlarda nice yıldızlar dahî yayılmıştır. Görünen bazısı bu dünyadan büyük olduğu gibi, çeşitli sûrette bir diğerinden cisimli, çok büyük, muhtelif ışık ve parlaklık ve ölçülerde ışıklar saçmakta olup, ışık ateşi her yönden uzamayla öyle karışmıştır ki, dâima çarpışmaktadır. Belirli burçlarda hepsi dönüp dolaşarak seyrinde sâbit ve sâbitliğinde seyirdedir. Bunların her biri ötesinde olanlara perde olduğu halde, gayb âleminde mevcût ortada daha ne perdeler vardır ki, görüş mesafesinden daha uzakta bulunarak görülemediğinden, akıl inkâr ediyor. Oysa bu büyük yıldızlar ve bunlardan başka gözlerimize küçük görünen nice cisimler vardır ki, onlar bile aslında dünyâdan çok büyüktür.

Ve Maarrî de bir beytinde şöyle der:

Tercüme: “Ey insânlar! Allah Teâlâ’nın nice feleği vardır ki, yıldızlar ve güneş ve ay onunla seyreder.”

Şimdi dünyamız ile bu şehâdet âlemleri arasında çok büyük fark olduğunda şüphe yoktur. Nitekim insânî fertlerin şekillenmiş sûreti bir diğerine benzer olarak olmakta ise de, her ferdin işleri dahi sûreti gibi ayrıntıda bir diğerinin aynı değildir. Her birinde büyük fark ve ayrılık vardır.Diğer âlemlerdeki sûretlerin hallerini ilmen tetkîk etmek anlamsızdır; çünkü Hak Teâlâ Hazretleri: “ve yahluku mâ lâ ta’lemûn” ya’nî “ve daha bilmediğiniz şeyler hálk eder” (Nahl, 16/8) buyurur. Bunların hallerine ancak ilâhi kuvvet ile semâların ve arzın çaplarını geçen evliyâullah’ın kâmillerinin haberleriyle vâkıf olabiliriz.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Yâ ma’şerel cinni vel insi inisteta’tum en tenfuzû min aktâris semâvâti vel ardı fenfuzû, lâ tenfuzûne illâ bi sultân” Rahmân, 55/33) Ya’nî: “Ey insan ve cin topluluğu! semâvât ve arzın çapından nüfûza kudretiniz varsa çıkınız bakalım? Hayır, çıkamazsınız! Ancak sultan ile, ya’nî ilâhi kuvvet ile çıkabilirsiniz.”

(Not:Günümüzde uzaya olan yolculuklardaki gücün “sultan-ilâhî kuvvet” olduğu ifâde edilmektedir)

Bizim ilmimiz, sâkin olduğumuz dünya üzerindeki tabîatın kanunlarının sırlarına bile nüfûz edememiştir; nerede kaldı ki, oluşum kanunları bizim âlemimizin oluşum kanunlarından farklı olması gereken sonsuz âlemlerden her birinin hallerini idrâk edebilelim! Kâmillerden bazılarının bizim anlayabileceğimiz birtakım ibâreler ile verdikleri haberleri bile zayıf akıllarımız kabûlde tereddüt eder. Bunların halleri dünya ehlinin beyânlarına ve ibârelerine sığar şeyler değildir. Ve târîf ve beyâna sığamayan şeye ve bilgilere, tahkik ehli dilinde “simsime âlemi” derler. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimiz’in Fütûhât-ı Mekkiyye’lerindeki yüksek beyânlarından bazı bölümleri örnek olarak anlatalım:

“O âlemde Hak Teâlâ’nın yumuşak, kırmızı altından bir arzı vardı ki, ağaçları ve meyveleri ve diğer eşyâsı hep altındandır. Bir kimse onun meyvesinden alıp yese, bir derece tazelik ve lezzet ve güzel koku bulur ki, vasıflandıranlar onu vasfedemez ve o arzın meyvelerinden olan nadide ve güzel nakışları ve hayret verici ziynetleri nefisler hayâl bile edemez.

Ve yine bir arz daha vardır ki, gümüştendir ve eğer onun meyvelerinden bir şey yenilse, nasıl bir şey olduğunun anlatılması mümkün olmayan tad ve güzel koku bulunur.

Ve yine parlak beyaz kâfûrdan bir arz daha vardır ki, ondaki mekânlar sıcaklıkta ateşten daha şiddetlidir; lâkin insan ona girerse yanmaz ve bazı mekânlar ılık ve bazısı soğuktur.

Ve yine za’ferândan bir arz vardır ki, ehli, diğer arzın ehlinden daha açık gönüllü ve daha güleryüzlüdür; geleni karşılarlar ve ağırlarlar. Ve onun meyvelerinden bir şey koparılsa, hemen yerine onun benzeri biter. Koparan farkına varamaz ve onda asla noksan görülmez.

Kadınlarının güzelliği öyle bir mertebededir ki, cennetteki hûrîlerin güzelliği, onlara oranla, bizim dünyamızdaki kadınların güzelliğinin hûrîlerin güzelliğine oranı gibi olur. Onlarda ilâhî teklîf yoktur. Belki Hak tazîmi üzere vardırlar.”

Hz. Şeyh (r.a.) buyururlar ki: “Âriflerin simsime âlemine girişleri cisimler ile değil, rûhlar ile olur. O âleme girecekleri zaman, madde bedenlerini dünyâ arzında bırakırlar ve dâhil olduğu arz cinsinden ona bir elbise giydirirler. O arz ehlinden onu sokak başında karşılayan vardır. Geri döneceği zaman, yine o sokak başına gelirler; ve arkasından o arzın elbisesini çıkarıp birbirleriyle vedâlaşırlar. Ârif gider, arkadaşı orada kalır.

Aklın dünyâda imkânsız gördüğü her şeyi biz o âlemde mümkün bulduk.”

Ve hakîkatte altından ve gümüşten, kâfûrdan, za’ferândan mahlûk arza ve sıcaklığı ateşten daha şiddetli olan mahalde, bir şeyin yanmamasına ve koparılan meyvenin yerine farkına varılmaksızın benzerinin oluşmasına ve diğer bahsedilen acaipliklere dünyada yaşayanların akılları ermez. Ve dünyamızın oluşum kanunları ve hálk ediliş programı bunlara benzer hallerin görünmesine müsâit değildir. Üstümüzde parlayan sonsuz gök cisimlerinden her birinin dahi bizim arzımıza ait kanunlara benzer kanûnlar çerçevesinde döndüğünü iddiâya, akıl ve fen müsâade edemez. Çünkü dünyamızda ekvator çizgisi üzerinde yaşayanlar ile kutuplarda yaşayanların yaşam şartları arasında bile çok büyük farklar vardır.

A.Avni Konuk Önsözü-ÂDEM’İN HALKEDİLİŞİ

Onbirinci Kısım Onbirinci Ek: ÂDEM’İN HALKEDİLİŞİ

Âdem’in hálk edilişi hakkında genel itibarıyla dört anlatım vardır:

Birincisi: Kur’ân-ı Kerîm’in ve Efendimiz s.a.v’in hâdislerinin zâhiri ma’nâları üzerine saygıdeğer tefsir ediciler tarafından beyân buyurulan anlatımlardır. Bunda kitâp ehlinin hepsi birleşmiştir. Özetle beyânı budur ki:

“Hak Teâlâ Hazretleri âlemin herşeyini bütün gereçleri ile hálk ettikten ve tamamladıktan sonra, Âdem’in madde beden sûretini tıyn-i lâzibden, ya’nî kokmuş çamurdan düzenleyerek, ona rûh nefh etti ve meleklere ona secde etmelerini emretti, secde ettiler. İblîs “Ben ondan hayırlıyım, çünkü beni ateşten ve onu topraktan hálk ettin” diyerek secde etmeyi kabûl etmedi. Edebi terkederek böyle bir kıyâsa dayaranarak Hakk’a karşı itiraza cüret ettiğinden, İblîs huzûr-ı İzzet’ten kovulmuş oldu. Daha sonra Âdem’in sol kaburga kemiğinden Hak Teâlâ Havvâ’yı hálk etti. Yiyip içerek cennette nimetlenmelerini ve fakat yasaklanan ağaca yaklaşmamalarını onlara emretti. İblîs’in baştan çıkarmasıyla bu yasaklanan ağaca yaklaştılar. Hak Teâlâ: “İhbitû” ya’nî “İniniz”(Bakara, 2/38) emriyle onları cennetten çıkarıp, yeryüzüne indirdi. Âdem ile Havvâ’dan yeryüzünde üreme yoluyla Âdem çocukları türedi. Tefsîrcilerin anlatımına göre, Âdem’in hálk edilişinden bu zama’nâ kadar, yedi bin sene kadar bir müddet geçmiştir.

İkincisi: Kur’ân-ı Kerîm’in ve mübârek hadislerin bâtın ma’nâları üzerine ilâhi sırların kâşifi olan tahkik ehli hazarâtı tarafından beyân buyurulan anlatımlardır.

Cenâb-ı Ni’metullah (k.s.) hazretleri: “Vallâhu enbeteküm minel erdı nebâta” ya’nî “Ve Allah sizi arzdan bitirdi bir bitki gibi” (Nûh, 71/17) âyet-i kerimesinin tefsîrinde şöyle buyururlar:

“Allah Teâlâ, sizi arzdan en güzel bir şekilde olarak bitirmek sûretiyle bitirdi. Ve sizi çeşitli ve sınıflar olarak yaptı. İlk önce bitki cinsinden, sonra hayvân ve sonra da îmân ve marifeti kabûl edici insan oluncaya kadar terbiye etti. Daha sonra beşeriyet derecesinden, halife olma mertebesine ve ilâhi vekilliğe yükselmeniz ve gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve beşer kalbinin hatırına bile gelmeyen şeye ermeniz için size ağır gözüken teklifler teklîf etti.”

Yeryüzünde Benî Âdem neslinin değişimlerin netîcesi olarak derece derece kemâl bulması ile meydana çıkmasını, pek açık beyândan ibâret olan bu tefsîre diğer tetkiklerin ilâvesine gerek görülemez. Bu beyân tarzı üçüncü cilt Mesnevî-i Şerîf’ te de aynen böyledir:

“Madenlikten öldüm ve bitki oldum; ve bitkilikten öldüm, hayvan mertebesinde göründüm. Hayvanlıktan öldüm, Âdem oldum. Böyle olunca ne korkayım, ne zaman ölmekten noksan oldum! Diğer bir hamlede de beşer mertebesinden ölürüm. Nihâyet melekler arasından kanat ve baş kaldırırım. Diğer defa da melek mertebesinden kurbân olurum. O şey ki vehme gelmez, o olurum.”

Secde sûresinde olan: “Ve bede ehálkal insâni mintın(7) * sümme ceale neslehü min sülâletin min main mehin(8) * sümme sevvâyehü ve nefeha fihi min rûhihî(9)” ya’nî “İlk olarak balçıktan hálketmeye başladı insânı, sonra onun neslini basit bir sudan yaptı, sonra onu düzeltti ve ona ruhundan nefhetti” (Secde, 32/7-8-9) âyet-i kerîmeleri, Âdem’in yeryüzünden ne şekilde bittiğini ayrıntılı olarak bildiriyor ve yukarıdaki âyet-i kerîmeyi tefsîr ediyor. Demek ki, Âdem’in hálkedilmesine yapışkan balçıktan başlanılmış ve sonra onun nesli sudan, ya’nî nutfeden meydana gelen akıntılardan yapılmış ve sonra da en güzel sûret üzere düzeltilmiş ve bu düzeltme ile ilâhî rûhun üflemesine elverişli bir hâle geldiği için, ilâhi halife olmak üflenmiş ve feyzolunmuştur. Âyet-i kerîmede ki “sümme” (sonra) kelimelerinin değişimlerin mertebelerine işâret olunduğuna şüphe yoktur.

Bu değişimler birinci kısımda bahsettiğimiz anlatım sahipleri tarafından şöyle tefsîr olunur:

“Hz. Âdem’in madde bedeninin hálkedilmesi hame’-i mesnûndan, ya’nî yıllanmış, kokmuş çamurdan oldu. Ve onun vücûdundan Havvâ hálkedildi. Âdem, topraktan çıkan bitkileri ve bitkileri yemekle büyüyüp gelişen hayvânları yedi. Bunlar Âdem’in vücûdunda sudan ibâret olan nutfe oldu. Bu su, Havvâ’nın rahmine karıştı ve orada muhtelif haller geçirdikten sonra, Âdem gibi bir sûrete girip doğdu.”

Oysa, Hak Teâlâ Ankebût sûresinde: “Kul siru fiyl Ardı fenzuru keyfe bedeel hálka” (Ankebût, 29/20) Ya’nî “Arzda geziniz, Allah Teâlâ’nın hálkedişe nasıl başladığına bakınız!” buyuruyor. Beşerin hálk edilişinin başlangıçı, tefsîrcilerin bu beyânları yönüyle olursa olursa, bunu görmek için yeryüzünde gezmeğe lüzûm yoktur. Çünkü bu değişimleri ve hâlleri, insan yeryüzünün herhangi bir noktasında ikamet etmekle ve oturmakla da görüp öğrenebîlir. Ve “arzda geziniz!” teşvîki, arzın gezilmesi mümkün olan yerlerini içine almaktadır. Dünyanın yüzeyinde gezmek mümkün olduğu gibi, kazılar netîcesinde, dünyanın derinliklerinde de gezilebilir. Şimdi bu âyet-i kerîmenin yüksek ma’nâsından açıkça anlaşılıyor ki, dünyada gezip araştırmalar yapmakla, beşerin hálk edilişinin başlangıcına dâir fosillerin incelenmesi ile görülüp anlaşılacak şeyler vardır. Esâsen tahkîk ehli değişimlerdeki geçişleri beyân ettikleri sırada, madenler ile bitkiler arasındaki geçişin “mercan” ve bitki ile hayvan arasındaki geçişin de “hurma ağacı” ve hayvânlar ile insan arasındaki geçişin de “maymun” olduğunu açıktan açığa gösterirler.

Üçüncüsü: Âdem, değişim netîcesinde derece derece değil, belki topraktan bir defada olarak hálk edilmiştir. Vâridât Sahibi olan Bedreddin Simâvî ile bazı kişiler bu fikre uymuşlardır. Cenâb-ı Bedreddin, Vâridât isimli kitabında şöyle buyurur:

“Sıradan insânların zannettikleri gibi cesetlerin haşredileceği geçerli değildir. Ancak mümkündür ki, insan türünden âlemde bir şahsın kalmadığı bir zaman gelsin; ve daha sonra topraktan babasız ve anasız bir insan doğsun, sonra da birbirlerinden üreyerek doğsunlar.”

Dördüncüsü: Fosillerin incelenmesine bakarak tabîat târîhi âlimlerinin sözleridir. Bunlar da derler ki: “Yeryüzünde meydana gelen karbon birleşiklerinden ilk bitkiler ve hâyvanlar üreyip bu ilk canlı cisimler ya basît veyâ birleşik hücreler topluluklarından oluşmuş idiler. Bunlar su yosunları familyasından jelâtini maddeler; ve omurgasız hayvanlardan maden ve hayvan ve bitki vasıflarını birleştirmiş olan mercanlar, süngerler ve kabuklu hayvanlardan ibâret idi. İlk hayvânlar köksüz bitkilerden başka bir şey değildir.

Gezegenin yaşam şartlarının mükemmellik kazanması ve ilkel hâlde bulunan bazı azânın büyüyüp gelişmesi ile hayât hâli iyileşmiş ve kemâl kazanmıştır. İlk zamanlarda, ilk denizlerin derinliklerinde yüzen omurgasız hayvânlardan başka bir şey görülmezdi. Bu devrin sonlarına doğru sillûr devri esnâsında ilk balıklar ve fakat kıkırdaklı balıklar meydana gelmiştir. Kemikli balıklar ise ondan pek çok zaman sonra vücût bulmuştur. İlk devirde karada ve denizde yaşayabilen kaba hayvânlar, iri sürüngenler, çok yavaş hareket edebilen kabuklu hayvânlar başlar. Ancak hayvânî unsurlar bu devirde henüz genişlememiş idi. Milyonlarca seneler geçmiştir ki, gerek hayvânlarda ve gerek bitkilerde erkeklik ve dişilik yok idi. Bu tür oluşumların ilk meydan çıkışı balıklardaki münasebetler gibi zayıf, belli olmayan ve şiddet ve faâliyyetten uzak idi. Ancak hayat derece derece kemâl kazanır idi. Sonrasında hayvânî unsurlar, çok çeşitli olarak birbirlerinden ayrıldılar. Sürüngenler meydana gelmiş, kanatlar kuşları havada uçurmuş, ilk omurgalı torbalı hayvânlar ormanlarda yer almaya başlamıştır. Üçüncü devrede yılanlar ayaklarını kaybetmekle büsbütün sürüngenlerden ayrılmışlardır. Nitekim, ayaklarının vücûtlarına bitişik oluşunun eserleri günümüzde dahi görülmektedir. Hem sürüngen ve kuş vasfına sahip olan hayvânların nesli tükenmiş ve maymun türünün kısımları ve bütün iri çeşitli hayvânlar kıtalarda meydana gelmiştir. Ancak beşer türü henüz mevcût değil idi. Anatomik vasıfları yönünden hayvândan pek az farkı olan ve fakat yükselme kanûnu basamalarının en yükseğine ve aklının büyüklüğü ile âleme hükmedici-âmir- olmak isti’dâdına sahip bulunan insan, daha sonra meydana gelmiştir. İnsan, kemâl bulma kanûnu netîcesinde meydana çıkmış ve hayvânların silsilesinin en mükemmeli bulunmuştur. Memeli hayvânlar arasında insanın en yakın atası “primat”lar olduğu gibi, onların en yakın atası “insâna benzeyen” denilen “Kariniyen” lerdir. Paul ve Firiç Sarasen isminde iki hayvân âlimi tarafından 1893 tarihinde yapılan tetkîk ve çalışmalar netîcesinde “Seylân” ın ilk ahâlîsinin kendi oluşumları i’tibârıyla diğer ırklardan daha çok maymuna yakın olduğu anlaşılmıştır. “Anthropoid” denilen insâna benzeyenler arasında ise insâna en çok benzeyenleri “şempanze” ile “goril” lerdir. 1894 senesinde Cava’da keşfedilen bir kafatası ile berâber bir oyluk kemiği ve birkaç diş, “Layt”da yapılan hayvân kongresinde, hayvân ve bitki ve fosil âlimleri tarafından tetkîk edildikten sonra, bunların bir insâna benzeyene âit olduğu kararlaştırıldı. Bu sûretle oluşan insânların meydana çıkmasından şimdiye kadar tahmînen beş yüz bin sene kadar bir zaman geçmiştir.”

Şimdi Benî Âdem türü yeryüzünde bahsedilen bu dört anlatımdan hangisi yönüyle hálk edilmiş olursa olsun, arz üzerindeki mahlûkların hepsine üstün ve hepsinden mükerrem ve daha şereflidir. Onun mükerrem ve daha şerefli oluşu bu dört anlatımın anlatıcılarınca da tasdik edilmiştir. Hak Teâlâ Hazretleri bu hakîkati: “Ve lekad kerremnâ benî âdeme hamelnâhüm fil berri vel bahri ve razaknâhüm ve minettayyibati ve faddalnâhüm alâ kesîrin mimmen haleknâ tafdîlâ” ya’nî “Ve andolsun ki Âdemoğullarını kerem sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları hálk ettiklerimizin çoğundan üstün kıldık” (İsrâ, 17/70) Âyet-i kerîmesinde beyân buyurmuştur. İnsanların değişimler netîcesinde meydana geldiğine inanan Camille Flammarion(Fransız Gökbilimci) bile; “Arz kâinât içinde bir gezegen ve insan o gezegenin umûmi kuvvetlerinin toplanmış netîcesidir. Tabîat içinde ilâhi kudreti anlayıp idrâk ederek ezelî azâmetin şanına kulluğunu gösteren ilk mahlûk insândır” demiştir.

Benî Âdem türünün hálk edilişi ne sûretle olursa olsun Allah Zü’l-Celâl’in varlığını ve meleklerinin varlığını ve resûllerini ve kitaplarını ve âhiret gününü ve kazâ ve kaderi ve ölümden sonra tekrar dirilmeyi inkâra sebep olamaz. Tabîat kitâbını tetkîk ile meşgûl olup da bunları inkâr edenler, tetkîk ettikleri şeyin sonuçlarını idrâk edemeyen ve sadece bir noktaya konsantre olmaları sebebiyle bilginin tamamını ihâta edemeyen sınırlı düşünce ve noksan isti’dâdlı kimselerdir. “Ya’rifûne ni’metellâhî sümme yünkirûnehâ ve ekseruhumül kâfirûn” ya’nî “Onlar, Allah’ın nimetini biliyorlar, sonra onu inkâr ediyorlar. Ve onların çoğu kâfirdirler” (Nahl, 16/83).

A.Avni Konuk Önsözü-İnsan-ı Kâmil

Onikinci Kısım Birinci Ek: İNSÂN-I KÂMİL

Nefes-i rahmânî’nin nefeslendirilmesinden maksat “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmeğe muhabbet ettim; hálk edilmişleri bilinmem için hálk ettim” hadîs-i kûdsîsi gereğince “muhabbet” ve “açığa çıkma” ve “bilinme” olduğundan ve bilinmenin kemâli ise ilâhi sûreti kabûle müsâit bir vücût aynası ile mümkün olduğundan, ulûhiyyet zâtının latîf vücûdu, bu ilâhi sûretin görüntüsünü kabûl edebilecek bir kesîf mertebeye tenzîl etti ki, bu kesîf mertebe de şehâdet âlemidir. Ve şehâdet âlemi her ne kadar, ilâhi isimlerin hükümlerinin ve eserlerinin açığa çıkmasına müsâit ise de, tamâmıyla cilâlanmış bir ayna olmadığından, ilâhi sûret onda kemâliyle gözükmez. Bundan dolayı şehâdet âleminden Âdem’in hálk edilişi ve açığa çıkması, onun cilâsı kadar oldu.

Şimdi âlem, Âdem’in vücûdu ile cilâlanmış bir ayna olduğundan mutlak Hakk onda ilâhi sûretini kemâli ile müşâhede buyurur. Fakat bu müşâhede, uzaktan ve kendi vücûdunun hâricinde olan bir şeye bakmakla meydana gelen seyir türünden değildir. Belki zerrelerin tamamında bizzât açığa çıkma ve mevcût olmak ile zevkî müşâhededir.

Bu hâle işâret olarak Kur’ân-ı Kerîm’de “lâ tudrikuhul ebsâru ve hûve yudrikul ebsâra ve huvel lâtîful habîr” ya’nî “Gözler O’nu idrâk edemez. Ve o gözleri idrâk eder. Ve o Lâtîf’tir, Hâbir’dir” (En’âm, 6/103) buyrulur. Çünkü latîf zât, eşyâ sûretiyle kesîfleşince, onlarda kesîf olarak açığa çıkan haller ve işler, latîf zâtın müşâhede ve varlığında bizzât mevcûdiyeti ile bilineni olur. Onun için âyet-i kerîmede “Latîf ve Habîr” buyuruldu. Ve “hibret-deneyim” bizzât yaşayıp bilmektir. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede dahi: “elâ ya’lemu men haleka ve huvel lâtîful habîr” ya’nî “Hálk ettiğini bilmez mi? Ve O Lâtîf’tir, Habîr’dir” (Mülk, 67/14) buyurulur. Bu taayyünlerde Hak can gibidir; ve taayyünler ise beden hükmündedir. Ve melekler duyulara; ve felekler ve unsurlar ve diğer mevcûtlar uzuvlara benzerler. Ve Âdem bunların özü ve esası olduğundan göklerin ve yerin hálk ediliş sebebi Âdem olmuş olur. Rubâî:

Tercüme:

“Ey Âdem! İlâhî kitabın nüshası sensin;

ve cemâl pâdişâhının aynası sensin.

Âlemde ne varsa, senden hâriç değildir;

her ne istersen kendinden iste ki, hep sensin.”

Ve nitekim “levlake levlak lema halaktul eflak” ya’nî “Sen olmasaydın eğer sen olmasaydın bu âlemleri hálketmezdim” buyurulmuştur.

İlâhi isimler topluluğundan ibâret olan ilâhi sûreti ve ilâhi emâneti kabûl ve taşımaya, göklerin ve yerin ve madenlerin taayyünleri müsâit olmayıp, ancak Âdem’in taayyünü müsâit oldu. Bu hakîkâti idrâk edemeyen maddecilerin, tefekkürün ancak insan beyninin azot ve karbon ve fosfor gibi birtakım madde parçalarının özel olarak yerleşiminden oluştuğunu beyân ederek ma’nâyı inkâr etmeleri, azot ve karbonun ve hakîkî vücûdun husûsî taayyününden ibâret olan bu özel yerleşimin ne demek olduğunu bilmemelerinden ileri gelmektedir. İşte vücûdun bu husûsî taayyünüdür ki, ulûhiyyetin küllî ma’nâlarından ibâret olan ilâhi emânetleri taşımaya müsâit oldu. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:

“İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli feebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehel insân” ya’nî “Muhakkak ki Biz, o emâneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik, onu yüklenmekten çekindiler ve korktular. Ve onu insan yüklendi” (Ahzâb, 33/72).

Kalbi güneş ve diğer gezegenler uzuvları olmak üzere, Allah Teâlâ Hazretleri güneş sistemimizi büyük insan olarak hálk etti. Ve arzdan da kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli için onların benzeri bir tam ayna olan insânı hálk etti. Bunu, Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğunu bilmemiz için böyle yaptı. Çünkü insânda açığa çıkan ilim sıfâtının derecesi, diğer mahlûklarda mevcût değildir. Nitekim âyet-i kerîmede “Allâhullezî halaka seb’a semâvâtin ve minel ardı mislehûnne yetenezzelûl emrû beynehûnne li ta’lemû ennallâhe alâ kulli şey’in kadîr” ya’nî “O Allah ki, yedi kat gökleri ve yerden de onların misli kadarını hálk etti. Emir onların aralarından kesintisiz olarak iner, tâ ki Allah’ın herşeye Kadîr olduğunu bilmeniz için” (Talâk, 65/12) buyurulmuştur.

Bilinsin ki, insândan maksat, ancak insan-ı kâmil’dir. Onun kemâli sadece ilmen değildir; belki bütün isimlerin ve sıfatların hükümleri kendisinde fiilen açığa çıkar. Meselâ kendisinde hálketme sıfâtı açığa çıkmayan, ya’nî kendisinde mertebelerin tamamında hálketme kudreti bulunmayıp ta, diğer sıfatların hükümleri açığa çıkan insan-ı kâmil değildir, noksan insândır. İnsân-ı kâmil’de diriltme ve öldürme ve var etme ve yok etme ve men etme ve verme gibi sonu olmayan ilâhi sıfatlar fiilen açığa çıkar. Nitekim Îsâ (a.s.)’ dan naklen Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “ennî ehlûkû leküm minet tîni ke heyetit tayr” ya’nî “Ben size çamurdan kuş sûretinde mahlûk yaparım” (Âl-i İmrân, 3/49).

Vücûdun mutlaklık mertebesinde sıfatlar; ve sıfatların eserleri olan isimler ve isimlerin eserleri olan fiiller yoktur. Vücût ulûhiyyet mertebesine tenezzül edince sıfatlara ve isimlere sâhip olur; fakat fiiller yoktur. Ne zaman ki var oluş mertebelerine tenezzül eder, fiiller açığa çıkar. Ve şehâdet mertebesinde kesîf taayyünler elbisesine büründüğü zaman, sıfatlar ve isimler ve fiiller en açık olur. Bundan dolayı “Allah” toplayıcı ismi, evvel ve âhir ve zâhir ve bâtının bütün hepsinin ismi olur. Ve mutlak vücûdun mertebelerinin ve hallerinin tamamının görünme yeri âlem ve onun özü ve esası “Âdem” olmuş olur. Âlemsiz ve Âdem’siz Allah’ı görmek mümkün değildir. Böyle olunca insan-ı kâmil’de zât, sıfatlar ve isimler ve fiiller bir aradadır. Ve bu mertebe vücûdun yedinci mertebesi olup, vücûdun kemâliyle tenezzüllü insan-ı kâmilde son bulur. Ve mutlak vücûdun insan-ı kâmil mertebesindeki kemâlâtı hiçbir mertebe ve hallerinde müşâhede olunmuş değildir. Hak insan-ı kâmil ile görür, işitir, bilir ve bütün varlık sıfatları ile vasıflanmış olur ve her bir makâmın ve her bir mertebenin lezzetleri ile lezzetlenir ve elemleri ile elemli olur. Hakk’ın zevkleri insan-ı kâmil’in zevkleri; veyâ aksi olarak, insan-ı kâmil’in zevkleri Hakk’ın zevkleridir. Şimdi, varlık âlemin vücûdudur; ve toplayıcı varlık da insan-ı kâmil’dir. “Âdem” denilince insan-ı kâmil anlaşılmalıdır.

Bilinsin ki, âlem ve Âdem’in iki i’tibârı vardır. Birisi zâtı yönündendir; ve onların zâtı ilk önce yok idi, sonradan var oldu. Ve diğeri mutlak vücût yönündendir ki, bütüne sirâyet etmiştir. Onun herkes ve her şey ile bağlantısı vardır. Bu i’tibâr ile insan “üns”ten türemiştir, derler. İnsân-ı kâmil, asâleten (S.a.v.) Efendimiz’dir. Çünkü onun hakîkâti bütün hakîkatleri toplamış olan ulûhiyyet mertebesidir. “Allah” ismi onun Rabb-i hâssıdır. Bu ismin altında mevcût olan isimlerin tümünde eşitlik vardır. Ya’nî birinin diğerine üstün gelmesi yoktur. Fakat onun tâbii olan nebîler (aleyhimü’s-selâm) ile evliyâ (kaddes’ Allâhu esrârahum) hazarâtı da “Allah” isminin görünme yeri olmakla berâber, onun altında bulunan isimlerden bir ismin merbûbu olup, o isimler, onların Rabb-ı hâssları bulunduğundan, isimlerin görünme yerleri olmaları husûsunda onlarda eşitlik yoktur. Nitekim Sâlih (a.s.), Fettâh isminin görünme yeri olduğundan mucizeleri “fetihler” sûretinde açığa çıktı.

Şimdi İnsân-ı Kâmil, Hakk’ı tenzîhte teşbîh ve teşbîhte tenzîh eder.Tenzîhte: “innemâ ene beşerun mislüküm” ya’nî “sadece sizin benzeriniz beşerim”(Fussılet, 41/6) buyurur: Ve teşbîhte: “Men reani fekat reel Hakka” ya’nî“Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurur. Çünkü salt tenzîh ilâhi marifetin yarısıdır. Salt teşbîhte, vücût hakîkatinden câhil olmaktır. Buna inanmak kâfirliktir. Salt tenzîh sınırlamaktır, çünkü bir şey bir şeyden münezzehtir denildiği zaman, onlara birer sınır tayîn edilmiş olur ve birinin sınırı bittikten sonra, diğerinin sınırı başlar demek olur. Salt teşbîhte mutlak vücûdu bir sûret kaydı ile kayıtlamak ma’nâsına gelir. Bu tehlikelerden kurtulmak için Hak zât’ı yönünden eşyâdan münezzehtir ve taayyünleri yönünden değildir, deriz. Ve diğer bir tabîrle, Hakk zât’ı yönünden eşyânın “ayn”ıdır, deriz. Çünkü: “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın” ya’nî “O’dur Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın” (Hadîd, 57/3) buyurur ve taayyünleri yönünden gayrıdır; çünkü: “innallâhe le ganîyyun anil âlemîn” ya’nî “Muhakkak Allah âlemlerden Ganî’dir” (Ankebût, 29/6) buyurur.

A.Avni Konuk Önsözü-AYNI OLUŞ VE GAYRI OLUŞ

Onikinci Kısım İkinci Ek: AYNI OLUŞ VE GAYRI OLUŞ

Bilinsin ki, Rab ile kul arasında aynı oluş ve gayrı oluşun ikisi de mevcût ve gerçektir. O, bir yön ile; bu da bir yön iledir. İlk bakışta bir şahısta zıtların bir araya gelmesi olanaksız görünür. Ve “iki zıt bir araya gelmez” kaidesi geçerlidir. Ve lâkin bu birleşmeyen “iki zıt” kelime anlamı üzerinedir, mecâzi zıt değildir. Mecâzî zıtlar birleşir. Bunun için tasavvuf ehli tahkikçilerine “zıtları toplayıcı” derler. Meselâ nûr ile karanlık, kelime anlamıyla zıttır. Bu iki zıt bir mahalde birleşmezler. Çünkü bu iki kelimenin ma’nâsı kendi konuldukları anlam üzerine vardır. Eğer kendi anlamları üzerinde var olmazlarsa, onların bir araya gelmesi geçerli olur. Meselâ gölgeye mecâz yoluyla “karanlık” denebîlir. Ve karanlık adını verdiğimiz bu gölge, nûr ile bir mahalde ve bir zamanda birleşebilir. Nitekim, her zaman görebiliriz ki nûrdan ibâret olan güneşin ışıkları ile duvarın gölgesi bir mahalde ve bir zamanda bir araya gelirler. Çünkü gölge mecâzi karanlık idi.

İşte bu îzâhâttan anlaşıldı ki, kul ile Rab arasındaki hakîki aynı oluş kelime anlamıyla değildir. Ve aynı şekilde hakîki gayrı oluş da kelime anlamıyla değildir. Bu, her iki zıttın bir şeyde bir araya gelmesi olanaksızdır. Bundan dolayı akla dayalı ilimde bir araya gelmesi menedilen zıt, kelime anlamının ma’nâsı i’tibârıyladır. Yoksa mecâzi ma’nâsı i’tibârıyla değildir. Bu tahkik ehli indinde dahî anlamca olan iki zıttın bir araya gelmesi olanaksız ve geçerli değildir. Bunu başka bir misâl ile de anlatalım. Şöyle ki:

Eğer bir şahıs etrâfını kuşatacak şekilde çepeçevre saran aynalar koysa, her bir aynada zâtı ve sıfatları ile görülür. Ve sıfâtının görünmesi budur ki, o şahsın her bir hareket ve sükûnu, sevinç ve keder halleri ve gülmesi ve ağlaması yansımada görünür. Bu yönden şahıs, yansımanın aynıdır. Bu aynı oluş, mecâzi hakîkî aynı oluştur. Eğer kelime anlamıyla olsaydı, yansımada olan her bir halin, şahısta da olması gerekirdi. Çünkü yansıma birçok aynada olmuştur. Bu çokluk şahsın bir olmasına te’sîr etmez. Eğer yansıma üzerine taş veyâ pislik atsalar, şahıs ondan zarar görmez ve kirlenmiş olmaz, kendi hâlinde kalır ve bu noksanlardan münezzeh ve beridir. İşte bu yönden mecâzi hakîkî gayrı oluş mevcût olur. Bundan dolayı şahıs ile yansımada aynı oluş ile gayrı oluşun her ikisi de gerçekleşir.

Şimdi, kim ki kul ile Rab arasında kelime anlamıyla hakîkî aynı oluşa inanır ve bütün yönleriyle gayrı oluşu inkâr ederse, o kimse dinsiz ve kâfir olur. Bu inanışa göre ibâdet eden ile ibâdet edilen ve secde eden ile secde edilen arasında hiçbir fark kalmaz. Böyle bir aynı oluş olanak dışıdır. “Neûzü billâhi min hâzâ” ya’nî “Bundan Allah’a sığınırız”.

Ve aynı şekilde kim ki, Halkedici ile hálkedilen arasında kelime anlamıyla hakîki gayrı oluşa inanır ve Hâlık olma ve mahlûk olma bağıntısından başka hiçbir aynı oluş münasebet ve bağıntısını kabûl edici olmazsa, o kimse durumun hakîkatinden câhildir. Bu, çömlekçi ile çömlekler arasındaki bağıntıya benzer. Eğer çömlekçi ölürse, onun yerine çömlekleri bâkî kalır. Bu hal çömlekler ile çömlekçi arasında mevcût olan kelime anlamıyla gayrı oluş sebebiyledir. Kul ile Rabb arasında böyle bir gayrı oluş olmuş değildir. Bu gayrı oluşa inanan zâhir âlimleri ve kelamcılar tevhid ehlinin terimlerinden gâfildirler. Kul ile Rabb’in bir değerde tutulmasından korkarlar. Bilmezler ki, tahkik ehlinin terimleri gereğince yansımada ve şahısta her bir yönün mevcût oluşu ile berâber hiçbir vakitte bu, o; o da, bu olmaz. Yansıma, yansımadır; şahıs da şahıstır. Yansıma mahlûk ve sonradan ve noksandır. Ve şahıs önceliksiz ve bâkî ve kâmildir. Başka bir örnek daha verelim:

Buhârın vücûdu, lâtîf oluşunun kemâlinden dolayı görünmez. Bir mertebe yoğunlaşınca bulut ve bulut yoğunlaşınca su; ve su donarak yoğunlaşınca buz olur. Şimdi buzun esâsı buhar olmakla berâber, onun belirmesi buharın gayrıdır. Çünkü buhar, aslâ buz gibi kesîf bir belirme sâhibi değildir; o sûretsizdir. Ve aynı şekilde buz, suyun donmuş halinden ibâret olduğu halde, suyun aynı değildir. Çünkü su ile görülen işler buz ile görülemez. Su başka, buz başkadır. Velâkin gerek suyun ve gerek buzun vücûtları buharın zâtından gayrı değildir. Bu i’tibâr ile buharın aynıdırlar. Bundan dolayı bunların arasında hem aynı oluş ve hem de gayrı oluş mevcût ve gerçektir.

A.Avni Konuk Önsözü-VÜCÛD MERTEBELERİNİN ÖZETLENMESİ

Onüçüncü Kısım: VÜCÛD MERTEBELERİNİN ÖZETLENMESİ

Daha önce ayrıntılı olarak beyân olunan vücûdun yedi tenezzül mertebesini özet olarak da anlatmak faydalı göründüğünden aşağıdaki şekil ile beyân olunur:

Birincisi: “Taayyünsüzlük”, “mutlak” ve “salt zât” mertebesidir. Bu mertebede vücût, bütün vasıf ve sıfat izâfesinden münezzeh ve her kayıttan ve hattâ mutlaklık kaydından dahi mukaddestir. Bu mertebe Hak Teâlâ’nın özüdür ki, onun üstünde başka bir mertebe yoktur. Kesinlikle bütün mertebeler onun altındadır. Buna “ahadiyyet mertebesi” derler.

İkincisi: “İlk taayyün”’dür. Bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri’nin kendi zât’ını ve sıfatlarını ve bütün mevcûtları, biri diğerinden ayrı olmamak üzere, öz olarak, bilmesinden ibârettir. Buna da “vahdet mertebesi” ve “hakîkat-ı muhammediyye” derler.

Üçüncüsü: “İkinci taayyün”dür. Bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri’nin kendi yüce zâtını ve yüksek sıfatlarını, biri diğerinden ayrılmış olarak, ayrıntı yönleri üzere bilmesinden ibârettir. Buna da “vâhidiyyet mertebesi” ve “hakîkat-ı insâniyye” derler.

Dördüncüsü: “Rûhlar mertebesi”dir. Bu mertebe, katışıksız soyut şeylerin varlıklarından ibârettir. Ya’nî burada madde ve terkîp yoktur. Ve bunlar kendini ve kaynağını ve benzerlerini idrâk edebilirler.

Beşincisi: “Misâl mertebesi”dir. O da birleşik latîf şeylerin varlığından ibârettir ki, bunlar parçalanmaz ve yırtılmaz ve yapıştırılmazlar. Rüyada ve aynada görülen hayâli sûretler gibi.

Altıncısı: “Cisimler âlemi mertebesi”dir. Bu mertebe de, kesîf birleşik şeylerden ibârettir ki, bölünme, parçalanma, ve yırtılma ve yapışma kabûl ederler.

Yedincisi: Mertebelerin hepsini, ya’nî cismânî ve nûrânî ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerini toplamış olan mertebedir ki, “insan-ı kâmil” derler. Bu mertebe mutlak vücûdun en son tecellî ve en son elbisesidir.

Tahkik ehlinden bazıları “vahdet mertebesi” ile “vâhidiyyet”i birleyerek ve “insan-ı kâmil” mertebesini “şehâdet mertebesi”ne katarak beş mertebe i’tibâr ederek bunlara “hazarât-ı hamse” ya’nî “beş hazret” ismini verirler. Bunlara göre mertebelerin isimleri şöyle olur: “Ahadiyyet”, “vâhidiyyet”, “rûhlar”, “misâl” ve “şehâdet”.

Bazıları da dört isim ile özetleyerek “lâhût”, “ceberût”, “melekût”, “nâsût” derler.

“Lâhût”, keyfiyyetsiz ve renksiz olan zâttan ibârettir ki, buna “Hû” ile işâret ederler.

“Ceberût”, ilk taayyün ve öz olarak müşahededen ibârettir ki, “Allah” ismiyle isimlendirirler. Onun için “Hû” isminin zikrine “lâhûtî” ve “Allah” isminin zikrine de “ceberûtî” derler. İlki “cem’u’l-cem,” ya’nî “cemlerin cem’i” ve ikincisi “cem makâmı”dır.

“Melekût” “rûhlar âlemi” ile “misâl âlemi”in bir arada toplanmasından ibârettir.

“Nâsût” “şehâdet âlemi” ile “hazret-i insan”ın bir arada toplanmasından ibârettir. Bunlar i’tibârlardan ibâret olup, dedikodu mahalli değildir.

Şimdi, insan fertlerinden birisi yükselerek bu mertebeler ona bizzat hakîkatini idrâk ile (zevkan) açılır ve bu mertebeleri kendi zâtında bulursa, ona “insan-ı kâmil” derler. Ve onun bu hâline “urûc ve mi’râc” ismini verirler. Bu urûc(yükselme) ve genişleme tam olarak, ancak Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’e olmuştur. Çünkü yukarıda anlatıldığı üzere, isimlerin tümüne görünme yeri oluşu eşitlik yolu üzeredir. Ve bu makâm “makâm-ı mahmûd”dur. Diğer insan-ı kâmillerin bu makâma ulaşmaları mümkün değildir. Bu makâm “yetîm’in mâlı”dır. “Ve lâ takrebû mâlel yetiymi” ya’nî ”Yetîmin mâlına yaklaşmayın” (En’âm, 6/152). Tabiidir ki diğer kâmillerin mi’râcında bu makâmın zevki yoktur; çünkü hakîkatleri bu zevki engeller.

A.Avni Konuk Önsözü-RESÛLLERİN İRSÂLİ (GÖNDERİLMESİ)

Ondördüncü Kısım: RESÛLLERİN İRSÂLİ (GÖNDERİLMESİ)

Bilinsin ki, resûllerin irsâlinde bir çok yönler vardır. Ve şehâdet âleminde peygamberlerin zuhûr ve vücûtları lâzım ve zarûrîdir.

Bir yönü budur ki: Noksan insânda vücûdunun bağımsızlığı ve gayrı oluş vehmi gâlip olduğundan, kendisinde açığa çıkan sıfatları ve fiilleri nefsine bağlar. Ve vücûdunda bağımsız oluşu gördükçe, vücût husûsunda ortaklık davasına kalkar. Bu ise çok büyük zulümdür. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “inneşşirke le zûlmun azîm” ya’nî “Muhakkak ki şirk çok büyük bir zulümdür”(Lokmân, 31/13)

Çünkü “zulüm” sözlükte “bir şeyi kendi yerinden başka yere koymaktır.” Bu da vücût husûsunda vehmin sürüklemesiyle ortaklık davâsından doğar. Böyle olunca şirkin kaynağı kendi nefsinden ve çevresindeki eşyânın hakîkatinden ve onların var edicisinden câhillik ve bu câhillik sebebiyle, tabîat karanlığı hükümlerinde boğulmaktır.

Şimdi şehâdet mertebesi, a’yân-ı sâbitenin zâti isti’dâdlar ve kabiliyyetler sebebiyle, vücûdun gayrı oluş elbisesi ile açığa çıkışından ibâret olduğundan, âlemin özü olup, ilâhi sûreti kabûl ve taşımaya taayyünleri müsâit olan insânlara bu hakîkatı öğretmek ve onları tabîat karanlığı sâhasından uzaklaştırmak ve hakîkî aslının tarafına döndürmek için, yine o hakîkî vücûdun nebîler (aleyhimü’s-selâm) elbiseleri ile giyinmesi gerekmiştir.

Diğer bir yön budur ki, ilâhi zâtın işleri sonsuz olup Hak onların bazılarından râzîdır ve bazılarından râzî değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve lâ yerdâ li ibâdihil küfr” (Zümmer, 39/7) Ya’nî “Allah Teâlâ kulları için küfürden râzî değildir.” Oysa küfür Mudill ismin gereği olup, diğer isimler gibi açığa çıkma talebindedir. Hak Teâlâ Hazretleri rahmâniyyesinin rahmeti ile ona da vücût bahşeder. Çünkü rahmâniyye rahmeti, genel olduğundan, bu rahmete göre her şey rahmet edilmiştir. Velâkin rahîmiyye rahmeti husûsi olduğundan bu rahmete göre her şey rahmet edilmiş değildir. Belki bazıları rahmet edilmiş ve bazıları lanetlenmiştir. Bundan dolayı Hak rahmâniyye rahmetine göre küfür ve îmâna vücût verdiği halde, rahîmiyye rahmetine göre îmandan râzî ve küfürden râzî değildir. İşte Zü’l-Celâl Hazretleri kendisinin râzî olduğu ve olmadığı fiilleri risâlet mertebesine tenezzül ederek koyduğu şerîatlar ile kullarına ilân etti. İlâhi sûret üzere mahlûk olan insan, kendi nefsini inceleyecek olursa, râzî olduğu ve olmadığı fiillerin açığa çıkmasının ne demek olduğuna bizzat hakîkatini idrak ile vakıf olur. Çünkü insândan bazı fiiller çıkar ki, ondan râzî değildir. Fakat açığa çıkması zâtının gereği olduğundan, açığa çıkışını terk mümkün değildir.

Bir yönü de budur ki, Rabbü’l-erbâb(Rabblerin Rabbı) olan Hak Teâlâ, her biri bir Rabb-ı hâs olan isimlerinin hükümlerinden râzî olunan ve azabta olanların ayrılmasını irâde buyurur. Bu ayrılma ise hükümlerin açığa çıkmasından sonra olur ve hükümlerin açığa çıkması ise imtihândan sonra mümkündür. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ellezî halakal mevte vel hayâte lî yeblüveküm eyyüküm ahsenu amelâ” ya’nî “O ki hanginizin daha güzel amel yapacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı hálk etti” (Mülk, 67/2) Ve aynı şekilde buyurur: “Ve le nebluvennekum hattâ na’lemel mucâhidîne minküm” ya’nî “Andolsun ki aranızdan mücâhitler bilininceye kadar sizi imtihan ederiz” (Muhammed, 47/31). Eğer en âşikâr açığa çıkış mertebesi olan şehâdet mertebesinde resûller irsâl olunup, râzî olunmuş olan sırât-ı müstakîm ile azabta olan sırât-ı mustakîm târif edilmemiş olsa, her ayn-ı sâbitenin zâti isti’dâd ve kabiliyyetinden ibâret olan apaçık delil fiilen açığa çıkarak ve müşahede ile ispatlanamamış olur. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “İzâ ci’nâ min küllî ümmetin bi şehîdin ve ci’nâ bike alâ hâulâi şehîdâ” (Nisâ, 4/41). Ya’nî:“Her ümmet, peygamberlerini şâhit getirdiğimiz vakit, onların hâli nasıl olur? Yâ Habîbim! seni de onların üzerine şâhit getirdik”. Ve aynı şekilde buyurur: “neb’asu min küllî ümmetin şehîden sümme lâ yu’zenu lillezîne keferû” (Nahl, 16/84). Ya’nî:“Biz o günde her ümmetten bir şâhit getirdikten sonra, kâfirler itizâra izinli olmazlar”.

İşte “fe lillâhil huccetül bâliğatu” ya’nî “Artık apaçık delil Allah’ındır” (En’âm, 6/149) âyet-i kerîmesi gereğince, müşahede etme ile ispatlanan apaçık delilin meydana konulmasından sonra ikbâl sahipleri ile günahkârlar ve yakın ehli ile uzak ehli ayrılarak, “ferîkun fil cenneti ve ferikun fis saîr” ya’nî “bir kısmı cennette ve bir kısmı ateştedir” (Şûra, 42/7) sırrı meydana gelir. Ve râzî olunmuş olanlar kendi sırât-ı müstakîmlerinin sonu olan cennete ve azabta olanlar da, kendi sırât-ı müstakîmlerinin sonu olan cehenneme ulaşmış olurlar. Da’vet emrinde kendilerine gevşeklik gelmemesi için nebîler (aleyhimü’s-selâm)’e da’vetleri sırasında kader sırrı, ya’nî her ferdin ezelî isti’dâd ve kabiliyyeti açılmış değildir. Bu sebeple onların da’veti genele eşit olarak olur. İşte bu beyânlardan anlaşılır ki, resûl gönderilmesi zarûrîdir. Zamânımızda zekî ve âlim geçinen fen âlimleri ve onların taklitçileri halin hakîkatinden câhil ve bu câhil oluşlarından dahi gâfil olduklarından, resûl gönderilmesini inkâr ederek ve hafife alarak, kendilerini helâk ederler. Eğer akıl ve zekâlarına itimât etmeyip de nebîlere ve onların vârisleri olan ulemâ-yı billâha tâbi’ olarak öğrenmeyi kabûl etseler ve şerîatleri ile nefslerini terbiye etseler, bu câhil oluştan kurtuluş ve ma’rifet yakınlığına nâil ve hálk ediliş gâyelerine ulaşmış ve netîcede insan-ı kâmil olurlardı. Fakat ne çare ki, isti’dâdlarına ezvâk-ı hayvâni zevkler ile uğraşmak uygun geldi. Mesnevî:

Tercüme:

“Vaktinin peygamberlerinden yüz çevirme;

Kendi ilmine ve arzularına az itimâd et!”

A.Avni Konuk Önsözü-ŞERİATLARIN FARKLI OLUŞU

Onbeşinci Kısım: ŞERİATLARIN FARKLI OLUŞU

Bilinsin ki, ilim mertebesinde mevcût olan isimlerin sûretlerinin görünme yerleri ve onlara âit olan kemâlât, şehâdet mertebesinde, ilâhi hazînelerden bilinen kaderi üzere derece derece iner. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bikaderin ma’lûm” ya’nî “Hiçbir şey yoktur ki hazînesi bizim yanımızda olmasın. Biz onu bilinen kaderi ile indiririz” (Hicr, 15/21) ve daha önceki bölümlerde beyân olunduğu üzere vücût, henüz bitki ve mâden ve hayvan mertebelerine bürünük iken, bu sûretlerden hiçbiri ilâhi emâneti kabûl edemedi. Çünkü onların isti’dâtları bu yükü yüklenmeye müsâit değildi. Derece derece kemâl bulma netîcesinde insan açığa çıktı. Her ne kadar ilk insânlarda bahsedilen emânetten ibâret olan hayat, ilim, işitme, görme, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatları fiilen açığa çıkmış ise de, isti’dâtlarında incelikleri ve mârifetleri hazmedecek kadar kapasite olmadığından, ilk peygamber olan Âdem (a.s.)’a ancak onların isti’dâtlarına uygun olarak on suhuftan ibâret ilâhi hükümler indi. Çünkü beşeriyyet bebeklik hâlinde idi. Beşeriyetin isti’dâdı yavaş yavaş yükseldikçe her bir devrede kendilerinden isti’dâdlarına göre birer nebî açığa çıktı. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “Lekad câeküm rasûlün min enfüsiküm” ya’nî “Andolsun size içinizden resûl geldi” (Tevbe, 9/128). Ve bu resûller o ümmetlerden her birinin ilâhi ilimde birer öğretmenidir. Şehâdet âlemi bir okula ve her bir devredeki ümmetler de birer sınıfa ve her ümmetin resûlü de bir öğretmene benzer. Nitekim, (s.a.v.) Efendimiz: “Ben öğretmen olarak gönderildim” buyururlar. Örneğin sekiz sınıf üzerine kurulmuş olan bir okulun, sekizinci sınıf öğretmeni, birinci sınıf tâlebelerine, o dersi vermek üzere gönderilse abes olur. Çünkü o öğretmenin dersini, henüz yeni başlamış olan tâlebeler anlayamaz. Bunun gibi, her devredeki insânlara Nebilerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek şerîatları ile hitâp edilmedi.

Onun rahmet edilmiş ümmeti son sınıf talebesi derecesinde olduğundan, sırların küllî ve cüz’ilerini toplamış olan Kur’ân ile muhâtab oldular. Ve Nebilerin sonuncusundan sonra yeryüzünde geçmiş ümmetlerin isti’dâtlarına uygun olan şerîatlar ile amel menedildi. Çünkü Kur’ân’ın inmesinden sonra yeryüzündeki insânların hepsi ümmet-i Muhammed’dir. Kabûl edenler “ümmet-i icâbet”ten ve reddedenler “ümmet-i da’vet”tendir. Nebilerin sonuncusundan sonra gelen insânların isti’dâdlarının mertebelerine bakılırsa, Kur’ân’a muhâtab olmaya lâyık oldukları ortaya çıkar. Çünkü Îsâ (a.s.)’ın dünyaya gelmesinden (S.a.v.) Efendimiz’in nübüvvetinin başlamasına kadar geçen beş yüz küsur sene içinde, Hıristiyanlık âlemi câhillik içinde batmış idi. Onların ilerlemeleri Efendimiz (s.a.v) in nübüvvetinin başlamasından sonradır. Çünkü hepsi ümmet-i Muhammed’den olup, isti’dâd yönüyle geçmiş ümmetlere üstünlükleri vardır.

Kısacası beşer isti’dâdları derece derece kemâl bulduğundan, peyderpey açığa çıkan nebîler de, onların isti’dâdına uygun ilâhi hükümler ve idrâklerine mutâbık rabbâni hitâplarla geldiler. Bundan dolayı her bir nebîye verilen risâlet ilmi, ümmetlerinin isti’dâdından ne fazla, ne de noksandır. Ya’nî her birinin ümmeti, ilimlerden ve marifetlerden ne kadarına muhtâç ise, risâlet ilmine bağlantılı olarak, onlara verilen şey de o miktârdan fazla ve noksan değildir. Çünkü eğer fazla verilse, tâkat getirilmez teklîf olur ve eğer noksan verilse, hakları verilmemiş olur. Oysa Hak Teâlâ “ellezî a’tâ külle şey’in hálkahu sümme hedâ” ya’nî “Herşeyin hálk edilişini verdi sonra yolunu kolaylaştırdı”(Tâhâ, 20/50) buyurduğu yön ile, her şeyin hakkı ne ise onu verir. İşte nebîlerin şerîatlarının farklı olmasının ve birinin şerîatı geldiğinde, diğerinin şerîatının hükümsüz bırakılmasının hikmeti budur. Ve bu hikmete dayanmaktadır ki, nebîlerin bâzısı bâzısından üstündür. “Ve lekad faddalna ba’dan nebîyyiyne alâ ba’din” ya’nî “Andolsun ki, Biz nebîlerin bâzısını bâzısına üstün kıldık” (İsrâ, 17/55). Ve aynı şekilde ümmetlerin dahi bâzısı bâzılarından üstündür.

A.Avni Konuk Önsözü-DÎN

Onaltıncı Kısım: DÎN

“Dîn” kelime anlamı olarak “teslimiyet”, “karşılık” ve “âdet” ma’nâlarına gelir. Bu ma’nâların üçü de “şerîat”a naklolunabilir.

“Teslimiyetin” ma’nâsı budur ki, kul nebî’nin Hakk tarafından getirdiği şerîata ya teslimiyet gösterir, ya muhâlefet eder. Eğer teslimiyet gösterirse, Hak Teâlâ da ona uygun karşılık ile teslim edici olur; ve eğer muhâlefet eder ve kulun ayn-ı sâbitesinin isti’dâdı bağışlanmayı gerektirirse, Hak da ona bağışlama ve günahlarını örtme ile teslim edici olur. Ve eğer kulun ayn-ı sâbitesinin isti’dâdı azaplanmayı talep ederse, Hak ona kahır ve intikam ile teslim edici olup, ona Kahhâr ve Müntakım isimleriyle tecellî eder. Ve teslimiyette te’sîr edici olan kulun hâlidir. Çünkü teslimiyet kulun fiilidir.

“Karşılığın” ma’nâsı da budur ki, Hakk’ın kula teslimiyeti, onun fiilinin bedelini vermekten ibârettir. Ve bu bedel kulun ayn-ı sâbitesinin isti’dâdına göre verilir. Bedelde üç yol vardır:

Birisi; kulun hoşuna gidecek ve tabîatına uygun gelecek şeydir. Bunun delîli “radiyallâhu anhüm ve radûanh” ya’nî “Allah onlardan râzî olmuştur, onlarda O’ndan râzî” (Mâide, 5/119) âyet-i kerîmesidir.

İkincisi; kulun hoşuna gitmeyecek ve tabîatına uygun gelmeyecek şeydir. Bunun delîli de “ve men yazlim minküm nuzikhu azâben kebîrâ” ya’nî “Ve sizden kim zulmederse ona büyük azap tattırırız” (Furkan, 25/19) âyet-i kerîmesidir.

Üçüncüsü; tabîatına uygun gelen ve gelmeyen kayıtlar ile kayıtlanmış değildir. Bu da muhâlefetin bağışlanmasıdır. Bunun delîli de “ve netecâvezu an seyyiâtihim” ya’nî ”günahlarından vazgeçeriz” (Ahkaf, 46/16) âyet-i kerimesidir. İşte kulun halinin gereğine göre Hakk’ın teslimiyeti karşılık ve bedelini vermesidir.

“Âdet”in ma’nâsı da budur ki, kulun teslimiyet ve muhâlefeti, kulun ayn-ı sâbitesinin hallerinden bir haldir. Ve Hakk’ın teslimiyet ve bedelini vermesi de aynı şekilde kulun ayn-ı sâbitesinin hallerinden bir haldir. Bundan dolayı kulun teslimiyeti ilk hâl ve Hakk’ın bedelini vermesi de ikinci hâldir. İkinci hâl ilk hâli takip ettiği için, ona “ıkab” ve “ukûbet” dahi denir. Bu bakımdan “ukûbet” uygun gelen ve uygun gelmeyen bedelin verilmesini içerir. Velâkin şerîatta âdet olan hüküm, uygun gelen bedelin verilmesine “sevâb” ve uygun gelmeyen bedelin verilmesine “ıkab” ismini vermiştir.

Şimdi kulun ayn-ı sâbitesinin bu bahsedilen ilk ve ikinci hâli kendi üzerine döndüğü için dîn “âdet”tir. Gerçi “âdet” denildiği zaman, akla gelen şey, bir emrin aynı ile kendi hâline dönmesi ma’nâsına ise de, böyle “âdet” hakîkatte olmuş değildir. Çünkü “âdet” tekrârdır. Ve tecellîde ise tekrâr yoktur. Belki tekrâr olunduğu zannedilen şeyler, bir dîğerinin benzeridir. Örneğin kul, emre teslimiyetle sabah namazını kıldı. Hakk’ta onun tabîatına uygun gelen bir bedel ile teslimiyet gösterdi. Ertesi gün yine sabah namazını kıldı; yine bedele nâil oldu. Namaz kulun fiili olup, ayn-ı sâbitesi sebebiyle Hakk’ın kendisine bir tecellîsinden ibârettir ve kulun hâlidir. Ve karşılık olarak verilen bedel dahi Hakk’ın bir tecellîsi olup o da kulun ayn-ı sâbitesi sebebiyle olur. Bu da kulun ikinci hâlidir. Şimdi, namazların ve verilen bedellerin sûretleri tekrârlanmış görünür. Bu i’tibâr ile dîn “âdet”tir. Velâkin bu sûretler bir dîğerinin aynı olmayıp, benzeridir. Bu i’tibârla da “âdet” değildir. Ve aynı şekilde namaz kılmak kulun hâllerinden bir hâl olduğu gibi, onun ayn-ı sâbitesinin hâllerine göre gerçekleşen verilen bedel dahi, o hâli takîp eden ikinci hâldir. Ve ilk hâli takîp eden ikinci hâl ise tabiîdir ki karşılık değildir. Bundan dolayı “dîn” bir yön ile “karşılık ve âdet” ve bir yön ile de “karşılık ve âdet” değildir.

A.Avni Konuk Önsözü-ÖLÜM

Onyedinci Kısım: ÖLÜM

Şehâdet âleminde ölüm denilen hâl, sûretin yok olmasından ibârettir. Bu da üç yön ile olur:

Bir yönü budur ki, benzer yenilenme bahsinde îzâh edildiği üzere, imkân dâhilindeki vücût göz açıp kapama anı içinde yok ve mevcût olur. Bu yok oluş ölümdür. Bu husûsta mâden, bitki, hayvan ve insan ortaklardır. Bu hal mâdenlerde duyusuz ve bitki ve hayvan ve insânda fenni tetkikler ile duyumsaldır. Ve göz açıp kapama anı içinde bütün imkân dâhilindeki vücûtların zâti gereği sebebiyle olan bu yok olma ve ölüm, keşf ehli olan kâmillerin indinde müşâhedelidir.

İkinci yönü budur ki, herhangi bir mevcût belirli sûret bir daha aynen görünmemek üzere bozulur. Ve o mevcûdun ayn-ı sâbitesi ve hakîkatı onun rûhu ve bu sûret o rûhun görünme yeri ve aynası olduğu için, o sûretin bir sebep altında yok olmasıyla berâber, o rûh artık ondan alâkasını kesmiş bulunur. Ve bu yok oluşa “mecbûrî ölüm” derler. Bunda imkân dâhilindeki mevcûtların tümü ortaktır.

Üçüncü yönü “isteğe bağlı ölüm”dür. Bu da insâna mahsûstur. Ve bu ölüm nefsin bütün heveslerinden ve bedensel lezzetler ve nefsâni lezzetlerden ve tabîat icabı olan şeylerden ve şehvetten fânî olmaktır. Beyit:

Tercüme: “Nefsin heveslerinden yüz çevirmek efendiliktendir; heveslerin terki peygamberî kuvvettir.”

Bu isteğe bağlı ölüm, bir insan-ı kâmil’in eteğine yapışarak onun terbiyesi altında bulunmak ile mümkündür. Tahkîk ehli terimlerinde buna “kırmızı ölüm” derler. Ve “mûtû kable ente mût” ya’nî “ölmeden önce ölünüz” hadîs-i şerîfî bu isteğe bağlı ölüme işârettir. Ve (S.a.v.) Efendimiz, Hz. Sıddîk-ı A’zam hakkında buyururlar: “Kim ki yeryüzünde yürüyen ölüye bakmak isterse, Ebû Bekr’e baksın.” Beyt:

Ebedi hayâtın sırrını şeyhden suâl ettim

Oğul, ölmezden evvel öl deyince intikal ettim.

Şimdi bu üç tür ölüme karşılık, üç tür hayât vardır:

Birisi odur ki; Ölmez diri olan hakîkî vücûdun her bir göz açıp kapama anı içinde nefes-i rahmânîsi ve feyzinin yardımı ile imkân dâhilindeki mevcûtlara hiç kesilmeksizin ulaşır. Bu hayât birinci ölüme karşılık gelir.

İkincisi; melekûte ait ikinci berzahtaki hayâttır. İnsanın bu hayâtı şehâdet âleminden nakledildikten sonra başlar. Bu hayât ta, ikinci tabîî ölüme karşılıktır.

Üçüncüsü; kalbi ebedi hayâttır ki, nefsâni bağlantılardan soyunma vâsıtasıyla ve kalbi sıfatlar ile vasıflanmak sebebiyle oluşur. Bu da isteğe bağlı ölüm karşılığındadır. Bu ölüm ve hayât, sadece insan türüne mahsûstur.

Gülşen-i Râz’ dan:

Tercüme: “İnsân türü için üç türlü ölüm vardır: Birisini, her an zâtın sebebi üzere bil. İkincisi, isteğe bağlı ölümdür. Üçüncüsü, mecbûrî olarak ölmektir. Mâdemki ölüm ve hayât karşılıktır, bundan dolayı onun hayâtı da üç menzilde üç türlüdür.”

A.Avni Konuk Önsözü-BERZAH

Onsekizinci Kısım: BERZAH

Berzah “ölüm zamânı ile kıyâmet zamânı arasındaki zamân aralığıdır”; ve “bir dîğerine muhâlif olan iki şey arasında ayırıcı olan şey”e derler. O iki şeyin ister bir dîğerine münâsebeti olsun, ister olmasın, berzahın vücûdunun tasavvur edilebilmesi için, mutlaka iki şeyin vücûdu gereklidir. Nitekim geçmiş ile gelecek arasındaki berzah “hâl zamânı”dır. Rûhlar mertebesi ile kesîf cisimler arasındaki berzah “misâl mertebesi”dir. Ve cennet ile cehennem arasındaki berzah “A’râf”dır. Hayvânlar ile insan arasındaki berzah “maymun”dur. Bitkiler ile hayvânlar arasındaki berzah “hurma ağacı”dır. Bitkiler ile mâdenler arasındaki berzah “mercan”dır. Ve buna göre kıyasla. Ölümden sonra berzah âlemine nakledilen şey insanın şekli ve cesedi değil, belki şahsına ait hakîkatidir. Çünkü madde beden olan cesedi bu âlemin parçalarındandır; ölümden sonra yine bu âlemde bozulup dağılır. Zâten benzer yenilenme bahsinde îzâh olunduğu üzere bu madde beden arazdan ibâret olup, iki zamanda dâimî kalmadığından, mecbûri ölümden önce dahi bozulup dağılma içindedir. Velâkin, şahsa ait hakîkatın bağlılığı, o madde bedenden kesilmediğinden duruyor görünür. Mecbûri ölümde ise bu şahsa ait hakîkatın alâkası tamemen kesilmiş olup, o hakîkat berzaha nakledilir. Ve berzah âleminin maddesine uygun bir bedene bağlanır. Zâhir isminin görünme yeri olan şehâdet âlemindeki ilâhi teklifler üzerine Bâtın isminin görünme yeri olan berzahta, oluşan amellerinin ve ahlâkının güzel ve çirkin sûretlerini, insan berzahta kendi yakını olarak bulur.

Sûretin yok olmasından sonra, mevcûtların tümünün berzaha nakledilip Cemâl ismine ait görünme yeri olanlar Cemâl mahallinde ve Celâl ismine ait görünme yeri olanlar da Celâl mahallinde zâhir olurlar. Fakat yalnız ilâhi emâneti taşımaya isti’dâdından dolayı, kendisine teklif yapılan insan için soru vardır. Diğerleri mükellef olmadığından, onlara soru yoktur. Ve soru ve cevâp herkese kendi hakîkatinin açılmasından ibârettir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve câet küllü nefsin meahâ sâikûn ve şehid * lekad künte fî gafletin min hâzâ fe keşefnâ anke gıtâeke fe besarukel yevme hadîd” (Kaf, 50/21-22) Ya’nî: “Her bir nefis, kendisi ile berâber sevkedicisi ve şâhit olduğu halde gelir ve ona denir ki: Sen bundan gaflette idin, biz senden perdeyi kaldırdık. Bu günde senin görüşün keskindir.”

Perdenin kaldırılması bir tecellî ile olur. Bu tecellî içinde herkesin soru ve cevâbı olmuş olur. Çünkü “innallâhe serîûl hisâb” ya’nî “Muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir” (Âl-i İmrân, 3/199) buyurulur. Nitekim, bu âlemde bahar mevsimi bir tecellîden ibârettir. Ve bu genel tecellî “Neniz var?” sorusundan ibârettir. İşte bu genel tecellî netîcesinde gül ve diken ve tatlı ve acı meyve ağaçları cevaplarını verip: “Bizim isti’dâdımız budur, bunları getirdik” derler. Bundan dolayı herkesin sevkedicisi ve şâhidi mertebelerinin tümünde kendisi ile berâber olan zâtına ait isti’dâdıdır. Bu berzahın hâllerine bağlı bazı bilgiler “misâl mertebesi” bahsinde verilmiş olduğundan burada tekrârı gereksizdir.

A.Avni Konuk Önsözü-KIYÂMET

Ondokuzuncu Kısım: KIYÂMET

Kıyâmetin türleri vardır.

Bunlardan birincisi; her ân ve sâatte vukû bulandır. Çünkü âlemler her ânda gaybdan şehâdete ve şehâdet âleminden gayb âlemine dâhil olur. Ve bu âlemlerin bozulup yok olanlar ve var edilenler ve ma’nâlar ve cisimler gibi bütün türlerinin şehâdetten gayba ve gaybdan şehâdete dâhil oluşunu ve çıkışını, ihâta yolu üzere, ancak Cenâb-ı Hak bilir. Çünkü bu ilim ilâhi zevk(deneyim) ilminin zevkinden ibârettir. Bunda hiç kimsenin ortaklığı yoktur.

İkincisi; “mecbûri ölüm” ile gerçekleşendir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: “Ölen kimsenin kıyâmeti kopar” buyururlar.

Üçüncüsü; “isteğe bağlı ve irâdeye ait ölüm” ile olur. Sâlik bu ölüm ve kıyâmetten sonra âlemde âhiret oluşumu üzerine yaşar. İşte buna dayanaraktır ki, ölüye açılmış olan hâller seyri sülûku sırasında sâlike de açılmış olur. Ve bu hâle “küçük kıyâmet” ismini verirler.

Dördüncüsü; ârifîn-i billâh hazarâtına fenâ-fillah ve baka-billâhtan sonra tam vahdet ve çokluğun yok olması hâlinin meydana gelmesidir. Ârifin nefsinde gerçekleşen bu tecellîye de “büyük kıyâmet” derler.

Beşincisi; bütün kâinât için takdir olunmuş ve beklenen kıyâmettir ki, Hak Teâlânın celîl âyetlerindeki: “İnnes sâate âtiyetün lâ raybe fîhâ” ya’nî “O saat muhakkak gelecektir, onda hiç şüphe yoktur”(Hac, 22/7) ve “innes sâate âtiyetün ekâdu uhfîhâ” ya’nî “O saat muhakkak gelecektir, onu gizliyorum” (Tâhâ, 20/15) ve benzeri Kur’ân-ı Kerîm âyetleridir.

Bu “büyük kıyâmet” hakkında şerh esnâsında da sırâsı geldikçe gerekli ayrıntılar verilecektir.

A.Avni Konuk Önsözü-CENNET VE CEHENNEM

Yirminci Kısım: CENNET VE CEHENNEM

Bilinsin ki, cennet ve cehennemin her bir âlemde görünme yerleri mevcûttur:

İlk önce; ilâhi ilim mertebesinde a’yân-ı sâbiteleri vardır.

İkinci olarak; ilmî vücûtlarının örneği misâl âleminden mevcûttur.

Üçüncü olarak; şehâdet mertebesinde her ikisi de karışık olarak gözükmektedir. Çünkü şehâdet mertebesi âhiretteki görünme yerlerine göre daha geniş değilse de, daha birleşmiştir. Ve elem ve lezzetin karışımını her zaman bu âlemde bizzât idrâk ile biliriz.

Dördüncü olarak; insanın kendine ait âleminde mevcûttur. Çünkü rûh ve kalp makâmı ve kemâlâtı nîmetlerin aynıdır. Ve nefis ve heves ve bunların gerekleri cehennemin aynıdır. Bunun için kalp ve rûh makâmına dâhil olan ve güzel ahlâk ve râzî olunan sıfatlar ile vasıflanmış olanlar, türlü nîmetler ile nîmetlenen olurlar. Ve nefis ve lezzetleri ve heves ve şehvetleri ile meşgûl olanlar türlü belâlar ile azablanan olurlar. Nitekim Hak Teâlâ: “inne cehenneme le muhîtatün bil kâfîrin” ya’nî “Muhakkak ki cehennem kâfirleri ihâta eder.” (Tevbe,9/49) buyurur.

Celâleddin Devvânî (k.s) hazretleri Zevrâ Hâşiyesi’nde buyururlar ki: “Bu âyet-i kerîmeyi te’vîle lüzûm yoktur. Çünkü kâfirlerin inançlarının kötülüğü ve râzî olunmayan ahlâkları, ahiretteki oluşumda cehennem sûretinde açığa çıkıp kâfirleri azab içinde bulunanlar kılacaktır. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz buyururlar: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, veyâhut cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

Â’râzdan ibâret olan insanın ahlâk ve amellerinin berzahta benzer uygun sûretler ile açığa çıkacakları gerek misâl âlemi ve gerek berzah bahislerinde beyân olundu.

Beşinci olarak; cahîm ve naîmin en son görünme yeri, âhiret yurdundadır. Ve bunlar rûhânî değil cismânîdir. Velâkin, bu cismâniyyette rûhâni oluşum gâliptir. Nefsâni oluşumlar gâlip olan nefsin zevklerinin üstün olduğu bu şehâdet âleminin hâllerine bakıp da, cismânî cennet ve cehennem hakkında delil getirerek hüküm verenler hatâ ederler. Meselâ bu âlemin maddeye ait sûretleri bir karar üzere olmayıp bozulur. Çünkü küllî kanunları bunu gerektirir.Fakat cismânî cennet ve cehennemin sûretleri sâbit ve karâr üzerinedir ve onların küllî kanunları îcâbı budur. İşte bu sebebe dayanmaktadır ki, bu âlemde akıl ve mantığın kabûl edemeyeceği hâller, cismânî cennet ve cehennemde ma’kuldur. Ve orada bu hâllere hayret olunmaz. Bunun benzeri bu âlemde de mevcûttur. Meselâ şehâdet âleminde insanın havada uçması ve denizin üzerinde yürümesi mümkün olmadığı halde, uykuda olan kimse havada uçar ve su üzerinde yürür. O kimse kendisinin hayâl âleminde gerçekleşen bu hâline o âlemin içinde bulundukça şaşırmaz. Normal bir hal sûretinde kabûl eder. Uyanıp şehâdet âlemindeki hükümler çevresine döndüğünde, rüyadaki hâline hayret eder ve şaşırır; çünkü o anda hayâl âlemindeki hükümlerden çıkmıştır. İşte gerek berzah hâlleri, gerek cennet ve cehennem yerleri bu hâle benzemektedir. Kitâbullâh’ın haber verdiği bu mekânların hâllerinin gariplikleri gaflet ehli tarafından şehâdet âlemine kıyâslandığı için, olmaycak şey sanılır ve inkâr edilir. Çünkü onlar bu âlemin hükümleri içinde boğulmuş ve hapsolmuşlardır.

Şimdi, cismânî cennet ve cehennem hakkındaki Kur’ân âyetleri ve hâdîs-i şerîfler benzetme yoluyla anlatım üzere yüksek beyânları içermektedir. Müşâhede makâmına ulaşamayan her bir mü’min, bu haberler üzerine kendi hayâlinde var ettiği sûretlere inanmıştır. Oysa Hak Teâlâ Hazretleri kudsî hadîsinde “Ben sâlih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer kalbinin hatıra gelmeyen şeyler hazırladım” buyuruyor. Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve beşer kalbinin hatırına getiremediği şeyler elbette bu şehâdet âleminde görülen ve işitilen ve hayâl edilen şeylerin hâricinde olacaktır. Bu âlemde cennet hakkındaki târifler ve ayrıntılar ise, beşer kalbince hatırlanan hayâllerden ibârettir. Bundan dolayı gerek cennet ve gerek cehennem bizim hatırımıza gelen hesap ve tertiplerin hâricindedir.

Cennet sözlükte, “sık ağaçlarla kaplı olan bir zemîn”den ibârettir ki, ağaçların sıklığından dolayı gölgeleri yerin yüzünü örter. Ve cennet “setr-örtmek” ma’nâsına gelen “cenne” kelimesinden türemiş olup, bu kelimenin binâ-i merre mastarıdır. Zâhir âlimlerinin terimlerinde, âhiret yurdunun temiz ve pâk makâmlarıdır. Ve bu makâm güzel fiiller ve sâlih amellerin cennetidir. Fiillerin amellerin azlığı ve çokluğu i’tibârıyla bu cennetin birbirinden farklı dereceleri vardır. Ârifler derler ki, bu fiiller ve ameller cennetinden başka da cennetler vardır. Onlara “sıfat cennetleri” derler. Ve o kulun ilâhi kemâl sıfatlarıyla vasıflanması ve ilâhi ahlâk ile ahlâklanmasıdır. Bu cennet dahi, kemâl ehlinin mertebeleri sebebiyle çeşitlidir. Ve bunlardan başka cennetler de vardır ki, onlara “zât cennetleri” derler. O da hâs kullarına, Rabbü’l-erbâb olan Allah zü’l-Celâl Hazretlerinin ve her birinin muhtelif rabblardan kendisine âit olan rabb’in zâti tecellî ile zuhûrundan ve kulun zât’ta, kendi zâtının ortadan kalkması ile o cennetlerde örtünmesinden ibârettir. Hak Teâlâ Hazretlerinin zâtı için dahi üç cennet vardır ki: “vedhulî cenneti” ya’nî “ve cennetime gir”(Fecr, 89/30) mübârek sözünden anlaşılmaktadır. Hak Teâlâ, bu cennetleri kendi zâtına izâfe buyurur.

Birisi; “a’yân-ı sâbite cenneti”dir ki, Hak Teâlâ onunla örtülü olmuş ve kendi zâtını, kendi zâtı ile a’yân-ı sâbite arkasından müşâhede buyurmuştur.

İkincisi; “rûhlar cenneti”dir ki, Hak Teâlâ o rûhlarda öyle örtülü olmuştur ki, ne melek ve ne de beşer ona vâkıf değildir.

Üçüncüsü; “şehâdet ve varlıklar âlemi”dir ki, Hak teâlâ o perdeler arkasında, öyle örtünmüştür ki, başka hiçbir kimse vâkıf olamaz.

Cismâni cennet nîmetler yurdudur. Bu durağa ulaşıncaya kadar kulun hiçbir durakta râhatı ve nîmetlenme hâli yoktur. Ve cismânî cennet, saidlerin a’yân-ı sâbitesinin gidecebileceği yolun en sonudur. Kemâlin oluşması ancak bu durakta gerçekleşir. Ve cennet ehli bu nîmet içinde devamlılık ve ebediyyet üzeredir. Bunların a’yânına aslâ fenâ gelmez; ve hepsi seyr-i fillâhdır. Çünkü seyr-i fillâhın nihâyeti yoktur.

Cehennem ehli birisi geçici ve diğeri dâimî olmak üzere iki kısımdır:

Geçici olanlar ezelî isti’dâdları günahlarının örtülmesini gerektirmeyen mü’min olan günahkârlardır. Bunlar Müntakım(intikam alan) tecellîsinden sonra cennete dâhil olunurlar.

Dâimî olanlar şirk ve küfür ve nifâk ehli olup, aslâ cehennemden çıkmazlar. Çünkü ezelî isti’dâdlarının gereği budur. Onlar Hakk’ı ancak cehennemde hatırlarlar; ve cehennem onların ma’bedidir. Fakat çok uzun devrelerden sonra cehennemin ateşi soğuyup, ateşi kaybolmuş ve: “Rahmeti gazabını geçmiştir” sırrının ortaya çıkmasından dolayı bu hâl cehennem ehli hakkında bir nîmet olur. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Bitkilerden circîr ağaçı oradadır” buyurulmuştur. “Circîr” gâyet sulak yerde biten bir bitkidir. Ve Kur’ân-ı Kerîm’de “lâ bisîne fîhâ ehkabe” ya’nî “orada çok uzun müddet kalacaklardır” (Nebe’, 78/23) âyet-i kerîmesi ile azâbın sonuna işâret buyurulur. Çünkü “hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir. Ve “ahkâb” “hukub”un çoğulu olup çok uzun müddetin kastedilmesinden dolayı, bir son ma’nâsını ifâde eder.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde, cehennemin ateşe ait havâdan ibâret olup, içinde ateş olmadığını ve onun kor ateşlerinin günahkârlar olduğunu ve cehennem ehlinin bu ateşe ait havâ içinde yanmakla berâber “küllemâ nadicet culûdühüm beddelnâhüm culûden gayrehâ li yezûkûl azab” ya’nî “her defasında onların derileri yandıkça azâbı tatmaları için derilerini değiştireceğiz”(Nisâ, 4/56) âyet-i kerîmesi hükmünce, mahvolmayarak bu şiddetli yanmaya tahammül edebilecek bir vücûda sahip olacaklarını beyân buyururlar. Bu yüksek beyânlara bakarak cehennemin, güneşe ait maddeden ibâret iri bir küre olacağı anlaşılıyor. Oysa bilimsel verilere bakarak bu gibi ateş akışkanı hâlinde bulunan kürelerin milyonlarca sene sonra uzayda soğumaları ve katılaşmaları olmaktadır. Bu hal ise cehennem ehli hakkında tabii ki bir ilave nimet olur. Fakat cennet ehlinin nîmeti gibi, hâlis nîmet değildir. Cismânî cehennem de, şekâvet ehlinin a’yân-ı sâbitesinin, gidebileceği yolun en sonudur. Ve onların kemâlinin gerçekleşmesi ancak bu durakta olur.

Şimdi cehennem ehlinin nîmeti, cennet ehlinin nîmetine zıttır. Velâkin lezzetlenme ve nîmetlenme husûsunda her ikisi eşittir. Çünkü cennet ehline göre, cennetin nîmetleri ne ise, cehennem ehline göre de cehennem azâbı odur. Çünkü tabîatlarına uygun olan nîmetler bunlardır. Cennet ehli, cehennemden nasıl kaçarsa, cehennem ehli de cennet ehlinden öylece kaçar. Bunun bu âlemde örnekleri pek çoktur. Meselâ insan pislikten nasıl tiksinip kaçar ve gül kokusunda hoşlanırsa, pislik böceği de gülden öylece tiksinip, kaçar ve pislikten hoşnut olur. Velâkin bu iki nîmet arasında çok büyük fark ve zıtlık vardır. Vücût işinde temiz ve pis bir dîğerinden farklı olduğundan, cennet ehlinin nîmeti temiz olanlar ve cehennem ehlinin nîmeti de pis olanlar cinsindendir. Cennet ehlinin nîmeti ihsan etmenin halisliği ile “Rahmânü’r- Rahîm” hazretinden ve cehennem ehlinin nîmeti ise Müntakım tecellîsinden ve elîm azâbtan sonra “Erhamü’r-râhimîn”in rahmetinden zâhir olur. Ve cehennem ateşinin sona ermesinden sonra, cehennem ehlinin bu katılaşmış küre üzerindeki yaşayışları gâyet süflî ve hâkir ve diğer azâblar içindedir; ve ebediyyen oradan çıkmazlar. “Hâlidîne fîhâ mâ dâmetis semâvâtu vel’ardu illâ mâ şâe rabbüke” ya’nî “Semâlar ve arz var oldukça onda ebedi kalırlar” (Hûd, 11/107)

A.Avni Konuk Önsözü-Sonuç

Sonuç

Önceki bahislerden anlaşıldığı üzere, insânî fertlerden her bir fert şehâdet âleminde nakışlanmış olan sûretlerden bir sûrettir. Ve bu sûret ancak ma’nâsından dolayı nakşolunur. Ma’nâsız sûret nakşı abestir ve hikmete uymaz. İnsan bu âlemin cevherinden yapılmış ve bütünün parçası derecesinde olup, kendi nefsînde ma’nâsız nakışlar ile vakitlerin açığa çıkmasını abes gördüğü halde, kendi bütünü olan hakîkî vücûtta, böyle bir meziyetin vücûdunun yokluğunu iddiâ eder ise, açık bir cehâlet ve çirkin bir sapıklık olur. Bu şekil düşünce ile aklen sâbit olur ki, insâni fertler, şehâdet âlemi kitâbında, ma’nâlarından dolayı nakşolunmuş birer sûrettirler. Hak Teâlâ Hazretleri bu hakîkati: “Ennemâ haleknâküm abesen” ya’nî “abes olarak hálk ettiğimizi mi zannettiniz” (Mü’minûn, 23/115) ve “lev eradnâ en nettehıze lehven lettehaznâhü min ledünnâ” ya’nî “Eğer bir eğlence edinseydik kendi katımızdan edinirdik” (Enbiyâ, 21/17) ve benzeri Kur’ân âyetlerinde beyân buyurmuştur.

İnsan, vücûdun en son tecellîsi olduğu için, mertebelerin tümünü toplamıştır. Onun taayyünü ulûhiyyetin içine aldığı sıfat ve isimlerin fiilen hükümlerini açığa çıkarmasına müsâittir. Ya’nî ulûhiyyet bir ma’nâ olup, insan sûreti âlem kitâbında ancak o ma’nâyı meydana çıkarmak için nakşolunmuştur. Ma’nâ sûretin aynı olmadığı gibi, gayrı da değildir. Bundan dolayı sûret ma’nâdan ve ma’nâ da sûretten ayrılmaz. Ulûhiyyetin küllî ma’nâsı için nakşolunmuş olan insânî sûretler, sayısız ve hesapsızdır. Fakat bunların çok olması, tekil olan o bütünsel ma’nâyı arttırıp çoğaltmaz. Nitekim, insânîyyet bütünsel bir kavram olduğu halde, bu kavrama işâret etmek üzere, kâğıt üzerine, şöyle bir insan kelimesini yazarız. Bu nakış bir sûretten ibârettir. Bunu gördüğümüz zaman, bilmesi, görmesi, işitmesi, istemesi, gülmesi, ağlaması, yürümesi, oturması, uyuması vb. ne kadar işleri varsa hepsi dâhil olmak üzere, insânîyyet kavramına işâret ettiğini anlarız. Bu kelimenin on, yüz, bin ve yüz bin mislini yazsak, tamamı bu kavrama işâret eder. O bütünsel kavram parçalara ayrılarak bu kelimelere bölünmedi; belki her birine bütünsellik ile ait oldu. Ve bunları sildiğimizde, insan bütünsel kavramı yine kendi âleminde durur. Bunlar ile berâber silinmez. Çünkü o kavram bu sûretlerin gayrıdır. Fakat bu sûret olmaksızın o ma’nâyı anlatmak da mümkün değildir. Bu nakış görülünce, o ma’nâya geçiş yapılır. Bundan dolayı bu nakış o ma’nânın gayrı da değildir. Ve o ma’nânın o sûrete ait oluşu nasılsızdır, târife sığmaz.

İnsanın vücûdunun oluşumu, hakîkî vücûdun insânî sûrette taayyünü ve o taayyünde a’râzdan ibâret olan elementsel parçacıkların birbirleriyle birleşerek aldığı vaziyetler, akıl dediğimiz fıtrî bir nûr husûle getirmiştir. İnsan bununla dünyevî işlerinde doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırır. Bunda cins ve mezhep ayrımı olmaksızın insâni fertler ortaktır. Buna “akl-ı maâş” ya’nî “geçimlik akıl” derler ki, aklın çocukluk mertebesi derecesindedir. Ve insânî fertlerin farklı akılları oluşu bünyelerinden dolayıdır. Ve bünye ve taayyün farklılıkları da onların şahsi hakîkatleri ve şahsi hakîkatlerinin kabiliyyeti gereğindendir. Ve ilmin ait olduğu mahal akıl olduğundan, onların ilimlerinin dereceleri dahi akıllarına bağlı olarak farklıdır. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri bu farklılığa işâretten buyurur: “Ve fevka küllî zî ilmin âlim” ya’nî “bütün ilim sahiplerinin üstünde daha iyi bilen vardır” (Yûsuf, 12/76)

Şimdi, mâdemki “akl-ı maâş” ya’nî geçimlik akıl çocukluk mertebesidir; bir çocuk nasıl eğitim ve öğretime muhtâç ise, “akl-ı maâş” ya’nî geçimlik akıl da öylece eğitim ve öğretime muhtâçtır. Şehâdet âleminde akılların öğretmeni iki türlüdür:

Birisi nebîler (a.s.)’dir ki, bu akılları Hâdî isminin hükümleri çerçevesinde terbiye edip, “akl-ı maâd” ya’nî ileriyi düşünen akıl mertebesine yükseltirler. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, ???? ????? buyururlar. Akıl bu mertebede keskin bir bakış oluşturup, âhiret işlerinde doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırır. İnsan bu akl-ı maâd çerçevesinde nebî’nin şeriatına en güzel şekilde tabi olur ve sâlih ameller ile uğraşarak nefsini terbiye edince, artık kâmil olup “akl-ı kül” çerçevesine dâhil ve hálk ediliş gâyesine ulaşmış olur. Bu akla ait olan ilim Hak ilmidir.Çünkü ilmi, hakîkat-ı muhammediyyeden ibâret olan akl-ı külden alır. Hakîkat-ı muhammediyye mertebesi ise vücûdun vahdet ve ulûhiyyet mertebesidir.

İkinci tür öğretmen de nebîlere tâbî olmayı önemsemeyen ve onları inkâr eden gruptur ki bunlar İblîs’în vekillleridir. Kendilerine tâbî olanların akl-ı maâşlarında Mudill isminin hükümleri çerçevesinde tasarruf edip, gerek kendilerinin ve gerek kendilerine tâbî olanların akıllarının yükselmesine mânî olurlar. Ve hakîkati bulacağız diyerek evhâm çöllerinde ve tabîat âleminin karanlık sâhalarında, serâp peşinde susuz ve şaşkın olarak koşarlar. Hak Teâlâ bunların hâllerinden haber verip buyurur: “Vellezîne keferû a’mâlühüm ke serabin bi kîatin yahsebühüz zam’ânu mâe hattâ izâ câehü lem yecidhü şey’en” (Nûr, 24/39) Ya’nî: “Nebîleri ve onların getirdikleri kitâpları inkâr edip kâfir olanların amelleri çöllerdeki serâp gibidir. Susamış olan kimse onu görüp su zanneder. O serâp mevkîine geldiği vakit, onu hiçbir şey bulmaz.” Bunlar vücûdun zâhiri olan tabîat kitâbı ile yetinen inkâr edenler zümresidir. Bir zaman, hakîkat zannettikleri şey diğer bir açılım ile kökünden sökülmüş olur. O sökülmüş olan zannettikleri hakîkat ise serâptan başka bir şey değildir. Bu grup böyle tabîat kitâbını tetkîk etmek sûretiyle nihâyet bir gün hakîkate ulaşabileceklerini zannederler. Denizin yüzeyindeki köpükler ile meşgûl olanlar denizin derinliklerine ulaşabilirler mi? Heyhât! Bu tâifenin Voltaire’leri, Shakespeare’’leri, Darwin’leri, Böhner’leri vb. hakîkatı anlamadan gittiler. Ve bunlara tabî olan zamânımızın inkârcıları da onlar gibi gideceklerdir. Çünkü tabîat âleminde ve tabîatta var olan insan vücûdunda hükümrân olan vehim, hakîkat yolunun en büyük bir yolkesicisidir. Velâkin nebîlerin ve onların vârislerinin küllî taraftan getirdikleri ilim, vehmin tasarrufundan soyutlanmış ilimdir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “Ve mâ erselnâ min kablike min resûlin ve lâ nebîyyin illâ izâ temennâ elkaş şeytânu fî ümniyyetihî fe yensehullâhu mâ yulkış şeytânu sümme yuhkimullâhu âyâtih” (Hacc, 22/52) Ya’nî “Ey Habîbim! Senden evvel bir nebî veyâ resûl göndermedik, İllâ ki kendi nefsinden bir şey temennî ettiğinde, şeytan onun niyetine ilkâ etmemiş olsun. Allah Teâlâ ise şeytanın ilka ettiği şeyi bozar, daha sonra âyetlerini sağlamlaştırır ve yerleştirir.” İşte görülüyor ki, nefsin istekleri nebîler’de bile gerçekleşse, ona vehim şeytanı karışıyor; ve daha sonra vehmin telkinleri Hakk tarafından kaldırılır. Artık her an kendi nefislerinin hükümleri altında ezilmekte olan filozoflara vehmin te’sîr ve tasarruf derecesi kıyâs edilsin!

Şimdi nebîler(a.s.)’e hakkıyla tâbî olup onların ayak izleriden kıl ucu kadar sapmayanlar kendi asıllarına ulaşmışlardır; ve öğretim işinde onların vâris ve halîfeleri olmuşlardır. İlim saltanatı ile açığa çıkan bu kitâbın yazarı Hz. Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî efendimiz, o kâmil vârislerden ve yeryüzündeki halîfelerden birisidir. Ve onların ilimleri Hak Teâlâ’nın “ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) mübârek sözünde işâret buyurduğu ledünnî ilimdir. Bu ledünnî ilim yakın ehline, akla ait deliller ile ve nakiller ile değil, ilâhî öğretim ve rabbânî anlatım ile bilinir ve anlaşılır. Bu da üç kısım üzerine olup,

birincisi “vahy”, ikincisi “ilhâm”, üçüncüsü “firâset-sezgi”tir.

“Vahy” nebîlere has olup iki türlüdür: Biri ilâhî kelâm, diğeri nebevî hadîstir; çünkü nebîlerin sözleri “ve mâ yentıku anil hevâ * in hüve illâ vahyun yuhâ” ya’nî “hevâsından konuşmaz, o vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) âyet-i kerîmesi gereğince vahiydir. İlâhî kelâm Cibrîl vâsıtasıyla Resûl (s.a.v.)’in mübârek kalblerine indirilmiştir. Nebevî hâdisin bazısı müşâhede mahallinde Cibrîl vâsıtasıyla gelmiştir. “Fe evhâ ilâ abdihi mâ evhâ” ya’nî “Böylece kuluna vahyedeceğini vahyetti”(Necm, 53/10) âyet-i kerîmesinde ona işâret olunur. Ve bazısı da Cibrîl’in inmesi vâsıtasıyla ve bazısı da mübârek kalbine “nefs” ya’nî Cibrîl’in üflemesi ile gelmiştir. Cibrîl’in inmesinden kasıt, onun melek sûretinden beşer sûretine inmesi ve cisimlenmesidir. Ve “nefs”den kasıt Cibrîl’in bir sûrete girmeksizin ilâhî vahyin ma’nâsını nebînin mübârek kalbine koymasıdır.

“İlhâm” evliyâya mahsûstur. O da doğru ve mevcût olan bir ilimdir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ onu gayb âleminden evliyânın seçkinlerinin kalblerine koyar. Tasavvuf ehli buna “hakkanî hâtır” derler. Bu ilim Hâdî ismi hazretinden ilka olunduğundan, bunda Mudill ismine ait evhâmın te’sîri yoktur.

“Firâset-sezgi” bir ilimdir ki, sûretin eserlerinin sezilmesi sebebiyle gayblerden açılmış olur. Bu ilim evliyâ ile mü’minlerin seçkinleri arasında ortaktır. Nitekim hadîs-i şerîfte “Mü’minin firâsetinden sakının çünkü o Allah’ın nûru ile bakar” buyurulur. İlhâm ile firâset arasındaki fark budur ki, firâsette gayba ait işlerin açılması, sûret eserlerinin sezilmesi ile olur; ilhâmda ise sûret eserlerinin sezilmesi sebep değildir. Vahy ile ilhâm arasındaki fark dahi budur ki, ilhâm vahye tâbi’dir; vahy ilhâma tâbî değildir. Ya’nî evliyâ’ya ilhâm, Resûl’e tâbî olmak vâsıtasıyla hâsıl olur.

Şimdi akılları, Hâdî ismi çerçevesinde eğitip öğreten öğretmene olan ilmi telkinler bu sûretle olduğu gibi, akılları dalâlet çukuruna atan öğretmene de, Mudill ismi hazretinden vahyolunur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:“inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim” ya’nî “muhakkak şeytanlar kendi dostlarına vahyederler” (En’âm, 6/121) Ve aynı şekilde diğer âyet-i kerîmede de buyurur: “Ve kezâlike cealnâ liküllî Nebiyyin adüvven şeyâtınel insi vel cinni yuhî ba’dûhüm ilâ ba’dın zührufel kavli gurur” ya’nî “böylece nebîlerin hepsine insan ve cin şeytanları düşman kıldık, onlardan bazısı bazısına aldatmak için süslü sözler vahyeder” (En’âm, 6/112) Ve şeytanın dostlarında ilhâma karşılık “evhâm” ve firâsete karşılık “ahmaklık” hükümrân olur.

Nitekim Hz. Mevlâna (R.a.) buyurur:

Mesnevi:

Tercüme: “Böyle bir kimse mutlak zeki olsa bile, kendisinde bu ayırt etme ve firâset olmadığı için ahmaktır”; ya’nî kendi akıllarına tâbî olan inkâr edenler, her ne kadar tabîat ilimlerinde mutlak zeki olsalar bile, mâdemki onlarda, geldikleri yerin ve döneceklerin yerin hakîkatini ayırt edebilecek kuvvet yoktur, ahmaktırlar.

Aslında bu kişilerin ilmi de bir tür ilimdir. Fakat aklı saptırdığı için kıymeti yoktur. Nitekim Hak Teâlâ onlar hakkında: “Ve edallehullâhu alâ ilmin” ya’nî “Allah onu ilim üzere dalâlette bıraktı” (Câsiye, 45/23) buyurur. “Ve “kalû mâ hiye illâ hayâtuned dünyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ yuhlikûnâ illed dehr ve mâ lehüm bi zâlike min ilmin in hüm illâ yezunnûn” (Câsiye, 45/24). Ya’nî “nebîleri inkâr edenler derler ki, hayât ancak dünya hayatımızdır. Madde, mâden ve ölü hâlinde iken özel oluşumlar çerçevesinde hayât eseri meydana gelir; ve bizi ancak zaman helâk eder. Oysa onların bu hükümlerinde hakîkî ilim cinsinden bir şey mevcût değildir. Belki zannî ve vehmî ilimleri vardır.” âyet-i kerîmesinde de onların ilimlerinin kıymetinin derecesini bizlere duyurur.

Şimdi faydalı ve faydasız olarak ilmin türleri çoktur. Bu önsöz onların ayrıntılanmasına müsâit değildir. Bunlardan tasavvuf ilmi, ledünnî ilimden olduğu yönle hepsinin üstündedir. Filozoflar, felsefe ile ilgili mesleklerin bazı meselelerinde hakîkatlere temâs ettiklerinden, bazı kıt akıllılar, tasavvuf ilminin bunlardan alınmış olduğunu zannederler ise de, bunun böyle olmadığı meydandadır. Çünkü evliyâ, ilhâm ve firâsetlerinin sıhhatine iki âdil şâhit şahitlik etmedikçe, onlara kıymet vermezler. O iki âdil şâhitten biri “Kur’ân” diğeri de “nebîye ait hâdisler”dir.

Bundan dolayı tasavvuf ilmi Kur’ân ve mübârek hâdîslerin özü olup, aslâ felsefeye ait meslekler ile alâkadâr değildir.

İlâhi tevfîkten yardım isteyerek ve nebîlerin en ârifi (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin yüksek feyizlerinden yardım isteyerek ve onların kâmil vârislerini ve özellikle evliyâların sonuncusu Şehy-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî ve hakîkat güneşi cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazretlerinin kerem kapılarından dilenerek şerhine başlanılan bu Fusûsu’l-Hikem dahi baştan sona ledün ilmi ve Kur’ân ve nebîye ait hâdislerin özüdür. “Vasbir nefseke meallezîne yedûne rabbehüm bilğadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ ta’du aynâke anhüm tûrîdu zînetel hayâtid dünyâ ve lâ tutığ men agfelna kalbehu an zikrina vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ” (Kehf, 18/28) Ya’nî “Bâkî vechini murât ederek, gece ve gündüz Rab’lerini zikredenler ile berâber nefsini tut ve sağlamlaştır! Ya’nî onların sohbetleri ile vakitlerini geçir! Ve kalbini bizim zikrimizden gafil bırakıp hevâsına tâbî ve nefsânîyetinde haddi aşmış olan kimseye itâat etme, ya’nî ona arkadaş olma!”

Mesnevî:

“Deme şahın dergâhına bizlere ruhsat yoktur. İş kerîm olanla olduğunda zorluk kalkar”.