YÛSÛF Fassı- Hayâl hazreti de inâyet ehli hakkında vahyin başlangıcının ilkidir.

YÛSUF KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “NÛRİYYE HİKMETİ”NİN BEYANINDA OLAN FASSTIR.

“Nûriyye hikmeti”nin Yûsuf Kelimesine tahsîs edilmesindeki sebeb budur ki, misâl âlemi, nûr âlemi ve Yûsuf (a.s.)’ın keşfi de “misâlî”dir. Ve Yûsuf (a.s)’a, misâli hayâl sûretlerinin keşfine bağlı olan nûriyye saltanatı zâhir oldu. O da en kâmil yönü üzere “tâbîr ilmi”dir. Yûsuf (a.s)’dan sonra bu ilmi bi­len, o hazretin mertebesinden bilir ve onun rûhâniyyetinden alır.

Ş imdi hakîkî nûr bir nurdur ki, onun vâsıtasıyla eşyâ idrâk olu­nur, fakat kendisi idrâk olunmaz. Çünkü o, bağıntılar ve izâfetlerden soyut oluşu yönünden Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin zâtının aynıdır. İşte bunun için (s.a.v) Efendimiz’den “Rabb’ini gördün mü!” diye sorulduğunda “Bir nurdur, ben onu nasıl görürüm?” Yânî o soyut nûrdur; onu görmek mümkün değildir, buyurdular. Bundan dolayı zâtın aynı olan hakîkî nûru görünme yerleri ve bağıntılar ve izâfelerden soyut oluşu îtibârıyla görmek ve idrâk etmek mümkün değildir. Ancak, mertebe perdelerinin arkasından görünme yerlerinde idrâk mümkündür. Rubâî:

Tercüme: “Güneş felek üzerine bayrağı diktiği zaman, onun ışığında göz, nurdan kamaşır. Ancak, bulut perdesinden göründüğü zaman, bakan kusursuz olarak tamâmen onu görür.”

“Nûr”un zıddı olan “zulmet”e gelince, kendi idrâk olunmadığı gi­bi, kendisiyle de bir şey idrâk olunmaz. Ve hakîkî nûr ile zulmetin arasında bulunan “ışığın” hem kendisi idrâk olunur ve hem de onun­la eşyâ idrâk olunur. Bu üçünden her birinin kendisine özel bir şe­refi vardır:

Hakîkî nûr’un şerefi, öncelik ve asâlet yönündendir. Çünkü o, her örtülü olanın ortaya çıkmasına sebebdir. Ve zulmetin şerefi, hakîkî nûra bitişikliği iledir. Ve bir de hakîkî nûr, zulmet ile idrâk olu­nur; çünkü onun zıddıdır. Ve her şey zıddıyla ortaya çıkar. Ve ışığın şerefi de, ikisinin arasında olması ve nûr ile zulmetin karışık olmasından vücûda gelmekle iki şerefi taşıyıcı bulunmasıdır.

Hakîkî nûr, salt varlık olan Hakk’ın vücûduna aykırı değildir. Ve salt varlık, onun zıddı olan “yokluk” ile akledilebilir. “Varlık” için nûriyyet olduğu gibi “yokluk” için de zulmet vardır. Çünkü zul­met idrâk olunmadığı gibi, yokluk için de aklen bir taayyün mümkün değildir. İşte bunun için âlem dediğimiz mümkün, “zulmet”le vasıflandırılır. Çünkü “mümkün”, vücûd nûru ile nûrlanıp zâhir olmuştur. Ve onun zulmeti yokluğu yönüyledir.

İşte (sa.v) Efendimiz hazretlerinin: “Hakîkatte Allah Teâlâ hazretleri, hálkı zul­mette hálk etti. Daha sonra onun üzerine nûru serpti, zâhir oldu” bu­yurmaları buna işârettir. Bundan dolayı “yokluk” dediğimiz şey, “varlık” karşılığında akledilebilir olur. Ve “yokluk” ile “salt varlığın” ayrı ayrı idrâki mümkün değildir. Bunları idrâk için aralarında bir vâsıta lâzımdır.

Bundan dolayı bunların arasında taayyün etmiş olan şey, “misâl âlem”inin hakîkatidir. Ve ışık dahi bu vâsıtanın zâ­ti sıfatıdır. Ve üstünde isimler ve sıfatlar âlemleri bulunan “rûhlar âlemi”ne yakınlığından dolayı misâl âlemine nûriyyet gâlibdir. Ve nûr âleminden ibâret olan rûhlar âlemi karşılığında olduğu için var olma ve bozulma âlemi sûretlerine de zulmet gâlibdir.

Şimdi iki şey arasında vâsıta olan bir şeyin iki taraftan birisi­ne nisbeti lâzım geldiği zaman, gâlib olan tarafın vasfolunduğu şeyle vasıflandırılması gerekir. İşte bu sebeble Hz. Şeyh (r.a), bu hikmeti “nûriy­yet”le isimlendirdi. Yoksa hakîkatte, salt nûr oluş değil, ışık oluştur. (Nakdü’n-Nüsûs ve Ya’kub Han Şerhinden özet tercü­me ve bâzı ilâveler ile)

Bu, “nûriyye hikmeti”dir. Onun nûrunun yayılması hayâl hazreti üzerinedir. Ve hayâl hazreti de inâyet ehli hakkın­da vahyin başlangıcının ilkidir (1).

Bilinsin ki, âlemler çokluğuyla berâber beşe ayrılmıştır. Ve ona “hazarât-ı hamse yânî beş hazret” derler. Bu beş hazret, Hakk’ın zuhûru ve açığa çıkmasıdır.

Birincisi -Zât hazretidir. Ve ona “mutlak gayb” derler. Çünkü hiç bir kimse ondan hikâye edemez ve oraya isim ve resim sığmaz.

İkincisi -İsimler hazretidir ki, Hakk’ın onda açığa çıkması “uluhiyyet” iledir.

Üçüncüsü –Fiiller hazretidir. Yânî rûhlar âlemidir ki, Hakk’ın on­da açığa çıkması “rubûbiyyet” iledir.

Dördüncüsü -Misâl ve hayâl hazretidir ki, Hakk’ın muh­telif sûretler ile açığa çıkmasının mahallidir.

Beşincisi -His ve şehâdet hazretidir ki, Hakk’ın var olup taayyün etmiş sûretler ile açığa çıkmasının mahallidir.

Bu sûrette üst hazret “mutlak gayb”; ve alt hazret “mutlak şehâdet” olmuş olur. Ve sen şimdi içinde bulunduğun hazretlerin altı olan şehâdet hazretinden aniden geri dönme yoluyla geriye dönersen görürsün ki, âlemde duyumsanabilir olan her şey, misâl âleminde mevcûd olan her bir şeyin bir misâl ve sûretidir. Sûret ve misâl ise rubûbiyyet hazretinin işlerinden bir iştir. Ve Allah’ın isimlerinden bir ismin sûretidir. Ve her isim de bir sıfatın sûreti ve her sıfat da yüce zâtın bir vechidir ki, var olanlardan bir var olanda o vech ile açığa çıkar.

“Hayâl âlemi” de iki kısımdır: Birisi yukarıda bahsedilen dördün­cü hazrettir ki, ona “misâl âlemi” denildiği gibi “mutlak hayâl”de derler. Diğeri bu misâl âlemine bitişik olup onun cetveli hük­münde olan ve insanın vücûdunda bulunan hayâldir ki, buna da “kayıtlı hayâl âlemi” derler. Bu şehâdet hazretindeki övülmüş ahlâk ve sâlih amellerin mutlak hayâl âlemindeki örneği bağlar, bos­tanlar ve çiçekler ve meyveler ve nehirler ve fenâ ahlâk ve günâh amellerin örneği de akrepler, yılanlar ve karanlıklar olur.

Ve dünyâda insana hangi sıfat galip ise berzâh âleminde, o sıfata uygun bir sûret peydâ olur. Meselâ kibir gâlib olursa kaplan ve gazab ve ha­sed gâlip ise kurt ve şehvet ve utanmazlık, yânî kendi mahre­mi olan kadınların nâ-mahremlerle karışıp görüşmesine göz yummak sı­fatı gâlip ise eşek ve domuz ve hırs ve emel gâlib ise fâre ve karın­ca sûretleri peydâ olur. Mesnevi

Tercüme:

“Gönülde yer tutan her bir hayâl, mahşer gününde bir sû­ret olacaktır.”

“Senin vücûdun üzerine gâlip olan bir sîretin sûretlenmesiyle haşr edilmen zorunludur.”

“Mahşer gününde her arazın bir sûreti vardır; her bir arazın sûretine nöbet vardır.”

“Ne zamanki senin elinden bir mazlû­ma zahmet erişti, o zahmet bir ağaç oldu ve ondan zakkum peydâ oldu.”

“Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup se­nin kuyruğunu tutar.”

Bu bahsedilen sıfatlardan kurtulmuş olanlar ancak nefs tezkiyesi ve kalb saflaştırması yapmış olan kerem sâhibi zâtlardır.

“Kayıtlı hayâl”e, yânî insânî hayâle gelince, onun bir tarafı misâl âlemine ve bir tarafı da insanın kendi nefsine ve bedenine bitişiktir. Mizâc bozukluğu ve­yâ uyku sebebiyle, süflî âlemin sûretlerinden bir sûret, insan hayâlinde basılı ve resimlenmiş olduğu zaman, bilmelidir ki, bu sûretler ancak bozuk hayâller veyâhut karışık rü’yâlardır ve aslâ hakîkati yoktur. Örneğin bir kimse hasta olmakla kendisine birtakım hayâller gelir, sayıklar. Ve aynı şekilde bir kadına muhabbet edip onun düşüncesiyle kendisine şehvet üstün gelir. Uyuduğu zaman onun hayâli ortaya çıkarak buluşmasıyla ihtilâm olur. Veyâhut çok tuzlu yemek yer, uykusunda susuzluk üstün gelir. Rü’yâsında birtakım akar sular ve çeşmeler görür.

Fakat kalp aynası türlü riyâzât ve mücâhedeler ile saflaşmış ve fik­ri gayrılardan ve şehvetlerden hâlî olan bir ârifin hayâl aynasında görülen sûretler, misâl âleminden yansımış ise, ister uyku hâlinde ve ister uyanıklık hâlinde olsun, hak ve sâbittir. Çünkü “misâl âlemi” Hakk’ın ilim hazînesidir, ondan hatâ çıkmaz. Bundan dolayı hayâl tasvirleri iki kısım olmuş olur:

Birincisi: Duyumsanabilir sûretlere uygunluğu olan hayâli sûretlerdir ki, buna “soyut keşif” ve “gaybi sûretlere vâkıf olma” denilir. Ve bu kısım, te’vîle ve tâbîre muhtâç değildir. Nitekim, Resûlul­lah (s.a.v) Efendimiz, Hudeybiye’ye çıkmazdan önce, rü’yâlarında ken­dilerini ashâbıyla berâber, başlarını traş ettirmiş oldukları halde, emîn bir şekilde Mescid-i Harâm’a dâhil olmuş gördüler. Hicretten altı sene sonra bu rü’yâ aynıyla gerçekleşti.

İkincisi: Duyumsanabilir sûretlere uygunluğu olmayan hayâli sûretlerdir ki, buna “hayâli keşif” derler. Ve bu kısım tâbire muhtâc olur. Ve bu tâbîr de görülen hayâli sûretlere uygun olan duyumsanabilir sûretler ile te’vîl sûretiyle gerçekleşir. Nitekim, (S.a.v) Efendimiz’e rü’yâsında bir kâse süt verildi. İçip bir yudumunu Hz. Ömer (r.a.)’e verdi. Bu rü’yâyı ashâb-ı kirâm hazarâtına bildirdiğinde: “Yâ Resûlallah, bunu ne ile te’vil buyurdunuz?” dediler. “İlim ile te’vîl ettim” buyurdular. Uygunluk yönü budur ki, “süt” be­dene gıdâdır. “İlim” de rûha gıdâdır. Ve rü’yâ tâbirinde bir kaide ve kânûn yoktur. Bundan dolayı hayâli sûretlerin keşfine bağlı olan nûrâni ilim, bir kimseye lütfedilmez ise görülen sûretle­rin hakîkatini anlayamaz.

Şimdi “hayâl hazreti” hakkındaki bu îzâhlar anlaşıldıktan sonra, bilinsin ki, bu “nûriyye hikmeti” nûrunun yayılması hayâl hazreti üzerinedir. Yânî mutlak misâlin zâti sıfatı olan nûr, rü’yâ hazreti olan hayâl hazreti üzere yayılmıştır. Ve bu nûrun hayâl hazreti üzerine yayılması da, inâyet ehli olan nebîler (aleyhimü’s-selâm) hakkında vahyin başlangıcının evvelidir. Yânî rü’yâ mevtını olan “hayâl hazreti” nûrun yayılma mahalli olması îtibârıyla ilâhî vahyin kaynağı olur.

YÛSÛF Fassı- “Muhakkak insanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar”

Âişe (r. anhâ) der ki: “Resûlullah (s.a.v.)’a vahyin ilk başlangıcı, sâdık rü’yâ idi. Şimdi o hazretin hâli bu idi ki, gördüğü her rü’yâ, mutlaka gün doğumu gibi apaçık gerçekleşir idi.” Hz. Âişe (r. anhâ) “Onda gizlilik yok idi” diyor (2).

Yânî (s.a.v.) Efendimiz için ilâhî vahyin başlangıcı “sâdık rü’yâ” oldu. Ve rü’yâ, ancak uyku hâlinde olur. Ve nübüvvetin başlangıcı zamânında gördüğü rü’yâ, his ve şehâdet âleminde her gün gerçekleşen gün doğumu vakti gibi açık bir sûrette olur idi. Buna binâen Hz. Âişe (r. an­hâ) “gün doğumu gibi” sözünü “onda gizlilik yok idi” sözüyle tefsîr buyurdu. Ve bu tefsir ile Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’in gördüğü hayâli sûretlerin tâbîre muhtaç olmayıp, “soyut keşif” olduğunu ve bundan dolayı o sûretin şehâdet hazretinde aynen gerçekleştiğini îzâh etti.

Ve Hz. Âişe (r. anhâ)’nın ilmi buraya kadar erişti, baş­ka değil (3).

Yânî Hz, Âişe (r.anhâ) “hayâl hazreti” ile “şehâdet hazretini” ayırdı. Ve ilmi, rü’yâda görülen şeyin başka ve his âleminde gerçekleşen şeyin başka olacağına kadar ulaştı. Onu geçmedi ve buyurdu ki:

“Ve onun müddeti bunda altı ay oldu. Sonra ona melek geldi” (4).

Yânî bu rü’yâda, (s.a.v.)’in müddeti altı ay oldu. Daha sonra şehâdet hazretinde ilâhî vahiy ile melek indi. Bundan dolayı Hz. Âişe (r.an­hâ) şehâdet hazretini, hayâle katmadı. Onu başka, bunu da baş­ka saydı.

Ve bilmedi ki, Resûlullah (S.a.v.) buyurdu: “Muhakkak insanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” (5).

Yânî mü’minlerin annesi Hz. Âişe (r. anhâ), Fahr-i âlem Efendimiz’in “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” buyurmasıyla, şehâdet hazretini hayâl hazretine ve hayâl hazretini şehâdet hazretine dâhil ettiğini ve bununla, gerçekte hissi hayâtı ile hayy olup uyanık olan insanların bâzısı uykudadırlar ve uyku ise hayâl hazretidir ve öldükle­ri zaman bu uykudan uyanırlar, demeyi kast ettiğini bilmedi. Oysa â’ref-i enbiyâ Efendimiz bu hadîs-i şeriflerinde hálk edilmişler âleminde geçerli olan her bir şeyin, gaybi ma’nâlardan bir ma’nânın sûreti ve ilmi hakîkâtlerden bir hakîkâtin “misâl”i olduğuna işâret buyur­muşlardır. Lâkin insanlar gaflet uykusu ve tabîat perdeleri ile perdelenmeleri se­bebiyle var olmuş sûretlerin aynalarında bu hakîkâtleri göremezler. Yânî his âleminden misâl âlemine, misâl âleminden rûhlar âlemine ve rûhlardan aynlar âlemine ve aynlardan isimlere ve zâti işlere geçemezler. Hz. Emîr Kudsi’den beyit:

Tercüme: “Cehâlet uykusu beni harem yakınlığından uzak düşürdü. Yoksa bir kimse cânândan daha yakın olarak hiçbir şeyi görmedi.”

Ancak irâdi ölüm zevkini tadıp bâkî vechin müşâhedesinde helâk olan kimse, bu fenâdan sonra bakâ bulup uyanır. Ve bu şekilde de ma’nânın sûrette tecellî edici olduğunu ve hálk edilmiş sûretlerin, hakîki ma’şûkun güzelliğine ayna olduğunu mânevî keşif ile bilir. Beyt:

Nazmen tercüme:

   Mahbûbumuzun güzelliğine ayna bu âlem

   Her zerrede o vechini gösterdi dem-â-dem

İşte mü’min lerin annesi Hz. Âişe (r.a.)’ın ilmi, (s.a.v) Efendimiz’in

((2/BAKARA-115)

“fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh”

“Ne tarafa dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.” ve

(34/SEBE-47)

“ve hüve alâ kulli şeyin şehîd”

“Ve O herşeye şahîttir.”

âyet-i kerimesi hükmünce, bütün ulvi ve süfli mertebelerde Hakk’ın hüviyetini hâzır ve bütün eşyâda Hakk’ın vechini zâ­hir olarak müşâhede buyurduğunu anlayamadı. Çünkü cenâb-ı Fahr-i âlem Efendimiz bir an Hakk’ın müşâhedesinden ayrılmaz idi.

Ve her ne kadar halleri muhtelif ise de, (S.a.v)’in, uyanıklık hâlinde gördüğü her şey, bu türdendir. Şimdi Hz Âişe (r.an­hâ)’ın dediği altı ay geçti. Belki (S.a.v.) Efendimiz’in dünyâ­da bütün ömrü bu mesâbede idi (6).

Yânî her ne kadar rü’yâ görene göre uyanıklıkta görülen sûretlerin halleri ile uykuda görülen sûretlerin halleri muhtelif ise de, hayâl âleminde görülen sûretlerin her birisinin his âleminde görülen sûretlerin misâli olduğunu dikkate alırsak, haller arasında uyumsuzluk olmadığından (S.a.v.) Efendimiz’in uyanıklık hallerinde gördüğü her bir hâl ve fiil ve sûret, uykularında gördüğü hayâli sûretlerin türündendir. Çünkü fahr-i âlem Efen­dimiz uyanıklık hâlini uyku hâline dâhil etti. Bundan dolayı ­mü’minlerin annesi Hz. Âişe (r. anhâ)’ın “Vahyin altı ay kadarı rü’yâ ile idi” dediği hükümsüz kaldı ve bâtıl oldu. Belki onun ömrünün hepsi dün­yâda rü’yâ mesâbesinde idi. Çünkü uyanıklık hâlinde, his âleminde gördü­ğü sûretlerden her birisinin ma’nâsına bakıp o sûretleri, o baktığı ma’nâlar ile tâbîr buyurur idi. Nitekim rü’yâda görülen sûretler de öylece tâbir olunur. Bundan dolayı uyanıklık hâli, uyku hâli türündendir. “Şimdi Hz Âişe (r.an­hâ)’ın dediği altı ay geçti” sözüyle cenâb-ı Şeyh (r.a), bu şehâdet hazretinde cenâb-ı Âişe’nin söyledikleri “altı ay” sözünün ve aynı şekilde risâlet-penâhînin ömrünün bu Fusûsu’l-Hikem’in ya­zıldığı zaman geçmiş bulunduğuna; ve bundan dolayı o zamânın bu za­mâna göre hayâl olduğuna işâret buyururlar.

O, ancak rü’yâ içinde rü’yâdır. Ve bu türden olarak gelen her şey “hayâl âlemi” ile isimlendirilir (7).

Yânî fahr-i âlem Efendimiz uyanıklık hâlini “insanlar uykudadır” sözüyle uykuya dâhil ettiğinden Hz. Âişe (r. anhâ)nın dediği “altı ay rü’yâ” uyku içinde uykudur. Ve uykuda görülen şey türünden olarak gelen her şey, hayâl âlemindendir. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz’e gelen ilâhî vahiy, ister uykuda sâdık rü’yâ ile olsun, ister his âleminde veyâ histen ayrı olarak kalbine meleğin indirmesi ile olsun, hep­si hayâl âlemindendir. Ve meleğin ona görünmesi de aynı şekilde hayâl âlemindendir.

Ve bunun için, kendi nefsinde bir sûret üzere olup ondan ayrı bir sûrette zâhir olan husûs, tâbîr olunur. Böyle olun­ca tâbir edici, eğer isâbet ederse, uyuyanın uykusunda gördüğü sû­retten, o husûs ne şey üzerine ise, o şeyin sûretine geçer. İlmin “süt” sûretinde görünmesi gibi (8)

Yânî uykuda görülen şey türünden olarak gelen her şeye “hayâl âlemi” denildiği için, kendi nefsinde bulunduğu bir sûretten başka bir sûrette zâhir olan husûs, tâbîre muhtâç olur. Çünkü sûretler başka başka şeylerdir. Fakat ma’nâ îtibârıyla bir olduklarından, aralarındaki bağlantı bulunup tâbîr etmek ve bu iki sûretin ma’nâsı birleştirilmek lâzımdır. Bundan dolayı tâbîr eden kimse, eğer tâbîrinde isâbet ederse, uyuyanın uykusunda gördüğü hayâli sûretin, ilâhi ilimde taayyün etmiş olduğu sûretine geçer. Ve bu şekilde rü’yâda görülen sûret ile o sûretin işâret ettiği diğer sûret, ma’nâ îtibârıyla birlenmiş olur. Nitekim “ilim”, rü’yâda “süt” sû­retinde görünmüştür. Oysa bunlar sûret îtibârıyla başka başka şeylerdir. Fakat ma’nâ îtibârıyla aralarındaki bağlantı bulunup birleştirilir.

Şimdi te’vîlde süt sûretinden ilim sûretine geçti. Bundan dolayı te’vîl etti. Yânî bu süt ile âlakalı sûretin mânası ilim sûretinedir, buyurdu (9).

Ya’nî (S.a.v) Efedimiz rü’yâsında gördüğü “süt”ü kendi sûreti üzeri­ne terk etmeyip, o sûretten “ilim” sûretine geçti. Ve onu te’vîl edip, bu “süt” sûretinin ma’nâsı “ilim” sûretinedir, buyurdu. Çünkü “ilim” ile “süt” gıdâ oluşta bir manâ üzerinedirler. “Süt” bedenin ve “ilim” rû­hun gıdâsıdır. Ancak sûretleri başka başkadır. Nitekim bu birlik ve ayrılık sûrî gıdâlarda da vardır. Örneğin ekmek ile et gıdâ olmak husûsunda bir ma’nâdadırlar, fakat sûretleri ayrıdır.

Ondan sonra (s.a.v)in hâli bu idi ki, ona vahy olunduğu zaman kendisine özel bir yoldan alırdı. Şimdi yanında hâ­zır olanlardan örtülür ve kaybolur idi. Ve örtü ondan kaldırılınca geri dönerdi. Bundan dolayı vahyi ancak hayâl hazretinde idrâk etti. Şu kadar ki ona uykuda denilmez (10).

Yânî (S.a.v) Efendimiz’e vahy olunduğu zaman, kendilerine özel bir yoldan aldıkları için saâdetli huzurlarında bulunanlardan misâli örtüler ile örtülüp gayb âlemine dâhil olarak kaybolurlar idi. Bu gayb örtüsü kaldırılıp açıldığında, şehâdet hazretine geri dönerler idi. Böyle olunca tabî olarak vahyi ancak hayâl hazretinde idrâk etti. Fakat böyle olmakla berâber, onlara uyku isnâd olunup uykuda olan olarak isimlendirilmez. Çünkü uykunun sebebi dimâga bulaşan mizâcî bir iştir. Bunun sebebi ise kalbe dolan rûhânî husûstur ki, o haz­reti şehâdet âleminden alır. Bu ma’nâ ise, his âleminden ­küllî olana kaybolmaksızın olur. Nitekim (S.a.v)’in bu işin sonundaki hâli uyku hâline ters idi. Bu hal de “sine”ye, yânî uykunun başında hafif bir sûrette kendinden geçmeye benzetilebilir.

Ve aynı şekilde melek ona bir adam sûretinde sûretlendiği zaman, o da hayâl hazretindendir; Çünkü o bir adam değildir; o ancak me­lektir ki insan sûretine girdi. Şimdi ona bakan ârif, geçiş yapıp tâ onun hakîkî sûretine ulaştı. Böyle olunca “Bu Cebrâil’dir, size geldi; tâ ki dininizi size öğretmeye” dedi. Oysa, onlara bundan önce “O adamı bana gönderin” demiş idi. Şimdi onlara gözüktüğü sûret yönünden ona “adam” dedi. Sonra da “Bu Cebrâîl’dir” dedi. Bundan dolayı şu sûreti dikkate aldı ki, bu hayâli adamın ma’nâsı o sûretedir. Böyle olunca iki sözde de o sâdıktır: His gözünde olan “ayn”ından dolayı sâdık oldu; ve “Bu Cebrâîl’dir” sözünde sâdık oldu. Çünkü o, hiç şüphe yok ki Cebrâîl’dir (11).

Yânî Resûlullah (a.s.v) Efendimiz’e adam sûretinde sûretlenen melek dahi, hayâl âlemindendir. Çünkü meleğin aslî bir sûreti var­dır. Onu bıraktı, başka sûrette sûretlendi, yânî “adam” sûretinde göründü. Yoksa, o işin aslında beşer değil idi. Hakîkatte melek idi. İşte bu sebebten dolayı o “adam” sûretine bakan ârif, yânî (S.a.v) Efendimiz, adam sûretinden geçiş yapıp onun aslî ve hakî­ki sûretine ulaştı da “Bu Cibrîl’dir. Size dîninizi öğretmek için geldi” buyurdu. Oysa bu sözden önce, Hz. Cibrîl, (S.a.v.) Efendi­miz’in huzûruna girmek istediği zaman, ashâb-ı kirâmın bâzısı onu girmekten engelleyince, Fahr-i âlem Efendimiz, onlara “O adamı ba­na gönderin, yânî huzûruma girmekten men’ etmeyin” buyurmuş idi. Yânî başta “adam” dediği halde sonra “Cibrîl” dedi. Ve ona “adam” demeleri Hz. Cibril’in beşer sûretinde görünmesinden dolayı idi. Ve “Cebrâîl” demesi de misâl âleminden olan bu hayâli adamın ma’nâsının onun hakîki sûretine olmasından dolayıdır. Bundan dolayı bu sözlerin ikisi de doğrudur. Şöyle ki his gözünde görülen “ayn’ından dolayı, yâni görünen sûretine bakarak “adam” denilmesi doğrudur. Ve aynı şekilde hayâli adamın ha­kîki sûreti îtibârıyla ona “Bu Cebrâîl’dir” demek dahi doğrudur.

Şimdi Hz. Şeyh (r.a.) bu, dünyâ dediğimiz his âleminde mevcûd olan hálkın uykuda olduğunu ve his âleminin de rü’yâ âlemi olduğunu beyân buyurduktan sonra Yûsuf (a.s.)ın hallerini anlatmaya başlıyor:

YÛSÛF Fassı- On bir yıldızı ve güneşi ve ayı bana secde edici halde gördüm (Yûsuf,12/4)

Ve Yûsuf (a.s.) babasına dedi: “Gerçekten ben on bir yıldızı ve güneşi ve ayı gördüm. Onları bana secde edici halde gördüm.” Şimdi kardeşlerini yıldızlar sûretinde ve babasını ve teyzesini güneş ve ay sûretinde gördü (12).

Yâni Yûsuf (a.s.) babasına: “Babacığım, ben rü’yâda on bir yıldızı ve güneşi ve ayı bana secde eder oldukları halde gördüm” (Yûsuf, 12/4) dedi. Bu sûretler “hayâli keşif” kısmından olup tâ’bîre muh­tâc idi. Ve bu hayâli sûretlere bağlantısı bulunan hissi sûretler bu idi ki, babası apaçık bir nebî ve nübüvvet feleğinde doğan güneş idi. Ve teyzesi de onun nübüvvet sırlarına mahrem olmakla, ay gibi onun nûruna ayna idi. Ve kardeşleri de gökyüzündeki yıl­dızlar gibi babasının vücûd nûrlarında ışık saçan ve doğan yıldızlar idiler.

Bu idrâk, Yûsuf (a.s.)’ın hayâli yönündendir. Ve eğer görülenler yönünden olsa idi, kardeşlerinin yıldızlar sûretinde görünmesi ve babası ile teyzesinin güneş ve ay sûretinde görünmesi onların murâdı olur idi. Şimdi ne zamanki Yûsuf (a.s.)ın gördü­ğü şeye onların ilmi olmadı, idrâk, onun hayâli hazînesinde Yûsuf (a.s)’dan oldu. Yûsuf (a.s.) ona söylediği anda Ya’kûb (a.s) bunu bildi (13).

Yânî Yûsuf (a.s)’ın, kendi kardeşlerini yıldızlar ve babasıyla teyze­sini güneş ve ay sûretinde görmesi, ancak kendi hayâli yönündendir.Yoksa görülenler olan kardeşleri ve babası ve teyzesi yönlerinden değildir.

Ve eğer onlar yönünden olsaydı, bu sûretlerde görünmelerini kendilerince tasavvur edip murâd edinirler idi. Ancak böyle yıldız­lar ve güneş ve ay sûretlerinde olarak Yûsuf (a.s.)’ın rüyâsında gö­rünmeyi murâd etmediler. Eğer bunu murâd etseydiler, Hz. Yûsuf’a bu sûretlerle rü’yâ âleminde görünüp secde ettiklerini ha­yâl âleminde idrâk edip şehâdet âleminde de bilirler idi. Çünkü bâzen hayâl hazînesinden olan şeyi hem gören ve hem de görülen berâber idrâk eder. Nitekim, bâzı mürşidler müridlerini terbiye etmek için onların rü’yâ­larında münâsib sûretlerde görünürler.

Ve bu görünme onların murâd­ları yönüyle gerçekleştiğinden şehâdet âleminde hem mürîd ve hem de mürşidin bilineni olur. Yûsuf (a.s.)’’ın kardeşleriyle babasının ve teyzesinin görünmesi bu türden değil idi. Bundan dolayı Yûsuf (a.s.)’ın rü’yâ âleminde gördüğü şeye onların ilmi yetmedi. Ve bu görme, ancak Yûsuf (a.s.) rü’yâsını söylediği zaman, babası olan Ya’kub (a.s.)’ın bilineni oldu. Ve Ya’kub (a.s), bu rü’yâya Hz. Yûsuf’un kardeşlerinin de vâkıf olmadığını bundan anladı.

Böyle olunca, “Ey oğulcuğum rü’yânı kardeşlerine anlatma; bir hile ile sana hile yaparlar ” (Yûsuf, 12/5) dedi. On­dan sonra oğullarını o hîleden berâat ettirdi; ve onu şeytana bağladı. Oysa ancak o hîlenin aynıdır. Şimdi Ya’kûb (a.s) dedi: “Gerçekten şeytan insan için açık düşmandır” (Yûsuf, 12/5) yâni düşmanlığı açıktır (14).

Yânî Ya’kub (a.s), Yusuf (a.s)’ın rü’yâsına kardeşlerinin vâkıf olmadığını anlayınca, bu rü’yâyı onlara anlatmamasını tenbih etti. Ve üstünlüğünü ve fazîletini bilip seni helâk etmek için bir hîle düzenlerler, dedi. Bununla berâber bunu söyledikten sonra, kardeşlerini hîleden berâat ettirip hîle ve tuzağı şeytana isnâd etti. Oysa Yâ’kûb’un bu hilesinde iki yönden bahsederler:

Birisi, tuzağı kardeşlerine isnâd edince,Hz. Yûsuf’un kalbinde onlara karşı düşmanlık olur düşüncesi idi.

Diğeri, cenâb-ı Ya’kûb, Hz. Yûsuf’a “Rü’yâyı kardeşlerine söyleme, sana hîle yaparlar” dediği zaman, Hz. Yusûf onların kendisine düşmanlıkları olduğunu bildi ve kalbinde onlara karşı kötü zan peydâ oldu. Oysa nebîlik için gönül selâmeti ve kalb saflığı ve bâtın temizliği lâzım idi. Bundan dolayı Hz. Ya’kûb cenâb-ı Yûsuf’un bu kötü zannını gidermek için, kardeşlerini hîleden berâat ettirip, onu şeytana isnâd etti ve amacı cenâb-ı Yûsuf’un kalbinde kardeşlerinin muhabbetini is­bat etmekle berâber onu hîlelerinden de korumak idi.

Daha sonra Yusuf (a.s.) bundan sonra işin sonunda dedi: “Bun­dan önce olan rü’yânın te’vîli budur. Gerçekten Rabb’im onu hak kıldı. (Yûsuf, 12/100)” Yâni hayâl sûretinde olduk­tan sonra, onu histe açığa çıkardı. Şimdi Nebiyy-i mükerrem (s.a.v) o husûstan dolayı “İnsanlar uykudadır” buyurdu. Böyle olunca Yusuf (a.s)’ın “Rabbim onu hak kıldı” sözü uyku­su içinde gördüğü rü’yâdan uyandığını görüp, ondan son­ra onu tâbîr eden kimsenin sözü gibi oldu. Oysa o kimse uykunun aynında olduğunu ve aslâ uykusundan uyanmadığını bilmedi. Bundan dolayı o kimse uyandığı zaman: Ben böyle gördüm ve gûyâ uyandım; onu böyle te’vil ettim, der (15).”

Yâni işin sonunda kardeşleriyle babası ve teyzesi Mısır’da kendi­sine karşı hürmet secdesi yaptıktan sonra Yûsuf (a.s): “İşte bu, önceki rü’yânın te’vîlidir. Benim Rabb’im onu hak kıldı.” (Yûsuf, 12/100). Yânî rü’yâ hayâl sûretinde sûretlendikten sonra Hak Teâlâ o rü’yâyı his âleminde değiştirmeyerek açığa çıkardı, dedi. Bundan an­laşılır ki, cenâb-ı Yûsuf sûretlenmiş olan hayâli sûretlerin kimler olduğunu bilir idi. Cenâb-ı Yûsuf bu sözü ile hayâli sûretler ile hissi sûretleri birbirinden ayırmış oldu. İşte bu husûstan, yânî ha­yâl ile hissin ayrılmış olmasından dolayı (S.a.v.) Efendimiz “İnsanlar uykudadır” buyurdu.

Ve belki hakîkâtte “hiss”in hayâlin aynı ve “ha­yâl”in de hissin aynı olduğunu beyân etti. Bu şekilde Yûsuf (a.s) ın “Rabbim o rü’yâyı hak kıldı” sözü, rü’yâ içinde rü’yâ görüp, yine rü’yâsında te’vîl eden kimsenin sözü gibi oldu. Nitekim bir kimse rü’yâ içinde rü’yâ görüp, bu rü’yâsını yine rü’yâsında tâbir eder ve bu hâl içinde henüz uykuda olduğunu bilmez.

Ve uyan­dığında, yânî hayâl âleminden his âlemine geldiğinde, yanında olan kim­selere “Ben uyudum, şöyle bir rü’yâ gördüm ve rü’yâmın içinde gû­yâ uyanmışım ve o gördüğüm rü’yâyı yine rü’yâmın içinde böyle tev’îl ettim, der. İşte (S.a.v.) Efendimiz’in yüce idrâklerine göre cenâb-ı Yû­suf’un sözü rü’yâ içinde rü”yâyı tâbîr etmekten ibârettir. Şimdi his âlemi birinci hayâl; ve rü’yâ âlemi ise ikinci hayâl; ve rü’yâ içinde rü’yâ da üçüncü hayâldir. Ve bunların üçünde de hakîkat, haktır

Şimdi bak ki, Muhammed (s.a.v)’ın idrâkiyle Yûsuf (a.s.)’ın işin sonundaki idrâki arasında ne kadar fark vardır! “İşte bu önceki rü’yânın te’vîlidir. Rabbim onu hak kıldı” (Yûsuf, 12/100) dediğinde onun ma’nâsı histir, yânî hissedilendir. Oysa rü’yâda görülmüş olan şey hissedilenin dışında bir şey değil idi. Çünkü hayâl, ebeden hissedilenin dışında bir şeyi vermez. Ha­yâl için bundan başkası yoktur (16).

Yânî kardeşleri ve babası ve teyzesi, Mısır’da Yûsuf (a.s.)a hürmet secdesi yaptıkları zaman, Yûsuf (a.s.) “İşte bu önceki rü’yânın te’vîlidir, Rabbim onu hak kıldı” (Yûsuf, 12/100) yânî Rabbim hayâl sûretinden çıkarıp o rü’yâyı hissedilebilir etti, dedi. Bundan dolayı hayâli sûretler ile hissi sûretler arasını ayırdı. (S.a.v.) Efendimiz ise hayâli sûretleri hissi sûretlere ve hissi sûretleri de hayâli sûretlere dâhil etti. Her ikisinin idrâki arasındaki farka bak!

Ve Fahr-i âlem Efendimiz’in idrâkinin kapasitesini müşâhede et! Çünkü rü’yâda görülen sûretler dahi hissedilendir ve hayâlin verdiği şey de hissedilendir. Çünkü hayâl âleminde hayâl edilmiş olan şey hissedilir olma­saydı, onun idrâki mümkün olmaz idi. Bundan dolayı hayâl mertebesin­de olan sûretler de hissedilenden başka bir şey değildir. Oysa Yû­suf (a.s.) rü’yâsında gördüğü sûretleri hissedilenin dışında bildi. Ve bu hayâli sûretlerin sonradan hissedilir olduğunu beyân etti.

Şimdi Muhammedî (s.a.v) zevk, gaflet uykusundan ibâret olan bu hayat içinde hayâli hissi sûretlerde tecellî edici Hakk’ı hayâle getirme yolu ile müşâhede etmek ve bu uykudan fenâ-fillâh ile uya­nıp bakâ-billâh sabâhının doğması zamanında, bu var olan sûretler ve hissi cisimlerde açığa çıkanın Hak olduğunu, vahdet gözü ile seyredip onunla tâbîr etmektir. Bu zevk ile zevklenmiş olanlar, ancak (s.a.v) Efendimiz’in vârisleridir. Onun için Hz. Şeyh (r.a.) buyurur:

Şimdi sen bak ki, Muhammed (s.a.v) vârislerinin ilmi ne ka­dar şereflidir! Ve ben az sonra bu hazret hakkındaki sözü Muhammedî Yûsuf lisânıyla açarım. Cenâb-ı Hakk’ın murâdı olursa sen ona vâkıf olursun (17).

Yânî insâf bakışı ile bak ki, (s.a.v.) Efendimizin vârisleri, bu gibi derin sırları nasıl biliyorlar! Ne güzel mirâs bırakıcı, ne güzel mirâs ve ne güzel vâris! Çünkü fahr-i âlem Efendimiz, ilim ve irfanda hálkın en âlimi ve en ârifi olduğu gibi, söz ile merâmını ifâde ve beyân etmede de, bütün insanların en iyi beyân edicisi ve en fasihidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “Ona vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/4) yüce âyetiyle beyân buyrulduğu üzere bu ilim ve irfânın öğreticisi Hak’tır. Beyit:

Tercüme: “Bir kimsenin ki üstâdı Hâlık ola, bak gör ki irfândan onun lâyıkı ve nasîbi ne olur! Eğer ona hálkın en âlimi ve irfân ehlinin en ârifi der isem revâ ve münâsiptir.”

O nebîyy-i zî-şânın vârisleri de tamâmen bu hâl ile vasıflanmıştır. Açtıkları ve beyân buyurdukları hakîkâtler ve mârifetler, vehim ve fikri hayâller ve nefsâni hevâlar türünden değildir. Nitekim Mevlâ­nâ Câmî (k.s.) Lüccetü’l-Esrâr’da buyurur: Beyit:

Tercüme: “Yunânîlerin felsefesi nefs ve hevâ haberleridir. İmânîlerin hikmeti ise Peygamber’in ilim ve irfânıdır.”

Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra.) hayâl hazretini, cenâb-ı Yûsuf’un rü’yâsını beyân buyurduğu sırada özet olarak anlatmış idi. Şimdi de bu bahiste Muhammedî Yûsuf lisânıyla ayrıntılar vereceğini vaad etmiş­lerdir. “Muhammedî Yûsuf” tâbîrinin îzâhı budur ki: Bütün nebîler ve evliyâ’da olan velâyetlerin tümü, muhammedi velâyette toplu haldedir.

İşte bu Muhammedîyyeye hâs velâyette kaim olan kâmil vâris, görünme yeri olduğu hakîkat-i muhammediyye îtibârıyla, bütün nebîlerin lisanlarıyla konuşur. Bundan dolayı böyle kâmil bir vâris, Yûsuf (a.s)’ın meşrebinde, onun lisânıyla konuştuğunda, hayâl hazretinde görülmüş olan hayâli sûretleri, o sûretle­ri gören kimsenin muhtelif halleri dolayısıyla, muhtelif ma’nâlar ile tâbîr eder.Ve Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) Efendimiz’in meşrebine göre de “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” ifâdesinin yönü ile “hiss”in hayâlin aynı ve “hayâl”in de hissin aynı olduğunu beyân edip bu âlemdeki sûretleri rü’yâda görülen sûretler gibi ilâhî târifler ve rabbânî oluşumlar bilir; ve onları Hakk’ın muhtelif sıfatları ve zâti işleri olmalarıyla tâbîr eder.

Şimdi Hz. Şeyh (r.a.) Muhammedîyye hâs velâyette kâim olması dolayısıyla, Muhammedî Yûsuf lisâ­nıyla hayâliyye hazreti hakkında ayrıntılar vermeye başlayıp buyu­rurlar ki:

YÛSÛF Fassı- Böyle olunca o Allâh’ın gölgesidir.

Şimdi biz deriz: Bilesin ki, Hakk’ın gayrı veyâhut âlem olarak isimlendirilen şey, Hakk’a nisbetle, şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca o Allâh’ın gölgesidir. Şimdi o da vücûdun âleme nisbetinin aynıdır. Çünkü gölge şüphesiz histe mevcûttur (18).

Yânî Hakk’ın gayrı dediğimiz ve âlem olarak isimlendirdiğimiz bu kesîf sûretlerin tamamı, Hakk’a göre bir adamın gölgesine ben­zer. Oysa adamın gölgesinin bağımsız bir vücûdu yoktur. Onun vücûdu, adamın vücûduna muhtaçtır. İşte tıpkı âlem de böyledir. Bağımsız bir vücûdu olmayıp, ancak Hakk’ın vücûdu ile kâimdir. Ve gölgenin hareketi ve durması nasıl ki şahsa tâbi’ ise, âlemin hareket ve duruşu da öylece Hakk’ın vücûduna tâbi’dir. Beyit:

    Bunca tedbîr perde gerisinde üstâdındır

    Kendi tercihleri mi sanırsın hareketleri sûretlerin

Çünkü âlem, Hakk’ın isimlerinin sûretleri ve sıfatlarının görünme yeridir. Ve şahsın gölgesi bir îtibâra göre o şahsın aynı ve diğer îtibâra göre de nasıl ki gayrı ise, âlem de bir yön ile Hakk’ın aynı ve bir yön ile de Hakk’ın gayrıdır. Ve tabîîdir ki, şahsın gölgesi, kendinin aynı ola­maz. O ancak şahsın vücûduna bağlı olan bir îtibârî vücûddur. Ve maksat, bütün âlemin hayâl olduğunu isbât etmektir.

Nitekim, Hz. Şeyh yukarıda “hayâl hazreti” hakkında ayrıntılar vereceğini vaad etmiş idi. Bundan dolayı Hakk’ın gayrı denilen âlem, Allâh’ın gölgesidir. Burada gölgenin “Allah” ismine bağlı kılınması bütün ilâhî isimleri toplayıcı olmasındadır. Çünkü mevcûtlardan her biri­si, “Allah” toplayıcı isminde dâhil olan bir ismin görünme yeridir ve o is­min gölgesidir. Bundan dolayı bütün âlem de “Allah” toplayıcı isminin gölgesi olmuş olur.

Ve âlemin “Allah’ın gölgesi” olması, izâfi vücûdun âleme nisbetinin aynıdır. Çünkü gölge kâim olmak için bir mahalle ve tahak­kuk etmek için yüksek bir şahsa muhtaçtır. Ve bu vücûd gölgesi de üzerinde uzaması için imkân dâhilindeki aynlara ve tahakkuk et­mek için de Hakk’a muhtaçtır. Ve kevnî vücûdun âleme nisbeti, gölgenin kendisiyle kâim olduğu şeye nisbetidir. Ve aynı şekilde Hakk’a nis­beti de, kendisiyle tahakkuk ettiği şahsa nisbetidir. Demek ki gölge olan âlem mevcûttur. Çünkü şahsın gölgesi şüphesiz histe mevcûttur. Fa­kat gölgenin vücûdu, şahsın vücûduyla kâimdir. Bunun gibi Hakk’ın gölgesi olan âlem de Hakk’ın vücûdu ile kaim olur. Ve gölgenin vücûdu hakîkat yönünden Hakk’ın vücûdunun aynıdır. Fakat âlemin taayyünü­ne nisbeti yönünden Hakk’ın gayrıdır.

Örnek: Bir kimse, varsayalım etrâfına on ayna koyup kendisi ortada dursa, her bir aynada o kimsenin gölge sûreti peydâ olur. Şa­hıs bir ise de, o şahsın aynı olarak on sûret gözükür. O kimse ağla­sa, gülse; elini, ayağını, gözünü kımıldatsa bu hâl ve hareketlerin hepsi, o on sûrette de görülür. Demek ki bu sûretlerin hepsi o bir şahsın aynıdır. Fakat aynada mevcûd olan bu sûretlerin üzerine su dökülse veyâ bir boya sürülse, o şahıs bundan etkilenmez. Demek ki o sûretler bu şahsın gayrıdır.

Ancak, gölgenin göründüğü mahall, mevcûd olduğu vakitte­dir. Hattâ eğer sen, bu gölgenin görünmesine mahall olan şeyin yokluğunu varsaysan o gölge akledilebilir olur ve histe mevcûd ol­maz idi. Belki gölgenin mensûb olduğu şahsın zâtında potansiyel olarak mevcût olur idi (19).

Yânî gölgenin şüphesiz histe mevcûd olması, o gölgenin göründüğü ma­hall, mevcûd olduğu vakitte olur. Meselâ bir cismin gölgesi yere dü­şer; ve o gölge histe mevcûd olmuş olur. Ve bu gölgenin histe mev­cûd olması için de, o gölgenin göründüğü zemînin vücûdu lâzım­dır. Bundan dolayı gölgenin histe mevcûdiyeti, ancak o gölgenin göründüğü zemînin mevcûdiyeti vaktinde olur. Şu halde gölgenin histe mevcûd ol­ması için üç şart lâzımdır:

Birincisi, gölgenin göründüğü mahall;

ikin­cisi gölgenin sâhibi olan cisim;

üçüncüsü, gölgenin görünmesini îcâb eden nûrdur.

Gölgenin göründüğü mahallin karşılığı imkân dâhilindeki aynlar; gölge sâhibi olan şahsın karşılığı da, Hakk’ın mutlak vücûdu; ve nûr da Hakk’ın Zâhir ismidir .

Eğer gölgenin görünmesi için şart olan mahallin yokluğunu varsaysak o gölge akıl mertebesinde kalır ve histe görünmez idi. Ve belki o gölge mensûb olduğu şahısta potansiyel olarak mevcûd olup, meydana çıkmış ol­maz idi. Bundan dolayı “âlem” olarak isimlendirilen ilâhî gölgenin görünme mahalli olan imkân dâhilinde olanların olmadığı varsayılsa, gölge his âleminde mev­cûd olmaz, belki potansiyel olarak kalır idi.

YÛSÛF Fassı- Ancak idrâk, Nûr ismi ile oldu

Şimdi âlem ile isimlendirilen ilâhî gölgenin görünme mahalli, ancak o imkân dâhilinde olan aynlardır ki, bu gölge onun üzerine uzayıcı oldu. Böyle olunca bu gölge, bu zâtın vücûdundan, üzerine uzayıcı olduğu şey dolayısıyla, idrâk olunur. Ancak idrâk, Nûr ismi ile oldu. Ve bu gölge, imkân dâhilindeki aynlar üzerine mechûl gayb sûretinde uzayıcı oldu (20).

Yânî “âlem” dediğimiz şey, ilâhî gölgedir. Ve onun, göründüğü ma­hall de imkân dâhilindeki aynlardır. Ve bu gölge bu imkân dâhilindeki aynlar üze­rine uzamıştır. Nitekim bir şahsın gölgesinin, görünebîlmesi için mut­laka bir yerin üzerine düşmesi ve uzaması lâzımdır. Bundan dolayı Hakk’ın mutlak vücûdunun gölgesi, üzerinde uzadığı şey dolayısıyla idrâk olunur. O şey de görünme yerleridir. Bundan dolayı Hakk’ın mutlak vücûdu görünme yerleri dolayısıyla idrâk olunur. Ancak bu idrâk “Nûr” ismi ile olur.

Ve “Nûr” ilâhi zâti isimlerdendir. “İzâfî vücûda” ve “ilm”e ve “ışığa” da genellenir. Çünkü bunlardan her birisi eşyâyı gösterir. Nitekim “izâfi vücûd” olmasa idi, aynlar âlemi yokluk gizliliğinde kalır idi. Ve eğer “ilim” olmasa idi, hiçbir şey idrâk olunmaz idi. Ve “ışık” olmasa idi, vücûdi aynlar kendilerini örten karanlık içinde kalır idi. Örneğin gece karanlığında, ışık olmadıkça odamızın içindeki eş­yâyı görmek mümkün değildir. Bundan dolayı “izâfi vücûd” ile Hakk’ın mutlak vücûdu idrâk olunur.

Örneğin önümüzdeki aynada, arkamızda duran bir şahsın gölgesi yansıdığında, bu, o şahsın izâfi vücûdudur. Bu vücûd ile o şah­sı idrâk ederiz. Ve ilim ile de ma’nâlar âlemini idrâk ederiz. Varsayalım ilim olmasa, şu üzerinde bahsettiğimiz Yûsuf Fassı’ndaki ha­kîkâtleri, nasıl idrâk edebilir idik? Ve ışık ile de his âleminde mevcûd olan sûretleri idrâk ederiz. Örneğin ışık saçan güneş olmasa idi, gül bahçelerini, yeşillikleri idrâk mümkün mü idi?

Ve bu gölgenin, yânî izâfi vücûdun imkân dâhilindeki aynlar üzerine uza­ması, mechûl gayb sûretindedir. Yânî yokluk karanlığı üzeredir. Bilinsin ki, vücûd gölgesinin aynlar üzerine uzaması ilk önce ilim mertebesinde oldu. Bu da Allâh’ın gayrı için mechûl gaybtır. Ancak Hakk’ın vâkıf kıldığı kimseler için mechûl gayb de­ğildir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a) Mesnevi-i Şerif’de buyururlar:

Tercüme ve izâh: Evliyânın tuzağı olan o hayâller Hudâ bostanının ay yüzlülülerinin yansımasıdır. Yânî evliyânın hayâller tuzağı nefsânî hevâ olmayıp, belki Hudâ’nın bostanı olan ma’nâlar âleminin ay yüzlülerinin yansıması, yânî ilâhi ilmi sûretlerdir

Bundan dolayı onun mechûl oluşu, hârice göre yokluk karanlığından dolayıdır. Çünkü cehil, yokluk ve yokluk da karanlıktır. Ve karanlığın şânı, bir şeyin kendisinde gizlenmesi ve gayra göre de gizli oluşudur. Ve onun mukabili olan nûr ise bunun aksidir. Çünkü nûrun şânı, kendisinde görünme ve gayr için de göstermedir.

YÛSÛF Fassı- Oysa uzaklıktan başka bir sebep yoktur.

Sen gölgelerin siyahlığa meyilli olduğunu görmez misin ki, gölgenin sâhibi olan şahıslar ile kendi arasındaki münâsebetin uzaklığından dolayı, zâtlarında gizliliğe işâret eder. Ve şahıs beyaz bile ol­sa, onun gölgesi yine bu şekildedir. Sen dağları görmez misin ki, bakanın bakışından uzak olduğu zaman kara ola­rak görülür. Oysa dağlar, renklilikten hissin idrâk ettiği şeyin gayrı üzere olur. Ve oysa uzaklıktan başka bir sebep yoktur. Ve gökyüzünün mâviliği de bunun gibidir. Şimdi bu, histe uzaklığın parlak olmayan cisimlerde meydana getirdiği bir şeydir. (21).

Yânî bir şahsın gölgesi yere düştüğü vakit onun siyâha meyilli oldu­ğu görülür. Ve bu şahıs ile o gölgenin münâsebetinin uzaklığından dolayı, siyahlık gölgede gizliliğe işâret eder. Histe gölge başka, şahıs başkadır. Aralarında sûrî uzaklık vardır. Çünkü gölge her ne kadar şah­sın biçimine göre görünür ise de, siyâha meyilli bir şeydir.

Ve şahısta olan şey, onda gizlidir. Nitekim şahıs beyâz olsa bile gölge yine siyâ­ha meyilli olur. Bundan dolayı gölgede bir yönden görünme ve bir yönden gizlilik vardır. Ve aynı şekilde pek uzaklarda bulunan dağlara baktığ­ımız zaman, gözümüze siyah renkte görünür. Oysa onların rengi, görme hissinin idrâk ettiği şeyin dışında bir şey üzeredir. Örneğin yem­yeşildir; yâhut çıplak bir dağ ise onu teşkîl eden kayaların renginde olarak sarı veyâ kızıldır.

Ve dağların böyle siyah renk sûretinde gö­rünmesindeki sebep ancak uzaklıktır. Eğer yakın olsaydı hissimiz onu; örneğin yeşil renkte idrâk edecek idi. Uzak olduğu için hissimizin id­râk edeceği bu yeşil rengin dışında gözüktü. Ve aynı şekilde gökyüzü dediği­miz fezânın rengi aslında mâvi değildir. Uzaklığın etkisi sebe­biyle gözümüze öyle görünür. İşte bu dağların siyâh ve gökyüzünün mâ­vi görünmesi esâsı, parlak olmayan cisimlerde, görme hissinde uzak­lığın meydana getirdiği şeydir.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu örnekleri, imkân dâhilindeki aynlar ile vücûd nûru arasındaki münâsebetin uzaklığına delîl olarak verdi. Nite­kim Abdürrezzâk Kaşânî (k.s) bu ibârelerin şerhinde buyurur ki: “İmkân dâhilindeki aynlar, vücûd nûrundan uzak olmasından dolayı karanlıktır. Aynların karanlığına zıt olan nur, o aynlar üzerine uzadığı zaman, yokluğunun karanlığı vücûd nûruna etki edip, nûriyyet karanlığa meyilli olur.

Ve vücûd nûru da gizliliğe meyilli bulunur. Şahıslara nisbetle gölgeler gibi. İzâfî vücûdun Hakk’ın vücûduna nisbeti de böyle­dir. Eğer Hakk’ın vücûdu, yokluk hâlindeki imkân dâhilinde olan aynlar ile kayıtlanmamış olsa idi, nihâyetinde nûriyyette olur idi de, şiddetinden dolayı idrâk olunmaz idi. Şimdi karanlığa âit taayyünler ile perdelenmiş olan kimse, âlemi görür; Hakk’ı görmez.

Nitekim âyet-i kerîmede “….Onlar zulmette­dir, görmezler” (Bakara, 2/17) buyrulur. Ve taayyünler perdelerini kaldıran ve zul­met örtülerini yırtan kimse, “nûr” ile karanlıktan ve “zât” ile, gölgeden perdeli olur. Ve biriyle diğerinden perdeli olmayan kimse de, hálk edilmişlerin siyahlığında ve karanlığında Hakk’ın nûrunu müşâhede eder.

Ve aynı şekilde imkân dâhilindeki aynlar da parlak değildir; zirâ on­lar yok hükmündedir. Ve her ne kadar “sâbitlik” ile vasıflanmış ise de “vücûd” ile vasıflanmış değildir. Çünkü “vücûd” nûrdur. Şu kadar vardır ki, parlak cisimlerde uzaklık, görme hissinde küçüklüğü verir. İşte bu da uzaklığın diğer te’sîridir. Şimdi his onu, ancak küçük hacim olduğu halde idrâk eder. Oysa o aslında bu kadardan büyüktür; ve niceliklerin en fazlasıdır (22).

Yânî imkân dâhilindeki aynlar, vücûd nûrundan uzak olduğu için karanlıktır; parlak değildir. Ve her ne kadar ilâhi ilimde “sâbitlik” ile vasıflanmış ise de “vücûd” ile vasıflanmış değildir. Bundan dolayı o yok hükmündedir.

Örneğin, çekirdeğin içinde ağaç “sâbitlik” ile vasıflanmış ise de, “vücûd” ile vasıflanmış olmadığından yok hükmündedir. Ancak parlak olan cisimler, uzaklık sebebiyle, parlak olmayan cisimler gibi siyah görünmez, görme hissinde küçük görünür. Bu da uzaklığın diğer bir te’sîridir. Oysa onun hâricî vücûdu uzaktan göründüğü kadar değildir; nicelikte hissedilebilir olduğu miktârdan fazladır.

Nitekim delil ile bilinir ki, güneş hacimce yüz altmış ve dörtte bir ve sekizde bir def’a dünyâdan büyüktür. Oysa o, “ayn”da meselâ bir kalkan kadardır. İşte bu da uzaklığın te’sîridir. Böyle olunca âlemden ancak gölgelerden bilindiği kadar bilinir. Ve bu gölge kendisinden uzayan bir şahıstan mechûl ol­duğu kadar Hak’tan mechûl olur. Şimdi o, onun gölgesi oluşu yönünden bilinir. Ve kendisinden gölge uzayan şahsın sû­retinden olan şey, o gölgenin zâtında mechûl oluşu yönünden Hak’tan mechûl olur (23).

Hz. Şeyh (r.a) mübârek zamânlarındaki astronomi ilmine sâhip olanların getirdikleri delîllere dayanarak güneşin dünyâdanb yüz altmış ve dörtte bir ve sekizde bir def’a büyük olduğunu, yânî güneşin dünyânın yüz altmış tam katı ve bir çeyreği ve bir sekizde biri kadar olduğunu beyân buyururlar. Zamânımızdaki astonomi bilginlerini getirdikleri delîllere göre, güneş arzdan bir milyon üç yüz on bin defa büyüktür. Bu husûstaki uyuşmazlık getirilen delîllerdedir.

Her iki söze göre de güneş dünyâdan pek çok defa büyüktür. Hz. Şeyh’in yüksek maksa­dları, güneş dünyâdan pek büyük olduğu halde, uzaklığın te’sîri dolayısıyla, his gözünde bir kalkan büyüklüğü kadar görünmesini be­yandan ibârettir. Uzakta olan büyük bir cismin küçük göründüğüne şüphe yoktur. Cenâb-ı Şeyh bunu örnek olarak anlatmıştır.

İşte bunun gibi kayıtlanmış vücûd olan âlem, mutlak vücûddan pek uzak olduğundan, görünüşte küçük ve karanlıktır. Bundan dolayı bir şahıs gölgesinden ne kadar bilinebîlirse, Hak da âlemin vücûdundan o kadar bilinir. Çünkü aynlar, çokluk taayyünleri ile taayyün edici olan ilâhi zâttır. Ve bu aynlar zâtı yönünden Hakk’ın aynıdır ve taayyünleri yönünden gölgelerdir. Şu halde Hakk’ın isimle­rinin gölgeleri ve sûretleri olan âlem aynlarından ve bu gölgelerin gölgeleri olan bu hârici mevcûtlardan, yânî his bakışı ile gördüğümüz eşyâ­dan Hakk’ın zâtı ne kadar bilinir ise, o kadar bilinir.

Ve gölgesi uzayan şahıstan, o gölgeye bakıldığı zaman mechûl kalan şey, ne ka­dar ise, Hakk’ın gölgesi olan âlemin vücûduna bakıldığında da, Hak’tan o kadar mechûl kalır. Bundan dolayı âlem Hakk’ın gölgesi oluşu yönüyle, Hakk’ın her şeyin Rabb’i ve âlemin İlâhı olduğu bilinir. Ve kendisinden gölge uzayan şahsın sûretinden bulunan şeyin, o gölgenin zâtında mechûl oluşu yönüyle, Hak’tan mechûl olur. Örneğin arkanızda bir şahıs durup gölgesi önünüze düşse, bu gölge­den arkanızda bir adam bulunduğunu bilirsiniz. Fakat bu uzayan göl­genin zâtında, gölge sâhibinin sûretinden bulunan şey, mechûl kal­mıştır.

Meselâ kaşı, gözü ağzının biçimi ve diğerleri bu gölgeden anla­şılmaz. Yalnız anladığınız şey, arkanızda gölgenin sâhibi olan bir adam bulunmasından ibârettir. İşte tıpkı Allah’ın gölgesi olan âlem ile gölge sâhibi olan Hak da böyledir. Ve vücûd nûru kendisinden uzayan Hakk’ın zâtî mutlaklığı ve taayyünsüzlük sûreti imkân dâhilindekiler üzere uzayan vücûdda görülebilir değildir.

YÛSÛF Fassı- Hak, bize bir yön ile bilinendir ve diğer bir yön ile de mechûldür

İşte bundan dolayı biz deriz ki, gerçekte Hak, bize bir yön ile bilinendir ve diğer bir yön ile de mechûldür (24).

Yânî âlem, Hakk’ın gölgesi olduğundan ve gölgenin sâhibi ise, uzayan gölgesinden özet olarak bilindiğinden dolayı, Hak kendisinin gölgesi olan âlemden bize özet olarak bilinen olur. Ve gölge sâhibinin sûre­tinden bulunan şey, gölgenin zâtında mechûl kaldığından, bu îti­bâr ile Hak bize mechûl olur.

“Sen Rabbini görmez misin, gölgeyi nasıl uzattı? Eğer di­lese idi, onu sâkin kılar idi'; (Furkân, 25/45) yânî potansiyel olarak onda olur idi (25).

Hz. Şeyh (r.a) Furkânda olan bu âyet-i kerîme ile, vü­cûd gölgesinin imkân dâhilindeki aynlar üzerine uzadığını delîl olarak getirdi. Yânî âyet-i kerîmenin yüce ma’nâsı böyle demek olur: Ey Habî­bim, sen Rabb’ini görmezmisin, vücûd nûrunu imkân dâhilindeki aynlar üzerine nasıl uzattı ve vücûd nûru ile âlem sûretlerinde nasıl tecel­lî etti? Eğer yüksek irâdesi bağlansa idi, o uzamış gölgeyi sâkin kı­lar idi. Yânî uzayan gölge Hakk’ın vücûdunda potansiyel olarak kalır ve aslâ zâhir olmazdı.

Der ki: Hak Teâlâ gölgeyi açığa çıkarmak için imkân dâhilindekilere tecellî etmeyeydi, el’ân yânî şu an da vücûdda aynı açığa çıkmamış olan imkân dâhilindekilerden geriye kalan şey gibi olur idi. “Ondan sonra biz güneşi gölgeye delîl ettik.” (Furkan, 25/45) O da Hakk’ın “Nûr” is­midir ki, biz onu anlattık. Ve his ona şâhitlik eder. Çünkü, nûrun yokluğu ile, gölgeler için bir ayn yoktur. “Ondan sonra biz onu kolay bir çekiş ile bize çektik”. (Furkan, 25/46) Ve ancak onu kendine çekti. Çünkü o, O’nun gölgesidir. O’ndan zâhir oldu ve emrin hepsi O’na geri döner. Şimdi o, O’dur; O’nun gayrı değildir. Böyle olunca senin idrâk ettiğin her bir şey, imkân dâhilindeki aynlarda olan Hakk’ın vücûdudur. Şimdi Hakk’ın hüviyyeti yönünden o, O’nun vücûdudur. Ve ken­disinde olan sûretlerin ihtilâfi yönünden o, imkân dâhilindeki aynlardır. Şu halde sûretlerin ihtilâfıyla, nasıl ki ondan gölge ismi zâil olmazsa, sûretlerin ihtilâfıyla âlem ismi yâhut Hakk’ın gayrı ismi ondan öylece zâil olmaz. Şimdi onun gölge olma­sının ahadiyyeti yönünden o, Hak’tır. Çünkü Hak, Vâhid ve Ahad vücûddur. Ve sûretlerin çokluğu yönünden o, âlemdir. Şimdi benim sana izâh ettiğim şeyi hemen anla ve sorgulayıcı ol! (26).

el’ân, ifâdesi bâzı nüshâlarda metinde olmayıp şerhan zikredilmiştir. (A.A.Konuk)

Yânî Cenâb-ı Şeyh (r.a.) “ve lev şâe le cealehu sâkinâ” yânî “Eğer di­lese idi, onu sâkin kılar idi” (Furkân, 25/45) âyet-i kerîmesinin tefsîri hakkında böyle buyurur:

Hak Teâlâ buyurur ki: “Eğer Hak, kendisinin gölgesi olan imkân dâhilindekilerin açığa çıkması için tecellî etme­ye idi, bu gölge yokluk gizliliğinde arta kalır idi. Nitekim hâricî vücûdda aynı açığa çıkmayan bâzı imkân dâhilindekiler yokluk gizliliğinde kalmıştır.” Çünkü,

(15/HİCR-21)

“Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm”

“Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Malûm (bilinen) bir kaderi olmaksızın onu indirmeyiz.”

âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, yokluk gizliliğinde bulunan şeylerin hepsi birdenbire açığa çıkmaz; belki zaman içerisinde bilinen kaderi üzere hâricî vücûdda açığa çıkar.

Nitekim, zamanımızdaki keşifler ve icâtlar birdenbire ortaya çıkmamıştır. Seneden seneye artarak bilinen kaderi üzere ortaya çıkmış ve bundan sonra da yine öylece ortaya çıkacaktır. Henüz hâricî vücûdda açığa çıkmayanlar yokluk gizliliğindedir. Örneğin bahçemizde bir gül ağacı var, bu sene gül verdi. Gelecek seneler de yine birtakım güller ortaya çıkacaktır. Bunlar he­nüz yokluk gizliliğindedir.Ve aynı şekilde insanın gölgesi vardır. Bu gölge uzamadığı zaman, o şahsın zâtında gizlidir.

“Gölge uzadıktan sonra, biz güneşi gölgeye delîl ettik” (Furkân, 25/45) Ve delîl olan güneş, Hakk’ın Nûr ismidir ki, biz onu “Ancak idrâk, Nûr ismi ile oldu” sözüyle daha önce anlattık. Bundan dolayı bir cismin göl­gesinin idrâki, nasıl ki güneş ile olur ise, Hakk’ın gölgesi olan âlemin idrâki de Hakk’ın Nûr ismi ile olur.

Ve gölgelerin vücû­du ve idrâki güneş ile olduğuna his şâhitlik eder. Çünkü güneşin nûru gözükmeyince gölge vücûd bulucu olmaz. Örneğin gece karanlıkta ayak­ta duran bir şahsın gölgesi gözükmez. İşte bunun gibi, âle­min gölgesinin vücûdu da ancak Hakk’ın Nûr ismiyle olur.

“Ondan sonra biz o uzayan gölgeyi kolay bir çekiş ile kendi zâtımıza çektik.” (Furkân, 25/46) Ve bu çekiş, gölgeye delîl olan nûru çekmekle oldu.Yânî var olanların vücûdundan ibâret olan gölgeyi, Hak yavaş yavaş ve kolaylıkla kendine çekti. Çünkü eşyânın vücûdunun yavaş yavaş fenâya yüz tuttuğunu her an his gözü ile görmekteyiz. Nitekim bir çocuk doğar, ergen olur, genç olur, ihtiyârlar, sonra da ölür. Bun­lar hepsi yavaş yavaş ve insan farkına bile varmaksızın kolaylıkla olur. Ölüm ise gölgenin gölge sâhibine çekilmesidir.

Ve gölgeden ibâret olan âlemi Hak Teâlâ, kendi gölgesi olduğu için zâtına çekti. Çünkü nefes-i rahmânî­sinin yayılıp genişleme hareketi ile ondan açığa çıkar. Ve çekilme hareketi ile yine ona geri döner. Ve emrin hepsi ona döner. Bundan dolayı o, O’dur. Ya’nî âlemin vücûdu Hakk’ın vücûdudur; O’nun gayrı değildir. İkisinin arasındaki fark, mutlak ve kayıtlı olmaktan başka bir şey değildir; bu da îtibârîdir. Çünkü hiçbir kayıtlı yoktur ki, kendisinde mutlak olmasın. Örneğin hayvânlık, mutlak bir ma’nâdır.”Konuşma” kavramı ise, onun bir kaydıdır.

Oysa mut­lak ma’nâ olan “hayvânlık” olmadıkça, konuşabilme kaydı düşünülemez. Bundan dolayı kayıtlı ancak mutlak ile mevcûd olur Ve mut­lak da ancak kayıtlıya sınırlanma ile tecellî eder. Çünkü bin defa “hayvan” desen insan kavramı anlaşılmaz. Ancak “konuşan” kaydına sınırlandığı zaman, konuşan isteğini ifâde etmiş olur.

Şimdi akledilebilir ve hissedilebilir olarak âlemin vücûdundan idrâk etti­ğin her bir şey, imkân dâhilindeki aynlarda tecellî edici olan Hakk’ın vücûdu­dur. Ve Hakk’ın vücûdu, aynların vasıfları ve özellikleriyle açığa çıkmıştır.

Bilinsin ki, â’yân-ı sâbite Hakk’ın ve isimlerinin aynasıdır. Çünkü â’yân-ı sâbite olmasa ilâhi isimlerin sûretleri Hakk’a zâhir olmaz idi. Nitekim ayna olmasa, insan kendi sûretini göremez. Ve a’yân-ı sâbite, ilâhî ilimde peydâ olan isimlerin sûretleri olup; Hakk’ın ilmi ise zâtının aynı olduğundan, bu a’yân-ı sâbite Hakk’ın aynı olur.

Ve şehâdet hazretinde bu sûretleri taşıyıcı olan “nefes-i rahmânî”dir. Bu da Hakk’ın vücûdunun aynıdır. Şu kadar ki, a’yân-ı sâbite, her an ilim mertebesinde yokluk halindedir. Mutlak vücûdun tenezzüllerinden hâsıl olan izâfi vücûdun taşıyıcı olduğu bu gördüğümüz sûretler, o a’yân-ı sâbite sûretlerinin yansıması ve gölgesidir. İşte bir tevhîd ehlinin meş­reb ve ma’rifet zevki budur.

Bundan dolayı bu ön bilgiden sonra anlaşılır ki, Hakk’ın hüviy­yeti idrâk olunan şeyde zâhir olduğu yön ile, o şey Hakk’ın vü­cûdudur. Ve sûretlerin ihtilâfı yönüyle o idrâk edilebilir şey, imkân dâhilindeki aynlardır.

Ve imkân dâhilindeki aynların sûretleri başka başka olmakla o idrâk olunan şeyin adı değişmeyip, ona nasıl ki yine “gölge” denilir­se, âlem şahıslarının sûretleri başka başka olmakla ondan da öylece “âlem” ismi veyâhut “Hakk’ın gayrı” ismi gitmez. Ve mâdemki o idrâk olunan şey gölgedir ve sûretlerin ihtilâfıyla ondan gölge ismi gitmiyor, şu halde gölge oluştaki ahadiyyet yönüyle, o idrâk olunan şey Hak’­tır. Çünkü Hak, Vâhid ve Ahad vücûddur.

Ve sûretlerin çokluğu yönünden, o idrâk olunan şey âlemdir. Yânî burada üç ahadiyyet görü­nüyor: Birisi gölgenin ahadiyyeti; ikincisi âlemin ahadiyyeti; üçüncüsü Hakk’ın ahadiyyeti. Ve ilk iki ahadiyyet, Hakk’ın ahadiyyeti ile berâberdir.

Örnek: Bir kimsenin etrâfına beş fotoğraf makinesi konulsa, her birisinin objektifine o şahsın gölgesi düşer. Beş objektifte beş sûret gözükür. Fakat hepsi gölge oluşta ahadiyyet üzerinedir. Çünkü gölgeden başka bir şey değildirler. Ve bu beş sûretin hepsine de o şahsın gayrı olan “fotoğraf’ ismini veririz. Bundan dolayı o beş sûret bu yönden de ahadiyyet üzeredir. Fakat sûretlerin sayısı beş olmakla şahsın çoğalması gerekmez. Şahıs da ahadiyyet üzeredir. Ve ilk iki ahadiyyet şahsın ahadiyyeti ile berâberdir. Çünkü şahsın vücûdu olmasa bu îtibâri ahadiyyetler de mevcûd olmazdı.

Şimdi Şeyh (r.a) buyururlar ki: İşte idrâk olunan şeyin vücûdunun, Hakk’ın “hüviyet”i yönünden Hakk’ın vücûdu olduğunu ve sûretlerin ihtilâfı yönünden âlem ve Hakk’ın gayrı bulunduğunu sana îzâh ettim. Bu hakîkati bilmek husûsunda sen uyanık ol ve sorgula!

Ve iş, benim sana bahsettiğim şekilde olunca, âlem sanaldır. Onun için hakîkî vücûd yoktur. Ve bu, hayâlin ma’nâsıdır. Yânî sana hayâl kılınmış oldu ki, gerçekte âlem ilâve bir iştir; kendi nefsiyle kâimdir; Hak’tan hâriçtir. Oysa âlem, işin aslında böyle değildir. Sen görme hissinde gölgeyi gör­mez misin? Kendisinden uzayan şahsa bitişik olduğu halde, bu bitişmeden ayrılmak, o gölge için imkânsız olur (27).

Cenâb-ı Şeyh (r.a) buyururlar ki: Ben sana birtakım hakîkâtler ve mârifetler anlattım. Bundan anlaşıldı ki âlem, vehmi ve hayâlî bir şey­dir. Onun hakîkî ve bağımsız vücûdu yoktur. Hakikî vücûd Hakk’­ın ve “izâfi vücûd” da âlemin vücûdudur. Çünkü âlem hakîkî vücûdun gölgesidir. Gölge ise kendi nefsiyle kâim olmayıp, kıyâmda gölge sâhibine muhtaçtır, Âlemin sanal olması da hayâl ma’nâsıdır. Yânî sence âlemin ilâve bir iş olduğu ve kendi nefsiyle kâim bulun­duğu ve Hak’tan hâriç olduğu hayâl edilir. İşte bu hayâle dayanarak âlem için “hayâldir”, denilir.

Oysa âlem, işin aslında Hakk’ın vücûdundan hâriç ve kendi nefsiyle kâim ve Hakk’ın vücûdu üzere ilâve bir iş değildir. Nitekim görme hissiyle baktığın zaman, duran şahsın kendisine bitişik olarak uzamış olan gölgesinin o bitişmeden ayrılmasının mümkün olmadığını görürsün. Bundan dolayı vâ­hid yânî bir olan iş, birisi “şahıs oluş” ve diğeri “gölge oluş”tan ibâret olan iki çekilde zâhir olmuştur.Ve böyle iki şekilde zuhûr sebebiyle, şahıs ile gölge arasında aykırılık vehmedilerek, gölge için bir vücûd hayâl edilir.

YÛSÛF Fassı- Sen kimsin? Ve “hüviyet”in nedir? Ve Hakk’a nisbetin nedir?

Şimdi sen aynını ârif ol ve sen kimsin? Ve “hüviyet”in ne­dir? Ve Hakk’a nisbetin nedir? Ve sen ne şeyle Hak’sın ve ne şeyle âlemsin ve başkasın ve bunun gayrısın? Ve bu sözlere benzeyen şeysin? Ve bu ilimde âlimler, bilen ve daha iyi bilen olarak ayrılmıştır (28).

Yânî sen ayn-ı sâbiteni tanı ki, o Hakk’ın zâti işlerinden bir iş ve onun bilineni olan sûretlerinden bir sûrettir. Ve sen “hü­viyyet”ini bil ki, sen ayn-ı sâbitenin özelliğinde açığa çıkan Hakk’­ın vücûdusun.

Ve Hakk’a nisbetini bil ki, senin Hakk’a nisbetin, kayıtlının mutlaka ve gölgenin ayakta duran şahsa nisbeti gibidir. Ve ne şeyle Hak olduğunu anla! Çünkü sen “hüviyyet”in ve “hakîkat”in yönüyle Hak’sın ve “taayyün”ün yönüyle âlemsin ve Hakk’ın gayrısın. Ve bu sözlere benzer ne varsa o’sun. Ve âlimler bu ilimde çeşitlidir. Kimi bilendir ve kimi daha çok bilendir. Ve bu farklılık müşâhededeki farklılığa dayanmaktadır. Şöyle ki:

Çokluk taayyünlerini müşâhede eden kimseler, “hálk”ı görürler.

Bu çokluk taayyünlerinde tecellî edici olan ahad vücûdu müşâhe­de eden kimseler, “Hakk”ı görürler.

İki îtibâr ile iki yönü de müşâhede eden kimseler, hem hálkı ve hem de Hakk’ı görürler.

Bağıntılar ve izâfetler ile çoğalmış olan sûretleri bir hakîkat olarak mü­şâhede eden, yânî zât ile, isimlerin ahad oluşu ile küll yânî bütünsellik müşâhede eden kimse, Allâh’ı hakkıyla tanıyan ehlullahdandır.

Halkı görmeksizin Hakk’ı müşâhede eden kimse, fe­nâ makâmı olan “cem” makâmında hâl sâhibidir.

Hakk’ı hálkta ve hálkı Hak’ta müşâhede eden kimse, fenâdan sonra hâsıl olan bakâ ve “cem”‘den sonra hâsıl olan “fark” ma­kâmında kâmil müşâhede sâhibidir. Ve bu makâmın sâhibi diğer makâm sâhiplerinden daha âlimdir. (Kâşâni Şerhi’nden alınmıştır)

YÛSÛF Fassı- Camın rengi, bakanın bakışında o nûrun sâflığına perde olur.

Şimdi Hak, algılanan gölgeye oranla, küçük ve büyük ve sâf ve daha sâftır. Camda bakanın perdelenmesine nisbetle nur gibidir ki, onun rengiyle renklenir. Oysa işin aslında onun rengi yoktur. Ancak sen onu, Rabb’in ile hakîkatine verilmiş örnek olarak görürsün (29).

Gölgenin görme hissinde mevcûd olması için üç şartın lâzım olduğu daha önce anlatılmış idi. Bunlardan birisi “gölgenin göründüğü mahal”, ikincisi “nûr”, üçüncüsü “gölge sâhibi” idi. Gölgenin düştüğü mahal girintili çıkıntılı ise gölge de girintili çıkıntılı olup mahalle göre görülür. Bundan dolayı bu imkân dâhilindeki aynlar Hakk’ın gölgesinin düştüğü mahal olduğun­dan, bahsedilen hüküm, imkân dâhilindeki aynlarda da aynı şekilde geçerli olur. Şu halde Hak, küçük aynlara göre küçük ve büyüğe göre bü­yük ve örneğin soyutlanmış nefslere göre sâf ve soyutlanmış akıllara göre daha sâf olarak zâhir olur.

Ve o nûra benzer. Eğer camın rengi kırmızı ise kırmızı ve yeşil ise yeşil görünür. Oysa onun rengi yoktur. Eğer cam renksiz ise nûr da renksiz görünür. Camın rengi, bakanın bakışında o nûrun sâflığına perde olur. Ve her ne kadar nûrun aslında rengi yok ise de, camın rengiyle renklenen nûru, sen Rabb’in ile hakîkatine verilmiş örnek olarak görür­sün. Yânî sen görürsün ki, Hak senin hakîkatinin aynasında, onun özelliğine göre renklenendir. Nitekim “Suyun rengi kabının rengidir” derler. Sonuç olarak Hak, aynlarda, o aynların hallerinin sûretleriyle tecellî edicidir. O nûr ve senin hakîkâtin de cam gibidir. Eğer hakî­katin bulanık ise bulanık ve eğer sâflaşmış ise sâflaşmış olarak görünür.

Ve eğer sen camın yeşilliğinden dolayı “nûr yeşildir” der­sen, doğrudur ve şâhidin duyulardır. Ve eğer nûr, “yeşil değil­dir ve renkli de değildir” dersen, nitekim onu sana delîl verdi, doğrusun. Ve senin şâhidin, geçerli olan aklî bakışındır. Şimdi bu, gölgeden uzayan nûrdur. O da camın aynıdır. Böyle olunca, onun sâfi olmasından dolayı, o nûrlu gölgedir (30).

Yânî yeşil renkli camdan geçen güneşin nûru, yeşil olarak ak­settiği için “nûr yeşildir” dersen, doğru söylemiş olursun. Çünkü göz­ün onu yeşil görmüştür. Böyle olduğuna duyuların şâhitlik ediyor.

Ve eğer duyularından geçip aklî bakışını kullanarak, “güne­şin nûru aslında renkli değildir; bu yeşillik ancak camdan geçtiği için olmuştur” dersen, yine sözünde doğrusun. Şâhidin de geçerli olduğuna şüphe olmayan aklî bakışındır.Ve cam ile renklenmiş olan bu nûr, camdan uzayan bir nûrlu gölgedir. Ve sâf ve şeffaf olan camın aynıdır. Çünkü o camı kaldırmış olsak, o yeşil renkte görünen nûrlu gölge kaybolur.

Şimdi cenâb-ı Şeyh (r.a)’in bu örnekteki yüksek maksatları, şe­hâdet mertebesindeki şeyle, gayb mertebesindeki şeye delîl getirmektir. Bundan dolayı bu nûr, hâricî vücûda işârettir. Yânî bu vücüd nûru, a’yân-ı sâbitenin isti’dâd ve kâbiliyyetlerine göre hâriçte uzamıştır. Ve bu aynlar da, nûru kabûl eden camın aynıdır. Ve bu a’yân-ı sâbi­te, nûru, isti’dâdlarının gerektirdiği renk ile renklendirmiştir. Bundan dolayı varlıksal vücûd, a’yân-ı sâbitenin sâfiliğinden ve şeffâflığından dolayı, onun rengine boyanmış bir nûrlu gölgedir.

Ve bu şekilde bizden Hak ile tahakkuk eden bâzımızda, onun sâfiliğinden dolayı, diğerlerinde açığa çıkan sûretten da­ha çok, onda Hakk’ın sûreti açığa çıkar. Ve bizden bâzı kimse vardır ki, Hak’tan haberler veren Efendimizin (s.a.v) verdiği işâretler ile, Hak, onun işiteni ve göreni ve bütün kuvvetleri ve uzuvları olur. Bununla berâber gölgenin aynı mevcûddur. Çünkü “onun işiteni” ifâdesindeki zâmir ona âit olur. Ve kullardan onun dışındakiler böyle de­ğildir. Şimdi bu kulun Hakk’ın vücûduna nisbeti, kullardan bu­nun dışındakilerin nisbetinden daha yakındır (31).

Yâni nûr, cam ve gölge örneğinde olduğu gibi, bizden Hak ile tahakkuk eden bâzı ehlullah vardır ki, sâfiliğinden ve nûrluluğundan dolayı, Hakk’ın sûreti ondan, onun mertebesinde olmayan bâzı eh­lullahdan daha çok açığa çıktı. Çünkü ehlullah sâfilik ve nûrlulukta birbirinden farklıdır. Mesnevî:

Tercüme:

  Kim ki aynaya çok verse cilâ

  Sâfiyâne görünür sûret ona

Biz ehlullah sınıfından bâzı kimsemiz vardır ki, Hak onun işiteni ve göreni ve bütün kuvvetleri ve uzuvları olur. Ve Hakk’ın kulun işiteni ve göreni olması da sâdık haberci (s.a.v.) Efendimiz’in Hak’tan haber verdiği “Kulum Bana nâfilelerle yaklaşır. Tâ ki Ben onu severim. Ben onu sevince de onun görmesi, işitmesi, yürümesi, tutması Ben olurum. Kul, Benimle görür, Benimle işitir, Benimle yürür, Benimle tutar.” hadîs-i şerîfi ile sâbittir. Ve Hak, kulun bütün kuvvetleri ve a’zâsı olmakla berâber, kulda olan gölgenin aynı mevcûddur. Çünkü bahsedilen hadîs-i kudsîde “onun işiteni” ifâdesindeki zamîr, kula dönüktür.

Ve Hak, bu kulun dışında olup Hakk’ın sıfatlarında kendi sıfâtından fânî olmayan kimsenin kuvvetleri ve uzuvları değildir. Bundan dolayı ku­vvetleri ve uzuvları Hak olan kulun Hakk’ın vücûduna nisbeti, kendisinin dışında olan kimsenin Hakk’ın vücûduna olan nisbetinden daha yakındır.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) burada, Hak’la tahakkuk eden ehlullâhın iki kısım olduğuna işâret buyururlar:

Birisi, Hakk’ın sıfâtında kendi sıfâtından fânî olur. Ve Hak onun sıfâtı makâmında kâim bulunur. Nitekim demir ateşte kıpkırmı­zı bir hâle gelince ateşin sıfâtıyla vasıflanır ve kendisinin demir­lik sıfâtı kalmaz. İşte bu yakınlığa “nâfilelerle yaklaşma” derler. Bu hâl ile vasıflanan kul, kendi sıfatlarıyla fâil olup o sıfatların perdesi içinde kalan diğer kullardan Hakk’a daha yakındır.

İkincisi, Hakk’ın zâtında fânî olur. Ve Hak, onun zâtı makâmında kâim bulunur. Örneğin bir kâse içindeki suya bir buz parçası atıl­sa, buzun zâtı suyun zâtında fânî olur. Artık buzun zâtiyyeti kal­maz. İşte bu yakınlığa da “farzlar ile yaklaşma” derler ki, Hakk’a önceki yakınlıktan daha yakındır. Çünkü bu yakınlığın sâhibi, zâtıyla fânî ve Hak’­la bâkidir. O, Hakk’ın işitmesi ve görmesidir.

Ve Hak onunla işitir ve görür. Ve belki bu saâdet sofrası zât Hakk’ın sûretidir. O da mevcûtların özü olan (Sa.v.) Efendimiz ile onların vârisleri olan yüce zâtlardır. Bu Peygamber vârisleri hakkında Hz. Mevlânâ (ra.) buyururlar:

Tercüme:

Her kim ki kapılmıştır Elest’e

Tâ Elest ahdinden o mesttir

Bağlanmış ayağı derd evinde

Cân vermek için açılmış eldir

Kendinden o fâni, dost ile bâki

Hayret ki o yoktur ve vardır

Bu zümredir ancak tevhîd ehli

Gerisi cihanda kendini sevendir

Bilinsin ki, bütün eşyâ ayn-ı sâbitelerinin; ve a’yân-ı sâbite de ilâhi isimlerin gölgeleridir. Ve isimler ise Hakk’ın zâtının aynı­dır. Bundan dolayı ne kadar işitmeler ve görmeler var ise, hepsi Hakk’ın işitmesi ve görmesidir. Perdeli olanlar, görmenin ve işitmenin kendilerinin olduğunu zannederler. Bu, ancak onların vehmidir. Bundan dolayı eh­lullâh ile perdeliler arasındaki fark, vehmin varlığından ibârettir.

YÛSÛF Fassı- Bil ki, sen hayâlsin

İş, bizim sana iyi bir şekilde ifâde ettiğimiz yönde olunca, bil ki, sen hayâlsin. Bütün idrâk edip hakkında “başka”, yânî “gayr”, “ben değilim” dediğin hayâldir. Şimdi vücûdun tamamı, hayâl içinde hayâldir (32).

Yânî iyi bir şekilde ifâde edilen hakîkâtleri anladıktan sonra bil ki, âlemin vü­cûdu nasıl vehmi ise, sen de öylece vehmi olan bir ha­yâlsin. Ve idrâk edip hakkında “Hakk’ın ayrı ve gayrıdır ve o be­nim vücûdum değildir” dediğin bütün idrâk edilebilen eşyâ, hep hayâldir.

Senin bağımsız vücûd düşündüğün eşyânın hepsi hayâl içinde hayâldir. Çünkü a’yân-ı sâbitenin gölgesidir. Şu halde bizim vücû­dumuz gölgenin gölgesidir. Oysa gölgenin bağımsız bir vücûdu olmayıp gölge sâhibi ile kâim idi. Biz ise, vücûdumuzun ve âlemin ilâve iş ve kendi nefsiyle kaim ve Hak’tan hâriç olduğunu hayâl ederiz. Bu, an­cak hayâl bir ma’nâdır. Bundan dolayı gölge, aslında hayâldir. Hakîkî vücûda bitişiklik nisbetinden başka onun vücûdu yok­tur.

Şimdi, idrâk edilebilen şeyler gölgenin gölgesi olunca, hayâl içinde hayâl olur. Örneğin gece insanın gölgesi duvara düşer. O gölge aynı zamanda oda­daki ayna içinde akseden duvar üzerinde de görünür. İşte bu gölge, hayâl içinde hayâl olur. Çünkü duvara düşen gölge hayâl idi; aynaya akseden sûretler de hayâldir. Bundan dolayı aynadaki gölge ha­yâl içinde hayâl olur.

Tercüme: “Var olanda olan her bir şey ya vehim veyâ hayâldir. Yâhut aynalarda olan akisler veyâ gölgelerdir. Hüdâ güneşi, gayrı gölgesinde parladı, şaşkınlık sahrasında hayrân olup kalma! Âdem kimdir? Zâil olmayanın nûrunun yansımasıdır. Âlem nedir? Zeval bulmaz deryâsının dalgasıdır.

YÛSÛF Fassı- O’nun isimleri için iki delîl oluş vardır

Ve ortada olan vücûd, onun zâtı ve aynı yönüyle, ancak sâdece Allâh’ın vücûdudur. Ve ahadiyyet zâtıyla isimlenmiş olan Hakk’ın hakîkati, taayyünsüzlük ve taayyün şartı olmak­sızın bir vücûd olduğu yönden, salt vücûdun gayrı değildir. Ve O, o yönden, sıfatlardan ve isimlerden mu­kaddestir. Ve O’nun için sıfat ve isim ve resim yoktur. Ve onda olan çokluğa vecihlerden bir vecih ile îtibâr yoktur. Bu da isimler yönünden değildir. Çünkü O’nun isimleri için iki delîl oluş vardır: Delîl oluşun birisi isimlenenin aynıdır. Ve delîl oluşun diğeri de ismin onun üzerine delîl olduğu şey­dir ki, isim onunla bu isimlerin diğerlerinden ayrılır ve farklı olur (33).

Yânî kendi zâtında sâbit olan “vücûd”, ancak sâdece Allâh’ın vücûdudur. Bunun böyle olması, onun “zât”ı ve “ayn”ı yönünden­dir; isimleri yönünden değildir. Ve ahadiyyet zâtı denilen Hakk’ın hakîkati, taayyünsüzlük ve taayyün şartı olmaksızın bir vücûddur. Yânî onun vücûdunun, vücûd olması için bu şartlar lâzım değildir. Ve salt vücûd olması yönünden sıfatlardan, isimlerden münezzehdir. Bundan dolayı zâti ahadiyyeti dolayısıyla âlemlerden ganîdir.

Ve kendinde olan çokluğa, vecihlerden bir vecih ile îtibâr yoktur. Fakat isimler ile isimlenen olması yönüyle çokluğa îtibâr vardır. Çün­kü Hakk’ın vücûdu, isimleri yönüyle zâtın aynı değildir. Çünkü Al­lâh’ın isimleri için iki delîl oluş vardır ki, birisi “zât”, diğeri “sıfat”­tır. Zât ise ismin aynıdır. Ve isim bu îtibâra göre isimlenenin ay­nıdır. Ve ikinci delîl oluş da ismin işâret ettiği sıfattır ki, isim bu sıfatla diğer isimlerden ayrılır. Çünkü ne kadar isim var ise, hepsi ahadiyyet zâtında helâk oluşta birliktedir.

Ve bu birliktelik dolayısıyla birbirinin aynıdır. Ancak ahadiyyet zâtı dediğimiz mutlak vücûd, vâhidiyyet mertebesine tenezzül ettiğinde, isimlerin her birisi kendi sıfa­tıyla taayyün edici olur. Ve bu taayyün sebebiyle de birbirinden ayrı­lır. Ve bu sûrette her bir isim isimlerin hepsiyle vasıflanmış olan Zâ­t’ın gayrı olur.

Şimdi Gafûr, Zâhir ve Bâtın’dan nerede ve Evvel Âhir’den nerede? Böyle olunca her bir ismin, ne ile diğer ismin aynı; ve bir ismin ne ile diğer ismin gayrı olduğu sana belli oldu. Şimdi o isim, diğer ismin aynı olması îtibârıyla o, Hak’­tır. Ve o isim, diğer ismin gayrı olması îtibârıyla bahsediyor olduğumuz hayâl edilen Hakk’tır. Böyle olunca kendi üzerine kendisinden başka delîl olmayan mutlak Hakk’ı tenzîh ederim. Ve onun vücûdu, ancak onun aynı ile sâbit oldu. Şimdi varlıkta ahadiyyete işâret eden şeyin gayrı yoktur. Ve hayâlde dahi ancak onun üzerine çokluk işâret eden şey vardır (34).

Yânî isimlerin her birisi kendi sıfatıyla taayyün edici olup biribirin­den ayrılınca, dikkat et et ki, Gafûr ismiyle Zâhir ve Bâtın isimleri ara­sında ne kadar fark olur ve Evvel ismiyle Âhir ismi arasındaki ay­rılık ne oranda bulunur?

Bundan dolayı sen anladın ki, ilâhi isimlerden her biri ne îtibâr ile diğerinin aynıdır. Yânî bildin ki, isimler Hakk’ın zâtının aynıdır. Çünkü zâtı dolayısıyla hepsi birliktedir. Ve Gafûr, Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir isimleri Hakk’ın zâtına delîl olmaları îtibârıyla bir dîğerinin aynıdır. Fakat isimlerden her birisinin bir sıfata işâret etmesi ve o sıfatla bir dîğerinden ayrılması îtibârıyla biribirinin gayrıdır. İşte bu aynı oluş ve gayrı oluş sana belli oldu.

Şu halde bir isim diğer ismin aynı olması îtibârıyla o isim, mutlak Hakk olur. Çünkü ahadiyyet mertebesinde her bir isim, bütün isimlerin aynı olan “zât”ın aynıdır. Ve bir ismin diğer ismin gayrı ol­ması îtibârıyla o isim, bahsediyor olduğumuz hayâl edilen Hakk olur. Ve Hz. Şeyh’in “hayâl edilen Hakk” ile yüksek maksatları, isimler ve a’yân-ı sâbite ve onların hâriçte mevcûd olan görünme yerleridir. Çünkü hepsi, ilâhi zâtın gölgeleridir. Gölge ise hayâldir; ve Hakk’­ın vücûdunun aynı olması yönünden, hayâl edilen sûretlerde açığa çıkan Hak’­tır. O sûretler ister ilmî ve rûhânî olsun, ister misâlî ve hissî olsun farketmez. Ve hepsi de hayâldir.

“Bahsediyor olduğumuz” ifâdesinde iki yön hâtıra gelir: Bi­risi, “Muhammedî Yûsuf lisânıyla hayâlin ayrıntısından bahsediyoruz” de­mektir. Diğeri de “Biz şimdi şehâdet hazretindeyiz ve gölge vücûd ile taayyün etmişiz. Bundan dolayı şu an hayâl edilen Hakk’ız” demek olur. Bosnevî nüshasında “sadedinde bulunduğumuz” yerine “sûretlerinde bulunduğumuz” diye yazılmıştır ki, ma’nâ: “Sûretlerinde bulunduğumuz hayâl edilen Hakk’tır” demek olup bu ma’nâ da ikinci yönü ifâde eder.

Hz. Şeyh bu ayrıntılardan sonra buyururlar ki: “Ben kendi kendinden başka ona delîl olmayan mutlak Hakk’ı tenzîh ederim.” Çünkü âlemin hüviyyeti, ona işâret eden Hakk’ın gölgesidir. Ve gölge de, gölge sâhibi­nin aynıdır. Bundan dolayı Hakk’ın kendi kendinden başka ona delîl yok­tur. Mesnevî:

Tercüme: “Güneşe delîl yine güneş oldu. Eğer sana delîl lâzım ise ondan yüz çevirme!

Ve Hakk’ın vücûdu ancak kendi zâtıyla sâbit oldu. Çünkü zâhir ve bâtında olan vücûd, Hakk’ın gayrı olan bir vücûd değildir; izâfi ve îtibârîdir. Örneğin buzun vücûdu suyun vücûdudur; buzun bağımsız vücûdu yoktur. Ve aynı şekilde bir şahsın bâtınında ve zihninde olan sûret­ler ancak o şahsın vücûdudur. O sûretlerin bağımsız vücûdları yok­tur. Ancak o şahsın vücûduna bağlıdır. Böyle olunca vücûdda mev­cûd olan şeyler, ancak ahadiyyetin delîli olan şeylerdir. Ahadiy­yetin delîli olan mevcûd da Hakk’ın vücûdudur.

Ve hayâlde dahi, ancak üzerine çokluk delîl olan şey vardır ki, o da, varlıklar için hayâli sûretleri zâhir kılan isimlerin çokluğudur. O çokluk dai ha­yâlde olan şey üzerine delîldir. Ve hayâlde olan şey ise, çoğalan sûretlerden teşekkül olan izâfî vücûddur. Yânî ilâhî ilimde zâ­hir olan a’yân-ı sâbite isimlerin gölgesi olduğu için hayâldir. Bundan dolayı bu hayâlî olan sûretleri zâhir kılan isimlerin çoğalması ve çok­luğudur. Hârici olan aynlar ise a’yân-ı sâbitenin gölgeleridir. Bu çoğalan şeylere baktığımızda, bunların hayâlde, yânî ilâhî ilimde olan şey üzerine delîl olduğunu anlarız. Ve bu hayâlde olan şey zâtın vü­cûduna bağlı olan vücûddur, çünkü gölgedir. Ve gölgenin bağımsız vücûdu olmayıp gölge sâhibinin vücûduna bağlı olan bir vücûddur.

Şimdi çoklukla vâkıf olan kimse, âlem ile ve ilâhi isimler ile ve âlemin isimleriyle olur. Ve ahadiyyet ile vâkıf olan kimse, Hakk’ın sûreti yönüyle değil, âlemlerden ganî olan zâtı yönüyle Hak’la olur. Ve âlemlerden ganî ol­duğunda dahi, onun âlemlerden ganî oluşu, isimlerin ona nisbe­tinden onun ganî oluşunun aynı olur. Çünkü onun için olan isimler, ona delîl olduğu gibi, bu eseri tahakkuk etmiş olan diğer isimlenenlere de delîl olur (35).

Yânî bu gördüğümüz çok olan şeyler karşısında duran ve Hakk’ın birliğine tâlib olmayan kimse, âlem ile ve ilâhi isimler ile ve âlemin isimleriyle meşgûl olup bu çokluk ile Hak’tan perdelenir. Fakat zâti ahadiyyeti indinde duran ve zâti ahadiyyeti mü­şâhede eden kimse, Hakk’ın âlemlerden ganî olan zâtı yönüyle, ebeden Hak ile olur. Fakat Hakk’ın sûreti, yânî sıfâtı yönüyle, onun aynı olmaz. Çünkü sıfat, akletme mertebesinde olan birta­kım çokluklardan ibâret olup ahadiyyet zâtında helâktedir.

Bundan dolayı zâti ahadiyyeti müşâhede eden kimse, ganî olan zâtın görünme yerinde olur; çokluğu gerektiren isimlere âit sûretler görünme yerinde olmaz, yânî zâtî olur, sıfâtî olmaz. Ve çoklukta vâkıf oluş, hálk edilmişlerden ibâret olan âlem ile Hak’tan perdeli olanların şânı olduğu gibi, aha­diyyetle vâkıf oluş da, hálk edilmişlerden perdeli olan tevhîd ehlinin şânıdır.

Bu iki makâmdan daha a’lâ olan makâm, isterse eşyânın en ha­kîri olsun, bütün görünme yerlerinde Hakk’ı müşâhede eden müşâhede edicilerin en kâmilinin makâmıdır. Çünkü onlar, hálk ile berâber Hakk’ı ve çokluk ile berâber birliği ve aynı şekilde bunun aksi olarak Hak’la berâber hálkı ve birlik ile berâber çokluğu görürler. Onların görüşünde biri diğerine perde olmaz.

Ve Hakk’ın zâtı âlemlerden ganî olduğunda dahi, onun bu ganî oluşu, isimden ganî oluşunun aynıdır. Çünkü isimler bir yön ile onun aynı ise de, bir yön ile de gayrıdır. Nitekim, bu aynı oluş ve gayrı oluş daha önce îzâh edildi. Yânî isimler zâta delîl olduğu gibi, o isim sebebiyle bâzısı bâzısından ayrı olan kavramlara da delil olur. Ve bu kavramlar, o isimlerin eseri olarak tahakkuk eder. O eser ise, isimlerin görünme yerlerinden çıkan fiillerdir. Sen ve ben, isimlerin sûretlerinden başka bir şey değiliz. Ve bizim fiillerimiz, görünme yeri olduğumuz isimlerin eseridir.

YÛSÛF Fassı- “Kul huvallâhu ahad”

Yâ Muhammed! “Sen de! Allah”, aynı yönünden, “ahaddır” (İhlâs, 112/1) Bizim ona dayanıyor olmamız yönünden “Allah kendisine ihtiyaç duyulandır.” (İhlas, 112/2) Kendi hüviy­yeti ve bizim hüviyyetimiz yönüyle, “doğurmadı”; ve yine böylece “doğmadı”. Ve aynı şekilde “bir kimse ona benzer ve denk olmadı”. (İhlas, 112/3-4) İşte bu, Hakk’ın nitelikleridir. Şimdi kendi zâtını “Allâhü Ahad” sözü ile ayırdı. Ve çokluk, Hakk’ın bilinen nitelikleriyle, bizim indimizde zâhir oldu. Böyle olunca biz doğururuz ve doğarız; ve Hakk’a dayanan oluruz. Ve biz bâzımız bâzımıza benzer oluruz. Ve bu Vâhid bu niteliklerden münezzehdir. Şimdi O bizden ganî olduğu gibi, bu niteliklerden ganîdir. Ve Hak için, İhlâs sûre­si olan bu sûreden başka bir sıfat yoktur. Ve bunun hak­kında indirildi (36).

Yânî Hakk’ın vücûdu, kendisinin zâtı yönüyle, Ahad’dır. Allah gayrıdan ganîdir. Allah Samed’dir, yânî Allah ihtiyaçlarda istenilendir. Vücûdumuzda ve sıfâtımızda bizim ona dayanıyor olmamız yönüyle kendisine ihtiyaç duyulandır. Ve isim îtibârıyla Hakk’ın vücûdu Vâhid’dir ve isimlerden ganî değildir. Çünkü “Samed”in ma’nâsı, kendisine ihtiyaç duyulandır; ve kendisine ihtiyaç duyulan, ihtiyaç duyanın vücûdu ile tahakkuk eder. Bundan dolayı Hakk’ın vücûdu ahadiyyeti yönüyle gayrıdan ganî ol­makla berâber, sıfat ve isimler yönüyle ganî değildir. Nitekim Hâce Hâfız buyurur. Beyit:

Tercüme: “Ma’şûkun gölgesi eğer âşıkın üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtâc idik; o da bize iştiyaklı idi.”

Ve Hak “doğurmadı”, yânî zorunlu olan “hüviyyet”i, bizim imkân dâhilinde olan hüviyyetlerimize yakınlaşarak çocuk makâmında olarak üçün­cü bir vücûd doğmadı ki, Hak onun doğurtanı olsun. Bu imkân dâhilindeki vücûd, ancak onun vücûduna bağlı olan bir îtibârî vücûddur. Yoksa iki vücûdun birbirine yakınlaşmasından peydâ olan bir netîce değildir.

Ve Hak bir kimseden “doğmadı”, yânî iki vücûd yok idi ki, onlar birbirine yakın olmakla Hak onların netîcesi olsun. Ve Hakk’ın vücûduna “benzer” ve mukâbil ve misil ve muâdil olarak diğer bir vücûd yoktur ki, kendisine arkadaş olsun. Belki bütün me­rtebelerde “vücûd” ancak kendisinindir.

Örneğin buhâr kesîfleşip bulut ve su ve buz olur. Bu üç mertebede gözüken sûretler, hep bu­hârın vücûdudur. Bulutun ve suyun ve buzun vücûdları, buhârın vü­cûduna bağlı olan îtibâri vücûdlardır. İşte bu ahadiyyet, zâtı dolayısıyla Hakk’ın niteliğidir. Bundan dolayı Hak Teâlâ “Allâhü Ahad” sözüyle zâtının ferd olup çokluktan münezzeh olduğunu beyân etti. Bu münezzeh oluş, Hakk’ın ahadiyyet niteliği dolayısıyladır.

Ancak, Hak’tan kaldırıp, bizim vasıflandığımız, bilinen nitelikler dolayısıyla, bizim indimizde çokluk ortaya çıktı. Çünkü, biz doğu­ruruz ve doğarız ve vücûdumuzda ve sıfâtımızda Hakk’a dayanırız ve birbirimize benzer ve muâdil oluruz. İşte Hak’tan kaldırdığımız bu nitelikler ile bizler vasıflanmış oluruz. Ve bu sebeble de bizim in­dimizde çokluk ortaya çıkar.

Ve bir olan Hakk, ahadiyyet zâtı ve bir olan aynı îtibârıyla, bunlardan münezzehdir ve ganîdir ve nitekim bizlerden dahi ganîdir. Çünkü, bizler bu nitelikler ile vasıflananız. Bundan dolayı Hak, zâtıyla bizden ganîdir. Ve zâtıyla ganî oluşu îtibârıyla bu İhlâs sûresinden başka Hakk’ın bir sıfatı yoktur. Çünkü bu mübârek sûre, ahadiyyet zâtından çokluğun ve hükümlerinin ve niteliklerinin kaldırılmasına mahsustur. Ve ahadiyyet çokluğun kalkmasıdır. İşte İhlâs’ın ma’nâsı budur.

Onun için İmâm-ı Alî (k.a.v.) Efendimiz hazretleri “O’nun için ihlâsın kemâli, O’ndan sıfatın kalkmasıdır” buyurdular. Ve bu İhlâs sûresi, Hakk’ın nesebi (nû­n harfinin üstün ile okunuşuyla), yânî niteliği olan ahadiyyetin vasfında indi. Fakat bu ahadiyyet, zâti ahadiyyettir; isimlere âit ahadiyyet değildir. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) aşağıda buyurur:

Şimdi Allâh’ın ahadiyyeti, bize tâlib olan isimler yönünden, çokluk ahadiyyetidir. Ve bizden ve isimlerden ganî oluşu yönünden, Allâh’ın ahadiyyeti, “ayn” ahadiyyetidir. Oysa her ikisine de, ahadiyyet genellenir. İşte bunu bil! (37).

Yânî ilâhi ahadiyyet ikidir:

Birisi eserlerini bizde açığa çıkarmak için bize tâlib olan isimleri yönünden olan ahadiyyettir ki, “çokluk ahadiyyeti” derler. Çünkü birçok isimler ile isimlenen şey, ancak bir zâttır. Ve bu çokluk, ancak akıl mertebesinde olan bağıntısal çokluktur. Örneğin, insan kavramı, ahad bir zât olduğu halde, gülen, ağlayan, okuyan, yazan, döven, seven vb. gibi birtakım bağıntıları vardır. Bunların çoğalması ile zâtının çoğalması gerekmez. Bu çokluk akıl mertebesindedir. İşte bu isimler yönünden olan in­san kavramının ahadiyyeti çokluk ahadiyyetidir.

İkincisi: Allâh’ın isimlerinin eserleri olan bizlerden ve isimlerinden ganî oluşu yönünden olan ahadiyyetidir. Buna da “ayn ahadiyyeti”, yânî “zâti ahadiyyet” derler. Çünkü zât, zât olmak için mutlaka isim­lerine ve onun eserlerine muhtâç değildir. İsimleri olsa da olmasa da yine zâttır. Örneğin insanın isimlerinden soyut olarak bir ahadiy­yeti vardır ki, zâtı yönündendir. Bundan dolayı okuyucu, yazıcı, dövü­cü, sevici olmasa da, insan yine insandır. Ve bu bağıntılardan ganîdir. İnsanın zâtının bunlara ihtiyâcı yoktur.

İşte bu iki ahadiyyete de “Ahad” ismi verilir. Fakat zâta nisbet edilen ahadiyyet başka, isimlere nisbet edilen ahadiyyet başkadır. Bundan dolayı bunları mahallerinde kullanmak için farklarını bil!

YÛSÛF Fassı- Hak, senin üzerine ve O’nun üzerine delîller olarak gölgeleri icâd etti.

YÛSÛF Fassı- Hak, senin üzerine ve O’nun üzerine delîller olarak gölgeleri icâd etti.

YÛSÛF Fassı- “Ey insanlar, siz Allâh’a muhtaçsınız; ve Allah ganî ve hamîddir”

Ve tâ ki bilesin ki, nereden ve hangi ilâhi hakîkâtten, Hak insanlardan ganî oluş ile ve âlemlerden ganî oluş ile vasıflandı. Ve âlem de ganî oluş ile vasıflandı. Yâni insanlardan bâzısı bâzısından şu yön ile ganî oluş ile vasıflandı ki, o yön onunla bâzısının diğerine muhtaç olduğu yönün aynıdır. Ve Hak için ilâhi isimlerden başka, âlemin ona muhtaç ol­duğu bir sebebiyyet yoktur. Ve kendisine muhtaç olunan isim, muhtâcın benzeri olarak âlemden olsun veyâhut Hakk’ın aynından olsun, ilâhi isimler âlemin ona muhtâç olduğu her bir isimdir. O da Allah’dır, gayrı değildir. Bunun için Al­lah Teâlâ buyurdu: “Ey insanlar, siz Allâh’a muhtaçsınız; ve Al­lah ganî ve hamîddir” (Fâtır, 35/15) (39).

Yânî sen imân ile baktığın zaman daha önce bahsedilen hakîkâtleri bildiğin gibi, bunu da bilirsin ki: Hak, ne mertebeden ve hangi ilâhi hakîkât ile insanlardan ve âlemlerden ganî oluş ile vasıflandı. Ve bu ganî oluş ile vasıflanma âlemde de oldu. Yânî âlemin bir parçası bir husûsta diğer paçasından ganî oldu. Ve aynı şekilde bir parça bir husûsta diğer bir parçaya muhtaç oldu.

Örneğin bir şahsın gölgesi vücûdda o şahsa muhtaçtır. Fakat yine o gölge, kendisinin sâhibi olmayan diğer bir şahıstan ganîdir. Ve aynı şekilde su, donmak için güneşe muhtaç değildir ve ondan ganîdir. Fakat erimek için güneşin ısısına muhtaçtır. Bundan dolayı su, güneşten bir yön ile ganîdir ve bir yön ile ona muhtaçtır.

Ve bu muhtaç oluş ve gâni oluş, birbirinin aynıdır. Çünkü görünme yerlerinde Hakk’ın rubûbiyyetle yânî Rabb oluş ile açığa çıkmasından dolayıdır. Ve âlem ise, rubûbiy­yet yönünden Hakk’ın aynıdır. Ve âlem aslî vücûdu olmayıp yokluk üzere bulunduğundan, şüphesiz zâtî muhtaçlığı ile sebeplere muh­taçtır. Sebep olmayınca onun vücûdu olamaz. Ve âlemin muhtaç ol­duğu en büyük sebep dahi, Hakk’ın sebebiyyetidir. Bundan dolayı bi­zim vücûdumuz, zâtî muhtaçlık ile Hakk’a muhtâç olup, kendi zâtı ile kâim olan mutlak zâtın tecellîsi ve isimleriyle kâimdir

Âlemin muhtâç olduğu Hakk’ın sebebiyyeti de, ilâhi isimlerden başka bir şey değildir. Yânî Rabb’i olan ve hálk edilmiş olan âlem, Rabb’e ve Hâ­lık’a muhtaçtır. Bununla berâber bu muhtaç oluş rızık ve hálk ediliştedir. Yoksa, hakîkâtlerin zâtları, zâtın taayyünlerinin sûretleridir ve Hakk’ın işleridir. Bundan dolayı zât yönünden muhtaç oluş yoktur. Bu muhtaç oluş ancak bağıntılardan ibâret olan isimler arasındadır. Ve biz de işte o isimlerin sûretleri­yiz.

Ve ilâhi isimler, âlemin muhtâç olduğu her bir isimdir ki, ken­disine muhtâç olunan isim, gerek çocuğun vücûdda babasına ihtiyâcı gibi, âlemin parçalarından muhtâç olanın kendisine benzeyen bir parça olsun; ve gerek çocuğun sûrette ve hálk edilişte Mûsâvvir ve Hâlık olan Hakk’a ihtiyâcı gibi Hakk’ın aynından olsun. Yânî Zâhir isminin ihâtası altında olan varlıksal görünme yerleri ve hálk edilmiş âlemlerden her birisi iki îti­bâr ile “ilâhî isim”dir.

Birisi budur ki; mevcûd olan her bir şey, Hakk’ın vücûduna ve onun vahdetine delâlet ettiği için “ism-i İlâhî” olmuş olur.

İkincisi budur ki, mevcûd olan her bir şey, ilâhi isimlerden bir ismin görünme yeri ve aynasıdır. Bundan dolayı her bir isim, rubûbiyyetini kendisine mahsûs olan görünme yerinde açığa çıkardığı ve açığa çıkan ile görünme yeri bir görüldüğü için, her şey “ilâhî isim” olur. Ve Bâtın isminin ihâtası altında olan ilmî sûretlere gelince onların ilâhi isimler ol­duğuna şüphe yoktur.

Şimdi kendisine muhtaç olunan isim, Allah’dır; rubûbiyyet yönüyle onun gayrı değildir. Babanın çocuğun vücûduna sebeb olması husûsunda, kabiliyetten ve görünme yeri oluştan başka bir şey yoktur. Babanın görünme yerinde açığa çıkan fiil, Hakk’ın fiilidir ve görünme yerinin vücûdunda açığa çıkan Hakk’ın aynıdır. Bunun için Hak Teâlâ buyurdu ki “Siz Al­lah Teâlâ’ya muhtaçsınız” (Fâtır, 35/15). Yânî fakr, sizin zâti sıfatınızdır. Bundan dolayı aslında sizin ganî oluşunuz olmayıp, bütün işlerde küllî fakr ile Hak Teâlâ’ya muhtaçsınız. “Ve Allah Teâlâ kendi zâtı ile gayrdan ganîdir. Ve kendi zâtı ile yine kendi zâtını hamîddir.”

Ve bâzımızdan bâzımıza bizim için muhtaç oluş sâbit olduğu ma’lûmdur. Böyle olunca bizim isimlerimiz Allah’ın isimleridir. Çünkü muhtaç oluş, hiç şüphesiz O’nadır. Ve bizim aynlarımız ise, işin aslında O’nun gölgesidir, O’nun gayrı değildir. Şimdi O, bizim “hüviyyet”imizdir; “hüviyyet”imiz değildir. İşte biz sana yolu genişlettik, dikkat et! (40).

Yânî Hakk’ın bize tecellî ettiği isimler ile bâzımızın bâzımıza muhtaç oluşu sâbit olur. Ve varlıksal isimler, tenezzülü ve varlıksal sıfatlar ile vasıflanması îtibârıyla Allâh’ın isimleridir. Örneğin letâ­fet mertebesinde buharın adı buhardır. Fakat tenezzülleri îtibârıyla her merte­bede bir isim alır. Bir mertebede adı bulut ve bir mertebede yağ­mur ve su ve bir mertebede kar ve bir mertebede de buzdur. Bu isimlerin hepsi buhârın isimleridir. Şu halde bizler ki, varlıksal aynlarız, bizim isimlerimiz Allâh’ın isimleridir.

Ve bizler ancak isimlerin sûretleriyiz. Bizim bir dîğerimize muhtâç oluşumuz dahi, Hakk’a olan ihtiyâçtır. Ve hiç şüphe yoktur ki, muhtaç oluş ancak Al­lah Teâlâ’yadır. Ve a’yân-ı sâbitemiz ile mevcûd aynlarımız işin aslında Hakk’ın gölgesidir. Ve bir şeyin gölgesi ise o şeyin aynıdır. İşte bu îtibâr ile Hak bizim “hüviyyet”imizdir. Ve bir şeyin gölgesi o şeyden ayrı olduğundan bu îtibâr ile de, Hak bizim “hüviyyet”imiz değil­dir. Örneğin buhar, hakîkat ve vücûd îtibârıyla, buzun hüviyyetidir. Ve taayyün ve kayıt ve izâfet îtibârıyla buzun hüviyyeti değildir.

İşte ey okuyucu, biz sana Hakk’a ulaştıran gâyet geniş bir yol aç­tık. Sen basîret gözü ile bakıp ahadiyyet cemâlini, âlemin bütün görünme yerlerinde ve bu sûretlerde müşâhede et! Ve âlemin çokluk sûretleri gözüne perde olmasın! Rubâî:

Tercüme: “Ma’şûkun apaçık olduğunu şimdi bildim. Arada benim ile berâber olduğunu şimdi bildim. Taleb ve araştırma ile bir makâma ulaşırım demiş idim. Oysa onun ayrılık olduğunu şimdi bil­dim.”

17.Temmuz.1916 Pazartesi günü, ezâni sâat 03:00

YÛSÛF Fassı- Mesnevi

Mesnevî:

Tercüme: “Vehim ve hayâl ve tama’ ve korku âlemi, yolcu için çok büyük bir bağdır.”

Şerh: Yânî Hakk yoluna sâik olan bir kimse, eğer kendisinin ve âlemin tamamının vehmî vücûdlarından geçmez ve on­ların ilâhi isimlerin gölgeleri olup bir hayâlden ibâret bulunduğunu bilmezse, kendi vehmî vücûduna gelecek mükâfâta tama’ eder ve cezâlardan da korkar. Ve ameli ancak mükâfâta nâil olmak ve cezâlardan kurtulmak için yapar. Bu ise ikilik olup Hak yolunda çok büyük bir bağdır. Çünkü sâlikin maksâdı vahdettir. Bu vehmî çokluk ve hayâl ile vahdet bulunmaz. Mesnevî:

Tercüme: “Bu nakış bağlayıcı olan hayâlin nakışları, dağ gibi olan Halîl gibi bir zâta zarar oldu.”

Şerh: “Nakış bağlayıcı hayâl”den kasıt ilâhî ilimde olan eşyânın sû­retleridir. Bu hayâlin nakışları ise şehâdet hazretinde açığa çıkmış olan sû­retlerdir ki, a’yân-ı sâbitenin gölgeleridir. Bundan dolayı bu âlem, hayâ­lin hayâli olmuş olur. Bunun ayrıntısı Yûsuf Fassı’nda anlatılmıştır. İşte bu hayâli nakışlar dağ gibi sağlam olan, İbrâhîm Halî­lullah gibi bir zâta zarar verdi.

Tercüme: “Cömertkâr olan cenâb-ı İbrâhim, işte Rabbim budur, dedi. Çünkü vehim âlemine düştü. Yıldızın zikrine böyle te’vîl söyledi. Onun gibi bir kimse te’vîl cevherini deldi.”

Şerh: Yânî cömert olan cenâb-ı İbrâhîm, ilk olarak parlak bir yıldız gördü. İşte Rabb’im budur, dedi. O yıldız kaybolunca, ben batanları sevmem, deyip bu vehîmden vazgeçti. Bu olayın ayrıntısı En’âm sûresinde “Fe lemmâ cenne aleyhil leylu reâ kevkebâ, kâle hâzâ rabbî, fe lemmâ efele kâle lâ uhıbbul âfilîn” (En’âm, 6/76) âyet-i kerîmesinden başlayarak Kur’â­n-ı Kerîm’de beyân buyrulmuştur. Daha sonra ayı daha büyük görüp “işte Rabb”im budur” dedi. Kaybolunca ondan da yüz çevirdi. Güneşi daha büyük ve daha parlak gördü. İşte Rabb’im budur, dedi. O da kaybolunca bu vehimden de vazgeçip yeri gö­ğü hálk eden Sâni’-i Hakîm’e ve âlemlerin Rabb’ine yöneldi. İşte cenâb-ı İbrâhîm gibi bir zâtı, âlem sûretleri te’vîl tarafına sevk etti. Bununla berâber akıl nûru, bu sûretlerin birer kaybolup giden hayâl olduğuna hükmetti. Mesnevî:

Tercüme: “Göz bağlayıcı olan vehim ve hayâl âlemi, öyle dağı ye­rinden kopardı. Hattâ onun sözü “Bu benim Rabb’im” geldi. Ahmağın ve eşe­ğin hâli ne olur?”

Şerh: Basîret gözünü, vahdet cemâline bakmaktan bağlayan bu vehim ve hayâl âlemi ve gölgeler, bu mâsivâ nakışlarına kapılma­mak husûsunda dağ gibi sağlam olan bir nebîyy-i zî-şânı yerinden ko­pardı. Artık, sen âlemin sûretlerinin hakîkâtlerini idrâkten mahrûm olan ahmağın ve şehvet düşkünü olan eşeklerin hâlini kıyâs et! İbrâ­hîm (a.s) bu hayâller içinde Rabb’ini aradı. Ve bu arama Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûdu arasındaki bağlantıya ve münâsebete uzandı. Oysa ahmak ve eşek tabîatında olan kimseler, bu hayâli sûretlere, bir şekilde fayda sağlama kasdıyla dört el ile yapışıp kalmış­lar ve Rab’lerini tamemen unutmuşlar ve hattâ bâzıları inkâr bile etmişlerdir.Mesnevî:

Tercüme: “Dağlar gibi olan akıllar, vehim deryâlarında ve hayâl girdâbında boğulmuştur. Bu tûfanda dağlara alçaklık vardır. Nûh’­un gemisinde olandan başka bir eminlik nerede? Bu yakîn yolunun yol kesicisi olan hayâlden, dîn ehli yetmiş iki millet oldu. Yakîn ehli, o vehim ve hayâlden kurtuldu; kaş kılına hilâl demez! O kimseye ki Hz. Ömer’in nûru senet olmaya, kaşının bir eğri kılı onun yolunu vurur.”

Şerh: Yânî dağlar gibi güçlü ve sağlam olan birçok akıllar, bu âlem sûretlerini bağımsız birer vücûd zannedip vehim deryâlarında ve hayâl gir­dâbında boğulmuşlardır. Çünkü onlar hayâli hakîkat zannetmişler ve onun üzerine hüküm binâ etmişlerdir. Bu öyle bir tûfandır ki, dağlar gibi akıllara bu tûfandan rezil rüsvâlık vardır. Bundan kurtuluş, ancak gemi mesâbesinde olan Peygamberin sünnetlerine ve onun vâris­lerinin gösterecekleri yola tabî olmak ve seyri sülûk ile olur. Nitekim (s.a.v) Efendimiz “Dünyâ uyuyan kimsenin rü’­yâsı mesâbesindedir” buyurmuşlardır. Rü’ya ise hayâldir. Ve hayâl yakîn yolunun yol kesenidir. İşte bu hayâl sebebiyle dîn ehli, yetmiş iki millet oldu. Çünkü bunlardan her birisi Resûlullâh’ın (s.a.v) sünnetine değil, akıllarına dayandılar ve îtimâd ettiler. Ve yakın cennetinden uzaklık ateşine düştüler. Evhâm ve hayâller onların yollarını vurdu. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur “Be­nim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların hepsi ateştedir. Birisi müstesnâdır.” Ve müstesnâ olan fırka ise sünnete tabî olanlardır. Çünkü bunlar akıllarını Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in karşısında kurbân edip yakîn ehlinden oldular. Artık onlar, kaş kılına hilâl demezler.

Bu beyân ile cenâb-ı Ömer (r.a) zamânında olan bir olaya işâret buyrulur: Birisi, hilâli görüyorum, diye hazreti Ömer’in huzuruna gelmiş idi. Halbuki bu zât gâyet yaşlı olup gözünün üzerine sarkmış olan ka­şının kılını hilâl zannetmiş idi. Hz. Ömer farkına varıp kaşının kılı­nı düzeltmiş ve ondan sonra yine hilâli görüp görmediğini sormuş. Ve netîcede o görüşün hayâl ve vehimden ibâret olduğu anlaşılmış idi. İşte böyle Hz. Ömer’in nûrunu senet edinmiş olan kimse­nin yolunu kaşının bir eğri kılı vurmaz. Âlem ehli de, tıpkı hilâli görüyorum iddiâsıyla zannına tâbi’ olmuş kimselere benzer. Hz. Ömer gibi olan kâmil mürşidin huzûruna gidince onu zannından kurtulup yakîn mertebesine ulaşır. Mesnevi:

Tercüme: “Yüz binlerce korku ve dehşet ile vasıflanmış olan gemi, vehim deryâsında tahta tahta olmuştur. Onların en alçağı, aklı açık ve filozof olan Firavun’dur. Onun ayı, vehim burcunda tutulmuştur. Fâhişe ka­dının kim olduğunu kimse bilmez. Ancak kendince şüphesi olmayan kimse bilir. Mâdemki seni vehmin sersem tutar, neden dolayı o diğer vehim etrâfında dolaşırsın. Ben, kendi benliğimden âcizim, be­nim önümde pür-benlik niçin oturdun?”

Şerh: Yânî bir çok tehlikeler ile vasıflanmış ve gemi gibi olan cüz’î aklı, evhâm ve hayâller deryâsında parça parça olmuştur. Onların bir tâ­nesi de, vehme tabî oluşta aklı açık ve filozof olan Firavun’dur. Onun ay gibi olan akıl nûru vehme mensûb olan burçda tutulmuştur. Çünkü o kendisini bağımsız bir vücûd zannedip “ene rabbukumul a’lâ” yânî “Ben sizin a’lâ Rabb’inizim” (Nâziat, 79/24) dedi. Kendisinin ve mülkünün hayâli taayyünlerini bilemedi. Bu âlemin taayyünleri hakîkati örtmüştür. Örneğin örtülü olan kadınlar içinde hangisinin fâhişe olduğunu kimse bilmez. Bunların arasında bulunan fâhişe kadını ancak onunla münâsebette bulunmuş olan kim­se bilir. Bu husûsta o kimse aslâ şüphe etmez.

Ey vehminin mağlûbu olmuş olan kimse, hakîkati bulacağım diye niçin kendin gibi bir vehme mağlûb olmuşun etrâfında dolaşıp durursun? Sen ne kendinin ve ne de âlemin hakikâtini anlamamış olduğun hal­de, cehâlette seninle aynı hâlde olan filozofların, vehmî felsefeleri etrâfında dolaşmak ne fayda verir? Örneğin ben kendi vücûdumu bağımsız varsayıp bu vehimden bir türlü kurtulamıyorum ve kendi başımın çâresini bulmaktan âcizim. Sen aynı âcizlik ile vasıflanmış iken benlik ile dolu olarak benim önüme gelip oturduğun halde ben­den ne istifâde edersin? İki âcizin birbirine ne yardımı olabilir? Hz. Pîr-i dest-gîr bu sözü tenezzül ile filozofların makâmından söylemişlerdir. Yoksa kendilerinin kendiliği kalmamıştır. Mesnevî:

Tercüme: “Ben canla “men” ve “mâ”sız arıyorum, tâ ki o hoş çev­gânın topu olayım. Her kim “ben”siz oldu, bütün “ben”ler ondadır. Mâdemki kendisine dost değildir, hepsinin yâri oldu. Ayna nakışsız olunca değer bulur. Çünkü bütün nakışlardan hikâye edicidir.”

Şerh: Ben, cânı gönülden, kendi varlığından ve benliğinden kurtulmuş bir kimse arıyorum. Çevgân, topu nasıl çeler ve onda is­tediği gibi tasarruf ederse, o kendisinden kurtulup “ölmeden önce ölünüz” sırrına tasdîk edici olmuş olan kâmil mürşid dahi, bende öylece ta­sarruf etsin. Her kim benlikten kurtuldu ise bütün “ben”ler onda­dır. Çünkü “ben” tâbîri mutlak vücûdda taayyün etmiş olan kayıtlı vücûda âit bir sözdür. Ve mutlaka geçici olarak verilen kayıtlı oluş kal­kınca, o kayıtlı mutlak’ın aynı olur. Bundan dolayı ne kadar kayıtlılar var ise, artık o mutlak ayn olan kayıtlının içindedir. Nite­kim, aynanın üzerinde nakış bulunmazsa, güzel ve kıymetli olur. Çünkü nakışsız olan aynaya bütün şeylerin sûretleri akseder.

26.Temmuz.1916, Çarşamba, sâat 03:00