YÂ’KÛB Fassı- “Dîn ikidir”

BU FASS YA’KÛB KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN

RÛHİYYE HİKMETİNİN BEYANINDADIR

Bu “rûhiyye hikmeti”nin Ya’kûb kelimesine tahsîsinde iki yön mümkündür.

Birincisi budur ki; Ya’kûb (a.s)’ın (oğullarına vasiye­tini bildiren) ;

2/BAKARA-132

“innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn”

“Ey oğullarım! Muhakkak ki Allah, bu dîni sizin için seçti. Artık siz, Allah’a teslim olmadan ölmeyin.” diye (vasiyet etti)..

âyet-i kerîmesine göre, rûhiyye”, “râ”nın zammı yâni “ru” okunması ile­dir. Bundan dolayı Ya’kûb kelimesi, “dîni rûhiyye hikmeti” ile isimlendirildi. Ve “rûh” ile “dîn” arasında tedbîr bulunduğu için bu fassın esâsını “dîn” ve hükümlerine dâir olan hakîkatler teşkîl etti. Çünkü şehâdet âlemindeki insâni oluşum ile ba’s sonrası olan insâni oluşum, “ruh” ile “dîn”in tedbîrini içine almıştır.

“Rûh”un tedbîri iki kısım üzerinedir. Biri “aklî tedbîr”dir ki, ilâhi ahlâk ile ahlâklanmayı ve ilâhi sıfatlar ile vasıflanmayı ve diğer rabbâni kemâlât ile kemâle ermeyi gerektirir.

Diğeri, rûhun bedeni tedbîr etmesi ve işlerine ilmî bakışıdır. Ve bu tedbîr de rûhî ve tabiî tebdîri toplamıştır. Çünkü onun bu tedbîrinden bedenin daha sâlih oluş üzere devâmlılığı ümît edilir.

“Dîn”in tedbîri de iki yön üzeredir. Bir yönü “siyâset”tir ki, âlemin düzeni onunla korunur. Diğer yönü nefsi korumadır ki, âhiret işlerine ve işlerin sonuna onunla bakılır.

Şimdi insâni oluşumda “din” ile “rûh”un tedbîrde münâsebeti olduğuna göre dîn, rûh mesâbesinde bulunduğundan Ya’kûb Kelimesi dîni ve hükümlerini barındıran “rûhiyye hikmeti” ile vasıflandırılmış oldu. Çünkü Ya’kûb (a.s) üzerine dîn emri gâlip olup, dîni evlâdına tavsiye etmişti.

“Rûhiyye hikmeti”nin Ya’kûb kelimesine tahsîsindeki ikinci yönüne gelince:

Ya’kûb (a.s.)ın lisânından beyân olunan

12/YÛSUF-87;

“ve lâ te’yesû min revhillâhi, innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmul kâfirûn”

“Allah’ın vereceği ferahlıktan umut kesmeyin. Muhakkak ki; kâfirler kavminden başkası, Allah’ın vereceği ferahlıktan umut kesmez.”

âyet-i kerîmesine göre “ravhiyye”, “râ”nın fethi ile yânî “ra” okunması ile olur. Her Nebînin hikmetinde, Kur’ân-ı Kerîm’de onun hakkında gelmiş olan şeyin anlatıldığı düşünüldüğünde, bu ma’nâ mütâlaasıyla bu yön dahi mümkündür.

Ma’nânın mütâalasındaki ayrıntı ve îzâh budur ki: Bu hikmette “dîn”in “inkıyâd yâni teslim ve boyun eğme” olduğu beyân buyruluyor. “İnkıyâd” ile hakîki ve dâimi rahatlık hâsıl olur.Çünkü herkes, Hakk’ın emirlerine boyun eğip yasaklardan sakınmış olsa ve kendisini Allah Teâlâ Hazret­leri’ne teslîm etse, pek yüce dereceye ve son derece ferâha ve râhata nâil olur. Nite­kim âyet-i kerîmede:

39/ZUMER-54

“Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu”

“Size azâb gelmeden önce Rabb’inize dönünüz ve ona teslim olunuz!”

buyruluyor.

Demek ki, kişi Rabb’ine dönüp O’na boyun eğmezse, azâbın inmesi bu teslim olmayışının tabîi netîcesidir. Azâb ise râhatın zıddı olan elem ve ıztırâbı doğurur. İşte bu îtibâra göre de, bu hikmet, “râ”nın fethi ile olmak üzere, “ravhıyye yânî ferâhlık ve rahatlık hikmeti” vasfı ile vasıflandırıldı.

YÂ’KÛB Fassı- Fiiller bu nedenle “sonradan olan”dır.

Din ikidir: Birisi Allâh’ın indinde ve Hakk’ın bildirdiği kim­senin indinde ve Hakk’ın bildirdiği kimsenin bildirdiği kim­se indinde olan dindir. Diğeri hálk indinde olan dindir. Ve Allah Teâlâ onu mu’teber kıldı (1).

“Dîn” sözlükte, “inkıyâd yânî boyun eğme” ve “cezâ” ve “âdet” ma’nâlarınadır. Bu üç ma’nâ da “şeriât”a nakledilebilir. Çünkü insan ilâhi hükümlere bâ­tınen ve zâhiren boyun eğmez ve ilâhi emirleri yerine getirmez ve yasaklardan sakınmayı alışkanlık edinmezse,onun bu hâline cezâ gerekir. Aksi de böyledir. Şimdi âyet-i kerimede;

(3/ÂLİ İMRÂN-19) “İnned dîne indâllâhil islâm” “Muhakkak ki Allah’ın indinde dîn, İslâm’dır”

buyurulduğu yön ile, bütün gönderilen nebîlere Hakk’ın bildirdiği ve onların kendi ümmetlerine bildirdikleri din, “İslâm dîni”dir. Bu da Allah’ın indinde olan dindir. Ve “İslâm” boyun eğmeden ibârettir. Bilindiği gibi kulun vücûdunda iki îtibar vardır: Birisi “bâtın”ıdır ki o, onun fikridir. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’de buyrulur:

Tercüme: “Ey birâder, sen ancak bir düşüncesin. Geri kalan kemik ve liftir.”

Diğeri “zâhir”idir ki, o da onun kesîf sûreti ve a’zâsı ve organlarıdır. Kulun “bâtın”ı ile “boyun eğiş”i, Hakk’ın gönderdiği peygamberleri ve onların haberlerini aslâ tereddüt ve şüphe etmeksizin tasdîk ile îmân etmesidir.

Ve “zâhir”i ile “boyun eğiş”i, Allah Teâlâ Hazretleri­nin Resûl lisânı ile Kitâb’ında yerine getirilmesini emrettiği şeyleri a’zâ ve organları ile fiile getirmesidir. Örneğin kul, Hakk’ın emrettiği oruç ve namaz ve hac ve zekât gibi emirleri yerine getirirse zâhiren boyun eğmededir. Kul, bâtını ve zâhiri ile boyun eğici olmadıkça boyun eğişi ve itâatı kâ­mil olmaz.

“Halk indinde” olup Hakk’ın mu’teber saydığı “din” de iki çeşit üzerinedir:

Birisi fetret zamanında akıllarına olan özel tecellî sebe­biyle, Hakk’ın vücûdunu idrâk eden akıl ehli ve filozoflar tarafından konulmasına lüzûm görülen övgüye değer kanunlardır. Eflâtun ve Sokrat gibi filozofların nefsin temizlenmesi için kendi milletlerine gösterdikleri yol gi­bi.

Diğeri, nebîlerin (a.s.) getirdikleri şeriâtlara boyun eğmekle be­râber, nefsin temizlenmesi için bu şeriâtlara aykırı olmayacak şekilde, mü’minlerin kâmilleri tarafından konulan mücâhede ve riyâzât yolları gibi zâhmetli işlerdir.

Kerem sâhibi tasavvuf ehli hazarâtının şeriât hükümleri üzerine fazlalık olarak, fakat şerîatın amacına uygun olarak koydukları âdâb ve usûl gibi. Muhammedî şeriâtın konulmasından önce, Îsevi âlimler tarafından konulmuş olan ruhbâniyyet de bu zümredendir.

Akıl ehli ve filozoflar tarafından konulan övgüye değer kanunların Hakk indinde mu’teber olması, ancak fetret zamanına mahsûstur. Yeni bir şe­rîat ile bir peygamber geldiği zaman, hükmü kaldırılmış olup Hakk indinde kadr ve kıymeti kalmaz.

YÂ’KÛB Fassı- Halk indindeki dînin faydası hakkında.

YÂ’KÛB Fassı- Halk indindeki dînin faydası hakkında.

YÂ’KÛB Fassı- Zâhir lisânı ile dîn “karşılık”tır.

Lâkin iş, teslimiyeti gerektirir. Ve onun beyânı budur ki: Muhakkak mükellef, ya uymak ile itâat edicidir; veyâ muhâliftir. Şimdi açıkça görüldüğü için, itâat edip uyan hakkın­da söz yoktur. Muhâlife gelince o, kendi üzerine hâkim olan karşı çıkışı sebebiyle, Allah’dan iki husûsun birini taleb eder. Ya vazgeçme ve affı veyâ karşı çıkışının karşılığını; ve onlardan birisi lâzımdır. Çünkü iş, nefsinde haktır. Şimdi her halûkârda, kulun fiillerinden ve üzerinde bulunduğu hâlden dolayı, onun kula teslimiyeti geçerli oldu. Bundan dolayı, kulun hâli te’sir edicidir. Böyle olunca bu makâmdan dîn, “karşılık” oldu. Yânî hoş ve nâhoş şeyle bedel oldu. Hoş olan şeyle bedel “radıyallahu anhüm ve radu anhû” yânî “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı” (Mâide, 5/119) dır. İşte bu, mutlu edecek şeyle “karşılıktır”dır. “Ve men yazlim minküm nüzıkhu azâben kebiyra” yânî “Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattırırız” (Furkan, 25/19) Bu da mutlu olunmayacak şeyle “karşılık”dır. “Ve netecavezü an seyyiatihim” yânî “kötülüklerinden vazgeçeriz” (Ahkaf, 46/16) Bu da “karşılık”dır. Şimdi dî­nin “karşılık” olduğu sâbit oldu. Ve işte bu, bu bölümde zâhir lisânıdır (6).

Cenâb-ı Şeyh (r.a) yukarıda “hálk indindeki dîn”i beyandan sonra, gerek “Hakk dîni”, gerek “hálk dîni” hakkında genel olarak bâzı faydalar açıklayacaklarını beyân buyurmuşlardı. Bundan sonraki ba­hislerde bu yüksek vaadlerini yerine getirerek derler ki:

Ulûhiyyet işi ve rubûbiyyet şânı, Hak tarafından teslimiyeti ve kul ister itâatkâr olsun ve ister muhâlif olsun, onun talebi üzeri­ne verişi gerektirir. Ve bu hakîkât düstûrunun ayrıntısı budur ki: Şer’i hükümler ile mükellef olan kul, ya bu hükümleri yerine getirmek sûre­tiyle Hakk’a teslimiyet gösterir, veyâhut emirlere muhâlefet eder ve yasaklanan şeyler ile meşgûl olur.

İtâatkâr kulun hâli açıkça belli olduğu için, onun hakkında söz söylemeye lüzûm yoktur. Fakat muhâlif kul, Gafûr isminin kemâlinin ve hükmünün kendisinde açığa çıkması için, ya affı taleb eder; veyâhut Müntakım ve Kahhâr isimlerinin hükmünün ve kemâlinin kendinde açığa çıkması için, bu muhâlefeti sebebiyle azarlanmayı taleb eder.

Bu iki işin biri kulun fiillerinden ve üzerinde bulunduğu hâ­linden dolayı olur.Ve bu iki iş, kulun ayn-ı sâbitesine ve onun ezelî isti’dâdına bağlı olduğundan bu mes’ele kader sırrına âittir. Ve kader sırrı gaybların gaybıdır. Bu konudaki ayrıntılar “Uzeyr Fass“ında mevcûttur. Rubâî:

Tercüme: “Ey her neyi gizledim ise sana âşikâr olan ecell ü a’lâ Zât! Bütün isyânı, senin Gaffâr mübârek isminden ümmîd-vâr olarak işledim. Farz edeyim ki, senin fermânına birçok muhâlefetlerde bu­lundum. Sonuçta, sen her neyi diledin ise, ben onu yapmadım mı?”

İşte Hak tarafından verme işi, kulun hakedişi üzerine cereyân eder.Ve kulun hâli neyi gerektirirse, Hak tarafından o verilir. Çünkü teslimiyette te’sir edici olan kulun hâlidir. Eğer kul Hakk’a itâatkâr ise, Hakk da, uygun “karşılık” ile ona itâatkâr olur. Ve eğer mu­hâlif ise ve kulun hâli de affı gerektiriyorsa, Hak ona affı ve mağ­fireti ile itâatkâr olur.

Ve o kula, muhâlefeti sebebiyle taleb ettiği Afüvv ve Gafûr ve Gaffâr isimleriyle tecellî ederek ona itâatkâr olur. Bundan dolayı kulun bu muhâlefeti onun mazharında, kemâlin fazlasıyla zuhûruna sebeb olur. Ve eğer muhâlif kulun ayn-ı sâbitesinin isti’­dâdı, azarlanmayı taleb ederse, Hak ona kahır ve intikâm ile itâatkâr olup ona Kahhâr ve Müntakım isimleriyle tecellî eder.

Sonuç olarak Hakk tarafından özel hükmü çekmek için kulun hâli te’sir edicidir. Ve kulun Hakk’a teslimiyeti, itâat ile Hakk’a uymasından ibâret olduğu gibi, Hakk’ın kula teslimiyeti de, kulun hâli “karşılıktan”dan neyi gerektiriyorsa, Hakk’ın kula o şey ile uymasından ibârettir.

İşte bu bakış açısına göre dîn, “cezâ yânî karşılık” demek olur. Yânî dîn, kulun fiillerinden olması makâmından “karşılık”dır. Dîğer bir tâbir ile dîn, kulun mutlu olacağı ve olmayacağı şeyle, onun hâli gereğince, bedeldir.

Kulun hoşuna gidecek ve tabîatına uygun gelecek şeyle bedeli Cenâb-ı Hak:

(5/MÂİDE-119) “radiyallâhu anhum ve radû anh” “Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır”

sözüyle beyân buyurdu. Çünkü Allah Teâlâ bir kimseden râzı olacak olur­sa, o kimseye lütuf ve iltifat ile muâmele eder ve tabîat, lütuf ve iltifattan memnûn olur. Ve Cenâb-ı Hak, hoşa gitmeyecek ve tabî­ata uygun gelmeyecek şeyle bedeli,

(25/FURKÂN-19) “ve men yazlım minkum nuzıkhu azâben kebîrâ” “Sizden zulm eden kimseye biz büyük azâbı tattırırız”

sözüyle beyân etti. Çünkü bu Hakk’ın kuluna kah­rıyla muâmelesidir. Ve kahır kulu elemlendirir. Elemlenmek ve azâblanmak ise, elbette hoşa gitmez ve tabîata uygun gelmez.

Ve aynı şekilde Hak Teâlâ

(46/AHKÂF-16) “ve netecâvezu an seyyiâtihim” “Biz onların günahlarından geçeriz”

buyurur ki, bu da “karşılık”dır; fakat uygun ve uygun olmayan kayıtlarıyla kayıtlı değildir. Velâkin bir kimse günahlarına bir bedel verilmeyip af edilecek olursa mutlu olur. İşte kulun, hâlinin gereklerine göre, dînin “karşılık”, yânî bedel ol­ması, sıhhat kazandı.

Sonuç olarak dîn, “islâm”dır; ve islâm ise “teslimiyet”tir. Ve Hakk’ın kula teslimiyeti, onun hâline göre îcâb eden bir “karşılık”dır. Şimdi “dîn”in “karşılık” olması ve Hakk’ın kula teslimiyeti ma’nâsına gelmesi, zâhir lisânı ile söylenmiş bir sözdür. Onun sırrı ve sırrının sırrı aşağıda beyân buyru­lur.

YÂ’KÛB Fassı- Onun sırrına ve bâtınına gelince “İlim ma’lûma tabîdir”

Onun sırrına ve bâtınına gelince: Şimdi o, Hakk’ın vücûd ay­nasında bir tecellîdir. Böyle olunca, Hak’tan imkân dâhilinde olanlar üze­rine âit olan şey, ancak onların hallerinde zâtlarının Hakk’a verdiği şeydir. Çünkü imkân dâhilindekilerin herhalde bir sûreti var­dır. Şu hâlde imkân dâhilinde olanların hallerinin farklılığından dolayı sûretle­ri çeşitlidir. Bundan dolayı, hâlin farklılığından dolayı, Hakk’ın tecellîsi muhtelif olur. Netîcede kula Hakk’ın eseri, onun gereği üzere olur. Şimdi ona hayrı, onun gayrı vermedi. Ve ona, hayrın zıddını onun gayrı vermedi. Belki o, zâtını ni’metlendiren ve azâblandırandır. O, ancak kendi nefsini kötülesin ve ancak kendi nefsine övgüde bulunsun! Şu hal­de Hakk’ın onlara ilminde, Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit­tir. Çünkü ilim, ma’lûma tâbi’dir (7)

Bu bahsin rûhu, her ne kadar Âdem Fassı’nda ayrıntılı olarak anlatılmış ise de, burada da bir ön bilgi verilmesine lüzûm görüldü:

Bilinsin ki, “vücûd” bir küllî kavramdan ibâret olup, bütün sıfatlar ve isimlerden ganîdir. Yânî “vücûd”un, vücûd olabilmesi için, kendisi­nin sıfat ile vasıflanmış ve isimler ile isimlenmiş olmasına ihtiyacı yoktur. Bunlar olsa da olmasa da, “vücûd” yine vücûddur. Ve bu küllî kavramın bir asla dayandırılması mümkün olmaz.

Yânî “Vücûd, neye dayanmaktadır ve nereden çıkmıştır?” sorusu doğru değildir. Çünkü bir küllî kavram bir şeye dayansa, müstakil olmaması ve dîğer bir vücûda muhtâc olması lâzım gelir. Ve bu soru zincirleme olarak sonsuza kadar gider ve bir kaynağa ulaşmak mümkün olmaz. Bundan dolayı bu “hakîkî vücûd”un, kendisiyle kâim olması ve bir dayanağının bulunmaması ve bir sınır ile sınırlanmayıp sonsuz olması lâzım gelir.

Ve “vücûd”un vücûduna delîl, ancak yine kendi zâtıdır. Ve onun vücûduna getirilecek olan mantıksal delîller, yine o vücüd­da dâhil bulunacağından, vücûdun izâfelerinden olur. Ve izâfeler ise, zâtın perde ve örtüsüdür. Meselâ, bir güzelin yüz güzelliğine delîl, an­cak onun görünen yüzüdür. Ve yüzüne koyduğu peçe, zâtına izâfe etti­ği bir şeydir. Bu ise perde ve örtüdür. Bundan dolayı “vücûd”un mevcûdiyyetine getirilecek olan mantıksal delîller gereksizdir ve örtüdür ve görüneni perdelemek ise külfettir.

Şimdi bu “hakîkî vücûd” Hakk’ın vücûdudur ve bütün mevcûtların kaynağıdır. Bu kaynağa hakikât ehli, şimdi içinde bulunduğumuz taayyün mertebesinde, birtakım terimler ile işâret etmişlerdir ki, on­lar: Ahadiyyet mertebesi, zât’ın özü, hâlis zât, mutlak gayb, lâhût âlemi, taayyünsüzlük âlemi, mutlaklık âlemi, mutlak amâ, salt vücûd, mutlak vücûd, sırf zât, ümmü’l-kitâb, mutlak beyân, nokta-i basîta ve gayblerin gaybı gibi birtakım isimlerdir.

Ve isimler zâtın perdesi olduğundan, Zât bu isimler altında gizlenmiştir. Ve taayyünler âleminde zâtın gizlenmesi, onun zâtî gereğidir. Ve gizlenmiş olan şeye, elbette bir isim ile işâret olunması lâzımdır. Yoksa, sırf Zât, bu mutlaklık mertebesinde izzet kemâli ve ganî oluş sâ­hibidir. Hakîkatte bu küllî kavramda ne makâm ne mertebe, ne isim, ne resim, ne sıfat ve ne vasıflanma vardır.

Yânî kendisinde potansiyel olarak mevcûd olan işleri, sıfatları ve isimleri açığa çıkarmamıştır. Bu işler bu mertebede Zât’ın aynıdır. Ve Zât’ta mahv ve helâk olmuştur.

Ne zaman ki, Âdem Fassı‘nda îzâh edildiği üzere, sırf zât kendisin­de potansiyel olarak mevcûd olan sıfat ve isimlerin hükümlerini ve eserlerini müşâ­hede etmek istedi, Sâlih Fassı’nda beyân edileceği şekilde, îcâd işine yöneldi ve o sıfat ve isimlerin sûretlerini ilminde îcâd etti ve ilmin, zâtın aynı oluşu yönüyle, bu sûretler zâtın vücûdunda peydâ oldu. Bu hâl, “sırf zât”ın zât mertebesinden kendi sıfat ve isimleri mertebesine tenezzülü demek olur. Çünkü sûretten münez­zeh ve yüce olan zât, sıfat ve isimleri dolayısıyla birtakım ilmi sûretlere bürünmüş ve bu sûretleri kendi ilminde müşâhede etmiş olur.

Ve müşâhede, zâtın yine kendisini müşâhede etmesi demektir. Hakîkat ehli, bu mertebeye de birtakım terimler koymuşlardır ki, onlar da: Ceberût âlemi, ilk taayyün, ilk tecellî, vâhidiyyet mertebesi, akl-ı evvel, ilk cevher, hakîkat-ı muhammediyye, izâfi rûh, küllî rûh, gayb-ı muzâf, kitâb-ı mü­bîn, isimler âlemi, a’yân-ı sâbite, mücerredler âlemi, mâ­hiyyetler âlemi ve berzah-ı kübrâ isimleridir.

“Sırf zât”ta zâti işler arasında farklılık olmadığı halde, bu mertebede ilmen bir dîğerinden ayrılırlar. Meselâ Hâdî ismi Mu­dill’den ve Dârr ismi Nâfi’den ayrılır.

Latîf mutlak zât bu mertebeden sonra, ilimde sâbit olan sûretler dolayısıyla, nûrâni cevherlerden ibâret olarak rûhlar mertebesine te­nezzül eder. Ve bu mertebede her bir isim, nûrânî cevher olarak vü­cûd bulur. Bunlar da Latîf Hakk’ın bizzât taayyün ve kesîfleşmesinden başka bir şey değildirler. Ve buna emr âlemi de derler.

Fakat bu vücûdun tenezzüllerinden maksad, açığa çıkma ve çıkarma kemâli ol­duğundan, bu tenezzül mertebesi ile yetinmek, gâyeye aykırı idi. Bundan dolayı Latîf Zât bundan sonra bir mertebe daha tenezzül buyurdu.

Ve bu soyut cevherlere birer hayâli sûretler giydirdi ki, bu mertebeye: Melekût âlemi, misâl âlemi, hayâl âlemi, daha küçük berzah ve tafsil âlemi derler. Ancak bu âlemde de açığa çıkma ve çıkarma kemâli hâsıl olmaz. Çünkü hayâli sûretler her ne kadar açık bir sûrette görülür ve eni boyu ve derinliği ölçülebilir ise de, kesâ­feti olmadığından ölçülendirilemez. Aynada yansıyan sûret gibi.

Bundan dolayı bu gâyeye ulaşmak için, latîf mutlak zât, bizzât bir derece daha kesîf olan taayyün elbisesine büründü. Ve bu sûretle bütün isimlerinin ve sıfatlarının sûretlerini, kendi vücûdu aynasında kemâ­liyle müşâhede etti. Ve bu mertebe, mertebelerin en kesîfi olup, hakîkat ehli bu mertebeyi: Mutlak şuhûd, şehâdet âlemi, mülk âlemi, nâsût âlemi, hálk âlemi, hiss âlemi, unsurlar âlemi, cisimler âlemi, mevâlîd âlemi ve diğerleri gibi isimler ile isimlendirirler.

Şimdi bu tenezzüllerin hepsi Hakk’ın latîf zâtının mertebe mertebe kesîf sûretlere bürünerek açığa çıkmasından ibârettir. Nitekim, Ebu’l­ Hasen Gûrî (k.s) buyurur: “O ecell ve a’lâ Zât’ı tenzîh ederim ki, nefsini ve zâtını latîf kılıp Hak olarak isimlendirdi ve kesîf kılıp hálk olarak isimlendirdi”. Ve bu hakîkâti izâhen Abdülkerim Cilî (k.s.) el­-İnsânu’l-Kâmil ismindeki yüksek eserlerinde aşağıdaki beyânlarda bulun­muşlardır:

Tercümesi: “Hakk Teâlâ, âlemin “heyûlâ”sıdır. Allah Teâlâ “Gökleri ve yeri ve onların arasında olan şeyleri, ancak Hak ile hálk ettik” (Hicr, 15/85) buyurdu. Şimdi âlemin örneği, kara benzer ve Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, karın aslı olan su gibidir. Bundan dolayı bu karın ismi, bu katılaşma üzerine emânet olarak verilmiştir. Ve onun üze­rine mâiyyet ismi hakîkâttir. Ve ben bu hakîkate Bevâdirü’l-Gay­biyye fi Nevâdiri’l-Ayniyye ismi ile isimlendirdiğim kasîdede dikkat çektim. Ve o, öyle çok büyük bir kasîdedir ki, zaman onun hakîkâtlerinin örtüsü üzerine, onun tarzında dokunmadı. Ve zaman, onlara vâkıf oluş için, anlatmak husûsunda müsâmaha etmedi. Sözlerimde dikkât çektiğim yer şu beyitlerdir:

“Halk, örnekleme husûsunda ancak kara benzer ve sen akıcı olan su­sun ki, o hálkı karışıksın. Ve kar, bizim tahkîkimizde, suyun gayrı değildir. Ve oysa şeriâtların dâvet ettiği hükümde her ikisi de bir dîğerinin gayrıdır. Velâkin, kar eriyip, onun hükmü kalkar ve su­yun hükmü kalır ve vücûd işi böyle olmuştur.

Şimdi vücûdun tenezzüllerini biraz daha îzâh için şu örneği verelim: Latîf havadan olan buhar, letâfetinin kemâlinden dolayı beş duyu ile hissedilmez. Bir derece tenezzül edince kesîf bir bulut olur. Bu halde iken gözle görülür. Bir derece daha tenezzül edip su olduğunda önceki mertebeden daha kesîf olur.

Ve bir mertebe daha tenez­zül edip buz olduğu zaman, önceki bütün mertebelerden daha kesîf olur. Bununla birlikte bulut, su ve buz, buhârın vücûduna başka bir maddenin dâhil olmasıyla oluşmadı. Belki bunlar bâzı şartlar altında buhârın muhtelif taayyün elbiselerine bürünerek gözükmesinden ibârettir. Bu­rada gördüğümüz değişimlerin hepsi, buharın sıfatları yönünden değişmesidir. Yoksa buhâr, zâtı yönünden bu mertebelerin hiçbirisin­de değişmiş değildir. Çünkü, dönüşmüş ve değişmiş olsa idi, buzun eridiği zaman su ve ısının etkisiyle bulut ve bulutun da, yine latîflik mertebesine dönüş ile değişmeden ilk hâli gibi buhâr olma­ması lâzım gelirdi. Şimdi buhâr, her bir taayyün elbisesine büründükçe, başka bir isim ile isimlendirilmiş oluyor.

Ve o mertebede aldığı isim ile anılıp artık ona buhâr denmiyor. Örneğin buluta, suya ve buza “buhâr” ismi verilemeyeceği gibi, bunlara buhâr da dene­mez. Çünkü buhâr, zâtı yönünden bunlar gibi değildir. Ve buhârın gayrı da denemez. Çünkü bağımsız vücûdları yoktur. Hepsinin vücûdu izâfi ve îtibârîdir. Ve hakîkatte hepsi buhârdan başka bir şey değildir. Velâkin, görüntüde birbirine aykırı göründükleri gibi, şerîat görüşünde, başka başka hükümlere sahiptirler. Buzun hakîkati su olmakla berâ­ber, suyun vazîfesini göremez. Su ile temizlik mümkündür; fakat kar ve buz temizlik için kullanılmaz. Meğer ki eriyip su olsunlar.

Şimdi sonsuz fezâda, nefes-i rahmânî olan “esîr”den, parlak bulutların kesîfleşerek zuhûru ve onların da derece derece ateş buhârı ve akışkan ateş hâlinde küreler şeklinde kesîfleşmeleri ve daha sonra kabuk bağ­layıp kesîf âlemler hâlinde dönmeleri, bu örneğe uygundur. Ve “ne­fes-i rahmânî” hakkındaki ayrıntılar Îsâ Fassı’nda gelecektir.

Bu ön bilgi anlaşıldıktan sonra, metnin şerhine başlayalım: Geçmiş metindeki beyânlar zâhir lisânı üzere olmuş idi. Fakat beyânların sırrı ve bâtını budur ki: Hak Teâlâ, isimleriyle a’yân­ı sâbite aynalarında ve a’yân-ı sâbite de Hakk’ın vücûd aynasında zâhir olur. Şu hâlde a’yân-ı sâbite Hakk’ın ve Hak da a’yân-ı sâbi­tenin aynası olmuş olur. Şimdi Hak, a’yân-ı sâbiteye ayna olunca, kul, ayn-ı sâbitesi îtibârıyla Hakk’ın vücûd aynasında imkân dâhilinde oluş aynı dolayısıyla, Deyyân isminden zâhir olan bir tecellîdir.

Demek ki, Hakk’ın itâatkâr kula teslimiyeti, kendisinin tabîatına uygun olan şey ile, Hak’tan tecellîsini taleb ve ricâ ettiği Dey­yân isminin tecellîsidir. Dîğer bir tâbir ile itâatkâr kul öyle bir ismin görünme yeridir ki, o isim onun itâatkâr olmasını gerektirir. Ve onun ayn-ı sâbitesi, ilâhî ilimde peydâ olduğunda, bu sûretle ilâhî bilinen olmuştur.

Ve o kulun hakîkati, yânî ayn-ı sâbitesi, Hak’tan bu tecellîyi taleb etmiştir. Hak da vücûd feyzlendirmesi ile onun talebini yerine getirmiştir. Bundan dolayı, itâatkâr kul, mecbûren itâatkârdır. Fa­kat bu mecbûriyet, ona kendi hakîkatinden ve ezelî isti’dâdından gelir. Ve onun hakîkâtinin isti’dâdı mec’ûl yâni yapılmış değildir, yânî mahlûk oluş ile vasıflanmış değildir. Ve aynı şekilde itâatkâr olmayan kulun teslimiyetinin yokluğu da, ezelî isti’dâdındân gelir. Bundan dolayı o da mecbûrdur. Şu hâlde bunların zâtları ve hakîkatları Hakk’a ezelde ne ilim vermişlerse, imkân âleminde, yânî şehâdet mertebesinde, onların üzerine âit olan şey de ancak odur.

Ve imkân dâhilinde olanlardan her bir ferdin, ilâhî ilimde mutlaka birer sûreti vardır. Ve bu sûretler bir dîğerinden ayrıdır; birbirine benzemez. Çünkü ilâhi isimlerin özellikleri muhteliftir. Bu sûretler ise, o isimlerin yansımalarıdır. Böyle olunca, bu hallerin farklılığından dolayı, Hakk’ın tecellîsi de muhtelif olur. Bundan dolayı, Hak tarafından “cezâ yânî karşılık”, a’yân-ı sâbitenin Hakk’a verdik­leri ilim dolayısıyla ve Hakk’ın vücûd aynasında tecellî eden sûret gereğiyledir.

Ve a’yân-ı sâbite, ne hâl üzere idiyseler, kendilerine o şeyin teklîf olunmasını ve kendilerine o haller ile “cezâ yânî karşılık” verilmesini, Hakk’a teklîf ederler. Ve onların bu teklîfini Hak da, “karşılık” olarak onlara verir. Ve sonuçta kulun üzerinde Hakk’ın eseri, an­cak kulun gereğince, yânî ezelde ayn-ı sâbitesinin bulunduğu hâl üzere gerçekleşir. Ve bu hakîkate işâreten hadîs-i şerîfte “Herkes ne için hálk edildi ise o kendisine kolaylaştırılmıştır” ve âyet-i kerîmede de;

(17/İSRÂ-84) “Kul küllün ya’melu alâ şâkiletih” “De ki: Herkes şâkilesi doğrultusunda amel eder.”

buyrulmuştur. Bundan dolayı bir kimse ezelde hangi ismin görünme yeri ola­rak ilâhî ilimde sâbit olmuş ise, bu dünya âleminde, o ismin hazîne­sinde saklı olan halleri açığa çıkarmak o kimseye külfetsiz kolay gelir. İtâatkâr kula, itâatsiz olmak güç geldiği gibi, itâatsiz olan kimseye itâatkâr olmak da ölümden beter ge­lir.

Bu konuda soru ve cevap çoktur. Fakat Fusûsu’l-Hikem‘in mârifetleri ve hakîkâtleri, ihâta yolu üzere bilinince bunların hiçbirisi­ne gerek kalmaz. Nitekim, bu bahsin dayandığı en mühim nokta isti’dâdın gayr-ı mec’ûl yânî yapılmamış olmasıdır ki, bu da Uzeyr Fassı‘nda îzâh olunur.

Şimdi, gerek hayrı ve gerek hayrın zıddını, kula kendi zâtının gayrı olan biri vermedi. Belki kul ezelde Hak’tan bunlar ile açığa çıkmayı taleb etti. Ve Hak da onun talebini yerine getirmek için vücûd feyzlendirdi. Şu halde, zâtına ni’met veren ve zâtını azâblandıran, ancak kulun kendidir. Eğer kula kendisine uygun gelmeyen bir karşılık isâbet ederse, kul kendisini kötülemelidir. Çünkü, bu azâbın kaynağı kendidir.

Ve uygun karşılık ve sevâb isâbet ederse, yine kendi nefsine övgüde bulunmalıdır. Çünkü ni’metlendirme kaynağı kendidir. Demek ki, Hakk’ın kullarıyla muâmelesi, ancak on­ların ilâhî ilimde sâbitliği ve sûretlerinin resmedilmesi dolayısıyladır. Bu hâlde Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit olur. Çünkü yukarıdaki ön bilgide îzâh edildiği üzere, Hakk’ın mutlak vücûdunun ilk tenezzü­lünde, o kulların hakîkâtleri Hakk’ın ne şekilde bilineni olmuş iseler, Hak bu ilmi dolayısıyla onların üzerine hükmetti.

Ve Hakk’ın ilmi ise, bu bilinenlere tâbi’dir. İlmin ma’lûma yânî bilinene tâbi’ olduğu Şît Fassı’­nda îzâh edilmiş ise de, saygı değer okuyucuları araştırıp tetkik etme külfetinden kurtarmak için, bâzı faydalı şeylerin de ilâvesiyle burada da özet olarak tekrâr olunur:

Bilinsin ki, Hakk’ın ilmi, biri zâtî ve diğeri sıfâtî ve esmâî ol­mak üzere iki çeşittir:

“Zâtî ilmi”, Hakk’ın mutlak zâtının bütün sıfat ve isimlerin izâfesinden münezzeh ve ganî bulunduğu ahadiyyet mertebesinde, kendi zâtına olan ilminden ibârettir. Bu ilim, mut­lak zâtın aynı olup, bu mertebede ilim yânî bilmek, âlim yânî bilen, ma’lûm yânî bilinen bağıntıları sırf zâtta mahv ve helâktir. Bundan dolayı bu mertebede ilmin ma’lûma tâ­bi oluşu meselesi bahis mevzûu olamaz.

“Sıfâtî ve esmâî ilim” ise, sırf zâtta ve gaybların gaybı mertebesinde potansiyel olarak mevcûd ve gizli olan bütün bağıntıların ilmi sûretler ile zuhûr ettiği vâhidiyyet mertebesine âit olduğundan burada ilim, âlim ve ma’lûm bağıntıları bir dîğerinden ayrılır.Ve Mudill isminin sûretlerinden bir sûret olarak ilâhî ilimde sâbit olan bir kâfirin ayn-ı sâbitesi, o sû­retle ilâhî bilinen olur. Ve Hakk’ın ilmi de o ma’lûma tâbi’ olur. Böyle olunca Hakk’a sıfat ve isimler mertebesinde ilmi veren, ma’lû­mlar yânî bilinenler olmuş olur.

Örnek: İnsanın gülme, ağlama gibi birçok zâti bağıntıları vardır. Farz edelim hiç gülmemiş ve ağlamamış olan bir insan, kendinde bu bağıntıların mevcûd olduğunu bilir ve bu ilim, insanın kendi zâtına olan il­midir. Fakat bu zâtî ilim toplucadır. İnsanın zâtına, gülmesinin ve ağlamasının tarzı gizlidir. Bu gizlilik, ancak açığa çıkma ile gözükür. Ne zaman ki insan ağlar ve güler, ona bunların tarzı ayrıntılı olarak ma’lûm yânî bilinen olur. Önceki mertebede bu bağıntılar insanın zâtının aynı ve onun olduğu bir zamandan beri kendi vücûdu ile berâber idi. Fakat insan, sonradan sesli olarak güldü ve ağladı ve kendisinin yüzünde oluşan hâlleri aynada gördü. Bu defa kendisinin ne şekilde gülüp ağladı­ğını görme yoluyla bildi ve önceki ilmine göre, bu ilim sonradan olmuş oldu. Fakat bu ikinci ayrıntılı ilmi insan, dışarıdan almadı. Belki bu ilmi, yine insanın zâtı zâtına verdi. Bundan dolayı bu ilim, gayrdan kazanılmış değildir. Çünkü “ma’lûm yânî bilinen” insanın işlerinden bi­rer iştir ki, açığa çıkma mertebesinde ma’lûmiyyetle yânî bilinen olmakla vasıflanmış oldu. On­dan önce, Zât mertebesinde belirsizlerin belirsizinden idi. Nitekim bu bah­sin ayrıntıları Lokmân Fassı’nda gelecektir.

Abdülkerim Cîlî (k.s) el-İnsânu’l-Kâmil ismindeki mübârek eserinin on birinci bölümünde:

“İlim, ezelî nefsî sıfâttır. Bundan dolayı Hak Sübhâ­nehû ve Teâlâ’nın kendi nefsine ve hálkına olan ilmi, bir ilim olup bölünmüş değildir ve çoğalmaz. Velâkin o, kendi nefsi­ni, kendine mahsûs olan şeyle ve hálkını da, üzerinde bulundukla­rı şeyle bilir. Ve bir şeyin kendisinin gayrından istifâdesinin lâ­zım gelmemesi için, ma’lûmât yânî bilinenler kendi nefislerinden ilmi verdiler de­mek doğru olmaz. İmam Muhyiddîn ibn Arabî (r.a), muhakkak Hakk’ın ma’lûmları, kendi nefislerinden Hakk’a ilim verdi, dediği yönden hatâ etti. Şimdi biz onu ma’zûr görürüz; ve bu onun ilminin bâlig olduğu mertebedir, demeyiz”

sözüyle Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)’in gerek Fusüsu’l-Hikem’deki ve gerek Fütühât-ı Mekkiyye’­deki yüksek beyânlarına muhâlefet buyururlar. Velâkin, yukarıdaki örnek, insanın kendi nefsine tatbik olunursa zevkan anlaşılır ki, Hz. Şeyh’in yüksek beyânlarında hatâ yoktur. Çünkü “Allah Âdem’i kendi sûreti üzerine hálk etti.” ve

(17/İSRÂ-14) “Ikra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel” “Kitâbını oku, nefsin sana yeter.”

buyurul­muştur. Ve ilmin “zâti” ve “sıfâtî” olarak ayrılması ve adetlenmesi, Vâhid olan vücûddaki îtibârlardır; ve bu îtibârların gayr sayılmasıyla, ilmin gayrdan kazanılmış olduğuna hükmetmek garîb görünür.

Ve Hakk’ın ma’lûmları, Hakk’ın gayrı değildir ki, Hak ilmini gayrdan almış olsun. Hiç şüphe yoktur ki, bu mes’ele Hz. Şeyh’in buyurdukları gibidir. Özellikle bu Fusûsu’l-Hikem (S.a.v) Efendimiz tarafından ihsân buyu­rulmuştur. Ve Hz. Şeyh ancak anlatıcıdır. Bundan dolayı bu beyânlara hatâ isnâd etmek, iki bakış açısından asla câiz değildir:

Birisi budur ki, bu Fusûsu’l-Hikem’in a’ref-i enbiyâ (S.a.v) Efendimiz tarafından verildiği ve kendilerinin ancak anlatıcı olduğu hakkındaki Şeyh-i Ekber’in beyânlarına îtimâd edilmemiş olur.

İkincisi de budur ki, bu ihbâ­ra îtimâd edilip de ondaki beyânlara hatâ isnâd etmekte ısrâr edilirse, bu isnâd, (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e dönük olur. Bun­ların ikisi de câiz değildir. Fakat ne çâre ki, zevklerin ve meşreblerin ihtilâfı, Abdülkerim Cîlî (k.s) hazretleri gibi hakîkaten âriflerin seçkinlerinden olan mübârek bir zâtı bu gibi düşüncelere sevketmiştir.

Sonuç olarak ilim, ma’lûma tâbîdir. Ve a’yân-ı sâbite Hakk’a ne ilim vermişlerse, o sûretlerde Hakk’ın ma’lûmu olurlar; ve bu sûretle de Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit olur.

Ne zaman ki Hak Teâlâ inkâr edenlere,

Ve bu cevâb üzerine inkâr edenler bilir­ler ve anlarlar ki, kendilerine gelen azâb yine kendilerindendir. Kendi düşen ağlamaz, deyip şaşa kalırlar. Fakat bu ifâdeler ikilik zevki içinde bulunan kitâplarını okuyanlar için kâfî değildir. Çünkü onların bakışlarında Hakk’ın ve kendilerinin ve eşyânın ayrı ayrı vücûdları var­dır. Bu sebeple sorularını sürdürürler.

YÂ’KÛB Fassı-Hallerin sûretlerine bürünmüş olan Hakk’ın vücudundan gayrı bir vücûd yoktur

Ondan sonra bu mes’ele gibi, bu sırrın üstünde olan sırr budur ki, muhakkak imkân dâhilinde olanlar, yokluktan olan aslı üze­rine sâbittir. Ve imkân dâhilinde olanların nefislerinde ve ayınlarında, üzerinde bulundukları hallerin sûretlerine bürünmüş olan Hakk’ın vücûdundan gayrı bir vücûd yoktur. Şimdi sen lezzet alanın ve elem duyanın kim olduğunu ve hallerden her bir hâli ta’kîb edenin ne şey olduğunu bildin; ve o sebeble “u­kûbet” ve “ıkâb” olarak isimlendi. Ve o, hayırda ve şer­de câizdir. Şu kadar vardır ki, örf onu, hayırda “sevâb” ve şerde “ıkâb” olarak isimlendirdi. Ve işte bunun için din, “âdet” ile isimlendi veyâ şerh olundu. Çünkü onun hâlinin gerektirdiği veyâ taleb ettiği şey, onun üzerine geri döndü. Böyle olunca dîn, âdettir. Şâir “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dînindi” dedi. Yânî “Senin âdetin” demektir. Ve “âdet”ten anlaşılan, işin ayniyle kendi hâline dönüşüdür. Ve bu, yânî ayniyle dönüş, mümkün değildir; çünkü âdet, tekrârdır (8).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) “Lâkin iş, teslimiyeti gerektirir” buyurmuş ve ulûhiy­yet işinin teslimiyet şeklini zâhir lisânı ile îzâh etmiş ve daha sonra onun sırrını ve bâtınını beyân etmiş idi. Şimdi de bu mes’elenin bir kat daha özüne ve hakîkatine nüfûz ederek buyururlar ki: İmkân dâhilinde olanlar, yokluktan ibâret olan aslı üzerine sâbittir. Çünkü onların vücûdu izâ­fi ve îtibârîdir.

Nitekim, buzun ve suyun vücûdları buhara göre izâfı ve îtibâridir ve vücûdlarında bağımsız oluşları yoktur. Onların ayakta tutucusu olan buharı kaldırıverirsek, bunlar da yok olurlar. Daha önce îzâh edildiği üzere, hálktan ibâret olan imkân dâhilinde olanların vücûdu ile Hakk’ın vücûdu arasındaki münâsebet de böyledir. Bundan dolayı meydanda Hakk’ın vücûdundan başka bir vücûd yoktur. Hakk’ın vücûdu o yok hükmünde olan imkân dâhilinde olanların, yok hükmünde olan halleri sûretiyle bürünmüş olup açığa çıkmıştır.

Bundan dolayı imkân dâhilinde olanların halleri sûretlerinde gözüken, ancak Hakk’ın vücûdudur. İmkân dâhilinde olanlar ise, aslî yoklukları üzerine sâbittir. Bu sırrı böylece bildiğin zaman, imkân dâhilinde olanların hallerinin sûretlerinde lezzetlenenin ve elemlenenin kim olduğunu bilmiş olur­sun.

Yânî Hakk’ın vücûdu, kullarının ve onların hallerinin sûretlerine bü­rünüp açığa çıktığından, kulun hoşuna gidecek mükâfât ile ona teslimiyet gösterdiğinde lezzetlenen ve hoşuna gitmeyecek karşılık ile itâatkâr olduğunda da elemlenenin yine Hakk’ın kendisi olduğunu bilirsin. Velâkin “lezzet duyma” ile “elem duyma” hálka ve var edilmişlere âit sıfatlardandır. Mekr ve alay etme ve ezâ ve tuzak gibi var edilmiş ve hálka âit sıfatlar, Hakk’a ancak hálk edilmişlik mertebesine tenezzülünde izâfe olunur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

(42/ŞÛRÂ-19)

“Allâhu latîfun bi ibâdihî yerzuku men yeşâu”

“Allah denilen ma’nâ, latîftir. Kullarından dilediğini rızıklandırır.”

“bi ibâdihî” deki “bâ” bürünme için­dir. Demek ki Allah Zü’l-celâl, kullarının taayyün kisvesine bürü­nüp açığa çıkmıştır. Bu mertebede ise lezzet alma ve elem duyma gibi birtakım hálk edilmişlik sıfatları vardır. Bundan dolayı onun bu mertebesinde bu sıfatlar da ona izâfe olunur. Fakat Hakk’ın vücûdunun ahadiyyet mertebesi, yânî Sırf Zât mertebesi, dikkate alınacak olursa, hakkıyye ve hálkıyye sıfatlarının hepsi zâtında mahv ve helâktedir. O mertebede Hak lezzetlenme ve elemlenmeden münezzehdir ve tenzîh­den dahî münezzehdir. Çünkü münezzeh oluş dahî bir sıfattır.

Şimdi bu sırrı anlayınca imkân mertebesinde elem ve lezzet duyanın kim olduğunu bildiğin gibi, hâllerden her bir hâli ta’kîb edenin de ne şey olduğunu bilirsin. Ve “karşılık” hâlin “akîbi yânî arkasından geleni” oldu­ğu için “ukûbet”” ve “ıkâb” ismini kazandı. Ve “ıkab” sözlük anlamıyla hayırda ve şerde mümkündür. Ve meselâ dünyevî ve âhiret işlerini de içine almaktadır. Nitekim açlık bir hâldir ki, onu yemek yeme hâli tâ’kîb eder.

Ve yemek yeme hâlini de tokluk hâli ve tokluk hâlini tabîî boşaltma hâli ve tabiî boşaltma hâlini aynı şekilde, açlık hâli ta’kîb eder. Ve her bir hâlin arkasından gelen hâl, önceki hâlin “karşılığı”dır. Bu düstû­ru sonsuz hallere tatbîk et! Âhiret işlerinde de böyle­dir. Ve bir hâlin arkasından oluşan ikinci hâl, önceki hâle tâbi’dir.Eğer önceki hâl hoş ise, karşılığı da hoş olur; nâhoş ise, ikinci hâli de nâhoş olur. Yânî ne ekersen onu biçersin. Meselâ birisine küfredersen küfür ile karşılık görürsün. Ve bunun üzerine kıyas et!…Beyit:

Tercüme: “İyi olsun kötü olsun, kim ne yaparsa kendine yapar. Ki­şinin kendi eliyle yaptığını onun hakkında kimse yapmaz.”

İşte ikinci hâl, ilk hâli ta’kîb ettiği için ona “ukûbet” ve “ı­kâb” denildi. Ancak şer’î örf “hayır” dediğimiz hâlî ta’kîb eden karşılığa, yânî ikinci hâle “sevâb'; ve şerri ta’kîb eden karşılığa da “ı­kâb” olarak isim verdi. Ve kulun ilk hâlinin gerektirdiği veyâ taleb ettiği ikinci hâli ne ise onun üzerine âit olup döndüğü için dîn, “âdet” olarak isimlendirildi. Demek ki bu îtibarla dîni “âdet” ma’nâ­sına da almak mümkündür.

Nitekim şâirin biri şu “Ümm el-Huvaris’in önünde böyle yapmak senin dînindi” mısrasında dîni, “âdet” ma’nâsında kullanmış, “Senin âdetin” de­meyi amaçlamıştır. Ve “âdet” denildiği zaman, aklen anlaşılan ma’nâ, bir işin aynıyla kendi hâlinde geri dönüşüdür. Oysa ilk işin aynı ile geri dönmesi vücûdda olacak bir şey değildir. Çünkü “âdet” denil­diği zaman aklen tekrâr ma’nâsı anlaşılır. Tecellîde tekrâr yoktur. Bel­ki gibi oluş ve benzeyiş vardır.

Örneğin bu yazdığımız satırları yük­sek ses ile birisine karşı okuduk. Okurken nefesimizi harf ve ses ile kesîfleştirerek salıverdik. Muhâtabımız bu ibâreleri tekrâr okuma­mızı teklîf etti. Bir daha okuduk. Bu ikinci okuyuş, önceki okuyuşun aynı değildir; belki benzeridir. Çünkü, önceki okumada dışarıya verdiğimiz ne­fes, ikinci okumada sarf ettiğimiz nefesin aynı değildir. Bu hâli, bilim daha çabuk kabûl eder. Çünkü nefes, kan gazlarının çıkışıdır. Bi­zim önceki okuyuşumuzda ciğerlerimizden çıkardığımız kan gazlarının zerreleri dışarıdaki havaya karışıp gitti. İkinci okumadan çıkan kan gazlarının zerreleri ise gidenin aynı değildir; belki onun gibi ve benzeridir.

Ve aynı şekilde sesimizi muhâtabımızın kulağına ulaştıran ses dalgaları da ilk ve ikinci okumadakilerin aynı değildir; onun gibi ve benzerdir. Velâkin, duyulardaki bu benzer oluş “tekrar” kelimesinin kullanılmasına sebeb oluyor. İşte bu benzer oluş sebebiyle Kur’ân-ı Kerim’de “iâde” ta’bîri kullanılmıştır. Nitekim buyurulur:

(21/ENBİYÂ-104)

“Yevme natvis semâe ke tayyis sicilli lil kutubi, kemâ bede’nâ evvele hálkın nuîduh”

“O gün biz gökleri, kitaplar tomar olup büküldüğü gibi düreriz. Onu ilk hálk etmeye başladığımız gibi iâde edeceğiz.”

Bilim ile ilgilenenler bilirler ki gökler dediğimiz gök cisimleri var oluşlarının başlarında parlak bulut hâlinde idiler. Bun­ların fezâda küre hâlinde dönüşlerinde merkezkaç kuvveti se­bebiyle, kendilerinden birer küreler koparak onların etrâfında dönmeye başladılar. Uzun dönüşlerin geçmesiyle katılaştılar. Mer­kezde kalan kütle, büyüklüğü dolayısıyla soğumayıp ve katılaşmayıp ateş buhârı halinde kendi yörüngesinde döndü.

Ve kendinden kopan soğuyan ve katılaşan cisimleri ısısıyla ısıttı ve ışığıyla aydınlattı. Yânî bu sistemin güneşi oldu. Fezâda bu gibi sistemler sayısız ve hesapsızdır. Bi­zim sistemimiz de Merkür, Venüs, Dünyâ, Mars, Jüpiter, Satürn, Ura­nüs, Neptün gezegenlerinden oluşup Güneş et­rafında dönerler. Üzerinde bulunduğumuz Dünyâ’ya göre, Güneş ve yedi gezegen ve Mars ile Jüpiter arasındaki küçük asteroidler bizim göğümüz, yânî ulüvvümüzdür.

Ve bu konudaki bâzı îzâhlar Îdrî­s Fassı”nda mevcût olduğu gibi, Îsâ Fassı’nda da gelecektir. Ve hilkatin başında gökler ve “yer”in bitişik olduğu halde, bir dîğerinden ayrıldığı âyet-i kerîmede beyân buyurulur:

(21/ENBİYÂ-30)

E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma

Hakîkati örtenler göklerin ve yerin bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz ikisini ayırdık.

Bundan anlaşılır ki, en büyük kıyâmette tomar hâlinde yazılmış bir kitâbın sayfaları nasıl dürülüp bükülürse, gökleri oluşturan cisimler de, ölçülerini kaybederek bir diğerleriyle çarpışacak ve bu çarpışmadan çok büyük bir ısı ortaya çıkıp hepsi eriyecek ve ki­tap sayfalarının dürülmesi gibi birbirine dürülerek yine parlak bulut hâline gelecek; ve fakat bu parlak bulut, güneş sistemimizi oluşturan parlak bulutun aynı değil, onun gibi ve benzeri ola­caktır. İşte bu benzerliğe dayanak olarak Hak Teâlâ:

(21/ENBİYÂ-104)

“kemâ bede’nâ evvele hálkın nuîduh”

“Onu ilk hálk etmeye başladığımız gibi iâde edeceğiz.”

âyet-i kerîmesinde “iâde” sözünü kullanmıştır.

Ondan sonra şehâdet âleminin taayyünü, zuhûrlarına müsâid bu­lunmayan sonsuz ilâhi isimlerin mazharlarını ihtivâ ede­bilecek olan bir taayyünde, o parlak buluttan,

(14/İBRÂHÎM-48)

“Yevme tubeddelul ardu gayrel ardı”

“O gün yeryüzü başka bir yeryüzüne döndürülür.”

âyet-i kerîmesindeki işâret yönüyle cismâni cen­net ve cehennemi içine alan bir âhiret sistemi var olur ki, bu cismâniyyette, şehâdet âlemi gibi, nefsâni oluşum gâlib olmayıp rûhâni oluşum gâlib bulunur. Ve rûhlara verile­cek kalıblar da, şehâdet âlemindekilerin aynı olmayıp, aynı şekilde on­lar da, rûhâni oluşum gâlib olmak üzere, başka kalıblar veril­mek sûretiyle ba’s olunurlar. Nitekim âyet-i kerîmede buna işâret buyrulur:

(35/FÂTIR-9) “fe ahyeynâ bihil arda ba’de mevtihâ, kezâliken nuşûr” “Böylece yeryüzünü ölümünden sonra onunla diriltiriz. Yeniden dirilme, işte bunun gibidir.”

Çünkü kış mevsiminde meyvesiz ve yapraksız kalarak ölü hâline gelen ağaçla­rın ilkbaharda açan çiçekleri geçmiş senenin aynı değildir. Belki onların benzeridir. Hak Teâlâ Hazretleri “İşte yeniden dirilme de bunun gibidir” buyuruyor. Ve bundan açıkça anlaşılır ki, ba’s gününde herkese başka kalıblar verilecektir. Bundan dolayı var edilişte tekrar yoktur. Çünkü tekrârın sebebi darlıktır. Hak Teâlâ ise Vâsi’­dir.Ve bu sebeple tecellîlerine bir son yoktur.

Şimdi Cenâb-ı Şeyh (r.a) “âdet” hakkında örnek vermek sûretiyle îzâh vermeye başlayıp buyururlar ki:

Lâkin âdet, idrâk edilebilir hakîkattir; ve benzeşme sûretlerde mevcûddur. Şimdi biz biliriz ki muhakkak Zeyd, insanlıkta Amr’ın aynıdır. Oysa insanlık dönüşmedi. Çünkü dönüşseydi, çoğalırdı. O ise “bir” olan hakîkattir. “Bir” ise, kendi nefsinde çoğalmaz. Yine biz biliriz ki, şahıs oluşta muhakkak Zeyd, Amr’ın aynı değildir. Şimdi iki­sinde de şahsiyetin vücûdu, şahsiyyeti sebebiyle tahakkuk etmekle berâber, Zeyd’in şahsı, Amr’ın şahsı değildir. Bundan dolayı biz bu benzerlikten dolayı histe, insâniyyet dönüştü, deriz ve gerçek hükümde dönüşmedi deriz. Böyle olunca onun bir yönüyle “âdet” yoktur ve bir yönüyle âdet vardır. Nitekim bir yön ile “karşılık” vardır ve bir yön ile yoktur. Çünkü “karşılık” aynı şekilde mümkünde, mümkünün hallerinden bir hâldir. Ve bu bir mes’eledir ki, bu hâlin âlimleri, ondan gaflettedirler, yânî lâyık olduğu üzere onun îzâhından gaflettedirler. Yoksa onlar, onu bilmez değildirler. Çünkü o, hálk edilmişler üzeri­ne hâkim olan kader sırrındandır (9).

Yânî vücûdda zâhir olan sûretlerde benzeyiş mev­cûd olduğundan âdet ve tekrar yok ise de, bu “âdet” dediğimiz küllî kavram, akıl mertebesinde sâbittir. Çünkü akıl, bir şeyin aynı ile tekrârı ve dönüşü ma’nâsını idrâk ve bu ma’nânın vücûdunu ka­bûl eder; fakat o idrâk edilebilir hakîkati hâricde ve duyu mertebesinde temsîl eden şahıslar ve fertler zâhir olduğunda, görülür ki o şahıslar bir di­ğerinin aynı değildir; belki benzeridir. İşte bu sûret­lerdeki benzerliği “âdet” ve “tekrar” zannettiler. Yoksa bun­lar tekrar değildir.

Meselâ biz biliriz ki, insâniyyet, akıl mertebesinde sâbit “bir” olan hakîkattir. “Bir” ise dâimâ “bir”dir. Kendi nefsinde aslâ çoğalmaz. Bu “bir” olan hakîkati duyu mertebesinde açığa çıkaran Zeyd ile Amr, insâniyyette bir dîğerinin aynıdır. Çünkü her birisi ayrı ayrı insâniy­yet ma’nâsını açığa çıkarır. Böyle olmakla berâber insâniyyet tekrar etmez. Eğer tekrar etse idi, çoğalırdı.

Diğer taraftan Zeyd ile Amr’da şahsiyyetin varlığı, onlardaki şahsi kesâfet ve görünüşlerindeki husûsiyyet dolayısıyla tahakkuk etmekle berâber, Zeyd’in şahsı, Amr’­ın şahsı değildir. Velâkin aralarında benzeyiş vardır. İşte bu benzeyişten dolayı biz duyularımızla, insâniyyet dönüştü deriz. Çünkü “bir” hakîkat olan insâniyyeti açığa çıkaran şahısların ve fertlerin sûretlerinde benzeşme vardır. Bundan dolayı “dönüşüm” ve “tekrar” benzeşme îtibârıyladır.

Ve ikinci hâl, duyularda önceki hâlin benzeri olduğu için ona “dönüşüm” genellemesi yapılır. Ve gerçek hükümde ise, insâniyyet dönüşmedi deriz. Çünkü bir olan idrâk edilebilir hakîkât, şahısların çoğalması ile çoğalmaz. Demek ki hakîkat yönünden insâniyyet­te bir yön ile âdet yoktur. Çünkü o hakîkat, dâimâ kendi mertebesin­de, yânî akıl mertebesinde durur ve aslâ oradan ayrılmaz. Ve­lâkin, şahısların benzeşmesi yönünden duyu mertebesinde insâniyyette “âdet” vardır. Şu halde insâniyyette bir yön ile âdet ve tekrar yoktur ve bir yön ile vardır.

Nasıl ki “karşılık” bir yön ile vardır ve bir yön ile de yoktur. Çünkü karşılık mümkünün hallerinden mümkünde bir hâldir. Yânî yukarıda îzâh edildiği üzere, ilk hâl ikinci hâli ta’kib ettiği yön ile bu ikinci hâl, ilk hâlin “karşılığı”dır. Bundan dolayı bu îtibâr ile “karşılık” var­dır. Ancak ikinci hâl, mümkünün diğer halleri gibi, mümkünün bir hâ­linden ibâret olduğundan ve hâl ise “karşılık” olmadığından, bu îtibâr ile “karşılık” yoktur. Örneğin açlık insanın bir hâlidir. Onu yemek yeme hâli ta’kîb eder. Bundan dolayı açlık hâlinin “ukubet”i ve “karşılığı” yemek yeme hâlidir. Fakat yemek yeme hâli, açlık hâli gibi insanın hallerinden bir hâl olduğundan ve insan hayâtı ise hallerinin tamamından ibâret olup, bu haller ise “karşılık” olmadığından, bu îtibârla yemek yeme hâli “karşılık” değildir. Ve aynı şekilde amel iyi olsun kötü olsun, insanın hallerinden birer hâldir.

Ve her bir hâli bir sûretin oluşumu ta’kîb eder. Ve her bir sûret ikinci hâldir. Ve bu ikinci hâl o amelin karşılığıdır. Ancak, o ameli işleyen kimsenin Rabb-ı hâssı olan ilâhî isim, ondan ilk önce bir amelin çıkması hâlini ve ikinci olarak, o amele uygun olan sûretin oluşumu hâlini gerektirdiğinden, bu iki hâl o kimsenin ayn-ı sâbitesinin îcâb ettiği hallerden bir hâl olur. Bundan dolayı iyi amel sâhibinin fiiline karşılık, oluşan güzel sûret ve kötü amel sâhibinin fiiline uygun olarak oluşan çirkin sûret, bu îtibâr ile “karşılık” değildir.

Bunun daha açıkçası budur ki, insan fertleri ilâhi isimlerden birer ismin görünme yeridir. Ve o isimler, onların Rabb-i hâsslarıdır ki, alınlarından tutup onları sırât-ı müstakîmi üzerinde kendi ke­mâlleri tarafına çekip götürür. Bundan dolayı her bir ismin hazînesin­de saklı olan eserler ve hallerin hepsi kendi görünme yerinde mutlaka açığa çıkacaktır.

Ve bu haller ve eserlerin devamlı çıkması ve zuhû­ru elbette karşılık değildir. Belki hallerden birer hâldir. Fakat bir anda zuhûr eden hâli, diğer anda zuhûr eden hâl “ta’kîb” ettiğinden ve ikinci hâl birinci hâlin uygunu olarak zâhir olduğundan, bu ikinci hâle “karşılık” denilmiştir. Demek ki bir yön ile cezâ vardır, bir yön ile de yoktur.

İşte bu îzâh edilen mes’ele, öyle bir mes’eledir ki, bu ilmin âlimleri, onda gaflet ettiler. Yânî lâyık olduğu üzere, o mes’elenin îzâhında gaflet ettiler. Fakat onların bu îzâhlarının olmayışı, bu mes’eleyi bilmediklerinden değil, belki insanlar üzerinde hükümrân olan kader sırrına bağlı olduğu için onun îzâhını bile bile terk ettiler. Bu mes’eleyi cenâb-ı Şeyh (r.a.), Resûlullah (s.a.v)’ın emri ile istifâde edilmesi için ortaya koyduğunu, bu Fusüsu’l-Hikem’de îzâh buyurdular

Şimdi bu bahisden bir soru ortaya çıkar. Şöyle ki: “İnsân fertlerinden her bir ferdin Rabb-i hâssı olan ilâhî ismin hazînesinde saklı olan haller ve eserler ne ise, mutlaka o zuhûra gelecektir.Ve onun tersine bir şeyin ondan çıkması mümkün değildir. Şu hâlde resûllerin gönderilmesinin ne faydası vardır?” Cenâb-ı Şeyhi Ekber (r.a) Efendimiz bu soruya cevap olmak üzere buyurdular ki:

YÂ’KÛB Fassı- İşin aslında resûller onların hallerine hizmet ederler.

Bilinsin ki, tabîb hakkında, o tabîata hizmet eder, de­nildiği gibi resûller ve vârisleri hakkında da, hálk ile ilgili olarak, ilâhî emre hizmet ederler, deniliyor. Oysa on­lar, işin aslında imkân dâhilinde olanların hallerine hizmet ederler. Ve on­ların hizmetleri, onların aynlarının sâbitliği hâlinde, üzerin­de bulundukları hallerin hepsindendir. Şimdi bak gör ki, bu ne acâib şeydir! (10).

Yânî herkes tabîbi, tabîata hizmet eder ve mizâcı ıslâh için tabî­atı takviye maksadıyla tedâvî eder bilir. Oysa tabîbler işin aslında, imkân dâhilindekilerin hâllerine hizmet ederler. Ve tabîbin amacı da hasta­ların mizâclarını ıslâh olduğu hâlde, bâzı bedenler normal hâlinden uzak olduğundan ve tedâvîye kâbiliyyeti olmadığından, tabîb tedâvî et­tikçe hastalığı şiddetlenir.

Ve bu şekilde tabîbin hizmeti, hastanın tabîatının iyileşmesine değil, onun bedeninin isti’dâdına olmuş olur. İşte bu­nun gibi herkes kerem sâhibi resûlleri ve onların vârisleri olan hürmet sâhibi evliyâyı, genel hálk hakkında ilâhî emre hizmet eder bilirler. Oysa onlar, işin aslında, imkân dâhilindekilerin hallerine hizmet ederler.

Yânî resûllerin ve vârislerinin maksadları, rûhların ve nefislerin ma’nevi hastalıklarını gidermek olduğu hâlde, bâzı nefislerin, gayr-ı mec’ûl yânî yapılmamış olan isti’dâdları dolayısıyla, hidâyete kâbiliyeti olmadığından, onlar da’vet edip irşâd et­tikçe, bunların sapması artar.

Şimdi tabîbler ile resûllerin çalışmaları, bedenler ile nefislerin sıhhat ve hîdâyetleri için olduğu hâlde, sıhhat ve hidâyete kâbiliyeti olmayan kimselerin hastalıkları ve sapkınlıkları artar. Ancak onların çalışmaları, sıhhat ve hidâyete kâbiliyyeti olanlar hakkında faydalı olur.

Çünkü onların hizmetleri, hizmet ettikleri kimselerin gay­r-ı mec’ûl yânî yapılmamış isti’dâdlarının ortaya çıkmasına sebep olur. Demek ki bunların imkân dâhilindeki aynlara hizmetleri, o aynlar ilâhî ilimde ne hâl üzere sâbit ol­muşlar ise, işte o hallere göredir.

Bundan dolayı Hz. Şeyh-i Ekber (r.a), tabîbler ve resûllerin kasdettikleri şeyden başka bir şeye hizmet ettiklerinde şaşırarak bak gör ki, bu ne kadar acâib bir şeydir, buyururlar. Ve hakîkatte insan çalışmasını belirli bir amaca sar­fettiği halde, onun altında gizli olan ve kasdettiği şeyin dışında bulunan bir netîcenin hâsıl olması acâib bir şeydir.

YÂ’KÛB Fassı- Resûller ve vârisleri Hakk hizmetinde,tabiât hizmetindeki tabîblere benzerler

Şu kadar ki, burada istenen hizmetkâr, hizmet edilenin halleri indinde, ya hâl ile veyâ söz ile vâkıf olan hizmetkârdır. Çünkü, ancak tabîb hakkında, eğer ona elverişli hüküm ile giderse, tabîata yardımcıdır, denilmesi doğru olur. Çünkü ta­bîat hastanın bedeninde özel bir mizâc verdi ki, o sebeble “hasta” denildi ve eğer tabîb ona yardım etse idi, böylece hastalığın miktarında, onun sebebiyle artış olurdu. Ve ancak sıhhatini istediği için onu durdurur. Oysa sıhhat dahî, bu mizâca uymayan başka bir mizâcı inşâ et­mek sûretiyle, aynı şekilde tabîattandır. Şimdi bu durumda tabîb tabîatın hizmetkârı değildir. Ve o, ancak hasta bedeni tedâvi etmemesi yönünden ona hizmet eder. Ve o mizâcı ancak yi­ne tabîat ile değiştirir. Böyle olunca onun hakkında, genel bir yön ile değil, özel bir yön ile çaba sarfeder. Çünkü bu mes’­elede genelleme doğru olmaz. Şimdi tabîb, tabîata hizmet edicidir; hizmet edici değildir. Resûller ve vârisleri de, Hak hizmeti hak­kında bunun gibidir (11).

Yânî tabîb, tabîatın ve resûller ile onların vârisleri de emr-i ilâhî­’nin hizmetkârıdırlar. Şu kadar var ki, istenen hizmetkâr, hizmet ettiği kimsenin halleri indinde, ya hâl ile veyâ söz ile duran bir hizmetkârdır. Örneğin hizmet edici tabîb ise, isti’dâdı helâke doğru olan bir hastayı ne kadar tedâvîye çalışırsa çalışsın, bu tedâvî hâli ile onun helâkine çalışmış olur.

Ve aynı şekilde söz ile ne kadar tıbbi nasîhatlarda bulunursa bulunsun, hastanın helâkine sebeb olan şeyle em­reder. Şu hâlde, tabib tabîatın hizmetkârıdır, demek doğru olmaz. Ancak eğer tabîb, tabîatın kendisine yardımı olan bir hüküm ile, te­dâvî emrinde yürürse, o zaman tabîatın hizmetkârıdır, denilmesi doğru olur. Çünkü tabîat, hastanın bedeninde özel bir mizâc meydana getirdi.

Ve tabîatın doğurduğu bu mizâc sebebiyle hastaya, hasta denildi. Yânî hastalık dahî tabîat gereklerindendir. Eğer tabîb, mutlaka tabîata hizmet etse idi, tabîat sebebiyle oluşan hastalığa yar­dım eder ve hastalığın miktarını ve hastalığın seyrini çoğaltırdı. Oysa tabîb, sıhhati istemekten dolayı tabîatı hastalıktan men’eder. Bununla birlikte sıhhat dahî, hastalığa sebebiyet veren bu mizâca aykırı olarak başka bir mizâc inşâ etmek sûretiyle, yine tabîattan oluşur. Bu takdirde tabîb mutlaka tabîatın hizmetkârı değildir.

Mes’eleyi özetleyelim: Tabîb bir hizmet edicidir. Fakat onun hizmeti, hastanın sıhhat kazanması amacına yönelik olduğu hâlde, eğer hastanın isti’dâdı helâkini gerektiriyor ise, tedâvî ile hâl olarak ve tıbbi nasîhatlar ile söz olarak gerçekleşen hizmetleri helâke sebeb olur. Demek ki onların hizmeti hastanın isti’dâdına tâbi’dir.

Bu şekilde tabib, be­dendeki hastalığa sıhhat vermesi yönünden mutlaka tabîata hizmet edicci değildir. Ancak maraz dediğimiz hâl, tabîattan ortaya çıktığından ve tabîb dahî, isti’dâdı helâke meyilli olan hastadaki hastalığın miktarını tedâvî ile arttırdığından, bu yön ile tabîata hizmet edici olur.

Ancak bu hizmet, ne onun amacıdır ve ne de kendisinden beklenen bir hizmettir. Belki ondan istenen hizmet, hastanın mizâcını değiştirip ona sıhhat vermek idi. Böyle olun­ca mizâcın ıslâhı yönüyle tabîb, tabîata hizmet edici olmadı. Demek ki ta­bîb tabîata hem hizmet edicidir; ve hem de hizmet edici değildir. Şu hâlde, ta­bib genel olarak tabîatın hizmet edicisidir, demek doğru olmaz.

İşte nebîler ve onların vârisleri olan evliyâ da, Hak hizmetinde tabîblere benzerler. Ümmeti mes’ud ve ıslâh ettiklerine göre ilâ­hî emre hizmet ederler. Ve isti’dâdsız olan kimselere hidâyet bahşedici olmadıklarına göre de hizmet etmezler.

Bu sûrette onlar, da’vet et­tikleri kimselerin â’yân-ı sâbiteleri neyi gerektiriyorsa, işin aslında ona hizmet ederler. Yânî saîdin saâdetinin artmasına ve şakînin şekâvetinin artmasına hizmet edicidirler. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) resûllerin ve vârislerinin Hak hizmetinde tabîblere benzeyişlerinin ayrıntısına başlayıp buyu­rurlar ki:

YÂ’KÛB Fassı- Böyle olunca resûl tebliğ edicidir, başka değil.

Ve Hak, mükellefin halleri hakkında, hükümde iki yön üzeredir. Şimdi kuldan iş, Hakk’ın irâdesinin gerektirdiği şeyin yönü üzere gerçekleşir. Ve Hakk’ın irâdesi de, Hakk’ın ilminin gerektirdiği şeye bağlı olur. Ve Hakk’ın ilimi de ma’lumun yânî bilinenin kendi zâtından Hakk’a verdiği şeye bağlı olur. Bundan dolayı o, ancak kendi sûretiyle zâhir oldu. Böyle olunca resûl ile vâris, irâde ile olan ilâhî emre hizmet edicidirler; irâdeye hizmet edici değildirler.Şimdi o, mükellefin saâ­detini talebden dolayı, onun üzerine, onunla gelir. Eğer ilâhi irâdeye hizmet etse idi, nasîhat etmezdi. Oysa ancak bununla, yânî irâde ile nasîhat etti. Şimdi resûl ile vâris, nefisler için âhiret tabîbidir. Onun emri hîninde Al­lah’ın emrine itâatkârdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ’nın emrine bakar; ve onun irâdesine bakar. Yânî Hakk’ı, irâdesine muhâlif şeyle ona emrettiğini görür. Oysa ancak Hakk’ın irâde ettiği şey olur. Ve işte bu­nun için emr gerçekleşti. Şimdi emri murâd etti, gerçekleşti ve me’mûra emr edip, olmasını murâd etmediği şey de me’mûrdan gerçekleşmedi. Böyle olunca muhâlefet ve itâatsizlik olarak isimlendi. Böyle olunca resûl tebliğ edicidir, başka değil (12).

Yânî Hak Teâlâ Hazretleri mükellefin halleri hakkında iki yön üzere hükmeder: Birisi bâtınî, diğeri zâhirîdir. Bâtınî hüküm kulun, ilâhî ilimde ayn-ı sâbitesinin sâbitliğinde, Hakk’a verdiği ilim neden ibâret ise, ilâhi ilmin bu ilme bağlı olmasıdır. Yânî eğer kulun ayn-ı sâbitesi mü’min olarak ilâhî bilinen olmuş ise, Hak onun îmânına hükmeder.

Ve kâfir olarak ilâhî bilinen olmuş ise küfrüne hükmeder. Bundan dolayı kuldan iş, Hakk’ın irâdesinin gerektirdiği şeyin yönü üzere gerçekleşir. Yoksa ilâhî ilimde mü’min olarak sâbit olandan, şehâdet âleminde küfür ve kâfir olarak sâbit olandan da îmân çıkmaz. Ve Hakk’ın ilminin gerektirdiği şey, eğer îmân ise, Hakk’ın irâdesi îmâna ve eğer küfür ise, küfüre bağlanır.

Ve Hakk’ın ilmi de, ma’lûm olan kulun ayn-ı sâbitesinin kendi zâtından Hakk’a verdiği şey, îmân ve küfürden hangisi ise ona bağlı olur. Çünkü, yukarıda îzâh edilmiş olduğu üzere, Hakk’ın il­mi, ma’lûm olan kulun ayn-ı sâbitesine ve irâdesi de, ilmine tâbi’­dir. Demek ki kul, ancak ma’lum şey olan ayn-ı sâbitesinin sûre­tiyle zâhir oldu.

İşte bu, Hakk’ın kul hakkında bâtınî hükümdür ki, buna “emr-i irâdî” derler. Diğeri Hakk’ın zâhirî hükmüdür ki, resülleri vâsıtasıyla bütün kulları hakkında istisnâ olmaksızın olan hükmüdür. Buna da “emr-i teklîfi” derler.

Şimdi kulun ayn-ı sâbitesi gereğince, ilâhi irâde onun îmânı­na olur ve resûlün da’veti üzerine de îmân eder. Bu şekilde resûl irâde ile olan “emr-i teklîfi”ye hizmet edici olur. Yâhut kulun ayn-ı sâbi­tesi gereğince, ilâhi irâde onun küfrüne olur; ve resûlün dâve­ti üzerine de îmân etmez. Bu şekilde resûl, tebliğ yönünden “emr-i teklîfı”ye hizmet edici olur. Ancak resûl, her iki şekilde de, “ilâhi irâde”ye hizmet edici değildir.

İşte resûl ve vâris, mükellef kulun saâdetini taleb ettiği için, o kul üzerine ilâhî emir, ya’nî “emr-i teklîfi” ile gelir. Çünkü kulun saâdeti “emr-i teklîfî”ye itâatkâr olmasındadır.

Bundan dolayı mükellef kuldan kabahâtli fiil çıktığında, resûl ve vâris onun saâ­detini istedikleri yön ile, ilâhî emirden ibâret olan şerîatla redde­derler. Eğer mutlaka “ilâhi irâde”ye hizmet etse idiler, o kabahâtli fiili reddetmezlerdi. Çünkü hayır ve şer Hakk’ın irâdesi ile açığa çıkar. Oysa resûl ve vâris, ancak irâde ile nasîhat ettiler. Yânî ilâhî ilimde sâbit oldu ki, resûller, kulların ezelî isti’dâdları ne hâli gerektirirse gerektirsin, onları genel bir şekilde şerîata da’vet ede­ceklerdir. Bu da’vet üzerine onlar ister îmân etsinler, ister etmesin­ler, tebliğ açısından eşittir.

Ve ilâhi irâde’de bu sâbit olan ilme bağlanmıştır. Bundan dolayı resûlün dâ’veti ve nasîhati, an­cak ilâhi irâde ile olmuş olur.

Şimdi resûl ile vâris, insanlardaki ahlâki ve ma’nevi hastalıkları tedâvîye çalıştıkları yön ile âhiret tabîbidir. Cenâb-ı Hak, “Kullarımı da’vet et!” diye emrettiği zaman, Hakk’ın bu emrine boyun eğerek hálkı da’vet eder. Fakat bir, Allâh’ın zâhirî ve teklîfi emrine, bir de bâtınîsi ve irâdî emrine bakar ve görür ki; Hak kendisine ilâhi irâdesine muhâlif bir şeyle emretmiştir. Oysa işin aslında ancak Hakk’ın irâde ettiği şey açığa çıkar. Onun irâde etmediği şeyin olması mümkün değildir.

Ve olan şeylerin hepsi, onun irâdesi olduğundan dolayı olmuştur. Bundan dolayı resûl ve vâris, zâhirde da’vet ettiği zaman, olmasına ilâhi irâde bağlanmış olan iş olur.Ve eğer Hakk’ın resûl lisânı ile me’mûr kula emrettiği şeyin olmasına ilâhi irâdesi bağlanmamış ise, o işler me’mûr kuldan açığa çıkmaz. İşin me’mûr kuldan gerçekleşmemesine “muhâlefet” ve “itâatsizlik” adı verilir. Velâkin bu isimlendirme, zâhirî ve teklîfi emre göredir. Yoksa ilâhi irâdeye göre itâatsizlik ve muhâlefet olarak isimlendirilmez.

Çünkü kulun alnından çekip götüren hâs ismi ondan râzıdır ve kendisinden râzı olunan ise saîddir ve ilâhi irâde de bu husûsa bağlanmıştır. Nitekim İsmâîl Fassı’nda beyân olundu ve diğer ayrıntılar da Hûd Fassı’nda gelecektir. Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: “Kazâ olması yönünden küfre râzıyım. Bu rızâ, bizim çekişmemiz ve kötülüğümüz olması yönünden değildir. Küfür, kazâ yönünden muhakkak küfür değildir. Eğer küfür der isen, Hakk’a kâfir demek lâzım gelir. Bundan dolayı sen Hakk’a kâfir deme ve burada durma!” Bu beyt-i şerîfin ayrıntıları Uzeyr Fassı’nın sonlarında mevcûttur. Ve aynı şekilde Hz. Hayyâm buyurur:

Tercüme: “Hak Teâlâ benim istediğim şeyi murâd etti. Benim iste­miş olduğum şey ne vakit savâb olur? O’nun istemiş olduğu şey, bütünüyle savâb ise, benim istediğim şey de hep hatâdır.”

Yânî ayn-ı sâbitem ne taleb etmiş ise, Hak Teâlâ onun zuhûrunu murâd etmiştir. Ve onun murâdı vücûd feyzi vermektir. Bundan dolayı, onun murâdı hep savâbdır. Ve benim murâdım ise hep hatâ olduğundan soru bana yönelir, Hakk’a değil!

(21/ENBİYÂ-23)

Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûne

O yaptığı şeylerden mes’ul değildir. Ve onlar mes’uldür.

Şimdi “emr-i irâdî” kulların her biri hakkında neden ibâret olursa ol­sun, resûl ve vâris onların hepsine, aynı seviyeden “emr-i teklîfî”yi teblîğ eder. Onların vazîfesi ancak budur. Başka bir şey değildir.

Soru: Mâdemki ezelde kulun ayn-ı sâbitesi, isti’dâd lisânı ile Hak’­tan neyi taleb etmiş ise, Hak onu irâde etmiştir. Ve Hakk’ın irâde­sine aykırı olarak bu dünyada bir şeyin olması mümkün değildir ve etkili olan “emr-i irâdî”dir; şu hâlde resûllerin gönderilmesi ile kulları aynı seviye üzere “emr-i teklîfi”ye da’vetten ne fayda oluşur?

Cevâb: Faydası çoktur. İlk olarak tabîi kirler ile kirlenmiş olan nefislerin temizlenme sebebidir. Beşer fertlerinin nebîlere tâbî oluşları oranında, ezelî isti’dâdlarının mertebeleri ortaya çıkar.

Örneğin işin aslında Hâdî küllî isminin altında birçok ilâhi isimler vardır ki, birbirleri arasında üstünlük ve farklılık mevcûddur. Bun­ların görünme yerleri olan kullar, tabîi kirlilikler ve bunun îcâblarından olarak hayvâni hükümler ile vasıflanmış bulundukça bilinemez. Nite­kim, çamur ile kaplanmış olan kıymetli mâden ve taş parçaları, su ile temizlenmedikçe bir dîğerinden fark edilemez. Ve kıymet­çe mertebelerini anlamak mümkün olmaz. Eğer su ile temizlenirse altın ve gümüş ve platin veyâ elmas ve pırlanta ve la’l ve yâ­kût parçaları kendilerini gösterirler.

İkinci olarak, resûllerin dâveti bir mihenktir. Sûret îtibârıyla bir dîğeri­nin aynı gibi görünen sahte ile gerçek, ancak bu dâvet ile ortaya çıkar. Çünkü ilâhi isimler, Hâdî ve Mudill ve Dârr ve Nâfi’ gibi cemâlî ve celâlî olarak bir dîğerine karşılıklıdır. Sûrette bir dîğerine benzeyen insan fertlerinden bâzıları Hâdî ve bâzıları da Mudill isminin görünme yeridirler. Dâvet olmasa, bunlar bir dîğeriyle eşitlik da’vâsında bulunurlar. Ancak, resûllerin dâveti olduğunda Sıddîk, Ebû Cehil’den ayrılır. Ve bu mihenk vâsıtasıyla, aralarında çok büyük bir fark olduğu ortaya çıkar.

Üçüncü olarak bu da’vet, ilâhi isimler arasındaki üstünlüğü ve farkı, fii­len açığa çıkardığından, Allah için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbit olur. Nitekim daha önce ayrıntılı olarak anlatılmış idi.

YÂ’KÛB Fassı- “Festekım kema ümirte” yânî ”Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol” (11/112)

İşte bunun için Resûl (a.s.) “Festekım kema ümirte” yânî ”Emr olunduğun gibi istikamet üzere ol” (Hûd, 11/112) sözünün, içinde barındırdığı şeyden dolayı, “Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyârlattı” buyurdu. Şimdi onu “Kemâ ümirte yânî emrolunduğun gibi ol” ihti­yarlattı. Çünkü o bilmez ki, irâdeye uygun olan şeyle mi emr olundu? Tâ ki o şey olsun; veyâhut irâdeye mu­hâlif olan şeyle mi me’mûr oldu? Tâ ki olmasın. Ve hiçbir kimse, irâde hükmünü bilmez. Ancak murâdın gerçekleşmesinden sonra bilir. Allah’ın basiret gözünü açtığı kimse istisnâdır. Şimdi imkân dâhilindeki aynlar sâbit oldukları hâl­de, oldukları hâl üzere idrâk eder. Böyle olunca bunun üze­rine gördüğü şeyle hükmeder (13).

Yânî “emr-i irâdî” başka ve “emr-i teklîfî” başka olduğu ve resûl ise her birerleri hakkındaki emr-i irâdî neden ibâret olursa olsun, kulların hepsine eşit olarak “emr-i teklîfi”yi tebliğe me’mûr bulundu­ğu için, Resûl (a.s), tebliğte özeni barındırmış olan,

(11/HÛD-112)

Festekim kemâ umirte

Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol! âyet-i kerimesinden ve bunun benzerleri olan

(5/MÂİDE-67)

bellıg mâ unzile ileyke min rabbike ve in lem tef’al femâ bellagte risâletehu

Rabb’inden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun risâletini tebliğ etmemiş olursun. ve

(18/KEHF-6)

Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim

Neredeyse onların arkasından kendini helâk edeceksin.

gibi diğer Kur’ân âyetlerinden dolayı; “Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyârlattı” buyurdu. Çünkü Resûl ancak teblîğe me’mûrdur.Nitekim buyurulur:­

(5/MÂİDE-99)

Mâ aler resûli illel belâgu

Resûl’ün üzerine tebliğten başka bir şey yoktur.

Oysa “emr-i teklîfi”nin “emr-i irâdî” ile münâsebeti yoktur. Münâsebetin olmayış sebebi bu­dur ki, Hak bir şeyin gerçekleşmeyeceğini bilir. Ve onun gerçekleşmemesini, bu ilmine dayanarak irâde eder. Ve ilim de me’mûr kulun ayn-ı sâbitesindeki hâline ve isti’dâdına tâbi’ olur. Yânî onun bu hâli ve isti’dâdı Hakk’a o ilmi verir. Şimdi Hak Teâlâ, Re­sûl lisânı ile kullarına “Namaz kılın, oruç tutun!” diye genel bir şekilde emreder. Bununla birlikte bu kulların içinde bu emre uyacaklar ve uymayacaklar vardır.

İşte bu emirde “irâde” yoktur. Eğer olsa idi, kulların hiçbirisi muhâlefet edemez idi. Böyle olunca, me’mûrun ayn-ı sâbitesinde gizli olan muhâlefet ve isyânın açığa çıkıp adâlet gereğince kendisine azâbın yönelmesi; ve isti’dâdlı olanların ve emre uyanların da saâdetinin açığa çıkması, “emr-i teklîfi” irâde olmaksızın Resûl lisânı ile kullara genel ve eşit olarak teblîğ olundu.

Eğer böyle olmasa, muhâlif kulun ayn-ı sâbitesinde potansiyel olarak mevcûd olan şekâvet açığa çıkmaz ve şekâvet açığa çıkmayınca, azâb için ilâhi delîl sâbit olmaz idi. Mün’im yânî Nimetlendirici ve Muazzib yânî Azâblandırıcı’nın hükümlerinin açığa çıkması için bu, böyle oldu.

Şimdi Resûl (a.s.) “emr-i teklîfî”yi teblîğe me’mûr olmakla berâber, acabâ “irâde”ye uygun şeyle mi me’mûr oldu ki, o şey gerçekleşecektir. Veyâhut “irâde”ye muhâlif olan şeyle mi me’mûr oldu ki, o şey gerçekleşmeyecektir. Bunu bilmediği yön ile ızdırab duyar. Çünkü Resûl, hálkı da’vetle kayıtlı iken, kulların a’yân-ı sâbitelerindeki isti’dâdlarından ve îcâbet edip etmeyeceklerinden örtülüdür.

Eğer da’vete îcâbet etmeme durumu isti’dâdında bulunanlara vâkıf olsa, onu da’vet etmekten yana gevşeklik gelir ve dâ’vet işinde noksan üzere olur ve bu şekilde de, aynlar arasında farklılık olmaması îcâb eder idi. Resûl bu örtüye dayalı olarak, da’vetin “irâde”ye uygun mu, yoksa muhâlif mi olduğunu bilmez. O ancak da’vete me’mûrdur.

“İrâde”ye uygun olan emirden bahse lüzum yoktur. Çünkü bu emir, Resûl’den çıkınca, gerçekleşir. Ancak “irâde”ye muhâlif olan emri teblîğ ettiği zaman, îcâbet olunmadığını görüp ızdırab duyar. Ve “irâde”ye muhalif olduğu için îcâbet olunmadığını anlamaz. Eğer da’vette kendi noksânına yükleyip mübâlâğa etse,

(2/BAKARA-286)

Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ

Allah kimseyi kapasitesinin üstünden mükellef kılmaz.

kerîm sözüne muhâlif ola­rak kapasite ve tâkatten hâriç bir şeyle emretmiş olmasından çekinir. Çünkü Resûl, âlemlere rahmettir. Kapasite ve tâkatten fazla teklîfe me’­mûr değildir. Ve delîlin açığa çıkmasından mübâlâğa etmek ümmetin helâki­ne çalışmaktır.

Ve eğer tâkat getirilemeyecek teklîften çekinip da’vette mübâlâğa etmezse, îcâbet edilmediğini görünce, kendisinin da’vette nok­sânına yükler. Bundan dolayı bu sebepler ile ıztırâba düşer. Bu­nun için “Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyârlattı” buyurmuştur. Çünkü Hüd Sûresinde, emir ve yasakta istikâmet üzere olması emr olunur. “Kemâ ümirte yânî emrolunduğun gibi ol” kaydı, da’vet emri tarafını kapsayınca, Resul’ü da’vet emrine şevklendirir ve bu konuda onu ihmâl ve gevşeklikten korur.

Ve korkutma için olursa, da’vet edilen tarafı kapsar ki, bu durumda ona kapasite ve tâkatinden fazlasını teklîf etmemek lâzım gelir. Bundan dolayı Resûl (a.s), “Kemâ ümirte yânî emrolunduğun gibi ol” kaydından anlaşılan iki emr arasında tereddüd edici olur. Böyle olunca da’vet emri, Resûl hakkında ilâhi imtihandır.

Ve irâde hüküm ancak gerçekleştikten sonra bilinir. Örneğin Ebu Ce­hil imân etmedi ve küfür üzere gitti. Ancak bu hâlin gerçekleşmesinden sonra Ebû Cehil’in îmân etmemesi hakkında ilâhi irâdeye bağlı olduğu ve onun ayn-ı sâbitesinin talebinin küfür olduğu anlaşıldı. Ve aynı şekilde Resûl (a.s), amcaları olan Ebû Tâlib’in îmân etmesini son derece arzû buyurduğu ve ona tebliğde mübâlağa ettiği hâlde,

28/KASAS-56

İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’

Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hîdâyete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hîdâyete erdirir.

ayet-i ke­rîmesi inince hakkındaki “emr-i irâdî”nin onun hidâyete ermemesi olduğu belli oldu. Evvelce onların bu halleri kat’i olarak belli olmuş değil ve îmân etmeleri ümîd edilir idi. Bununla berâber, Hak Teâlâ Hazretleri bir kimsenin basîret gözünü açınca, o kimse irâde hükmünü, mu­râdın gerçekleşmesinden önce bilir. Yânî bir kulun ayn-ı sâbitesindeki hâ­line bakarak, kendisinden saâdet ve şekâvet eseri açığa çıkmadan önce, onun saîd veyâ şakî olduğunu bilir; ve o kul hakkında ona göre hükmeder.

YÂ’KÛB Fassı- “Ben, benim ile ve sizin ile ne işlenir olduğunu bilmem” (Ahkaf, 46/9)

Ve bu, bâzı insanlara, bâzı zamanlarda olur; her zaman olmaz. Hak Teâlâ: “ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm“ (Ahkaf, 46/9) Yânî “Sen de ki: Ben, benim ile ve sizin ile ne işlenir ol­duğunu bilmem” buyurdu. Böyle olunca perdeyi açıkça belirtti. Ve kasıt, ancak özel bir husûsa vâkıf olmaktır, başka değil (14).

Yâni bu, irâdenin hükmünü murâdın gerçekleşmesinden önce bilmek husû­su, bâzı insanlara zaman zaman olur. Bütün zamanın her anında olmaz. Burada “bâzı insanlar”dan kasıt, nebîler (a.s) ile evliyânın kâmilleridir. Çünkü, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bakışında insan onlardır. Diğer beşer fertleri, her ne kadar sûrette insan iseler de, sîrette hayvan olduklarından, bu gibi ilimler onlardan örtülüdür.

Ve insan-ı kâmile olan bu keşif de, devâm üzere olmaz. Onun için “Müşâhedetü’l-ebrâr beyne’t-tecellî ve’l-istitâr”; yânî “Ebrâr-ı kirâmın müşâhedesi tecellî ve örtünme arasındadır.” buyurulmuştur. Ve bu hâli beyânen cenâb-ı Sa’dî buyurur: Manzûme:

Tercüme: “Biri o oğlunu kaybedenden, yânî Ya’kûb (a.s) dan sor­du ki: Ey parlayan bir mücevher olan akıllılık pîri! Mısır’dan Yûsuf (a.s)’un gömleğinin kokusunu duyardın. Niçin Ken’ân’daki kuyunun için­de onu görmez idin? Cevâben buyurdu ki: Bizim hallerimiz ci­hânın şimşeği gibidir. Bir an zâhir ve diğer an gizlidir. Ba’zan ârem-i a’lâda, yânî semâda otururuz; ba’zan da bastığımız yeri görmeyiz. Eğer dervîş bir hâl üzere kala idi, iki âlem elden giderdi, Yânî dünyâ ve âhiret hükümlerine tâbî oluş mümkün olmaz idi.”

İşte bunun için Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Habîb-i Ekrem’ine hitâben

(49/AHKÂF-9)

“ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ bikum”

“Yâ Habîbim sen de ki: Benim ile sizin ile ne işlenir olduğunu bilmem.”

buyur­du. Ve bu mübârek hitâb ile perdeyi açıkça belirtti. Yânî bâzı insanların irâde hükmünden perde içinde olduklarını açıktan açığa beyân buyur­du.Ve bu hâli te’yîd eden açık delîllerden biri de budur ki:

Bir seferde (S.a.v) Efendimiz’in “Kusvâ” nâmındaki develeri kaybolmuş ve aranmasını emir buyurmuşlardı. Münâfıklar dedikoduya başlayıp dediler ki: “Bize gâibden haber verdiği hâlde devesinin ne­rede olduğunu bilemiyor!” Hak (celle ve alâ) Hazretleri bu hâli, Nebiyy-i zîşân’ınına bildirdi. Bunun üzerine (S.a.v) Efendimiz insanlara hitâben dediler ki: “Ben de Hak Teâlâ Hazretlerinin kulla­rından bir kulum. Bana bildirdiğini bilir ve bildirmediğini bilemem. Şimdi Hak Teâlâ bana haber verdi ki, devem filân yerde, yu­ları bir ağaca takılmış olduğu hâlde duruyor. Oradan alıp getiriniz!” Bu nebevî ihbâr üzerine deveyi bulup getirdiler.

Şimdi kâmil ârif birliği müşâhede ettiği zaman, çokluktan perdelenir, yânî çokluğu görmez ve çokluğu müşâhede ettiği zaman da, birliği müşâhededen perdelenir, yânî birliği görmez. Bununla berâber bi­zim, “Bu keşif bâzı insanlara ba’zan ve zaman zaman olur” demek­ten kastımız, ilâhi ilimde sâbit olan a’yân-ı sâbitenin hepsinin toplu hallerine vâkıf olmak demek değildir. Belki özel bir husûsa vâkıf olmaktır. Bundan başkası değildir. Çünkü bütün â’yân-ı sâbitenin hallerine ve onlar hakkındaki irâde hükmüne ihâta yolu üzere ilim, ancak Allah Teâla’ya mahsûstur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur:

(2/BAKARA-255)

“ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe”

“O’nun ilminden O’nun dilediğinden başka bir şey ihâta edemezler” aynı şekilde

(65/TALÂK-12)

“ve ennallâhe kad ehâta bi kulli şey’in ilmâ”

“Allah’ın herşeyi ilmiyle ihâta ettiğini bilesiniz.”

Ve ihâta yolu üzere olan ilim, Hakk’ın kendi nefsine olan ilmidir ki, bu ilim mutlak ilimdir. Ve mutlak ilmin zevki, yine mutlak Zât’a mah­sûstur. “İnsân-ı kâmil” ise, mutlak Zât’ın kayıtlı olarak açığa çıkmasından ibârettir. Ve kayıtlı olanın “Mutlak”ı ihâtası mümkün değildir. İşte bu sırra dayalı olarak, mutlak Zât mutlak ilminden bâzılarına İnsân-ı kâmili vâkıf kılar. Beyit:

Tercüme:

 Mey meclisinde bir iki kadehe kanâat et, git!

 Dâim olmaz bu vâsıl oluş, etme tama’ boş yere!

İlk yazımın bitişi: 25.Aralık.1915 Cumartesi sabâhı;

ilâve sûretiyle tekrâr yazılması: 01.Kasım.1920

YÂ’KÛB Fassı- Mesnevi-i Şerif’ten Alıntılar

Mesnevi:

Büyük enbiyâ hazarâtının isti’dâdsız olan kimselere hidâyet­ bahş olmadıkları bu Ya’kub Fassı’nda beyân buyurulmuş idi. Mesnevi-i Şerîfin üçüncü cildinde bu ma’nâ Hz. Mevlânâ (r.a.) tara­fından ayrıntılı olarak buyurulduğundan, bu bahsin tercüme ve şerh sûretiyle bu yüksek fassa eklenmesi uygun görüldü:

Tercüme: “İsâ (a.s)’nın ahmaklardan dağbaşına firârı ve bir kimse­nin onu ta’kib ederek soru sorması.”Mesnevî:

Tercüme: “Îsâ b. Meryem (a.s.) bir dağa kaçar idi. Güyâ arslan onun kanını dökecek idi. Birisi onun arkasından koşup: “Hayrola, arkan­da kimse yoktur. Kuş gibi ne kaçıyorsun?” dedi.” Mesnevî:

Tercüme: “O, aceleyle öyle çabuk koşuyordu ki, kendisinin sür’a­tinden o sorana cevâp vermedi.”

“Çüft”, Farsçada “cîm” harfinin zammı ile “çüst” yânî “çabuk” ma’nâsına gelir. Hind şârihleri bu kelimeyi Farsçanın “cîm”i ile almışlardır. Ankaravî şerhinde Arapçadaki “cîm” harfinin zammı ile “cüft” şeklinde kaydedilmiş ve “şitâbla cüft”, yâni “eş olduğu hâlde” ma’nâsı verilmiştir.Mesnevi:

Tercüme: “İsâ (a.s.)’ın arkasından bir iki meydan geçti. Daha sonra ciddiyetinin kemâli ile Îsâ (a.s.)’ı çağırdı. “Allah rızâsı için bir an dur! Çünkü senin kaçışından benim bir müşkilim vardır. Ey kerîm, kim­den bu tarafa kaçıyorsun? Arkanda ne arslan, ne düşman korkusu ve ne de başka korku yoktur!” Mesnevi:

Tercüme: “Git, ahmaktan kaçıyorum. Kendimi kurtarıyorum. Ba­na bağ olma, dedi.”

Şerh: “Ahmak”tan murad, âhiret işinde ayırım yapamayan kimseler­dir. Zâhiri ilimler ve bilimlerde kılı kırk yaran ve fakat vücûd muammasının nereden geldiğini ve niçin geldiğini ve nereye gittiğini ve niçin gittiğini anlamak merâkını hissetmeyen kimselerden zekâ­ ve gerçek ayırd edicilik pek uzaktır. Bu ahmaklar zümresi kendilerinin kâinâtın parçası olduğunu îtirâf ederler. Ve kendileri tarafından bir mak­satla îcâd olunan bir makineye, biri çıkıp da: “Bunda hiçbir maksad yoktur ve bu makine bir bilen ve yaşayan ve irâde edenin yapması değildir. Böylece işleyip harâb olur” demiş olsa, cinnetine hükmederler. Bununla berâber kendileri gibi mükemmel bir makinenin bir Hayy-i Alim’in ve bir Mürîd-i Muktedir’in yapımı olmadığına inanırlar. Ve bu durumdan kendileri çüz’ oldukları hâlde, küll olanın daha mükemmel ve kendilerinin sâhip olmadığı vasıflar ile vasıflandığı netîcesi çıkacağını idrâk etmezler. Oysa onlara “Küll, kendi cüz’ünün vâsıflarına sâhip olmaz” denilse gülerler. Bunların zâhiri ilimlerdeki dikkâtlerine bakın, bu hükümlerindeki gafletlerine bakın!

(59/HAŞR-2)

“fa’tabirû yâ ulîl ebsâr”

“Ey basiret sahipleri, artık ibret alın!”

İşte bunun için Hz. Mevlânâ (kuddise sırruhu’l-a’lâ) efendimiz bir beyt-i şerîflerinde:

Yânî “Böyle bir kimse zâhiri ilimlerde mutlak zeki olsa bile mâ­demki onda bu ayırıcılık yoktur, o ahmaktır.” buyururlar. Ve (S.a.v.) Efendimiz’in “Akıllı benim dostumdur, ahmak ise düşmanım” hadîs-i şerifinde beyân buyuru­lan ahmak, bu zümreden olan ezelî hamdır. Bunlara nebîlerin nasihatları te’sîr etmez.Mesnevî:

Tercüme: “O kimse dedi: Sonuçta sen o Mesîh değil misin ki, körler ve sağırlar senden doğrulur ve şifâ bulur? Hz. İsâ: Evet, dedi. O kimse: Sen o şâh değil misin ki, gaybın hayret verici mahallisin? Sen o efsûnu bir ölü üzerine okuduğun zaman, av avlamış arslan gibi sıç­rar, dirilir! İsâ (a.s) dedi: Evet, o benim. O kimse cevap verdi ki: Ey güzel yüzlü çamurdan kuşlar yapan sen değil misin!” Mesnevî:

Tercüme: “O kuşa üflersin de hemen cân bulur. Derhâl havada uçar.” Bu beyit (Ankaravî nüshasında mevcûd değildir. Hin­d nüshâlarında mevcûttur.) Mesnevi:

Tercüme: “Îsâ (a.s) buyurdu: Evet! O kimse dedi: O halde, ey pâk rûh her ne istersen yaparsın, korku kimdendir? Böyle bir delîl ile cihânda kimdir ki senin kölelerinden olmasın? Îsâ (.a.s) buyur­du ki: Teni îcâd eden ve ezelde cânı hálk eyleyen Hakk’ın pâk zâtına yemin ederim ki ve O Allah’ın zâtının ve sıfâtının hürmeti hakkı için ki, felek onun aşkından yakasını, bağrını yırtmıştır, o efsûn ve ism-i a’zamı ki, ben körler ve sağırlar üzerine okudum; iyi oldu. Taşlı dağ üzerine okudum; yarıldı. Cisim hırkasını kendi vücûdu üzerinde göbeğine ka­dar yırttı. Ölmüş bir ten üzerine okudum; diri oldu. Leşe üzerine okudum; bir şey oldu.” Mesnevî:

Tercüme: “Onu, ahmağın kalbi üzerine, muhabbetle yüz bin defa okudum; bir çâre olmadı.”

Şerh: “Vüdd” “vâv” harfinin ötreli okunuşu ve “dâl” harfininin şeddeli okunmasıyla “muhabbet” ma’nâ­sınadır. Burada kâfiye için muhaffef olarak kullanılmıştır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a), Ya’kûb Fassı’nda buyurmuşlar idi ki:

“İstenen hizmetkâr, hizmet edilenin halleri indinde, ya hâl ile veyâ söz ile vâkıf olan hizmetkârdır.” Yânî rûhları ve nefisleri dirilten büyük enbiyâ hazarâtı, hidâyete kâbiliyeti olmayan kimselere, her ne kadar söz ile nasîhat etseler ve hâl ile ümmetlerine numûne olmak üzere, ibâ­detler getirseler, onların azgınlıkları ve şaşkınlıkları artar. Bu sûrette mümkünün “ayn”ı nasıl gerektiriyorsa, enbiyâ da o gereklerin indinde durur. Bundan dolayı nebîlerin vazîfesi, an­cak genele “emr-i teklîfi”yi tebliğten ibâret olup,

(28/KASAS-56)

“İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’”

“Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hîdâyete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hîdâyete erdirir.”

âyet-i kerîmesi gereğince, hidâyet ehli olmayan ahmakların kalplerini îmân nûru ile aydınlatmaya hizmet edici olmazlar. İşte Hz. İsâ (a.s)ın sözü, bu hakikâti be­yân eder ve bu sırrı açığa çıkartır. Mesnevi:

Tercüme: “O ahmak katı taş oldu; ve o huydan dönmedi; kum ol­du ki ondan hiç ekin bitmez.”

Şerh: Hakk Teâlâ hazretleri şekâvet ehlinin kalplerini,

(2/BAKARA-74)

“Sümme kaset kulûbukum min ba’di zâlike fe hiye kel hıcâreti ev eşeddu kasveten, ve inne minel hıcâreti lemâ yetefecceru minhul enhâr”

“Daha sonra sizin kalpleriniz taş gibi, belki taştan daha katı oldu. Ve gerçekten taşın bâzısından ırmaklar akar”

âyet-i kerîmesiyle vasıflandırdı. Yânî şekâvet ehlinin kalb­leri, taştan daha aşağı bir mertebededir. Çünkü taştan hálkın faydalanmasını gerektiren haller gözükür. Fakat bu ahmakların kalplerinden fayda gözükmesi şöyle dursun, belki hálka zararı dokunacak şeyler peydâ olur. Onun için (S.a.v) Efendimiz, hadîs-i şe­rîfleri ile ahmakların sohbetini terki emir buyurdu ve akıllılardan ayrı kalmayı yasakladı.

Tercüme: “O kimse dedi: Hikmet nedir ki, o mahalde Hak ismi ona fayda etti de, burada etmedi? O da hastalıktır, bu da hastalıktır. Niçin Hak ismi ona devâ oldu da, buna olmadı? Dedi: Ahmaklık hastalığı Allah’ın kahrıdır. Körlük hastalığı ise kahır değil, belki beladır. Bela bir hastalıktır ki, merhameti çeker. Ahmaklık bir hastalıktır ki, zahmet getirir. Ahmaklık zahmeti zahmet doğurur. O şakînin çâre arayıcılığı merhamet değildir.”

Şerh: Nebîlerinin çâre bulamadığı ahmaklık ve şekâvetin ilâhî kahır olduğu beyân buyuruluyor. Acabâ bu zümrenin çâresiz olan ahmaklık ve şe­kâveti kendilerine nereden bulaşmıştır?

Bu sorunun cevâbı Ya’kûb Fass’nda geçmiştir. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyurmuş idi ki; “Kula hayrı kendi zâtının gayrı vermedi. Ve ona hayrın zıddını ken­disinden başkası vermedi. Belki kul zâtını Mün’im ve Muazzib’dir. O ancak kendi nefsini kötülesin! Ve ancak kendi nefsine övgüde bulunsun! Şu halde, Hakk’ın onlara ilminde, Allah için hüccet-i bâliga yânî apaçık delîl sâbittir.Çünkü ilim, ma’lûma tâbi’dir.”

Şimdi kulun ayn-ı sâbitesindeki hâl neyi gerektiriyorsa, Hakk’ın o hâl üzere bilinenidir ve Hakk’ın irâdesi ise ilmine tâbi’dir. Nite­kim ilâhi sûret üzere mahlûk olan insan dahî, bilinmeyen bir şeyi murâd etmez. Eğer kulun ayn-ı sâbitesindeki hâli şekâvetini gerektiriyor ise, şekâvetle Hakk’ın bilineni olur. Ve şekâveti hakkında da ilâhi irâde bağlanır.

Şekâvetin ilâhi kahır olmasına ge­lince, â’yân-ı sâbite ilâhi isimlerin gölgeleridir. İlâhî kahıra görünme yeri olan kulun ayn-ı sâbitesi, kahri isimlerden birinin gölgesi olur. İlâhi isimler de Hakk’ın gölgeleridir. Bundan anlaşılır ki, bütün mev­cûtların vücûdu, gölgeden başka bir şey değildir. Vücûd, ancak gölge sâhibi olan Hakk’ındır. Zıtlık ve çekişme, ancak bir dîğerine karşılık olan ilâhi isimlerin çekişmesi ve zıtlığıdır.

Ey hakîkat tâlibi, bu mâ’rifet bâdesini içip, neşesiyle zevklere gark oldun ise, rahat olur ve rahatın kemâliyle ilâ­hi saltanatı seyreder ve nâ-mahremler hakkında da cenâb-ı Hâfız’ın bu beytini okursun: Beyit:

Tercüme:

 “İddiacı istedi ki sırları seyrede

  Gayb eli geldi de nâ-mahremi çekti geriye”

Mesnevî:

Tercüme: “O ahmağın dâğı olan şeyi o mühürlemiştir. O mührün üzerine çâre etmeğe el kâdir değildir.”

Şerh: Geçmiş beyitlerin şerhinde beyân olunduğu üzere, mâdemki Hakk’ın irâdesi, o kimsenin şekâvetine bağlanmıştır ve onlar hakkında da,

(2/BAKARA-7)

“Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâveh”

“Allah onların kalplerinin ve kulaklarının üzerini mühürledi ve gözlerinin üzerine perde çekti.”

buyurulmuştur; artık nebîlerin ve onların vârisleri olan evliyâ­nın nasihatları onlara te’sir etmez. Çünkü resul ve vâris “emr-i teklîfi’ye hizmet edici olup genel bir şekilde, Hakk’ın emrini teblîğ ederler; yoksa onlar, “emr-i irâdi”ye hizmet edici değildirler. Mesnevî:

Tercüme: “Ahmaklardan kaç; çünkü Îsâ (a.s) kaçtı. Ahmağın soh­beti çok kanlar döktü. Hava suyu azar azar çalar. İşte ahmak da sizden böyle çalar. O ahmak ısıyı çalar ve soğukluk verir. Al­tına bir taş koyan kimse gibi.”

Şerh: (S.a.v.) Efendimiz, ahmağın sohbetinden yasakladığı ve İsâ (a.s) da kaçtığı için, sen de ahmaklardan kaç! Çünkü seni mâ’nen öldürür. Hava, buharlaşan suyu nasıl ki yavaş yavaş ve azar azar çalarsa, ahmak şakî de sendeki imân nûrunu öylece yavaş yavaş çalar. Ve aynı şekilde, altına taş koyup oturan kimsenin ısısını o taş nasıl çalıp kendi soğukluğunu verirse, ahmak da sendeki ilâhî aşk ısısını ve imânı öylece çalar. Ve küfrün ve inkârın soğukluğunu verir.

Nitekim her gün bu hâlin binlerce örneğini görüyoruz. Ebeveyni sâlihlerden olup, onların terbiyelerini alan nice zeki evlâdlar, birkaç sene Avrupa’da hayat geçirmekle onların küfür ve inkâr zulmetlerine bürünüp gelmişlerdir. Ve bunlarla sohbet eden birçok îmân sâhiblerinin kalplerinde günlerin geçmesiyle onların küfür ve inkârları yavaş yavaş yerleşmiştir. Akıl gözleri kör, ve muhâkeme kuvvetleri sağlıksız ve ayırt etme duyuları bâtıl olup, ma’nâsına ve belâga­t derecesine aslâ vâkıf olamadıkları Kur’ân-ı Mecîd’e “Zekî bir arabın uydurmasıdır” demekten çekinmemişlerdir. O Kur’ân-ı Mecîd ise bunla­rı muhâkemeye da’vet ediyor. Kulakları işitmediğinden:

(7/A’RÂF-179)

“ve lehüm âzânun lâ yesmeûne bihâ”

“Onların kulakları vardır, onunla işitemezler.” buyuruyor. Tefekkür etmeye da’vet edip,

(47/MUHAMMED-24)

“E fe lâ yetedebberûnel kur’âne em alâ kulûbin akfâluhâ”

“Hâlâ Kur’ân’ı tefekkür etmezler mi. Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var.” buyuruyor: Onlar tefekkür etmeye yaklaşmıyorlar:

(7/A’RÂF-179)

“lehüm kulûbun lâ yefkahûne bihâ”

“Onların kalpleri vardır, onunla idrâk etmezler.” buyuruyor. Ve nihâyet onların hayvanlardan daha şaşkın bir halde bulunduklarını haber vererek,

(7/A’RÂF-179)

ulâike kel en’âmi bel hum edallu”

Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da delâlettedirler.”hük­münü veriyor.

Soru: Nebîler ve evliyâ, “ilâhi irâde”ye hizmet edici olmadıklarından, şakî olan ahmağa hidâyet bahşedici değildirler denilmiş idi. Nebîlerin bun­lara te’sîri olmadığı halde, şâkilerin ezelî hidâyet ile hidâyete ermiş olan mü’minîne ne te’sîri olur ki, onların sohbetlerinden sakınılması tav­siye edilir? Bakılırsa nebîler ezelî şâkilere hidâyet etmedikleri gibi, şâkilerin de, ezelî hidâyet sâhiplerini saptıramaması lâzımdır.

Cevap: Şüphe yoktur ki, ezelî şekâvet sâhipleri, ezelî saâdet sâhiplerini bu saâdet dâiresinden dışarı çıkaramazlar. Fakat bir mü’min bu gibi kâfirler ve fâcirlerin sohbetiyle zamanını geçirirse on­ların rengine boyanıp, geçici olarak bâzı celâli isimlerin te’sîri altına girer. İşte bu vakit ondan inkâr ve itâatsizlik türleri gözükür. Oysa kabahatli fiillerden her birisinin birer kabahat sûreti pey­dâ olup,

74/MÜDDESÎR-38

Küllü nefsin bimâ kesebet rehînetun

Bütün nefsler kazandıkları sebebiyle rehinedir.

âyet-i kerîmesi gereğince, bu sûretler amellerin sâhibini kuşatarak hapseder ve onu ulvî âleme yükselmekten meneder.Ve eğer Hak af ve vazgeçme ile muâmele buyurmaz ise, bu kabahâtlerin sûretleri vâsıtasıyla azâb duyucu olur ve Hak ona ukubetle teslimiyet gösterir. Çünkü Ya’kûb Fass’ında beyân edilmiş idi ki, kulun her bir hâlini diğer hâli ta’kîb eder. Ve ikinci hâl ilk hâlin ukubetidir ve onun karşılığıdır. Hal, araz kabîlinden olmakla be­râber, mutlaka bir sûrete bürünür. Nitekim Mesnevi-i Şerîf’de açıkça beyân buyurulur. Mesnevî:

Tercüme: “Gönülde yer tutan her bir hayâl, mahşer gününde bir sûret olacaktır. Senin vücûdun üzerine gâlib olan bir hâlin sûretlenmesiyle haşr edilmen kaçınılmazdır. Mahşer gününde her arazın bir sûreti vardır. Her bir arazın sûretine nöbet vardır. Ne zaman ki, senin elinden bir mazlûma zahmet erişti, o zahmet bir ağaç oldu; ve ondan zakkum peydâ oldu. Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup senin kuyruğu­nu tutar.”

Bu belâlar, mü’minîne şekâvet sâhiplerinin sohbetinden doğar. Bununla berâber ezelî saâdeti dolayısıyla mü’mine güzel bir son nasîb olacağından, bu azâbda kâfirler gibi ebedî kalmaz. Çünkü onda bu sıfat geçicidir. Kâfirler gibi aslî değildir. Bundan dolayı temzilendikten sonra, bu azâbdan kurtulur ve ni’metler cennetine dâhil olur. Bu hâl vücûduna pislikler bulaşan kimsenin, hamamın gâyet sıcak olan halvetinde temizlenmesine benzer. Temizlendikten sonra devamlı olarak orada kalmasına gerek yoktur. Geçici olarak bazı isimlerin te’sîri altına dâhil oluş esâsı, ezelî şekâvet sâhipleri için de olur. Nitekim, vahiy kâtibinin biri îmân etmiş ve (S.a.v.) Efendimiz’e arkadaş olmuş iken daha sonra dînden dönmüştür. Bu kıssa Mesnevî-i Şerîfin ilk cildinde anlatılmıştır. İşte o kimse Nebiyy-i zîşân’a arkadaş olmakla geçici olarak Cemâli isimlerin te’sîri altına girmiş ve daha sonra ezelî şekâveti hükmünü yerine getirmiştir. Îtibâr, başlangıç ve sona olduğundan, bu gibiler ebedi ateşin içinde olurlar. Bu bahiste çok sözler vardır. Ancak, ârife bu kadar işâret yeterlidir. Mesnevî:

Tercüme: “O Îsâ (a.s)ın kaçışı korkudan değil idi. O emîndedir. Öğretmek için idi. Eğer karakış ufukları doldurur ise, kuvvetle parlayan güneş için ne gam vardır!”

Şerh: Ya’nî Îsâ (a.s.)’ın ahmaktan kaçışını, kendisine ondan zarar gelir korkusuyla oldu zannetme! Büyük nebîler hazarâtı emîn makâmındadır. Onlar hiçbir havâ ile kımıldamayacak şekilde sağlamlık ve kuvvet sâhipleridir. Onun bu kaçışı, ancak her renge bo­yanmak ve her rüzgârın estiği yöne kapılmak isti’dâdına sâhip bulunan kalbinde zaaf olanlara öğretmek için idi. Ve onların veresesi olan Evliyâ-ı kirâm hazaratı dahî:

10/YÛNUS-62

E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

Muhakak ki Allah’ın evliyâsına korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar.

âyet-i kerîmesi gereğince, her türlü korkulardan emîn­dirler. Onlar parlaklık sâhibi olan güneşe benzerler. Eğer kış mevsimin­de soğuk ufukları tutsa, güneşe ne te’sîri olur? Bundan dolayı bu saâdet­lilerin ahmaklara yakın olmalarında, kendileri için hiçbir mahzûr düşünülemez. Fakat noksanların ahmakların sohbetlerinden sakınmaları zorunludur. Çünkü, onlar henüz parlayan güneş olmadıklarından kendilerindeki îmân ateşi küfrün soğuk parçası ile yok olur. Ve geçmiş beyitlerin şerhinde îzâh olunan belâlara tutulurlar.

İlk yazımın bitişi: 29.Aralık.1915 Çarşamba gecesi.

Değiştirerek yazımın bitişi: 3.Kasım.1920 Çarşamba sabâhı.