HÛD Fassı- Giriş Bölümü

HÛD KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “AHADİYYE HİKMETİ”NİN BEYANINDA OLAN FASSTIR.

Bu Hûd Kelimesinde “ahadiyye hikmeti” kuvvetlidir. Yönü budur ki: Hûd (a.s.) çok olan merbûblar yânî Rabb’i olanlar görünme yerlerinde Vâhid’in rubûbiyyetini yâni Rabb oluşunu müşâhede eder idi. Yânî her bir mahlûku terbiye eden, onun tâbi’ olduğu bir hâs ismidir. İlâhî isimler sayısız ve hesapsız olduğundan onların terbiyeleri altında bulunan görünme yerlerinin de öylece sayılması mümkün değildir. Bundan dolayı her bir “isim” bir Rab’dır. Bu şekilde merbûb yânî Rabb’i olan da çok olur. İşte Hûd (a.s.) bu Rabb’i olanların görünme yerlerinde çok olan Rabb’ları ber-taraf edip bir rubûbiyyet yânî Rabb oluş müşâhede etmiş idi. Nitekim Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de ondan naklen beyân buyurur:

(11/HÛD-56)

“mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm”

“Hiçbir hayat sâhibi yoktur ki Hak onun alnından tutmuş olmasın. Benim Rabb’ım muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir.”

Şimdi “ahadiyyet” üç mertebe üzerinedir:

Birincisi: “Zâti ahadiyyet”tir. Bunda aslâ çokluk îtibârı yoktur. “Kul huvallâhu ahad” (İhlâs, 112/1) bu mertebeyi beyân eder. Ve bu zâti ahadiyyet, mutlak oluşu dolayısıyla, Vâhid için hiç bir vasfı ve niteliği kabûl etmez; belki bu ahadiyyet Vâhid’in aynıdır.İşte bu tevhîde “tevhîd-i zât” derler.

İkincisi: İsimler ve sıfatların ahadiyyet mertebesidir. Ne kadar ilâhi isimler ve sıfatlar varsa, sonsuz çokluğu ile, zât ile birdir. Ve isimlerin çokluğu akıl etme ve bağıntı îtibârıyla sâbittir. Yoksa Hakk’tı mutlaklığı dolayısıyla bu gibi bağıntılar ve aklî îtibârlardan münezzehdir. Bu îtibâra göre Allah Vâhid’dir. Ve “huvallâhul vâhıdul kahhâr” (Zümer, 39/4) bu mertebeyi beyân eder. Çünkü kahrolan olmayınca Kahhâr oluş açığa çıkmaz. Ve kahrolanın vücûdu ise nisbî ve îtibârîdir. Ve bu mertebede “vahdet” Vâhid’in niteliğidir, “zât”ı değildir.

Üçüncüsü: “Fiillerin ahadiyyeti”, te’sîrler ve te’sir edilenler ahadiyyetidir. Ve bu mertebede yüce Zât bütün fiillerin kaynağıdır ve te’sir edilenlerin hepsinde te’sir edicidir. Ve bu ahadiyyet “rubûbiyyet ahadiyyeti”dir. İşte Hûd (a.s.)’ın hikmeti, bu “rubûbiyyet ahadiyyeti”ne dayanmaktadır.

Cenâbı-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan önce olan Yûsuf Fass’nın sonlarında “zâti ahadiyyet” ile “ilâhi isimlerin ahadiyyeti”ni anlatmış olduğundan, şimdi de “rubûbiyyet ahadiyyeti”ni içine alan “Hûd’a âit hikmet”i beyân buyurur:

HÛD Fassı- Allâh’a mahsûs sırâtı müstakîm vardır ki,herşeyde âşikârdır;gizli değildir

Şiir:

Allâh’a mahsûs sırât-ı müstakîm vardır ki, herşeyde âşikârdır; gizli değildir (1)

Yânî Allâh’a mahsûs olan doğru yol, bütün varlıksal aynlarda ve ilâhi isimlerde âşikârdır; gizli bir şey değildir. Bilinsin ki, “sırât-ı müstakîm” birlik yoludur ve Allah Teâlâ Hazretleri bir olduğundan, bu birlik yolu, Hakk’a çıkan yolların en yakınıdır. Şöyle ki, her bir “isim” için bir “kul” vardır; ve o “isim”, o kulun, hâs Rabb’dir.

Ve o kul da, o “ism”in kulu olmakla berâber, onun görünme yeridir. Bundan dolayı kul zâhirdir, cisimdir; Rabb ise bâtındır, rûhdur. Böyle olunca, mahlûkların nefesleri sayısınca Hakk’a yol vardır. Ve her bir mahlûk tâbi’ olduğu kendisine hâs ismin gerekleri üzerine hareket edip o ismin yolunda yürür. O yol da, o “ism”in, o Rabb’in “sırât-ı müstakîm”idir.

Örneğin mü’min “Hâdî” ve kâfir “Mudill” ve zehir “Dârr” ve bal “Nâfi’” isimlerinin görünme yerleridir. Bunların her birisi, terbiyesi altında bulundukları ismin gereklerine tâbi’dirler. Bundan dolayı hepsi, hâs isimlerine göre sırât-ı müstakîm üstünde yürürler. Fakat bu isimlerin, yolları bir dîğerine göre sırât-ı müstakîm değildir. Örneğin Dârr isminin yolu,Nafî’ isminin yoluna göre doğru olmaz.

Ve mü’min kâfiri, kâfir de mü’mini, eğri yolda görür. Şimdi ne kadar ilâhi isimler varsa, isimlenenin ahadiyyeti îtibârıyla hepsi Allâh ismiyle isimlenene ulaşır. Bu sûrette bütün isimlerin yollarını toplayıcı olan sırât-ı müstakîm, “Allah” ismiyle isimlenmiş olan ulûhiyyet zâtına mahsûstur. Ve yolların hepsini toplamış olan tevhîd yolu üzere, ancak ulûhiyyet görünme yeri olana, Muhammedî görünme yeri sülûk eder. Ve bütün nebîler ve evliyâ’nın kâmilleri o yol üzeredir. Ve diğer muhtelif yollar, bu yoldan dallanıp budaklanmıştır.

Büyükte ve küçükte ve işleri bilende bilmeyende Allâh’ın “ayn”ı zâhirdir (2).

Yânî bu “hálk” dediğimiz eşyânın ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister işlere vâkıf olanı olsun, ister olmayanı; hepsinde, Allah’ın “ayn”ı zâhir ve zâtı ve “hüviyyet”i hâzırdır. Ve nefes-i rahmânîsi ve ilâhî tecellîsi ile açığa çıkışı eşit seviyededir; çünkü Rahmân’ın hálk edişinde uygunsuzluk yoktur.

Ve her bir zerre, ancak onun zâtıyla mevcûddur ve Hakk’ın zâtı onların her birerlerinde birer isim ile tecellî edicidir ve o isimler, o görünme yerlerinin rûhları ve tedbir edicileri ve bu görünme yerleri de o isimlerin sûretleridir. Bundan dolayı her bir zerre, tâbi’ olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür.

Bunun için Allah’ın rahmeti, en küçükten en büyüğe her şeye kapsam oldu (3).

Rahmet iki kısımdır: Birisi “zâti rahmet”, diğeri “sıfâti rahmet”tir. Ve bunların her birisi de iki kısımdır: Birisi “genel rahmet”, diğeri “özel rahmet”tir. Şu halde rahmet, bu dört asıl üzerine kurulmuş olur. Burada her şeye kapsam olduğu beyân buyurulan rahmet, genel zâti rahmettir. Bu rahmete nâil olmak, amel ile değildir. Çünkü bu aynlara Hak Teâlâ Hazretleri, rahmâni rahmeti ile vücûd verdi. Oysa bunların bu vücûda nâil olmaları, evvelce kendilerinden çıkmış beğenilen bir amel karşılığında değildir. Belki imtinân yânî nâil olma yolu üzeredir. Şimdi bu aynların vücûdu, mutlak vücûdun tenezzüllerinden husûle geldiği ve Hakk’ın vücûdu bütün eşyâya sirâyet ettiği için, bu rahmetten kasıt dahî taayyünlerin kaynağı olan mutlak vücûddur.

HÛD Fassı- “Hiçbir hayât sâhibi yoktur; illâ Hak onun perçemini tutucudur”

“mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm” (Hûd, 11/56): “Hiçbir hayât sâhibi yoktur; illâ Hak onun perçemini tutucudur; benim Rabb’im muhakkak sırât-ı mûstakîm üzeredir.” (4)

Hûd (a.s.)ın hikmeti, bu âyet-i kerîmeye dayanmaktadır. Yânî mevcûtlardan hiçbir şey yoktur; illâ ki Allah Teâlâ, zâti hüviyyeti ile onun perçeminden tutucudur ve isimleri dolayısıyla onda tasarruf edicidir. Muhakkak benim Rabb’im sırât-ı müstakîm üzeredir. Çünkü her bir ismin kendisine mahsûs yolu vardır. Ve bu kendisine mahsûs yol da onun sırât-ı müstakîmidir.

Ve bu âyet-i kerîmede “dâbbe”nin, her “mevcûd şey” ile tefsîr edilişi “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” yânî “O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur” (İsrâ, 17/44) âyet-i kerimesine dayanmaktadır; çünkü tesbîh ve hamd etme, hayâta bağlıdır.

Ve mâdenler ile bitkiler dahî kendilerine mahsûs olan bir hayat ile canlıdırlar; Şu kadar ki, insana varıncaya kadar olan hayât mertebeleri, kemâl dolayısıyla, dereceler üzerinedir. Bundan dolayı bitkilerin hayatı, mâdenlerin hayâtına ve hayvanların hayatı, bitkilerin hayâtına ve insan hayâtı hayvanların hayatına kemâl olarak önde ve üstündür. Sonuç olarak bütün eşyâ, zevk ve müşâhede sâhipleri indinde hayat sâhibidir ve onun rûhu hâs Rabb’i olan ilâhî isimdir.

Soru: Bu ayet-i kerîmede nakledilen Hûd (a.s.)’ın sözünde “Rabb” ancak kendi nefsine bağlanmış ve her şeyin bir hâs Rabb’i bulunduğu açıkça belirtilmemiştir.

Cevap: Bütün ilâhi isimler “Allah” ismi altında toplanmıştır. Bundan dolayı bütün isimlerin yolları,”Allah” isminin sırât-ı müstakîmi altında gerçekleşir. Ve Allah câmi isminin görünme yeri ise, ancak insan-ı kâmildir:

Ve bu câmi’ isim insan-ı kâmilin Rabb’i olup, bu sâadet sâhibi zât bütün ilâhi isimlerin görünme yeridir. Ve Hûd (a.s.) ise vaktinin bir Nebiyy-i zî-şânı ve “Allah” câmi’ isminin görünme yeri olan insan-ı kâmil idi. Bundan dolayı Rabb’i kendi nefsine bağlamakla, kendinin görünme yeri olduğu câmi’ isim olan”Allah” isminin sırât-ı müstakîm üzere olduğunu açık olarak ve isimlerin Rabb’larından her bir Rabb’ın kendi sırât-ı müstakîmi bulunduğunu da örtülü olarak beyân buyurmuştur.

Soru: Mâdemki her isim kendi sırât-ı müstakîmi üzerinedir ve o ismin terbiyesi altında bulunan kimse de onun sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür; şu halde böyle sırât-ı müstakîmi üzerinde da’vetten ne fayda oluşur?

Cevap: Da’vet Mudill isminden Hâdî ismine ve Câbir isminden Adl ismine ve çeşitli yollardan “İhdinas sırâtel mustakîm” yânî “bizi sırât-ı müstakîm’e ulaştır” (Fâtiha, 1/5) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan ve bütün yolları toplamış bulunân sırât-ı müstakîme, yânî “zâti tevhîd” ve Muhammedî görünme yeri yolunadır. Daha açıkçası noksân yoldan kemâl yoluna da’vet olunur.

HÛD Fassı- Şimdi her yürüyen, Rabb’in doğru yolu üzerinde yürür.

Şimdi her yürüyen, Rabb’in doğru yolu üzerinde yürür. Bundan dolayı bu yönden onlar üzerlerine gazab olunan ve dâll yânî yoldan sapan değildir (5).

Çünkü itaât edici olsun, âsî olsun, görünme yeri oldukları isimler, bunları, kendilerine mahsûs olan yolda terbiye eder. Bundan dolayı itaât edici ve âsî hâs Rabb’ları olan isimlerin gerekleri üzerine yürür. Ve oysa tabîat gereği üzere yürüyen kimseye gazab olunması düşünülemez. Yânî tâbî olan, tâbî olunanın hükmü altında yürürse tâbî olunan ona gazab etmez.

Şu halde, her bir isim, kendi görünme yerinden ve onun terbiyesi altında olan şeyden râzîdır; ona gazab etmez. Fakat hükümde hâs Rabb’ına muhâlif olan diğer hâs Rabb’e göre o görünme yeri, “üzerine gazab olunan ve yoldan sapan” zümresindendir.

Örneğin Hâdî isminin hükmü hidâyet ve Mudill isminin hükmü de dalâlettir. Hâdî ismi kendisinin kulu olan mü’minden râzî olduğu gibi, Mudıll ismi de kâfir kulundan râzıdır. Fakat Hâdî ismine göre kâfir “üzerine gazab olunan ve yoldan sapan” zümresine dâhildir.

Ve aynı şekilde, Mudill ismi kendisinin sırât-ı müstakîmi hâricinde bulunan mü’min kula gazab eder ve onu dalâlette görür; çünkü bu iki isim, hükümde bir dîğerine muhâliftir. Bundan dolayı bütün görünme yerleri bir yönden “üzerine gazab olunan ve yoldan sapan” zümresine dâhildir ve bir yönden değildir.

HÛD Fassı- Dalâlette oluş, nasıl ki geçici ise, ilâhî gazab dahî, öylece geçicidir.

Şimdi dalâlette oluş, nasıl ki geçici ise, ilâhî gazab dahî, öylece geçicidir. Ve dönüş, her şeye kapsam olan rahmetedir; o da öne geçmiştir (6).

Yânî dalâlette oluş geçici olduğundan, ilâhî gazab dahî ârızîdir. Ve dönüş, genel zâti rahmetedir. Ve o rahmet dahî “Rahmet’im gazabımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsi gereğince öne geçmiştir; çünkü her bir Rab kendi kulunun gidişâtındn râzıdır.

Ve dalâlette oluş ancak diğer Rabb’e göre tahakkuk edici olur. Oysa bütün ilâhî isimler, taayyünlerin kaynağı olması îtibârıyla genel zâti rahmetten ibâret bulunan mutlak vücûdda gark olmuş idiler. Ne zamanki rahmânî rahmet olan nefes-i rahmânî ile ilâhî tecellî gerçekleşti; isimlerin sûretleri, ilmi hazrette peydâ ve bir dîğerinden ayrılmış oldu.

Ve Hâdî ismi Mudill isminden ayrıldı. Şimdi bu ayrılma geçici olduğundan, dalâlette oluş üzerine düzenlenmiş olan gazab dahî geçici olur ve rahmet, gazabı geçmiş bulunur. Çünkü, ezellerin ezelinde bu sûretle rahmet önde olduğu gibi, ebedde dahî öndedir. Çünkü yâ dalâlette oluşu gerektiren perdelerin kaldırılması ve kaybolması veyâhut zât tevhîdi nûrlarının zuhûrunda, eşyâ taayyünlerinin zâil olması ve ilâhi tecellîlerin kendi asıllarına dönmeleri sebebi ile dönüş yine Rahmân’adır.

HÛD Fassı- Yol, ancak üzerinde yürümekle yol olur

Hakk mâsivasının hepsi “dâbbe”dir; çünkü rûh sâhibidir. Ve kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; o ancak kendi nefsinin gayrıyla hareket eder: Bundan dolayı o şey, sırât-ı müstakîm ûzerine olan şeyin hükmüne tâbî oluş ile hareket eder, çünkü yol, ancak üzerinde yürümekle yol olur (7).

Yânî genel anlayışta, Hakk’ın gayrı dediğimiz şeylerin hepsi ister mâdenler olsun, ister bitkiler “dâbbe”dir. Çünkü, hepsi rûh sâhibidir ve onların rûhları, ilâhi isimlerden birer isimdir ve Hak o isimler ile onlarda açığa çıkıcıdır ve o şeylerin kıyâmı, ancak o isimlerin kayyûmiyyetiyledir.

Ve vücûdda kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; çünkü kendi nefsiyle mevcûd değildir; belki kendi nefsinden gayrı bir vücûd ile hareket eder. Bundan dolayı o şey, kendisinin görünme yeri olduğu ve sırât-ı müstakîm üzerinde bulunduğu hâs Rabb’ı olan ismin hükmüne tâbî olarak yürür. Ve yol, üzerinde yürümekle yol olur. Şimdi, o şeyin hareketi, mâdemki tâbî oluş hükmüyle gerçekleşir, o halde onun hareketi zayıf harekettir; çünkü geçici harekettir, zâti hareket değildir.

Ve bu hareket ile, o şeyin kâbiliyetinde taayyün edici olan Hak, ona mahsûs olan kemâlin son noktasına çeker ve onunla berâber seyreder. Bu şekilde o şey, Hak ile Hak’ta hareket eder ve bu hareket, Hak’la ve Hak’ta olunca, yol ve yol üstünde yürüyen Hak olur. Ve Hakk’a tâbî oluş hükmü ile olan hareket dahî, seyri-billâh olur.

HÛD Fassı- Halk sana itaât edici olduğu zaman, Hak sana itaât edici oldu

Şiir:

Halk sana itaât edici olduğu zaman, Hak sana itaât edici oldu (8).

Yânî “hálk” dediğimiz kesîf sûret, sana itaât ettiği zaman, muhakkak bil ki, onun görünme yerinde açığa çıkan Hak sana itaât etmiştir. Çünkü görünme yeri, görünenin aynıdır. Ve mahlûkların sûretlerinden her bir sûret, ilâhi isimlerden bir ismin sûretidir ve o isim, o mahlûk sûretinin rûhu ve hüviyyetidir. Şimdi rûh, o sûretin cisim aynasında zâhir ve âşikârdır; şu halde sûretin itaât edişi, o “ism”in itaât edişidir; çünkü sûretin vücûdu, kendisinde zâhir olan ismin zuhûrudur.

Ve eğer Hak sana itâat ederse, bâzen hálk sana itâat etmez ve teslimiyet göstermez (9).

Yânî senin görünme yerinde açığa çıkmış olan Hak sana itaât ettiği zamant, mahlûkların sana itaât etmesi gerekmez. Çünkü sana itaât edici olan Hak sende açığa çıkmış olan hâs Rabb’dır; ve o da isimlerden bir isimdir. Ve diğer mahûklarda açığa çıkıp, onlara itaât edici olan Hak ise, onların hâs Rabb’ları olan isimlerdir. Bundan dolayı senin Rabb’in sana itaât edici olmakla diğer Rabb’ların sana itaât etmesi gerekmez; ve diğer Rabb’lar, sana itaât edici olmayınca, onların görünme yerleri olan mahlûkların da itaât etmesi gerekmez.

Örneğin, senin Rabb’ın Hâdî ismidir. Ve senin görünme yerinde tecellî edici olan Hak, bu özel taayyün hükmü ile sana itaât edici olmuştur. Ve bir diğerinin Rabb’ı da Mudill ismidir; ve onun görünme yerinde tecellî edici olan Hak dahî, o özel taayyünün hükmü ile o kâfire itaât edici olmuştur. Bundan dolayı Hakk’ın böylece ikinize de itaât edici olmasıyla, sizin de birbirinize itaât etmeniz gerekmez; çünkü her birinizin hâs Rabb’ı olan isim, sizi kendilerine mahsûs olan kemâle sevk eder.

Oysa birinin kemâli hidâyette, diğerinin dalâlettedir. Bundan dolayı sen kâfiri hidâyet yoluna da’vette ne kadar çabalasan sana itaât etmeyip, onun dalâlette kemâli çoğalır; ve aynı şekilde o kâfir de seni küfür ve dalâlet yoluna da’vet etse, sen de ona itaât etmeyip hidâyette kemâlin artar. Sana itaâtkâr olan mahlûk ile hâs Rabb’larınız arasında münâsebet vardır.

Şimdi için özü îtibârıyla sen sözümüzü araştır! Çünkü, benim sözüm haktır (10).

Yânî Hakk’ın nurları ve hálkın sırları hakkında bu söylediğimiz sözü, ey hakîkate susamış, sen iyice bir araştır! Ve ondan sonra işin özünde mutâbık olduğunu gör de tasdîk et! Çünkü benim görünme yerimden söyleyen Hak’tır. Veyâhut harf ve ses ve kitâb üzerindeki taayyün nakışlarına bürünüp benim sözüm sûretinde görünmekte olan Hak’tır.

HÛD Fassı- Şimdi sen varlıkta konuşamayan bir mevcûd olmadığını görürsün

Şimdi sen varlıkta konuşamayan bir mevcûd olmadığını görürsün (11).

Yânî sen bu cisimler âleminde mâdenler olsun, bitkiler ve hayvanlar ol­sun, konuşma sâhibi olmayan hiçbir mevcûd olmadığını görürsün. Çünkü, her bir mevcûdda tecellî edici olan Hak’tır. Ve o mevcûd kendisinde tecellî edici olan Hak ile söyler. Ve Hak o görünme yeri ile söyleyendir ve onu söyletir. Nitekim, âyet-i kerîmede buyruluyor:

“kâlû entakanallâhullezî entaka külle şey’in” yânî “dediler ki: “Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti.” (Fussilet 41/21) Ve Hak bir görünme yerinde, ancak isimlerinden bir ismin sûretiyle tecellî eder. Ve her bir isim ise bütün isimler ile vasıflanmıştır. Çünkü, Hakk’ın ismi kendisinin aynıdır ve Hak ise parçalara ayrılmış değildir. Fakat mahlûklar, uygunluk ve sevilendirmede birbirinde farklı olduğundan, Hakk’ın bütün isimleriyle tecellîsine kendilerinin taayyünü mâni’dir. Eğer bir görünme yeri, insan-ı kâmil’in görünme yeri gibi, son derece uygunlukta olsa, Hak o görünme yerinde bütün isimleriyle tecellî edici olur.

Ve eğer noksan insanın görünme yeri gibi bir görünme yerinin tesviyesi uygunlukta olmasa ve insânî uygunluk haddinden hâriç olsa, onda yedi sıfat ile berâber konuşuyor olursa da, diğer isimler ile kemâlleri bâtında, yânî kuvvede kalır, fiilen açığa çıkmaz. Ve eğer bir görünme yerinde uygunluk ve tesviye bahsedilen mertebeden aşağı bir derecede olursa, mâdenler ve bitkilerde olduğu gibi, konuşma bâtında kalır; çünkü konuşmanın gözükmesine mahallin kâbiliyeti yoktur. Bundan dolayı mevcûdların hepsi ya zâhiren veyâ bâtınen konuşandır. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” yânî “O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbihlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz).” (İsrâ, 17/44).

Şimdi konuşmaları bâtında kalan eşyânın Hakk’a tesbîhi, perde ehlinin zannettiği gibi hâl lisânı ile değildir; belki söz lisânı iledir. Bundan dolayı taşın ve ağacın ve bütün eşyânın sözlerini, ancak mevcûdların bâtınlarını keşfeden kimse işitir. Ve perde ehli işitmediğinden kimisi, “onların konuşmaları hâl lisânı iledir” der. Ve kimisi onlarda konuşma olmasını olmayacak şey görerek inkâr eder.

Gözün gördüğü bir mahlûk yoktur, illâ onun “ayn”ı ve “zât”ı Hak’tır (12).

Yâni gözün gördüğü her bir mahlûkun “ayn”ı ve “zât”ı Hak’tır. Çünkü Hak, o mahlûk sûretinde açığa çıkmıştır. Ancak perdelilerin vehim ve hayâli onu mahlûk olarak isimlendirdi ve görünen hálk edilmiş sûretlerde Hak örtülü oldu. Fakat âriflere Hak, o sûretlerde tecellî edicidir. Ve ârif Hakk’ı o sûretlerde müşâhede eder. Nitekim Abdullah Balyânî (k.s.) buyurur:

Tercüme:

İki baş gözüyle Hakk’ı görmedikçe

Onu bir an vaz geçmem talebden

Bu gözle Hak görülmez derler ammâ

Diyenler öyle olsun, böyleyim ben

Velâkin mahlûkta emânettir; bunun için sûretler kablar­dır (13).

Yânî Hak, mahlûklar dediğimiz eşyâda emânet ve gizlidir. Bunun için eşyâ sûretleri, birtakım kablar ve zarflar gibidir.

HÛD Fassı- Ehlullah için ilâhi ilimler,kuvvetlerin farklılığı sebebiyle muhteliftir.

Bilinsin ki, gerçekte ehlullah için oluşan zevki ilâhi ilimler, kuvvetlerin farklılığı sebebiyle muhteliftir. İlâhî ilimler, bir ayn’a dönmekle berâber, kuvvetlerden oluşur (14).

Yânî ehlullâhın her birisindeki ilâhi ilimler muhteliftir. Çünkü o ilimler her ne kadar bir ayn’a, yânî kulun hüviyyetine ve kulun “hüviyyet”i Hak olduğundan, Hakk’a dönüp bir noktada toplanır ise de, muhtelif kuvvetlerden ileri gelir. Bundan dolayı kuvvetlerin farklılığına bağlı olarak muhtelif olur

Şöyle ki insanın rûhânî ve cismânî kuvvetleri vardır. Ve bu kuvvetlerden her birisinin hükmü diğerine uymaz. Ve biri vâsıtasıyla oluşan ilim de diğerine muhâliftir. Örneğin, işitmekten oluşan ilim, görmekten oluşan ilme benzemez. Ve aynı şekilde göz ile oluşan kulakla ve el ile oluşan ayak ile oluşmaz. Diğer hissi kuvvetler de bunlara kıyas edilebilir.

Ve aynı şekilde insanın rûhâni kuvvetlerinden akıl ile oluşan, vehim ile oluşmaz; işte hepsi bunlar gibidir. Bununla berâber her bir kuvvetten ayrı ayrı oluşan ilimlerin toplamı insanın hakîkâtine dönüp orada toplanır. O hakîkat ise birdir ve ilmin sâhibi olan şahsın ayn-ı sâbitesidir. Ve ayn-ı sâbitede açığa çıkan dahî ilâhi hüviyyettir veyâ mutlak hüviyyettir. Bundan dolayı bütün muhtelif ilimlerin dönüş yeri Hak’tır.

Ve ehlullahdan her bir ferdin vücûdunda oluşan ilâhi ilimler onların kuvvetlerinin farklılığı dolayısıyla muhtelif olduğu gibi, ehlullahdan her bir ferdin vücûdu da, bir şahıs gibi olan bir hakîkatın kuvvetleri mesâfesinde bulunduğundan, onların her birisine hâsıl olan ilâhi zevki ilimler de, husûsi isti’dâdlarına ve ayn-ı sâbitelerinin kapasitesine göre muhtelif olur. Fakat o ilimler ve muhtelif zevklerf, ayn-ı vâhide olan Hakk’ın hüviyetine ve ilâhi ahadiyye zâtına dönücüdür. Çünkü bütün ilimler ve zevkler ondan kaynaklanmaktadır. Ve hepsi, Hakk’ın hüviyetinde bir olan hakîkattir. Ancak görünme yerlerinin ve mahallerin farklılığı dolayısıyla muhtelif olarak açığa çıkar.

Şimdi bu bahsedilen iki yönden birisinde şahsın zâhir ve bâtın kuvvetlerinden oluşan ilimler ve zevklerin, o şahsın bir olan ayn’ına döndüğü ve diğerinde ise ehlullahdan her birisinin vücûdu, bir olan hakîkatın kuvvetleri mesâfesinde olup, her birindeki ilimler ve zevklerin farklılık ile berâber, Hakk’ın hüviyyetine döndüğü beyân ve bir yön diğerine kıyâs olunur.

Çünkü, Allah Teâlâ der ki: “Ben kulun onunla işittiği kulağı, onunla gördüğü gözü ve onunla tuttuğu eli ve onunla yürüdüğü ayağı olurum.” Şimdi, onun hüviyyetinin, kulun aynı olan azâların aynı olduğunu hatırlattı. “Hüviyyet” bir ve a’zâlar muhteliftir. Ve her bir a’zâ için zevkler ilminden, o uzva mahsûs, farklı a’zâ ile muhtelif olan bir ayndan bir ilim vardır. Tek bir hakîkat olan su gibidir ki, çıktığı yerin farklılığı dolayısıyla alınan tadda muhteliftir. Ondan bâzısı tatlı, lezîzdir ve bâzısı acıdır. Oysa o bütün hallerde sudur. Her ne kadar lezzet muhtelif ise de, onun hakîkati değişmez (15).

Yânî Hak, bir olan hüviyyetini kulun muhtelif a’zâlarının aynı kıldı da, kulun kulağı ve gözü ve eli ayağı ve diğer kuvvetleri ve a’zâsı oldu ve her bir kuvvet ve uzuvda, O’nun bir hüviyyeti birer sıfatla açığa çıktı. Ve bu açığa çıkma sebebiyle, her bir kuvvette kul için bir ilim ve bir kemâl oluştu. Ve biriyle oluşsan ilim ve kemâl, diğeri ile oluşana benzemedi.

Şu halde bir olan hüviyyetten elde edilen ilim, bir hakîkatten ibârettir. Ancak kuvvetler ve a’zâların farklılığına binâen, muhtelif sûrette göründü ve taayyün etti. O bir olan hakîkat tıpkı suya benzer. Nitekim su, çıktığı yerin gereklerine göre, bâzen tatlı ve lezzetli, ve bâzen de tuzlu ve acı olur. Fakat lezzeti nasıl olursa olsun, ona yine su denir. Lezzetindeki farklılık, kaynağına ve çıktığı yerdeki farklılığa dayanmakta olup, onun bir olan hakîkatı değişmez. Ancak bâzısı faydalı ve bâzısı faydalı değildir.

İşte ilim de böyledir. Kaynakları kuvvetler ve a’zâların farklılığı ile muhtelif olsa bile yine ona ilim denir. Ancak bâzısı faydalı ve bâzısı faydalı değildir. Kimi nûrâni rûhâni kuvvetlerden oluştuğundan dolayı tatlı ve lezîz ve faydalı olur.

Ve kimi hissi kuvvetlerin bâzılarından oluştuğu için tuzlu ve acıdır ve faydalı değildir. Bundan dolayı tevhîd ehli ve ârif-i billâh için keşf ile hâsıl olan tevhîd ilmi, tatlı ve lezîz su gibidir ki, sâhibine acılıktan ve kirlenmişlikten sükûnet verir; ve susuzluğunu giderir. Çünkü bu ilim, ilâhî ilimdir. Ve âriflerin latîf ve tertemiz bir kaynak olan vücûdları onun tadını bozmadığı için aslî latîfliği ve fıtrî temizliği üzere gözükür.

Ve fakat Hak masivâsı ile perdelenmiş olan ve tabîat perdesinin arkasında kalan câhillerin ilmi, aklî ilim olup, onların tabîat tuzlarıyla karışmış olan vücûd kaynaklarından çıktığı için, tuzlu ve acı su gibi olur. Ne kendilerini ve ne de içirdikleri kimseleri kandırır ve aslâ fikirlerine sükûnet vermez ve şüphelerini gidermez. Belki bu ilmin sâhibi fikir ürettikçe eşyânın hakîkâtleri hakkında şüphesi ve hayreti artar. Mesnevî:

Tercüme: “Her kimin gönlünde şüphe ve dolaşıklık varsa, o kimse cihanda gizli bir filozoftur. Zaman zaman îtikâd gösterir; fakat felsefe damarı yüzünü karartır.”

Bununla berâber bunların hepsine “ilim” denilir. Çünkü ilmin hakîkâti, idrâklerin farklı oluşuyla değişmez. Ve bütün ilimlerin aslı, bir olan ayn’dır. Ve o da ilâhî ilimdir ve Hakk’ın hüviyyetidir. Rubâî-i Ömer Hayyâm (k.s.):

Tercüme: “Hak cihânın cânıdır; cihân da bütün bedendir. Melek sınıfları bu tenin duyularıdır. Felekler ve basît unsurlar ve terkibler ve üç mevâlîd, a’zâdır. İşte tevhîd budur, diğerleri hep çeşit ve çokluktur.”

HÛD Fassı- Ve bu ahadiyye hikmeti “ilmi ercül yânî ayakların ilmin”dendir

Ve bu ahadiyye hikmeti “ilm-i ercül yânî ayakların ilmin”dendir. Ve o ayaklar ilmi de, yemek hakkında, onun kitaplarını gereği gibi uygulayan kavme, Allah Teâlâ’nın: “ve min tahti erculihim” “ve ayaklarının altından” (Mâide, 5/66) sözünden alınmıştır (16).

Yânî “ilm-i ercül”, görünüşte, Hak yolunda yürümekle oluşan ilimdir. Buna Türkçemizde “ayakların ilmi” demek uygun olur. Hz: Şeyh (r.a.) bu ayakların ilmini: “Ve lev ennehum ekâmût tevrâte vel incîle ve mâ unzile ileyhim min rabbihim le ekelû min fevkıhim ve min tahti erculihim.” (Mâide, 5/66) âyet-i kerîmesinden almıştır. Yüce ma’nâsı: “Eğer onlar Tevrât ve İncîl’i ve Rab’lerinden onlara inen şeyi gereği gibi uygulasaydılar, hem üstlerinden ve hem de ayaklarının altından yerlerdi.”

Yânî Tevrât ve İncîl ehli rabbânî taraftan inen hükümlerin zâhir ve bâtın ma’nâlarını lâyıkıyla düşünüp anlamış ve onların hakîkâtlerine kemâliyle vâkıf olup amel etmiş olsa idiler, hem isimler âsumânından rûhlarına inen zevki ilâhi ilimlerden rızıklanmış olup üstlerinden yemiş olurlar ve hem de esfel-i sâfilîn olan tabîat âleminin mertebelerinde yürüyerek, beşeri sıfatlardan ve nefsâni bulanıklıklardan bâtınlarını saflaştırmak sûretiyle ayaklarının altından yemiş olurlar idi.

Çünkü, bu bir yoldur ki o sırâttır ve üzerinde sülûk olunur ve yürünür, ilerleme ancak ayaklar ile olur (17).

Yânî üzerinde yürümek için konulan “köprü” dediğimiz yolda, ancak ayaklar ile yürünür. Cenâb-ı Şeyh (r.a.), mânevî sülûku suri sülûka benzetip, yolda ayaklar ile yürüneceğinden dolayı Hak yolunda hâsıl olan ilmi de, ayaklara dayandırmıştır.

HÛD Fassı- Rab, onların alınlarını tutar ve batı rüzgârı cehenneme sevk eder.

Sırât-ı müstakîm üzere olan Rabb’in eliyle alınların tutulmasındaki bu müşâhedeyi, ancak zevkî ilimlerden bu özel ilim meydana getirir (18).

Yânî sırât-ı müstakîm üzerine olan her bir Rabb’in eliyle, her bir dâbbenin alınlarından tutulması, rubûbiyyet ahadiyyetini içine almaktadır. Ve bu rubûbiyyet ahadiyyetinde ma’rifet oluşumuyla onu müşâhede etmek, ancak zevkî ilimlerden olan bu özel ilim ile, yânî ayakların ilmi ile hâsıl olur. Çünkü bu ayakların ilmini bilen kimse vâkıftır ki, kendisinin bu ilmi, esfel-i sâfilîn olan varlık ve tâbîat yolundan gelir.

Ve zevk ve müşâhede ile bilir, ki, Hak yolunda sülûk ettiği zaman, kendi kendinde, sülûk ve harekete kudret yoktur; çünkü kendisinin vücûdu, bağımsız olmayıp başkasından feyzlendirilmiştir. Ve kendisinin görünme yeri olduğu hâs Râbb’i, alnından tutup, kendine mahsûs olan doğru yol üzerinde yürür ve o da cebren ona tâbî olup o doğru yol üzerinde gider. Ve onun sülûktan maksâdı Rabbü’l-a’lâdır. Ve oysa kendisini sevk eden hâs Rabb’i, kendinin görünme yerliği ile zâhir ve ken­disinde tecellî edici ve hâzırdır. Bundan dolayı kendinde zâhir olup sülûk eden Hak olduğu gibi, sülûku, yürüteni ve hattâ yol hep Hak’tır.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara; 2/115) ve “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hâdîd, 57/4) Yânî: “Nereye döner iseniz hep Allâh’ın vechidir”; “ve “nerede olursanız, Allah sizinle berâberdir.” Ve aynı şekilde Resûlullah (s.a.v.) buyurur: “Eğer ipinizi bıraksanız Allâh’ın üzerine düşer idi” ve “Arza defnolunduğunuz zamanda da Allah sizinle berâberdir.”

Ve aynı şekilde kendisinin dönüş yeri de mutlak olan Hakk’tır. Ve Hak’tan kaçacak bir yer arasa, bulamaz.

Bundan dolayı rubûbiyyet ahadiyyetini müşâhede ve ahadiyye hikmetinde zevk ve ma’rifet hâsıl oluşu, “ayakların ilmi” ile olduğu için, Şeyh (r.a) bu “ahadiyye hikmetin”de ayakların ilmini, yolu ve sülûkü ve mevcûtlardan her bir mevcûdun alınlarından tutup çeken isimlerin Rabb’larının sırât-ı müstakîm üzere olduğunu beyân buyurdu.

Şimdi Allah Teâlâ, suçluları sevk eder. Ve onlar Allah Teâlâ’nın batı rüzgârı ile sevk ettiği bir makâmı hak etmiş olan kavimdir. Öyle batı rüzgârıdır ki, Hak onunla onları nefislerinden helâk etti. Şu halde Rab, onların alınlarını tutar ve batı rüzgârı cehenneme sevk eder. Ve batı rüzgârı, onların üzerinde sâbit oldukları hevâlarının aynıdır. Ve cehennem dahî onların var zannettikleri uzaklıktır (19).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bütün dabbelerin alınlarını, onlardan her birinin görünme yeri olduğu bir hâs Rabb’inin tuttuğunu ve hepsinin sırât-ı müstakîm üzere olduğunu beyân buyurmuş ve buna delîl olarak “mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm” yânî “Hiçbir hayât sâhibi yoktur; illâ Hak onun alnından tutmuştur; benim Rabb’im muhakkak sırât-ı mûstakîm üzeredir.” (Hûd, 11/56) âyet-i kerîmesini göstermiş idi.

Şimdi de o Rabb’ların bütün hepsi ki, ahadiyye rubûbiyyetidir, bütün rûh sâhiplerini sırât-ı müstakîm üzere sevkettiğini beyânen “Ve nesûkul mucrimîne ilâ cehenneme virdâ” yânî “Ve suçluları susamış olarak cehenneme sevk edeceğiz” (Meryem, 19/86) âyet-i kerîmesinin ifâdesini gösterir.

Bilinmektedir ki, Hûd (a.s.)’ın kavmi Âd idi. Hak Teâlâ, itâatsizliklerinden dolayı, onları batı rüzgârı ile helâk etti. Ve onların itâatsizlikleri nefsânî heveslerinden idi. Ve nefis ise Cenâb-ı Lâhût’tan yânî İlâhi taraftan yüz çevirme ve tersine hareket etme üzeredir. Bundan dolayı Hak onları nefislerinin ters işler yapmasından oluşan hevâ ile, yânî batı rüzgârı ile sevk etti ve o rüzgâr ile nefislerinden helâk etti. Ve nefsâni hevâlara “batı rüzgârı” denilmesi hálk ediliş cihetinden ve zulmânî âlemden oluşmasındandır. Bundan dolayı Hak onları uzaklık cehennemine düşüren nefslerinden helâk ile soydu.

Ve batı rüzgârı onların hevâlarının aynıdır ki, onlar o hevâlarının üzerinde sâbit ayak olmuş idiler. Çünkü alınlarından tutan hâs Rabb’larının gereği bu idi. Onları isti’dâtları ve çalışmaları îcâbınca yolun sonuna götürdü. Ve hevâlarının aynı olan batı rüzgârı da arkalarından cehenneme sevk etti. Ve cehennem, Hakk’ın vücûdundan başka olarak zannettikleri bir vücûddur ki, o da Hak’tan uzaklıktır.

Hz. Şeyh (r.a.)’ın cehennemi, “uzaklık” ile tefsîrinde, tabîat ilimleri ve nefsâni sıfatlarla meşgûl oluşları dolayısıyla, Hak’tan uzak olan kimsenin cehennem içinde olduğuna ve nefsânî hevâsının o kimseyi uzaklığa sevk ettiğine işâret vardır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “ve inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrin” (Tevbe, 9/49), yânî “Muhakkak cehennem el’ân kâfirleri ihâta etmiştir.” Fakat işin aslında hiç kimse Hak’tan uzak değildir. Çünkü yurtların ve makâmların hepsi Hakk’ın mertebelerinin sûretleridir. Uzaklık vasfı, onların vehimlerinden oluşma bir vehmi iştir. Onlar zannederler ki, Hakk’ın vücûdundan başka vücûd vardır.

Ne zamanki Hak onları bu yurda, yânî cehenneme sevk eder ve helâk ediş ile nefislerinin elinden kurtarır; bu halde onlar için yakınlığın aynı oluşur ve Allah’dan uzaklığın tam bir vehimden başka bir şey olmadığı açılır. Ve cehennem onlar hakkında ni’mete dönüşmüş olur. Çünkü Uzeyr Fass’ında îzâh olunduğu şekilde, onların cehennem denilen yuda girmeleri ilâhi apaçık delîlin ortaya çıkmasından sonra olacağından, bu yurda girişlerinin isti’dâtları gereğinden olduğunu ve bundan dolayı Hakk’ı ve Hakk’ın mertebelerini bilirler. Ve Müntakım isminin alınlarından tutup istikâmet üzere oldukları yolun sonuna götürdüğünü anlarlar.

HÛD Fassı- Uzaklık kalktı ve onların hakkında “cehennem”le isimlendirilmiş olan kalktı.

Ne zamanki onları bu yurda sevk etti, yakınlık ayn’ında hâsıl oldular. Bundan dolayı uzaklık kalktı ve onların hakkında “cehennem”le isimlendirilmiş olan kalktı. Şu halde hakediş yönünden yakınlık ni’metine nâil oldular. Çünkü onlar suçlulardır (20).

Yânî Hak onları batı rüzgârı görünme yeriyle “cehennem” denilen yurda sevk etti. Onların nefısleri bu şekilde helâk ve fânî olunca, yakınlık aynına ulaştılar, uzaklık gitti. Bundan dolayı onların hakkında “cehennem” denilen yurt dahi gitti. Çünkü cehennem “uzaklık” idi; uzaklık gidince cehennem de gitti. Ve uzaklığın gitmesi nefislerin helâk olmasındandır. Çünkü Allah’dan uzaklıkları nefislerinin vehmetmesindendir. Nefis fenâ bulunca, vehmettikleri de fânî oldu.

Ve bu şekilde onlar a’yân-ı sâbitelerinin hakediş ve isti’dâtları ve çalışma ve amelleri yönüyle, mutlak ni’mete değil, yakınlık ni’metine nâil oldular. Çünkü onlar suçlulardır. Ve suçlular ise ateş ehlidir. Ve şâkiler cehenneme dâhil oldukları zaman, a’yân-ı sâbitelerinin gerektirdiği kemâle ulaşırlar. Bu kemâl ise Rabb’e yakınlığın aynıdır. Bundan dolayı onların hakkında cehennemin kalkması ancak uzaklığın kalkmasıdır. Yoksa mutlaka cehennemin ve azâbın kalkması değildir.

Azâbın varlığı ile berâber, yakınlık ni’metine ulaşmanın örneği: Güzelliğine tutulduğu bir melikenin kölesi, melikenin emriyle onun güzelliğini göremeyeceği bir mecliste ağır işlerde çalıştırılmakta ve “Ne olur bir an güzelliğini görsem!” diyerek yanıp tutuşmakta iken, ansızın melikenin sarayına çağırılıp orada âşık olduğunun güzelliğini her an görmekle berâber, yine aynı ağır işlerde çalıştırılsa, o köle uzaklık azâbından kurtularak yakınlık ni’metine nâil olur. Fakat ağır işlerde çalıştırılma azâbı devamlı olduğundan, bu hal onun hakkında mutlak ni’met değildir. Beyit:

Tercüme:

“Seninle cehennem ateşi bana ne ni’mettir

Sen olmayınca cennetlerin ni’meti ne şiddetli cezâdır:”

HÛD Fassı- Hak, onlara bu lezîz zevkî makâmı, memnûn olma yönüyle vermedi

Şimdi Hak, onlara bu lezîz zevkî makâmı, memnûn olma yönüyle vermedi. Belki onlar, onu ancak üzerinde bulundukları amellerinden, hakîkâtlerinin haketmiş olduğu şeyle aldılar. Ve amellerinde çalışmakta Rabb’in sırât-ı müstakîmi üzerine idiler. Çünkü alınları onun için bu sıfat sâbit olanın elinde idi. Şimdi onlar nefisleriyle yürümediler. Belki yakınlık aynına ulaşıncaya kadar cebir hükmü ile yürüdüler “ve nahnu akrebû ileyhi minkum ve lâkin lâ tubsırun” (Vâkıa, 56/85) Yânî “Biz fânîye sizden daha yakınız; fakat siz görmezsiniz” (21).

Yânî Hak, nefislerinden fânî olanlara bu lezîz zevkî makâmı ihsân için vermedi. Belki onların bunu bulmaları yapılmamış olan zâti isti’dâdları gereğinden idi. Ve ilâhî ilimde onların aynları o ameller üzere sâbit olmuş idi. Bundan dolayı bu makâmı, hakîkâtlerinin hakedişi dolayısıyla aldılar. Ve onların amelleri, alınlarından tutup çeken hâs Rabb’larının sırât-ı müstakîmi üzerinde yürüdükleri için çıkmış idi. Yoksa onlar kendi zâtlarıyla ve nefisleriyle yürümediler.

Ve nefislerinden doğan uzaklık vehmi kalkıp ve yakınlık aynına ulaşıncaya kadar, cebrin hükmü altında yürüdüler. Nitekim Hak Teâlâ Vâkıa sûresinde “Biz ölüye sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz” (Vâkıa, 56/85) buyurur.

Şimdi cebir, aynlara ve aynların isti’dâdlarına dönüktür. Bunun için Hz. Şeyh (r.a) ibârede cebri, Rabb’e dayandırmadı, belki îhâm etti yânî bilerek bunu yaptı. Velâkin, ilk bakışa göre cebir, sırât-ı müstakîm üzere olan Rabb’indir. Ve ikinci bakışa göre, mutlak Rabb’dan kendisine hâs Rabb’ı ve kendisine hâs hükmü taleb eden a’yân-ı sâbitenindir

Bu inceliğe dahî dikkat lâzımdır ki, Hz. Şeyh (r.a.) bu Fusûsu’l Hikem‘de ba’zı Kur’ân âyetlerini “Onun sözü olduğunu bilin” gibi bir ibâre ile Fusûs‘un ibârelerine bağlamaksızın Fusus metni tarzında verirler. Bunun vechi budur ki, onlar (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretlerinin ilimlerinin ve ma’rifetlerinin vârisidir. “Âlimler nebîlerin vârisleridir” bu gibi ilâhi görünme yerleri hakkında şeref getirici olmuştur.

Ve onlar, nefislerinden fânî ve Hak’la bâkî oldukları için, lisanları Hakk’ın lisânıdır. Bundan dolayı bu îtibârla Fusûs‘un söyleyeni Hak olduğundan, Hz. Şeyh (r.a.) bâzı Fusûs ibâreleri ile âyeti kerîmeler arasında bu gibi bağlantılar vermezler.

HÛD Fassı- Ve ancak ölmüş olan görür; çünkü o perdesi kalkmış olandır.

Ve ancak ölmüş olan görür; çünkü o perdesi kalkmış olandır. Bundan dolayı onun görüşü keskindir. Ve Hak Teâlâ bir ölüyü diğer bir ölüden ayırması. Yânî yakınlıkta saîdi şakîden ayırmadı. “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi” (Kâf, 50/16) yânî “Biz insana şah damarından daha yakınız” dedi. Ve bir insanı bir insandan ayırmadı. Şimdi kula ilâhî yakınlık vardır. Ve ilâhî haberlerde onda gizlilik yoktur. Şimdi Hakk’ın “hüviyyeti”nin kulun a’zâ ve kuvvetlerinin aynı olmasından daha yakın bir yakınlık yoktur. Oysa kul, bu a’zâ ve kuvvetlerin gayrı değildir. Böyle olunca kul vehmedilen hálk edilmişlerde müşâhede edilen Hakk’tır. Bundan dolayı mü’minler ve “keşif ve vücûd ehli” indinde, hálk edilmişler idrâk edilen ve Hak ise algılanan ve müşâhede edilendir. Bu iki sınıfın dışındakilerin indinde ise Hak idrâk edilebilen ve hálk müşâhede edilendir. Bu sûrette onlar tuzlu su derecesindedirler. Ve ilk gruptakiler ise içenini kandıran tatlı ve lezîz su derecesindedir (22).

Yânî ölünün görüşünden tabîatın örtüleri ve beşeri ve nefsâni sıfat perdeleri kalkmış ve artık onun görüşü doğru ve keskin olmuş olduğundan, Rabb’inin kendisine olan yakınlığını o görür. Bununla berâber (S.a.v) Efendimiz gibi bir Hâdî’nin mutlak Rabb’e da’vetine îcâbet etmeyen Ebû Cehil gibi kimsenin körlüğü yine bâkîdir. Çünkü o mutlak Rabb’dan perdelidir. O ancak alnından tutan hâs Rabb’ının yakınlığını müşâhede eder. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ ve edallu sebîlâ” yânî “burada (bu dünyada), kim kör ise artık o ahirette de kördür. Ve yoldan daha çok sapmıştır” (İsrâ, 17/72) / Ve bu yakınlığı müşâhedede saîd olsun şakî olsun hepsi eşittir. Çünkü, Hak Teâlâ âyet-i kerîmede bunu bâzı ölülere tahsîs etmedi. Belki mutlak olarak zikretti.

Ve aynı şekilde “Biz insana şah damarından daha yakınız” (Kâf, 50/16) dedi ve bu yakınlığı mutlak olarak beyân buyurdu ve insanların bâzılarına tahsîs etmedi. İtâat eden olsun suçlu olsun hepsini içine aldı. Şu halde kul için Hakk’ın yakınlığı muhakkaktır. Ve bu konuda şeref verici olan ilâhî haberde, “Gözü ve kulağı ve eli ve ayağı olurum” hadîs-i kudsîsinde gizlilik yoktur; belki apaçık âşikârdır. Bu yakınlık nasıl muhakkak olmasın ki, Hak kendi “hüviyyet”ini kulun kuvvetlerinin ve a’zâsının aynı kıldı. Acaba bundan daha yakın bir yakınlık olur mu?

Çünkü Hak, ilmi sûretlerinden ibâret olan eşyânın a’yân-ı sâbitesine, kendi latîf zâtını, mertebe mertebe tenezzül buyurmak sûretiyle, yine kendi vücûdundan vücûd feyzi verdi.

Bu sûrette “hálk” dediğimiz şey, vehmî ve îtibârî bir şey oldu ve “kul” dediğimiz şey de bu vehmi olan hálkta, müşâhede edilmiş olan Hak oldu. Bundan dolayı bu hakîkata vâkıf olan mü’minler ile keşif ehli, hálkı idrâk edip Hakk’ı his ve müşâhede ettiler. Fakat bu iki sınıfın dışındakiler, yânî perde ehli olan filozoflar ve kelâm ilmi âlimleri ve fıkıh âlimleri ve zâhiri ilim sâhipleri ve hálkın avamı Hakk’ı idrâk edip hálkı müşâhede ettiler. Onların indinde Hakk’ın vücûdu başka ve hálkın vücûdu başkadır. Bundan dolayı bu grup perdelerinin kalınlığı dolayısıyla ayrı ayrı iki vücûd isbât etmiş olurlar ve Hakk’ın vücûduna hálkın vücûdunu şirk koşarlar.

Gariptir ki, Hz. Şeyh (r.a.)ın “Subhândır o ki, eşyâyı ızhar etti ve kendinin aynı kıldı” tesbîhine tâbi olarak biri çıkıp “Bu hálkın vücûdu Hakk’ın aynıdır” sözüyle tam bir tevhîdden bahsetse kâfir derler. İşte bu grubun ilmi tuzlu su gibidir. Çünkü onları dinleyen hakîkate susamışları kandırmaz. Fakat önceki grubun ilmi tatlı ve lezîz su gibi olduğundan içenleri kandırır ve ma’rifet isteklilerini doyurur.

HÛD Fassı- İnsanlardan bâzısı üzerinde yürüdüğü yolu ve o yolun sonunu bilen kimsedir

Şimdi, insanlar iki kısım üzerinedir: İnsanlardan bâzısı üzerinde yürüdüğü yolu ve o yolun sonunu bilen kimsedir. Bundan dolayı o yol onun hakkında sırât-ı müstakîmdir. Ve insanlardan bâzısı da üzerinde yürüdüğü yolu bilmez ve onun sonunu bilmez. Oysa o yol, diğer sınıfın bildiği yoldur (23).

Yânî insanlardan bâzısı, keşif ehli olduğundan, üzerinde yürüdüğü yolun ve yürüyenin ve bu yolun sonunun Hak olduğunu bilir. Şiir:

Tercüme:

“Perdeler kalkmadan evvel der idim

Zikr edip şükredici olan ancak ben!..

Gece gitti, sabah oldu gördüm

Zikir ve zikredilen ile zikreden hep Sen”

İşte bu kimseler hakkında bu yol doğru yoldur. Ve bunlar ârifler ve tevhîd ehli zümresidir. Fakat insanların bâzıları perde ehli olduğundan, üzerinde yürüdükleri yolu ve hakîkatini ve onun Hakk’a ulaştığını bilmezler. Ârifler onların üstünde yürüdükleri bu yolun sırât-ı müstakîm olduğunu bilseler bile, o yol bu kimseler hakkında doğru yol değildir. Belki onların saâdetine göre eğri bir yoldur.

Şimdi ârif basîret üzere, Allah’a dâvet eder ve ârifin dışındakiler ise taklîd ve cehâlet üzere Allah’a dâvet eder (24).

Çünkü, ârif hálkı neye da’vet ettiğini ve da’vet ettiği hálkın ne olduğunu ve da’vet edenin kim ve sonunun neden ibâret bulunduğunu ve da’vet ettiği kimseyi, ilâhî isimlerden hangi ismin hükmü altında iken tutup kurtardığını ve hangi ismin hükmü altına sokup onu mes’ud ettiğini bilir.Mesnevî:

Tercüme:

“Getirdi evliyayı Hak yeryüzüne

Ki rahmet olsun onlar âlemîne

Eğer kasvetle kalbin olsa mermer

Olursun ârifin sohbetiyle cevher

Bir an Hak ârifiyle sohbet

İyidir yüz senelik takvâdan”

Fakat Mudill isminin yolu üzerinde yürüyen ârif olmayan, Hakk’ı müşâhede edemediğinden ârifleri taklîd ederek hálkı da’vete teşebbüs etse, cehâletinin kemâlinden hálkı vehime, yânî vehmedilmiş vücûd olan Hakk’ın mâsivâsına da’vet etmiş olur. Yânî mâsivâdan yine mâsivâya da’vet eder.

HÛD Fassı- Şimdi sen kimsin? Sen hakîkatini ve gittiğin yolu bil!

Şimdi bu özel ilim, esfel-i sâfilînden hâsıl olur. Çünkü ayaklar şahıstan aşağıdır. Ve ayaklardan aşağı, onların daha altıdır ve onların daha altı ise yolun dışında bir şey değildir. Bundan dolayı Hakk’ı yolun “ayn”ı ile bilen kimse, işi hakîkâtta bulunduğu şey üzere ârif olur. Çünkü, muhakkak yolda, Hak (Celle ve Alâ) sülûk eder ve sefer eyler. Çünkü bilinen ancak O’dur. Oysa O, sâlikin ve sefer edenin “ayn”ıdır. Böyle olunca âlem ancak O’dur. Şimdi sen kimsin? Sen hakîkatini ve gittiğin yolu bil! Bu takdirde iş, tercümân lisânı üzere sana açıldı. Eğer anladın ise, o Hak lisânıdır ve onu, idrâki Hak olan bir kimse anladı (25).

Yânî bu keşif sâhiplerinin ilmi, bir husûsî ilimdir ki, esfel-i sâfilînden hâsıl olur. Çünkü ayaklar bir şahsın en aşağıdaki a’zâsındandır. Ve ayaklardan daha aşağı olan şey onların altındaki şeydir. Ve onların altındaki şey, yoldan başka bir şey değildir. Ve esfel-i sâfilîn yânî aşağıların aşağısı olan yol, Hak’tan hâriç değildir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Eğer ipinizi bıraksanız Allah’ın üzerine düşerdi” buyurulmuştur. Bundan dolayı Hak, yolun “ayn”ıdır.

Ve bunun böyle olduğunu bilen kimse, işi hakîkati üzere bilmiş olur. Ve ortada Hakk’ın vücûdundan başka bir vücûd olmadığından, tarîkata sülûk eden ve sefer eyleyen dahî Hak’tır. Ve bu hakîkati bilen de Hak’tır ve bilinen dahî Hak’tır ve yolun sonu da Hak’tır. Sende bu ilim hâsıl olunca, şimdi sen kimsin bil bakalım? Sen hakîkatini ve yolunu ârif ol ki, Hak’tır. Çünkü sen Hakk’ın “ayn”ısın ve Hak da senin “ayn”ındır. İşte işin hakîkati sana, tercümânın lisânıyla açıldı ve âşikâr oldu. “Tercüman”dan kasıt Resûlullah (s.a.v.)’dir ve mübârek lisânlarından bu Fusûs akan nebevî ilimlerin vârisi cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizdir.

Eğer sen risâlet-penâh lisânı üzere Hak tarafından şerefle çıkan “Gözü ve kulağı ve eli ve ayağı olurum” hadîs-i kudsîsini ve risâlet-penâhînin vekîli olan Hz. Şeyh’in apaçık lisânda beyânı üzere gelmiş olan bu Fusûs‘un hakîkâtlerini anladın ise, tercümânın lisânının Hak lisânı olduğunu bildin. Fakat onu ancak idrâki Hak olan kimse anladı. Çünkü Hak, kulun bütün kuvvetleri olunca, onun bütün kuvvetlerine dâhil olan idrâk dahî Hak olur.

Çünkü Hakk’ın çokluk bağıntıları ve muhtelif vecihleri vardır (26).

Yânî Hak, bütün mevcûd aynlardan, onların isti’dâtları dolayısıyla tecellî edicidir. Ve her biri bir ismin hükmünü ve ilâhi bağıntıları açığa çıkarır. Ve aynı şekilde her birisi Hakk’ın mutlak vücûdunun tenezzüllerinden oluşma bir sûrettir. Bundan dolayı mutlak vücûdun birer “vech”idir.

Hz. Şeyh. (r.a.), bu ibâreyi, idrâkin Hak olduğunu isbât için beyân buyurmuştur. Nitekim, Gülşen-i Râz sâhibi buyurur:

Tercüme:

“Eğer kâfir olaydı haberdar puttan

Olur muydu aceb dîninde yoldan sapan”

HÛD Fassı- Hûd kavminin helâki

Sen Hûd (a.s.)ın kavmi olan Âd’ı görmez misin? Nasıl “hâzâ âridun mumtırunâ” (Ahkâf 46/24) Yânî “Bu gelen bulut, bize yağmur indirir” dediler. Şimdi onlar, Allâh’a hayır zannında bulundular. Ve oysa Allah Teâlâ kulunun zannına göredir. Bundan dolayı Hak onların üzerine bu sözden vazgeçti ve onlara yakınlıkta daha yakın ve a’lâ olan şeyle haber verdi. Çünkü Hak Teâlâ onlara yağmur yağdırsa idi, bu, toprağın hazzı ve tohumların sulanması olurdu. Şu halde onlar, o yağmurun netîcesine ulaşmazlar idi; bunun için ancak uzun bir zaman lâzım idi (27).

Yânî Âd kavmi yağmur taleb ettiler.Üç parça bulut gözüktü. Siyah bulutu gördüklerinde: İşte bu bizim için yağmur bulutudur, dediler. Ve bu sözleriyle Hakk’a iyi zannda bulundular. Yânî Hakk’ın kendilerine karşı lütuf ve rahmet sûretinde tecellî edeceğini zannettiler. Ve Allah Teâlâ, kulunun zannına göredir. Bundan dolayı Âd kavmine kendilerinin vâkıf oluşu olmaksızın hayır isâbet etti. Fakat isâbet eden hayır, zannettikleri hayır değildi. Belki o, başka bir hayır idi. Çünkü onlar yağmur beklediler; karşılarına ölüm çıktı. O ölüm onların perde olan nefislerini fâni edip hayırdan ibâret olan yakınlığa ulaştırdı.

Ve onların “hâzâ âridun mumtırunâ” yânî “Bu gelen bulut, bize yağmur indirir” sözlerine karşı Hak Teâlâ: “bel hüve mesta’celtum bihî” yânî “Hayır o, kendisini acele istediğiniz şeydir” (Ahkâf, 46/24) sözünü beyân etti. Ve acele olarak istedikleri şeyin elîm azâbı içinde bulunduran bir rüzgâr olmakla berâber, yakınlıkta yağmurdan daha yakın ve a’lâ bir şey olduğunu haber verdi. Çünkü yağacak olan yağmur, toprağın hazzıdır ve ekili şeyleri sular. Ve onların istedikleri de bu idi. Ancak onlar bu hayra geç ulaşacaklar idi. Çünkü ekinlerin yağmurla sulanıp başak vermesi, uzun zamâna muhtaçtır. Fakat bu rüzgâr onları çarçabuk hayır olan yakınlık ayn’ına ulaştırır.

Şimdi Hak onlara “bel hüve mesta’celtum bihî, rîhun fîhâ azâbun elîm” (Ah­kaf, 46/24) Yânî “Belki o acele istediğiniz şey, elîm azâbı içinde bulunduran olan bir rüzgârdır” dedi. Bundan dolayı Hak rüzgârı, onda onlar için râhattan olan şeye işâret kıldı. Çünkü bu rüzgâr ile, Hak onlara, bu zulmâni bedenlerden ve müşkil yollarından ve zulmâni perdelerden râhat verdi. Ve bu rüzgârda azâb vardır. Yânî onu tattıkları zaman lezzet buldukları bir husûs vardır. Fakat alışkanlıklarından ayrılmalarından dolayı onları elemli yaptı (28).

Yânî Hak Teâlâ, Âd kavminin iyi zannlarını te’yîd ederek onlara, belki o acele ile taleb ettiğiniz şey yağmur değil, elîm azâbı içinde bulunduran bir rüzgârdır ki, size zannettiğiniz faydadan daha mükemmel bir fayda ve menfaat te’mîn eder. Çünkü yağmur yağsa idi, tarlaları sulanacak ve ekinleri feyz bulacak idi.

Ve onlar bu hubûbatla beslenerek Hak’tan uzaklığa sebep olan nefisleri kuvvetlenip, kat kat perdelerde kalacaklar idi. İşte onların menfaat olarak düşündükleri bu idi. Oysa hakîkatta, Hak’tan uzaklık, şiddetli cezâ idi. Bu ancak sûrî ni’met idi. Fakat rüzgâr onların uzak oluşlarının ve perdelenmelerinin sebebi olan nefslerini helâk edip ortadan kaldırınca, Hakk’ın yakınlığına ulaşacaklarından bu hakîkî ni’met, o sûrî ni’metten daha faydalı olmuş olur ve onları râhata sevk eder. Bundan dolayı Hak bu sözü ile bu rüzgârda, onlar için râhat verecek bir şey olduğuna işâret buyurdu. Bu hâlin bu cismânî âlemde dahî örneği çoktur.

Örneğin pek perîşan ve pis kokan bir meyhânenin müdâvimlerinden olan üstü başı pis bir sarhoşa, kıymetli elbise giydirip onu gâyet süslenip bezenmiş bir saraya götürseniz, o karanlık ve iğrenç olan yerden ve arkadaşlarından ayrıldığına üzülür; ve kalbi, alışkanlıklarından ayrılması dolayısıyla kederli olur. Fakat sizin ona bu şekilde vermiş olduğunuz râhat ve menfaat, onun önceki hâlinde vehmettiği ettiği râhat ve menfaatten şüphesiz daha mükemmeldir. Bu lütfunuz onun hakkında kapalıdır. Oysa bu fiiliniz ile siz o sarhoşu azâblandırmış olursunuz. Çünkü alışkanlıklarından ayırdınız. Ancak o, sarayda oturmak zevkini tattığı zaman, bu fiilde lezzet bulunan bir husûs olduğunu anlar.

İşte bunun gibi, bu rüzgârda Âd kavmi için azâb vardır. Yânî onu tattıkları zaman, lezzet buldukları bir husûs vardır. Çünkü “azâb” “uzûbet”tendir. Ve “uzûbet” tatlılık ma’nâsınadır. Bununla birlikte helâk edici rüzgâr, görünüşte elem ve acı vericidir; ve alıştıkları cismâni âlemden on­ları dışarı çıkarır. Lâkin onda gizli bir lütuf vardır. Çünkü, Hakk’ın her bir kahrı altında bir saklı lütuf vardır. Acının ardından ona ulaştıkları zaman onu tadarlar. Nitekim, kan alıcının neşterinin acısına tahammülden sonra sıhhat zevki oluşur.

Şimdi azâb, onlara müjdeleyici oldu. Bundan dolayı iş, hayâl ettikleri şeyden onlara daha yakın oldu. Rüzgâr Rabb’inin emriyle her bir şeyi mahvetti. Şimdi meskenlerinden başka bir şey görünmediği halde sabahladılar. Ve onların meskenleri, hakkıyye rûhlarının imâr ettiği bedenleridir. Böyle olunca bu özel bağıntının hakkıyyeti gitti. Ve bedenleri üzerinde, Hak’tan onlara mahsûs olan hayât geriye kaldı ki, ciltler ve eller ve ayaklar ve kamçıların uçları ve uylukları, o hayât ile konuşur. Ve hakîkâtte ilâhî haberler bunun hepsiyle geldi (29).

Yânî onlara azâb başladı ve onları helâk etti. Ve hayâl ettikleri yağmurun yağmasıyla ekili alanlardan sağlayacakları fayda, uzun bir süreye muhtaç olduğu halde, o helâk onlara daha yakın bir menfaat oluşturdu. Ve rüzgâr, Rabb’in emriyle onların bedenlerini imâr eden hakkıyye rûhlarını giderdi. Onların meskenleri, ki bedenleri idi, bunlarda görmek ve işitmek ve söylemek gibi kuvvetler görünmez oldu. Bu halde sabâha dâhil oldular.

Ve özel bağıntının hakkıyyeti, yânî Hakk’ın ilâhi sıfatları ile olan tecellîsi ile onlardan kalktı ve aslına döndü. Ve ancak Hakk’tan onların bedenlerine mahsûs olan hayat geriye kaldı. Bu öyle bir hayattır ki, ciltler ve eller, ayaklar ve kamçıların ucu ve uyluklar bu hayat ile konuşur. Ve bunların hepsi hakkında haberler geldi. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:

(41/FUSSİLET-21)

“Ve kâlû li culûdihim lime şehidtum aleynâ, kâlû entakanallâhullezî entaka külle şey’in”

“Ve kendi ciltlerine: “Niçin bizim aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. (Onlar da) dediler ki: “Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti.”

(36/YÂSÎN-65)

“El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn.”

“Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış olduklarını Bize, onların elleri anlatır, ayakları şahitlik eder.”

Ve a’zânın konuşması hakkında benzeri Kur’ân âyetleri ve hâdîs-i şerîfler vardır.

Bilinsin ki, rûh iki çeşittir: Biri “cüz’î”dir ki, her zerrenin sûretinde tecellî edicidir. Ve ikincisi “küllî”dir ki, onun tecellîsi zerrelerin icmal oluşuna âittir. Nitekim, insanda özel karışımından sonra sûret verici olur. Özel mizâc sûretinde sûretlenmiş olan o rûhun üzerine bindiği beden ölümden sonra harâb olduğundan, o rûh alâkasını keser. Artık onun zerrelerinin cüz’i hayâtı kalır. Bu bahsi biraz daha îzâh edelim.

Bilinmektedir ki, kimyâ ehli indinde bugün îtibarıyla keşfedilen basît unsurlar yetmişi geçmiş olup bunlara azot, karbon, hidrojen, oksijen, klor, sodyum, potasyum, bakır, altın, gümüş, kalay ve diğerleri gibi isimler verilmiştir. Birleşik unsurlar bâzı haller ve şartlar altında bunların muhtelif zerrelerinin karışarak birleşmesinden oluşur. İşte bu basît unsurların zerrelerinin her birisi, kendilerine mahsûs olan bir hayât ile canlıdırlar. Ancak rûhları bâtındadır. Onu keşif ehli olanlardan başkası idrâk edemez. Ne zamanki bu zerreler birtakım haller ve şartlar altında birleşip “bitki” peydâ olur; bunda büyüyüp gelişme özelliği daha âşikâr olduğundan bu bâtınî hayat, onda daha çok hissedilebilir olur.

Ve “hayvan” mertebesinde ise hem büyüyüp gelişme ve hem de hareket ve ses meydana çıkmakla, bu tabîi hayât onda açıktan açığa görülür. Ve bu basît unsurların zerrelerinin birleşmişlik esâsı, insanda, bu tabîi hayat eserlerinin kemâliyle açığa çıkmasını îcâb ettirecek şartlar ve haller içerisinde gerçekleştiğinden, mevcûdlardan hiçbirisinin tesviye edilmiş cismi, insan bedenine muâdil değildir. Onun cismi “küllî rûh”un tecellîsine müsâittir. Düşünür, konuşur ve kendisinden diğer sıfatlar açığa çıkar.

Şimdi, biri diğerinden kesîf olmak üzere bahsedilen basît unsurların üç mertebesi vardır ki, bu mertebelerin her birerlerine, gaz, sıvı ve katı denilir. Tahkîk ehli hazarâtının terimlerinde bunlara “havâ”, “su”, ve “toprak” denilip her birisi bir “unsur” ve “rükûn” sayılmıştır. Her ne kadar yeni nesil kimyâ âlimleri bunlara “unsur” demenin doğru olmadığını beyân ile i’tiraz etmiş iseler de, bu doğru değildir. Çünkü bunlar terimdir ve terimlere i’tirâz doğru değildir.

İşte kesîf uzuv cisimleri bu üç mertebede bulunan basît unsurların birleşmesinden oluşmuş ve gıdâ şeklinde meydana gelen yine bu unsurlar, bunların vücûduna dâhil olup bir yanışın gerçekleşmesiyle, bu tabîi hayâtın dördüncü “rükûn”u olan “bedenin normal ısısı” meydana gelmiştir. Tahkîk ehli buna “ateş unsuru” derler. Şu halde insan bedeni bu dört rükûnun birleşmesiyle oluşmuş olur. İşte “Ben ben” diye saraylara ve hattâ dünyâlara sığamayan ve şuna buna “Mülkümdür” iddiâsında bulunan insan sûreti budur. Ne zamanki ölüm kendisini yakalar, onda tecellî edici olan “küllî rûh” kesilir, Hakk’ın ilâhi sıfatlarıyla olan tecellîsi gider ve bu sıfatlar aslına döner. Görmesi, işitmesi, söylemesi zâhir oluştan bâtın oluşa gider. Mesnevî:

Tercüme:

“Halk derler, ölmüş o miskin falân

Sen de dersin zindeyim ey gâfilân”

Bundan dolayı bütün eşyâ, zâhir hayât veyâ bâtın hayât ile diridir.

HÛD Fassı- Şu kadar var ki, Allah Teâlâ, kendi nefsini “gayrılık” ile vasfetti. (7/33)

Şu kadar var ki, Allah Teâlâ, kendi nefsini “gayrılık” ile vasfetti. Ve gayrılıktan fevâhişi haram kıldı. Oysa “fuhş”; açığa çıkan şeyden gayrı değildir. Ancak bâtın olan fuhş, indinde fuhş zâhir olan vücûd içindir (30).

“Fuhş” sözlükte “zuhûr yânî açıkta oluş”tan ibârettir. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) ibârede “fuhş”u kullanıp “fâhiş”i amaçladı. Nitekim “racül-i âdil yânî âdil adam” yerine “racül-i adl” denir. Yânî mevcûtlardan her bir mevcûd, Hakk’ın bir isminin sûretidir. Ve o isim, o sûretin rûhudur. Ve her bir sûret mutlak vücûdun tenezzülünden husûle gelmiş birer vücûddur. Ve Hak, hepsinin aynıdır. Bu sûrette de onların hepsi hayât sâhibi ve konuşandır.

Ve belki onlardaki, Hakk’ın hayâtı ve konuşmasıdır. Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri, zâhir ve bâtında, kendi vücûdundan gayrı bir vücûd olmaması için, “gayrılığından”, ilk olarak kendi nefsini eşyânın “ayn”ı kıldı. Ve daha sonra eşyânın “ayn”ı olduğunun perde ehli indinde açığa çıkmaması için de, nefsini “gayrılık” ile vasfetti. Ve “gayrılığından” fevâhişi, yânî kendisi eşyânın “ayn”ı olması sırrının açığa çıkarılmasını, yine kendinin “ayn”ı olan eşyâya harâm etti. Çünkü Hak, her şeyde “Ben Hakk’ım, Ben Allâh’ım” diyerek nefsini açığa çıkarsa, vahdet sırrı açıklanmış olur. İşte bunun için “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” yânî “O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur.

Ve fakat onların tesbihlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz).” (İsrâ, 17/44) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere eşyânın konuşması bâtındadır. Hak, keşif ehlinden gayrısına bu sırrın açığa çıkmasını ve açığa çıkarılmasını harâm kıldı. Ancak, bâtın olan “fâhiş”, yânî şer’an ve aklen örtülmesi zorunlu olan şey, indinde zâhir olmuş olan kimse içindir, Yânî Hak içindir ve Hakk’ın açığa çıkardığı ârifler içindir. Çünkü Hakk’a ve âriflere göre bâtın, zâhirdir.

Şimdi ne zamanki Hak Teâlâ, fevâhişi harâm etti, yânî bahsettiğimiz şeyin hakîkatini bilmekten men’ etti, o bahsettiğimiz şey de Hak eşyânın aynı olmasıdır; bundan dolayı Hak, o hakîkati “gayrılık” ile örttü. O “gayrılık” da, gayrıdan sensin. Şimdi gayrı gören “İşitme Zeyd’in işitmesidir” der. Ve ârif “Zeyd’in işitmesi, Hakk’ın “ayn”ıdır” der. Diğer kuvvetler ve a’zâ da böyledir (31).

Yâni daha önce Hakk’ın sâlikin ve yolun “ayn”ı ve yolun sonu olduğu anlatılmış idi ki, bu da Hakk’ın, bütün eşyânın “ayn”ı olmasını gerektirir. Fakat Hak Teâlâ “Kul innemâ harreme rabbiyel fevâhişe mâ zahere minhâ” yânî “De ki “Rabb’im açıkta olanda fevâhişi size haram etti” (A’râf, 7/33) âyet-i kerîmesinde Hak, bütün eşyânın kendisinin “ayn”ı olduğunun bilgisinden men’ etti. Ve kendinin bir olan hakîkatini, “gayr” ismiyle isimlendirilen muhtelif taayyünler ile örttü. Ve ilâhi hakîkâtleri örten “gayrılık” senin vücûdundur ki, “sen” ta’bîriyle bu kast edilir. Ve taayyün ise, taayyün edenin gayrıdır.

Örneğin “buz” sûretinde taayyün etmiş olan latîf buhâr, buzun taayyününün gayrıdır. Farz edelim muhtelif şekillerde bir yere dizilmiş olan buz kütleleri lisâna gelip bir dîğerine hitâben “ben”; “sen”; “biz”; “siz” ve “o, onlar” deseler, birbirinin gayrı olduklarını göstermiş olurlar. Fakat hepsinin “hüviyyet”i, bir hakîkat olan buhardan ibârettir. Ve bu bir olan hüviyyeti, ancak o buzların vücûdu örtmüştür. İşte bizim taayyün etmiş vücûdumuz da bu örneğe uygun olarak, bir hüviyyet olan Hakk’ı örtmüştür. Bu taayyünlerimizdeki gayrılık ma’nâsını anlatmak için “sen, ben ve biz” deriz. Bundan dolayı bu “gayrılık” makâmını gören, yânî ârif olmayan kimseler, “İşitme Zeyd’in işitmesidir” derler ve işitme, görme, söyleme gibi vasıfların hepsini Zeyd’e tahsîs ederler. Ve işin hakîkatini bilenler ise “Zeyd’in işitmesi ve görmesi ve konuşması ve diğer kuvvetleri ve a’zâsı Hakk’ın “ayn”ıdır” derler. Çünkü onlar “gayrılık” perdesinin arkasında kalmamışlardır. Hâfız’dan beyit:

Tercüme:

“Âşık ile ma’şûk arasında yoktur aslâ fark.

Yolun perdesi vücûdundur ortadan kaldır!”

Her bir kimse Hakk’ı ârif olmadı. Bundan dolayı insanlar, üstünlüğe ve mertebelere ayrıldı. Bu şekilde üstünlük ve daha fazla üstünlük ortaya çıktı (32).

Yânî herkes, yukarıda beyân olunduğu yön ile Hakk’ı bilmediğinden, insanlar ma’rifette birbirlerinden üstün oldu. Ve mertebeler bir dîğerinden ayrıldı. Ve bu hâlin netîcesi olarak üstünlük ve daha fazla üstünlük ortaya çıktı. Yânî insanların kimi sûrette kaldı ve kimisi ma’nâya daldı. Ve ma’nâya dalan kimsenin mertebesi sûrette kalan kimsenin mertebesinden daha üstün oldu. Hz. Hüdâyî ne güzel söylemiştir:

Zâhirde kalan kişi, güç etme kolay işi,

Çıkar dilden karışıklığı, tevhîde gel tevhîde!

HÛD Fassı- Nebisi Hûd a.s.’dan kavmine olan söylemini, müjde için,bize tercüme etti

Bil ki, Hak Teâlâ, Âdem’den Muhammed (s.a.v.)’e kadar, beşere mensûb olan bütün resûllerin ve nebîlerin aynlarına, beni vâkıf kıldı. 586 senesinde Kurtuba’da ikamet ettiğim bir müşâhedede bana gösterdi. O sınıftan Hûd (a.s)dan başka bana birisi söylemedi (33).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) misâl âleminde rûhlarını müşâhede ettiği resûller ile nebîlerin beşere mensûb olduklarını beyân edip, meleklerin resûllerini ve beşerin dışında olan mahlûkların nebîlerini istisnâ etti. Çünkü “Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum” yânî “Yeryüzünde dabbeden ve kanatlarıyla uçan kuşlardan yoktur ki, illâ ümmet olmasın” (En’âm 6/38) âyet-i kerîmesinin işâret ettiği yön ile, mevcûdlardan her bir türün kendi cinsinden, Hak’la aralarında vâsıta olmak üzere, birer kendilerine mahsûs nebîsi vardır. Ve bazıları da “Ârif nezdinde her zâhir olan şeyin, kendi bâtınına nebî olduğunu” söylemişlerdir. Onun için “Eğer nübüvvete imânın varsa, her bir hâtırına gelene hürmetten başka şekilde mukâbele etme!” diyen velî vardır.

“Kurtuba” İspanya’da bulunan bir şehrin adıdır. İspanya, bahsedilen târîhte arapların elinde idi. Hz. Şeyh (r.a.)’in bu müşâhedesi, orada ikâmet ediyorken gerçekleşmiş ve resûllerin ve nebîlerin rûhlarının toplantısında içlerinde pek yüksek zâtına hitâb buyuran ancak Hûd (a.s.) olmuştur.

Şimdi o bana toplanmalarının sebebini haber verdi. Ve ben onu erler içinde, semiz bir adam, sûreti güzel, sohbeti latîf ve keşîf işlerine ârif gördüm. Ve beni onun keşfine delîlim, Hak Teâlâ’nın “mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm” yânî “Hiçbir hayat sâhibi yoktur ki Hak onun alnından tutmuş olmasın. Benim Rabb’ım muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir.” (Hûd, 11/56) sözüdür. Ve hálk için bundan daha büyük ve daha tam hangi müjde vardır? (34).

Resûllerin ve nebîlerin toplanmaları, Hz. Şeyh (r.a) vaktinin kutbü’l- aktâbı ve evliyânın sonuncusu olması dolayısıyla onu tebrîk ve kutlamak içindir. Ve onların içinden Hz. Hûd (a.s.)’ın hitâb buyurması, çokluk görünme yerlerinde ahadiyye rubûbiyyetini müşâhede husûsunda, Hz. Şeyh’in zevkinin, onun zevkine uygun olmasındandır. Ve Hûd (a.s.)’ın iri bir adam olarak görünmesi müşâhededeki kemâline; ve sûretinin güzelliği ve sohbetinin latîf oluşu sûret olarak i’tidâl üzere oluşuna ve mânevi isti’dâdının kemâline işârettir. Ve Hz. Şeyh, onun keşîf işlerine ârif olduğuna bahsedilen âyet-i kerîmeyi delîl olarak sunar.

Çünkü daha önce geçen izâhlardan anlaşıldığı üzere, bu âyet-i kerîmeden anlaşılmıştır ki, Hakk’ın hüviyyeti ile taayyün etmiş olan sonsuz mevcûdlardan her birisini Hak, alnından tutup, hâs Rabb’ının sırât-ı müstakîmi üzerinde yürütür. Ve her bir mevcûdun sülûku, kendisinde taayyün etmiş olan Hak iledir. Çünkü Evvel ve Âhir ve Zâhir ve Bâtın hep Hak’tır. Bundan dolayı Hûd (a.s.)’ın müşâhedesi, zâhir olsun bâtın olsun, bütün taayyün etmişleri kapsar. Taayyün etmiş zâhiri mevcûdlardan hiçbirisi yokturki, hâs Rabb’i onun alnından tutup yürütmesin.

Ve bâtıni hakîkâtlerden hiçbirisi yoktur ki, kemâliyle açığa çıkmaya yönelik olmasın. Onun için mevcûdlardan her bir zerre, insana gelmeğe isteklidir. Çünkü, her birisinin açığa çıkma kemâli ondadır. Bizler ise, hâlen insâna elbisesine bürünüp açığa çıktığımız halde, kıymetini takdîr edemeyip mîrâsyedilerin ellerine geçerek, isrâf ettikleri mallar gibi, çok değerli vakitlerimizi faydasız ve boş konuşmalar ile geçiriyoruz. “Ey Allah’ım bize merhâmet et! Çünkü Sen merhâmet edenlerin en merhâmet edicisisin”

Şimdi, mâdemki Hûd.(a.s.)’ın lisânı ile, Hak bütün eşyâ hüviyyetlerinin “ayn”ı olduğunu haber vermiştir ve hepsinin “hüviyet”i de, ilâhi hakîkâtlerden ibârettir; Bundan dolayı hálk için daha büyük ne müjde olur?

Ondan sonra bu makâleyi, Kur’ân’da, ondan bize ulaştırması, Allah Teâlâ’nın bize ihsânındandır (35).

Yânî Hûd (a.s.)ın “mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ” “yânî “Hiçbir hayat sâhibi yoktur ki Hak onun alnından tutmuş olmasın.” (Hûd, 11/56) sözünü, Kur’ân’da naklen bize beyân buyurması Hakk’ın bize olan fazl ve ihsânıdır.

Daha sonra bütünü toplayıcı olan Muhammed (s.a v ), Hak’tan haber verdiği şeyle onu tamamladı ki, hakîkâtte Hak, kulağın ve gözün ve elin ve ayağın ve dilin “ayn”ıdır, yânî o duyuların “ayn”ıdır. Oysa rûhâni kuvvetler, duyulardan daha yakındır. Böyle olunca sınırları bilinmez olan yakın yerine, sınırları bilinen uzak ile yetindi (36).

Yânî (S.a.v ) Efendimiz’in Hak’tan haber verdiği hadîs-i kudsî de, Hakk’ın duyusal kuvvetlerin “ayn”ı olduğu beyân olunmuştur; ve rûhâni kuvvetlerin Hakk’ın aynı olduğundan bahsedilmemiştir. Oysa rûhâni kuvvetler, Hakk’a, hissi kuvvetlerden daha yakındır. Çünkü onun nûrlu oluşu ve kirlilikten uzaklığı ve maddeden soyut oluşu vardır. Ve emr âleminden olduğu yön ile sınırları belirsizdir. Yânî hálk onun sınırlarını bilmez. Oysa cisim sınırlıdır; ona şu kadar metre diye sınır ta’yîn edip sınırlamak mümkündür; ve rûh’dan çok uzaktır. Çünkü duygular ve cismâni kuvvetler, cisimlerin miktârına göredir ve onların sınırlarıyla sınırlıdır.

Nitekim cismi mükemmel olan kimsenin kuvvetleri de mükemmeldir; iyi görür, iyi işitir, iyi söyler ve iyi tutar. Zayıf ve hastalıklı olanların cismâni duyuları da noksan olur. ve aynı şekilde tutmak, elin sınırı kadar olur. Bundan dolayı Resûl (s.a.v.), Hakk’a daha yakın ve sınırı belirsiz olan rûhâni kuvvetleri söylemeyip Hak’tan dah uzak ve sınırlı olan cismâni duyuların, Hakk’ın “ayn”ı olduğunu beyânla yetindi. Daha uzaktaki Hakk’ın aynı olunca, şüphesiz ondan yakın olan da Hakk’ın aynı olur.

Şimdi Hak, bize nebîsi Hûd (a.s.)’dan onun kavmine olan söylemini, müjde için, tercüme etti. Ve Resûlullah (s.a.v.) onun söylemini bize müjde için Allah’dan tercüme etti. Şimdi ilim, ilim verilenlerin gönüllerinde kâmil oldu. “Ve bizim âyetlerimizi kâfirlerin gayrısı inkâr etmez”. (Ankebût, 29/47) Çünkü onlar, onu bilseler dahi, nefislerinde olan hased ve nefâset ve zulümden dolayı, onu örterler (37).

Yânî Hak ve Resûl’ü tarafından olan müjdeler üzerine, Hak Teâlâ’nın eşyânın “ayn”ı ve kuvvetlerin hüviyyeti olduğu, evvelce kendilerine keşif ve tecellî yoluyla bildirilmiş olan kimselerin ilmi, artık kâmil ilim oldu. Bu bilginin, hâkîki bilgi olduğuna şüphe kal­madı. Ve ufuklarda ve nefislerde yayılıp görünmüş olan âyetlerimizi ve alâmetlerimizi, taayyün sûretleriyle örtenlerden başkası inkâr etmez. O kâfirler, yânî Hakk’ın “vech”ini örtenler, Hak, sınır ile sınırlanmış olan eşyânın aynı olunca, sınırlanır, zannederler. Oysa sonsuz olan Hak, zâtı ile bütün eşyâyı ihâta etmiştir.

Ve zâti ve sıfâti tecellîleri ile hepsinde açığa çıkar. Onlar bu bilgiye vâkıf olsalar bile, nefislerindeki hased ve nefâset ve zulüm yönünden onu örterler. “Nefâset” “buhl yânî kıskanma” ma’nâsınadır. Ve “nefîs” kıskanılan şeydir. Yânî kitap ehli, kitaplarında gördükleri Hakk’ın âyetlerini örttüler. Ve aynı şekilde sûret ehli olan âlimler de Kur’ân ve Hadîs’in şehâdetiyle sâbit olan hakîkâtleri inkâr ile örterler.

Örneğin Kur’ân’da:“Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın” (Hadîd, 57/3) buyrulmuştur. Eğer onlara deseniz ki, bizim görüşümüzde “zâhir”den kasıt, bu eşyâdır. Bundan dolayı bu âyet-i kerîme, Hakk’ın eşyânın “ayn”ı olduğunu beyân buyurur. Onlar cevâben: “Bu benzetmeler ile anlatımlardandır; bunun ma’nâsını Hak ve ilimde derinleşmiş olan âlimler bilir” derler. Ve baştan başa Kur’ân âyetleri ve hâdis-i şerîflerin özü olan bu Fusûsu’l-Hikem’e dil uzatmaktan çekinmezler. Oysa evliyâullâhın hemen hepsi bu hakîkâtlerden bahsetmişlerdir. Eğer cenâb-ı Şeyh (r.a.) bir derinleşmiş âlim değil ise, onlara göre derinleşmiş âlim olan acabâ kimdir? Ve bu durumda Hakk’ın ve Resûl’ünün, hálka anlayamayacakları sözler ile hitâb ettiklerini kabûl etmek lâzım gelir. Hâşâ sümme hâşâ !.. Bunu, insanların biraz aklı başında olanları bile yapmaz. Çünkü söz bir maksadı muhâtaba anlatmak içindir. Bu maksad olmayınca sözün bir amacı olmaz.

HÛD Fassı- Allâh indinden aslâ sınırlamadan başka bir şey görmedik

Ve biz Hak Teâlâ’nın, Hak hakkında indirdiği âyetlerde veyâhut Allah Teâlâ’ya dönük olan şey hakkında, bize ulaştırdığı Hak’tan olan haberlerde, tenzîh olsun tenzîhin gayrı olsun, Allâh indinden aslâ sınırlamadan başka bir şey görmedik (38)

Yânî gerek inen âyetler ve gerek Resûl vâsıtasıyla bize ulaşan haberlerde Allah Teâlâ’nın vasfını tenzîh olsun, tenzîhin gayrı olsun, Allah tarafından ancak sınırlama ile gördük. Yânî Allah Teâlâ hakkında Kur’ân’da ve diğer inen kitaplarda ve hâdîs-i şerîflerde ulaşan şeyin hepsi sınırlamadır.

O haberlerin öncesi, “Üstünde hava ve altında hava olmayan “amâ”dır.” Şimdi Hak, hálkı hálk etmezdan önce o amâda idi (39).

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Rezîn el-Ukaylî (r.a.), cenâb-ı Fahr-i âlem (s.a.v.)den; “Mahlûku hálk etmezden önce Rabb’imiz nerede idi?” diye sordu. Onlar da cevâben: “Üstünde ve altında hava olmayan “amâ”da idi” buyurdular. “Amâ” sözlükte “ince bulut” ma’nâ­sınadır. Ehlullahdan bâzılarının terimlerinde “ahadiyyet hazret”inden ibârettir. Çünkü ahadiyye mertebesini Hakk’ın kendisinden başka kimse bilmez. Ve o mertebe Celâl perdeleridir.

Ve bâzılarının terimlerinde, isimlerin ve sıfatların menşeinden ibâret olan “vâhidiyyet hazret”inden ibârettir. Çünkü “am┑ “ince bulut” ma’nâsınadır. Ve bulut yer ile gök arasına yayılır. Ve bu vâhidiyyet hazreti de, ahadiyyet göğü ile hálk edilmiş çokluk yeri arasına yayılıcı olur. Ve Dâvud-i Kayserî Şerh’inde, ilâhî isimleri toplayıcı oluşu dolayısıyla Hakk’ın ilk taayyününden ibâret olduğu beyân buyrulmuştur.

Ve İmâm-ı Şa’rânî hazretleri de: “Hadîs-i şerîfteki “mâ” “üstün-de- ve altın-da-“ ma’nâsı veren “bitişik kelimeye” değil, “olumsuzluğa” yânî “üstü ve altı olmayan” ma’nâsınadır. Bundan dolayı “am┑ Hak Teâlâ’nın hálk ettiklerinden ayrıldığı ilk mertebedir” buyurur.

Şimdi bu şerhin önsözünde, vücûd tecellîleri bahsinde îzâh edildiği üzere, mutlak vücûddan ibâret olan fezâda, nefes-i rahmânînin gönderilmesinden öbek öbek âlemlerin ilk maddesi var olmuştur. Bilim adamları bu ilk maddeye “parlak bulut” derler. Var oluşlarının başlangıcında gâyet ince ve şeffâf bulutlardan ibâret olduklarından, bunlara sözlüğe göre ancak “amâ” denebîlir. Bu “amâ”lar gittikçe soğuyarak ve yoğunlaşarak dönerler.

Ve muhtelif değişimlerden sonra, insanın bineği olurlar. Hava unsurlarından birleşik olduğu ve fezâda ise unsurların bulunmayışı yönüyle, “am┑ denilen bu ince bulutların ne üstlerindfe ve ne de altlarında tabîdir ki havâ olmaz. Unsurlardan hariç olduğundan fezâya “boşluk” dahi derler.

Şimdi, bizim güneş sistemimizin ilk maddesi de hilkatin başlangıcında böyle bir parlak bulut idi. Ve a’mâ mertebesinde ne gezegenler, ne güneş, ne de ay ve ne de diğer mahlûklardan bir şey mevcûd değil idi. Ve bu hal, yalnız bizim güneş sistemimizde değil, diğer sonsuz âlemlerde de böyledir.

Ebû Rezîn el-Ukaylî’nin, yeryüzü sâkinlerinden oluşu yönüyle, sorusunda “Rabb’imiz” demekle gözünün gördüğü mahlûkların Rabb’ini amaçladığı halde, a’ref i Enbiyâ (S.a.v.) Efendimiz, yüce cevâplarında onun gözünün görmediği sonsuz âlemleri de içine alacak şekilde “Üstünde ve altında hava olmayan “amâ”da idi” buyurdular: Yânî “Rabbimiz eşyâ sûretlerinin açığa çıkmasından önce, sûretsiz olan amâ’da idi ki, onun üstü ve altı boşluk olup, oralarda unsurlardan oluşmuş hava yok idi” demek olur. Ve bu cevap ile a’mâ mertebesine tenezzülünden önce mutlak vücûdun rubûbiyetle vasıflanmış olmadığına ve rubûbiyetin, vücûdun ilk taayyünü olan a’mâ mertebesinden bâşladığına işâret buyrulmuş olur.

Yüksekte uçan ey ehl-i hey’et

İrfân-ı Muhammedî’ye hayret!

İşte her bir âlemin ilk maddesi olan bu ince ve şeffâf bulutlar, mutlak vücûdda bir sınır ile sınırlandıklarından, elbette cihet sâhibidirler. Bundan dolayı hem üstleri ve hem de altları vardır. Ve bu “am┑ latîfin en latîfi zâtın kesîf mertebeye tenezzülünden ibâret olduğundan, bu hadîs-i şerîfte beyân buyrulan üst ve alt, Rabbü’l-âlemîn hakkında sınırlamayı içinde bulundurmaktadır.

Ondan sonra Allah Teâlâ, Arş üzerine istivâ ettiğini söyledi. Bu da önceki gibi sınırlamadır. Ondan sonra her gece Hakk’ın dünyâ semâsına indiğini söyledi. Bu da sınırlamadır. Ondan sonra tahkîkan Hak gökte ve yerde olduğunu söyledi. Ve biz nerede olur isek, muhakkak bizimle berâber olduğunu söyledi; tâ bizim “ayn”ımız olduğunu bize haber verinceye kadar. Oysa biz sınırları olanlarız. Şimdi Hak, kendi nefsini ancak sınır ile vasf etti (40).

Yânî Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Er rahmânu alel arşistevâ” (Tâ­hâ, 20/5) yânî “Rahmân Arş üzerine istivâ etti” buyurdu. Ve Resûl’ünün lisânıyla da “Allah Teâlâ her gece dünyâ semâsına inip buyurur ki: Tövbe eden var mıdır ki, tövbesini kabûl edeyim ve istiğfâr eden var mıdır ki, onu mağfiret edeyim” dedi. Ve aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve hüvellezî fîs semâi ilâhun ve fîl ardı ilâhun” (Zuhruf, 43/84) Yânî “O öyle Allah’dır ki gökte de Allah’dır; yerde de Allah’dır.” Ve “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) Yânî “Nerede olursanız, O sizinle berâberdir” buyurdu.

Şimdi Arş, yer, gök ve bizim bulunduğumuz yerler, hep sınırlı mekânlardan ibâret ve mutlak vücûdun tenezzül ile taayyününden hâsıl olmuş bulunduğundan bunların hepsi sınırlı oluşu içinde barındırır. Bu şekilde Hak, nefsini ancak sınır ile vasfetmiş olur.

Bilinsin ki, Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) ilk önce “amâ” hakkındaki hadîs-i şerîfi; ve daha sonra Arş; ve daha sonra dünyâ semâsını ve daha sonra göğü ve yeri; daha sonra bizim ile Hakk’ın maiyyetini söylemekle, hilkat tavırlarındaki tertîb yönü ile sınırlanmalara işâret buyururlar. Şöyle ki, Arş’ın bir ma’nâsı da sözlükte “binâ” demektir. “Am┑ güneş sistemi binâsının temeli mesâfesinde olduğundan, ilk olarak onu zikr ettiler.

Ve yoğunlaşan “amâ”nın dönüşünden oluşan merkezkaç kuvveti sebebiyle, astronomi iliminde “ulvî gezegenler” denilen, dünyâdan önceki gezegenler koptuklarından ve bunların her birerleri birer ilâhî binâ olduğundan, daha sonra Arş’ı zikretti. Ve dünyâdan önce onun ulüvvünde, yânî semâsındaki gezegenler var olduğundan, daha sonra dünyâ semâsını zikretti. Ve daha sonra ilk maddeden dünyâ ve sırasıyla “süflî gezegenler” denilen Venüs ve Merkür koptuklarından dünyâyı ve semâyı zikretti. Ve yeryüzündeki mahlûkların dönüşümünden sonra insan ortaya çıktığından, daha sonra bizim ile olan vücûdun maiyyetini beyân buyurdu.

Ve Allah Teâlâ’nın “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) sözü de eğer “kâf”ı, sıfattan ayrı, kuvvetlendirme olarak alacak olur isek, aynı şekilde sınırlamadır. Ve sınırlı olandan kendini ayıran kimse, o sınırlı olanın aynı olmamakla berâber yine sınırlanmıştır. Şimdi anlayana göre, kayıttan kurtarmak, kayıttır. Ve mutlak dahi mutlaklık ile kayıtlıdır (41).

Yânî “ke-mislihi” yânî “O’nun benzeri gibi”deki “kâf” harfini sıfat ma’nâsına almayıp, kuvvetlendirme olarak saysak “Bir şey O’nun benzeri değildir” demek olur. Bu da sınırlamadır. Çünkü eşyânın sınırları vardır. Bu eşyânın benzeri olmayan şey, onların sınırı dışına çıkmış olur ve böyle sınırlı olandan kendini ayıran kimse de, o sınırlı olanın aynı olmasa bile yine sınırlı olur. Yânî birinin sınırı bitip diğerinin sınırı başlar. Ve Hakk’ı kayıttan kurtarsak, yine kayıtlamış oluruz. Çünkü kayıttan kurtarılan şey, kayıtlı olanın dışına çıkarılmış olacağından bu kurtarma kayıtlama olur. Ve “mutlak” dediğimiz zaman dahi, mutlaklık kaydı ile kayıtlamış oluruz. Çünkü mutlak oluş, isim ve resimden ibârettir. Ve Hakk’ın Zât’ı ise isim ve resimden ganîdir.

Ve eğer biz “kâf”ı sıfat için alacak olursak, şu halde biz Hakk’ı sınırlandırırız (42).

Yânî “O’nun benzeri gibi bir şey yoktur” ma’nâsına alsak, bu şekilde, ilk önce Hakk’a benzer isbât edip daha sonra başka bir şeyin o benzere benzer olmasını kaldırırız. Oysa bu, benzetme olur ve benzetme ise sınırlamadır. Ve bu şekilde “kâf” benzer oluş ma’nâsı için sıfat olarak alınmış olur.

Ve eğer biz “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) sözünü benzeri kaldırmak üzerine alırsak, anlaşılan ma’nâ ile ve doğru haberler ile Hakk’ın eşyânın “ayn”ı olduğunu hakîkât olarak bildik. Oysa eşyâ her ne kadar sınırları muhtelif ise de, sonuçta sınırlıdır (43).

Yânî biz bu âyeti, “kâf” kuvvetlendirme için olsun veya olmasın, dolaylı anlatım yoluyla mutlaka benzerin kaldırılması ma’nâsına alsak, nitekim “Senin mislin bahîl ve gazûb olmaz” derler. Bunda onun benzeri amaçlanmayıp o kimsenin kendisinden buhl ve gazabın kalkması kasdedilir. Bu da yine sınırlanmayı gerektirmektedir. Çünkü bir şeyden ayrılmış olan şey, o şeyden farklı oluşu ile sınırlanmış olur. Ve bu sınırlama sebebiyle, o şeyden benzerlik kaldırılmış olur.

Bu şekilde âyetten anlaşılan şeyle ve doğru haberler olan “Ben onun kulağı ve gözü vb… olurum” hadîs-i şerîfiyle biz, Hakk’ın eşyânın “ayn”ı olduğunu hakîkat üzere bildik. Çünkü onun benzeri bir mahlûk yoktur, dediğimiz zamanda iki sûret sûretlenmiş olur: Biri “eşyânın gayrı” ve diğeri “eşyânın aynı” olmasıdır. Oysa gayrılık “Lâ ilâhe illallah” ve “mâ lekum min ilâhin gayruhu” yânî “Sizin için O’ndan gayrı ilâh yoktur” (A’râf 7/59) gibi muhkem Kur’ân âyetleri ve “Ben onun kulağı ve gözü vb… olurum” gibi hâdîs-i şerîfe göre olmuş değildir. Ve gayrılık olmayınca aynılık sâbit olur.

Şimdi Hak, her sınırlının sınırı ile sınırlıdır. Bundan dolayı bir şey sınırlanmaz illâ ki o şey, Hakk’ın sınırı olur (44).

Yânî Hak, her sınırlı olan şeyde tecellî edicidir ve o şeyin “ayn”ıdır. Bundan dolayı bir şeyin sınırı belirlendiği zaman, o sınır, Hakk’ın sınırı olur. Bu şekilde Hak bütün eşyânın muhtelif sınırlarıyla sınırlanmış olur.

HÛD Fassı- Bundan dolayı Hak, her şeye zâtıyla muhafaza edicidir.

Şimdi Hak, mahlûkat ve mübde’ât olarak isimlendirilende sârîdir. Ve eğer iş böyle olmasaydı, vücûd geçerli olmazdı. Böyle olunca Hak, vücûdun “ayn”ıdır. Bundan dolayı Hak, her şeye zâtıyla muhafaza edicidir. Ve her şeyin muhafazası Hakk’ın üzerine ağır gelmez. Şimdi Hakk’ın, eşyânın hepsini muhafaza etmesi, bir şeyin, kendi sûretinin gayrı olmaktan, kendi sûretini muhafaza etmesidir. Ve bunun dışında bir şey geçerli olmaz. Ve O her şâhidden Şâhid ve müşâhede edilenden Meşhûd’dur. Bundan dolayı âlem, O’nun sûretidir ve O âlemin rûhu olup onu idâre etmektedir. Bu sûrette âlem, insan-ı kebîr yânî büyük insandır (45).

Yânî Hak, zamân ile olmuş olup “mahlûkat” ve “hálk âlemi” ve “şehâdet âlemi” olarak isimlendirilen hakîkâtlerde; ve zamân ile olmuş olmayıp “mübde’ât” ve “emr âlemi” ve “rûhlar âlemi” olarak isimlendirilen hakîkâtlerde, vücûdun sâri oluşu ile sârîdir. Eğer iş böyle olmasaydı, vücûd geçerli ve sâbit olmaz; ve bir şey vücûd bulmaz idi. Çünkü imkân dâhilindekinin, yânî mahlûkât ve mübde’âtın kendilerine âit bağımsız vücûdları yoktur. Yânî eğer mutlak olan Hakk’ın kayıtlı sûretlere sâri oluşu olmasaydı, o kayıtlı olanın vücûdu geçerli ve sâbit olmaz idi. Çünkü bu kesîf olan mevcûdların kaynaklarıi, latîf zâtın vücûdudur.

Ve bu kesîf sûretler, o hakîkî vücûdun nişanları ve alâmetleridir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı vahtilâfu elsinetikum ve elvânikum, inne fî zâlike le âyâtin lil âlimîn” (Rûm; 30/22) Yânî “Göklerin ve yerin hálk edilişi ve lisanlarınızın ve renklerinizin farklı hálk edilişi Hak Teâlâ’nın vücûdunun alâmetlerindendir.Muhakkak bunda düşünen âlimler için delîller ve alâmetler vardır”.

Çünkü kesîf bir şeyin latîflik mertebesi mevcûd olmadıkça, o kesîf şeyin açığa çıkması imkânsızdır. Bundan dolayı bir şeyin kesîflik mertebesi, yine o şeyin latîflik mertebesine delîl ve alâmettir. Örneğin buzun vücûdu suyun vücûduna delîl ve alâmettir. Ve Hakk’ın isimleri dolayısıyla, kendi sûreti olan bütün eşyâyı, hiçbir şey kendi sûretinin gayrı olmaması için muhafaza etmesi, kendi sûretini muhafaza etmesidir.Çünkü sûretsiz olan latîf zât, isimleri dolayısıyla türlü türlü sûretler ile açığa çıkar.

Ve kesîf sûretlerden herhangi bir sûretin kendi sûretini muhafaza etmesi, Hakk’ın kendi sûretini muhafaza etmesidir. Eğer Hak bu şekilde kendi sûretini muhafaza etmese idi, vücûdda ona benzer ve ortak bulunması gerekirdi. Oysa imkân dâhilindekinin kendi zâtı ile mevcûd olması mümkün olmadığından bu hâlin aksi geçerli ve sâbit olmaz. Bundan dolayı Hak, her şâhid ve zâhir olan şeyden Şâhid ve Zâhir’dir.

Ve her müşâhede edilen şeyden Meşhûd’dur. Çünkü vücûdda ondan başka bir şey yoktur. Gören ve görünen ve gösteren hep O’dur. Şu halde âlem, Hakk’ın sûreti ve zâhiridir. Ve Hak dahi âlemin rûhu ve bâtınıdır ve bu âlemin idâre edicisidir. Ve âlem bütün herşeyiyle “insan-ı kebîr yânî büyük insan” olmuş olur.

HÛD Fassı- Benim vücûdum O’nun gıdâsıdır. Ve biz de O’na paraleliz ve mukabiliz.

Şiir:

Şimdi varlık hepsi Hak’tır. Ve O, benim vücûdum onun vücûdu ile ayakta duran Vâhid’dir. Bunun için biz gıdâlanıyoruz, dedim (46).

Yânî varlık dediğimiz çokluk âleminin zâhiri ve bâtını hep Hak’tır. Ve O, bir olan mutlak vücûddur ki, benim kayıtlı vücûdum, onun mutlak vücûdu ile ayaktadır. İşte bunun için biz O’nun vücûdu ile gıdâlanıyoruz ve O bizim gıdâmızdır, dedim.

Örnek: Buhar derece derece tenezzül edip bulut, su ve buz sûretlerine bürünse, vücûd, buhârın bir olan vücûdundan ibâret olur. Ve bu sûretlerin vücûdu buhar ile kâim bulunur ve bu sûretler buhar ile gıdâlanmış olurlar. Ve buhar onların gıdâsı olup izâfi olan vücûdlarında gizli olur.

Şimdi benim vücûdum O’nun gıdâsıdır. Ve biz de O’na paraleliz ve mukabiliz. Bundan dolayı eğer sen bir yön ile bakarsan benim sığınmam, O`ndan O’nadır (47).

Yânî Hakk’ın vücûdunun ve hükümlerinin açığa çıkması yönünden biz de onun gıdâsıyız ve gıdâ gibi onda gizliyiz. Ve bizim vücûdumuz nasıl ki ona gıdâ olur ise, o da buna karşılık ve paralel olarak bizim gıdâmız olur. Ve Hak zâtî tecellîyla, bizim izâfi vücûdumuzu fâni ettiği zaman, biz O’ndan yine O’na sığınırız.

Nitekim (s.a.v.) Efendimiz “Euzû bike minke” yânî “Senden sana sığınırım” hâdîs-i şerîfiyle bu sığınmaya işâret etmiştir. Bu sığınma zât ve vücûd yönüyledir; isimler yönüyle değildir. İsimler yönüyle olan sığınmada “Yâ Rabbi, gazâb ve kahrından rızâna sığınırız” demek lâzım­dır. Çünkü Hak bâzı görünme yerlerinde Râzî; ve bâzı görünme yerlerinde de, Sâhıt ve Kahhâr isimleriyle açığa çıkar. Bir isminden diğer ismine sığınırız.

Örnek: Hüviyyetleri buhardan ibâret olan muhtelif sûretlerdeki buz kütleleri, güneşin tecellîsiyle eriyip fenâ buldukları zaman, buhara dönüşmüş olurlar. Ve bu sûrette, onların vücûdu buharın gıdâsı olup, onda gizlenirler. Ve nitekim daha önce buhârın vücûdu onlara gıdâ olup onlarda gizlenmiş idi. Bu şekil de, onun paraleli ve mukâbili olur.

Ve bu sıkıştırmadan dolayı teneffüs etti. Şimdi “nefes”i Rahmân’a bağladı. Çünkü âlem sûretlerinin îcâdları için taleb ettikleri şeyi, ilâhi bağıntılara isim ile rahmet etti ki, o âlem sûretlerine, biz “Hakk’ın zâhiri” dedik. Çünkü Zâhir olan O’dur. Ve Hak âlem sûretlerinin bâtınıdır, çünkü Bâtın olan O’dur. Ve Hak Evvel’dir; çünkü O var idi, oysa âlem sûretleri yok idi. Ve Hak Âhir’dir; çünkü âlem sûretlerinin zâhir oluşu indinde, o suverin “ayn”ı oldu. Şimdi Âhir, Zâhir’in aynıdır ve Bâtın Evvel’in aynıdır. Ve Hak her bir şeyi Alîm’dir; çünkü muhakkak kendi nefsini alîmdir (48).

Eşyânın a’yân-ı sâbiteleri, ilâhî ilimde mevcûd olmakla berâber, bu sûretler ilim mertebesinde iken, taayyün elibsesi giymemiş idiler. Bunların her birisi aynî vücûda tâlib olduklarından, Rahmân’ın sıkışmasının ayn’ı oldular; ve bâtında bir sıkıntı peydâ olur. Bu sıkıntıyı def’etmek için teneffüs lâzımdır. Bundan dolayı Hak bu sıkıntıdan dolayı teneffüs etti.

Ve Resûl lisânı ile “Muhakkak Rahmân’ın nefesini Yemen tarafından alıyorum” kavlinde Hak, nefesi, “Rahmân”a bağladı. Çünkü ilâhi isimler, isimlendirilenleri olan Hak’tan, birer görünme yeri istediler. Hak da, kendi bağıntıları olan o isimlerin istedikleri görünme yerlerine vücûd verdi. Ve o ilâhi isimlerine Rahmân ismiyle rahmet etti. Âlemin sûretleri hep bu görünme yerlerinden ibârettir.

Bu âlem sûretleri Hakk’ın mutlak vücûdunda bâtın iken, onların rûhları olan ilâhi isimlerin talebi üzerine Hak, tenezzül ederek kendi vücûdundan onlara vücûd verdiğinden, bu âlem sûretleri Hakk’ın zâhiri oldu. Bundan dolayı biz de onlara “Hakk’ın zâhiri” dedik ve bu sûretler Hakk’ın ilminin sûretleri olduğundan, onların bâtınları Hak’tır. Yânî bu sûretler Hakk’ın dışı ve Hak, bunların içidir.

Ve Hakk’ın nefes-i rahmânî ile teneffüsünden önce, bu âlem sûretlerinin vücûdu olmadığından, Hak Evvel’dir. Nitekim, hadîste “kanallahu ve lem yekun meahu şey’a” yânî “Allah var idi O’nunla birlikte hiçbir şey yok idi” buyrulmuştur. Ve o âlem sûretlerinin vücûdu, bağımsız olmayıp Hakk’ın mutlak vücûdunun taayyün elbisesine bürünerek, bunların sûretlerinde zâhir olması; ve bundan dolayı onların “ayn”ı olması dolayısıyla, Hak Âhir olur. Çünkü Hakk’ın evvel olmaklığını ta’kîb eden bir başka vücûd yoktur ki, âhir olma sıfatını kazabilsin.

Şu halde Âhir Zâhir’in ve Bâtın da Evvel’in aynı olmuş olur. Ve Hakk’ın nefesi ve vücûdu, zâhiren ve bâtınen, âlem sûretlerinin “ayn”ı olunca, bu eşyâ sûretlerinden her birisinin ilmi Hakk’ın ilmi olur. Bundan dolayı Hakk’ın ilmi her şeyi ihâta etmiştir.Çünkü Hak kendi nefsine Alîm’dir.

Şimdi ne zamanki Hak sûretleri, nefeste îcâd etti ve isimler ile anlatılmış olan bağıntıların hâkimiyeti zâhir oldu, âlem için ilâhî bağıntılar geçerli oldu. Bundan dolayı âlem sûretleri, Allah Teâlâ’ya bağlanmış oldular (49).

“Nefes-i rahmânî”, gerek ilâhî isimde sâbit olan aynların sûretlerinin ve gerek hálk âleminde peydâ olan sûretlerin hepsi için maddedir. Bundan dolayı Hak ne kadar sûretler var ise, hepsini “nefes-i rahmânî”si olan bu maddede ve bu “heyûlâ”da îcâd etti.

Ve eşyânın hakîkâtleri olan a’yân-ı sâbite, ilâhi isimlerin sûretleri olduğu gibi hálk ve şehâdet âleminde açığa çıkan sûretler de, bu a’yân-ı sâbitenin sûretleridir. Çünkü bağıntıların hâkimiyetinin, yânî ilâhi isimlerin saltanatının açığa çıkması, bunların fiillerini ve hükümlerini ve eserlerini ve rubûbiyyetini, onlara birer sûretler görünme yeri vererek imkân âleminde açığa çıkarmakla olur.

Bunun için Hak Teâlâ da böyle yaptı. Ve kendi mutlak vücûdunun aynı olan “nefes-i rahmânî”sinde ve “ilk madde” ve “heyûlâ”da bu sûretleri îcâd etti. Ve işte bu sûretle, ilâh ile ilâhı olan ve Rab ile Rabb’ı olan ve Hâlık ile hálk edilen arasında bağıntı zâhir olmakla, netîcede âlem için ilâhî bağıntılar geçerli oldu. Ve âlem sûretlerinin vücûdu ve bütün sıfatları, Hakk’ın vücûd ve sıfatları olduğundan, bunlar Hakk’a bağlanmış oldular.

Bundan dolayı “maddeciler” dediğimiz filozofların “madde” ve “kuvvet” isimleriyle iki vücûd isbât edip bütün âlem sûretlerinin, bağımsız farz ettikleri bu iki vücûda mensûb olduklarını iddiâ etmeleri, akılların sapkınlık ve hayret mahsûlüdür. Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: Cüz’î akıl, bir şeyi ortaya çıkarma aklı değildir. Bilimi kabûl etmekten ve eğitime muhtâc olmaktan başka bir şeyi yoktur. Yânî cüz’î akıl, hiç yoktan bir şeyi ortaya çıkaramaz. Bir bilim sâhibinin eğitimine muhtaçdır. Bu akıl ancak eğitim görmeye ve anlamaya kâbildir. Ancak onu bir vahiy sâhibi eğitmelidir.

Muhakkaktır ki, ilk olarak bütün meslekler ve sanâyî ilâhî vahiyden zuhûra geldi. Fakat sonra akıl onu çoğalttı. Örneğin kumaş doku­masını Hz. Şît (a.s) ortaya koydu. Ancak pek ibtidâî bir halde idi. Fakat bugüne kadar, her bir akıl sâhibi bir şey ilâve etti. Kumaş dokuması bugünkü mükemmel hâline geldi.

Ve aynı şekilde yazı yazmayı ve iğne ile elbise dikmeyi Hz. İdrîs getirdi. Akıl sâhibi üstadlar derece derece onu kemâle erdirdiler. Bak ki bu bizim aklımız, hiç üstadsız san’at öğrenebîlir mi? Tabî ki bizim aklımız fikirde inceden inceye araştırır ve kılı kırk yarar. Bununla berâber hiçbir san’at üstadsız bize boyun eğmedi. Eğer bu cûz’î aklın mesleklerin ve sanayînin hiç yoktan îcâdına vâkıf oluşu olsa idi, üstâda gerek kalmaksızın bir san’at meydana çıkardı.

Bundan dolayı bugünkü bilimdeki yükselişin ilk temelleri, vahiy sâhibi olan büyük enbiyâ hazarâtı tarafından atılmış ve cüz’i akıllar zaman içerisinde genişleterek çoğaltmıştır. Ve bun­dan sonra da peyderpey artacak ve kemâl derecesine ulaşacaktır. Fakat eşyânın hilkatinden maksad Hak bilgisi olduğundan, her nebî zamanında, ilâhi hakîkâtleri ümmetlerinin isti’dâdlarına göre, diğer ilimler hakkındaki söylemlerinden daha açık bir şekilde teblîğ ettiler.

Ve isti’dâd kapasitesi husûsunda âhir zaman nebîsinin ümmeti geçmiş ümmetlerden önde olduklarından, (s.a.v.) Efendimiz’e vahyolunan Kur’ân-ı azîmü’ş-şân, bütün ilâhi hakîkâtleri topladı. Ve özellikle bu Fusûsu’l-Hikem Kur’ân’ın özünü gösterici olduğundan, bu hakîkâtlerin açığa çıkması, Resûlullâh (S.a.v.)’ın izni ile, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) zamânında kemâl derecesini buldu. Bundan dolayı cüz’i akıllar vahye tâbî olmaktan uzaklaşınca eşyânın hakîkâtlerine nasıl vâkıf olur? Şüphe yoktur ki, maddecilerin düştüğü hayret ve dalâlet çukuruna düşer. Yâ Rab, bizi cüz’i akılların şerrinden muhâfaza et!

HÛD Fassı- Sizin nefsinize olan bağlantınızı ben sizden alırım.

Şimdi, bugün sizin bağıntılarınızı ben koyarım; ve benim bağıntılarımı ben kaldırırım; yânî sizin nefsinize olan bağlantınızı ben sizden alırım ve sizin bana olan bağlantınıza sizi geri döndürürüm, dedi (50).

Yânî Resûl (a.s.), Hak’tan anlatım yoluyla buyurur ki: Bütün taayyünlerin fânî olduğu kıyâmet gününde sizin nefsinize ve zâtlarınıza olan bağlantınızı sizden alıp, zâtınızın Allah’ın zâtı ve sıfatlarınızın Allah’ın sıfatları ve fiillerinizin Allah’ın fiili olması için, sizi Bana bağlı kılarım. Bundan dolayı siz Hak’ta fânî ve onunla bâkî olursunuz.

İşte bugün, yânî büyük kıyâmet günü, Hak’ta “fenâ” hâlinden ibârettir. Çünkü nefse bağlılık, taayyün mevcûd iken mümkün idi. Buz gibi donmuş olan bu taayyün etmiş vücûd, zât güneşinin tecellîsiyle eridiği zaman “ben” tâbîrinin bağlanacağı bir dayanak noktası kalmaz. Bir buz kütlesi, nasıl ki eriyip suya dönüşür ve ondan fânî olarak sıfâtı suyun sıfâ­tı olursa, bu taayyünler de öylece Hak’ta fânî olurlar. Nitekim, Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, îmân eden Firavun’un sihirbazlarından hikâye yoluyla beyân buyurur:

“Kâlû lâ dayra innâ ilâ rabbinâ munkalibûn” yânî ”Önemli değil, muhakkak biz Rabb’ımıza dönücüleriz” dediler (Şuarâ, 26/50) Sonuç olarak kıyâmet gününde Hak Teâlâ bizim nefsimize olan bağıntılarımızı alıp bizi kendisine bağlı kılar. Nitekim âyet-i kerîmede buyurur: “Fe izâ nufiha fis sûri fe lâ ensâbe beynehum yevme izin ve lâ yetesâelûn” yânî “İzin günü sûr’a üfürüldüğü zaman, artık onların aralarında bir bağıntı yoktur. Ve sormazlar.” (Mü’minûn, 23/101).

Allâh’ı koruma edinen sakınanlar nerededir ki, Hak onların zâhirleri oldu. Yânî onların zâhir olan sûretlerinin “ayn”ı oldu (51).

Hakk’a bağlanmış olan âlem sûretlerinin kötülenmişi ve övülmüşü vardır. Kötülenmişlerde nefsini Hakk’a koruma edinip onları nefsine bağlayan ve kemâlât ve övülmüşlerde, Hakk’ı kendi nefsine koruma edinerek onları Hakk’a bağlayan sakınanlar nerededir? Bunların zâhir vücûdları kalmamıştır ki, onlar için mekân olsun! Beyt:

“Sekâ-hüm Rabbühüm” şarâbın içen âşıklar ey Nakşî

 Erer ma’şûkuna onlar mekândan lâ-mekân söyler.

Çünkü onların benlikleri Hakk’ın benliğinde mahvolup salt kul olmuşlardır. Nitekim Şeyh Nizâmî (k.s.) buyurur. Beyit:

Tercüme: “Bu taayyün etmiş vücûdumdan “Sensin” dedikten sonra, bir de dönüp “benim” demeyi sana karşı câiz görmem”.

Ve o sakınan, hepsinin indinde; insanların a’zâmı ve en lâyığı ve en kuvvetlisidir (52).

Yânî kötülenmişleri kendi nefsine ve övülmüşleri ve kemâlâtı Hakk’a bağlayarak, nefsini Hakk’a ve Hakk’ı nefsine koruma ve siper edinen sakınan, zâtıyla ve sıfâtıyla Hak’ta fânî olduğu için bütün ehlullâh indinde, insanların a’zamı ve zâti vahdâniyyet ile vasıflanmalarından dolayı vücûd ve yakınlıkta insanların en lâyığı ve eli ve ayağı ve kulağı ve gözü ve diğer kuvvetleri Hakk’ın olduğu için de insanların en kuvvetlisidir. Yaptığını Hak’la yapar. Bundan dolayı ehlullâhın fiillerine îtirâz Hakk’a îtirâz olur.

HÛD Fassı- Vakit olur ki sakınan kendi nefsini,sûreti ile Hakk’a koruma yapan olur

Vakit olur ki sakınan kendi nefsini, sûreti ile Hakk’a koruma yapan kimse olur. Çünkü Hakk’ın hüviyyeti kulun kuvvetleridir. Böyle olunca kul olarak isimlendirileni, Hak olarak isimlendirilen için müşâhede üzere koruma yaptı. Tâ ki âlim, âlimden olmayandan ayrılmış olsun. “Kul hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn, innemâ yetezekkeru ulûl elbâb” (Zümer, 39/9). Yânî “Sen de ki, bilenler ile bilmeyenler berâber olur mu? Ancak ulû’l-elbâb tezekkür eder.” Ve onlar şeyin özüne bakıcıdırlar ki, şeyden amaçlanan da özdür (53).

Yânî sakınan “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” (Nisâ, 4/79) yânî “İyiden sana isâbet eden şey Allah’dan ve fenâdan sana isâbet eden şey de nefsindendir” âyet-i kerîmesi hükmüne uyarak kötü halleri kendi nefsine dayandırıp, edeb gereği olarak nefsini zâhir sûretiyle Hakk’a siper edinir ve övülen halleri Hakk’a bağlayıp, Hakk’ı nefsine siper yapar.

Ve sakınanın böyle kul olarak isimleneni ve nefsinin sûretini Hak olarak isimlendirilen için siper edinişi müşâhede üzere olur; cehâlete dayalı değildir. Çünkü bütün övülmüşlerin ve kötülenmişlerin Hakk’a dönücü olduğuna vâkıf olmayıp da onların kaynağının, kendi nefsi olduğu zannına sâhip olan kimseler, şirk koşanlar zümresine dâhil olurlar. Çünkü bunlar, kendi nefislerini görüp, Hak’tan örtülü olurlar. Ve bu vehim ve zan ile biri Hak ve biri de kendi nefisleri olmak üzere iki fâil isbât etmiş olurlar. Ve kötülenmişlerin ve övülmüşlerin Hakk’a dönüşü esâsları İbrâhîm Fass’ında geçmiştir.

Şimdi câhillik ile fiilleri kendi nefislerine dayandıranlar, ister tevhîd ehli ister müşrik olsunlar, bu husûsta ikisi de eşittir. Fakat Hakk’ın “hüviyyet”inin, kulun kulağı ve gözü ve diğer kuvvetleri olduğunu ve kulun zâhir ve Hakk’ın bâtın olduğunu bilen ve farzlarla yaklaşma sâhibi olan sakınan, nefsinin sûretini, müşâhede üzerine Hakk’a siper eder.

Ve bu müşâhede ediş ile bilen, bilmeyenden ayrılır. Nitekim Hak Teâlâ “kul hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn, innemâ yetezekkeru ulûl elbâb” yânî “Sen de ki, bilenler ile bilmeyenler berâber olur mu? Ancak ulû’l-elbâb tezekkür eder” (Zümer, 39/9) buyurur. Şeyh Nizâmî’den beyit:

Tercüme: “Elimde, benim kendimin bir hesâbı yoktur. Benim ne kadar hesâbım varsa hep senden çıkar. İyinin ve kötünün anahtarı senden gelir. Şu kadar ki, senden iyi ve benden kötü zâhir olur. Sen iyilik edersin; ben fenâyı nefsime havâle ettiğimden dolayı, fenâ yapmışımdır”.

Ve bu müşâhede ve doğru ilim ile vasıflanmış olanlar, ancak “elbâb” sâhibleridir. Çünkü onlar, bir şeyin özüne bakarlar ve o şeyden amaçlanan da onun özüdür. Örneğin, akıllılara göre istenilen cevizin içidir. Ona dikkatli bir şekilde bakarsa,”iç”i için bakar. Fakat çocuklara göre, oyun oynamaya sermâye olduğu için, amaçlana onun kabuğudur. Bundan dolayı “elbâb sâhibler”i, bütün eşyânın “özü” olan Hakk’a bakıcıdırlar.

Ve bu bakışla bütün fiillerin Hak’tan çıktığını bilirler. Ve onların kalbleri sâfilik kemâli üzere olduğundan, ilimleri, kudsî makâmdan ulaşan sâfi hâli üzere kalır. Aslâ evhâm ve hayâller ve fikirler ve zanlar ile karışmaz. Ve o ilim, aklın eğitim ile kazandığı ilme benzemez. Bu şekilde, onların ilimleri keşfi ve zevkî olur.

Örneğin kaynağından gâyet berrak olarak çıkan bir su, şehir içinden geçen şebekeye o berraklık ile gelir. Fakat hálk o şebekede ellerini ve ayaklarını ve diğer şeyleri yıkayarak o suyu bulandırırlar. Su şehirden çıkarken gâyet bulanık ve pis bir hâle gelir.

İşte tıpkı bunun gibi, aslında ilâhî vahiy olan hikmetleri, fikir ve zân ehli olan filozoflar ve zâhir âlimleri, kendi evhâm ve hayâlleriyle katıştırıp bulandırırlar. Sonuç olarak, Hakk’ı bilen bilmeyenden ayrılmıştır. Onlar eşyânın “özü” olan Hakk’a bakıcı olup, ubûdiyyet hukûkuna ve rubûbiyyet edeplerine riâyet edicidirler. Ve gece ve gündüz efendilerinin hizmetinde kâim olurlar. Ve yokluksal işler türünden olan noksanlıkları ve kötülenmişleri nefislerine dayandırırlar.

HÛD Fassı- Elinden geleni göstermeyen, elinden geleni gösteren kimseyi geçemez.

Şimdi elinden geleni göstermeyen, elinden geleni gösteren kimseyi geçemez. Aynı şekilde ecîr kula benzemez. Ve Hak, kul için bir yön ile koruma olduğunda ve kul da, bir yön ile Hak için koruma olduğunda, sen varlık hakkında ne istersen de! Eğer istersen varlık, hálk edilmişlerdir dersin ve eğer istersen varlık Hak’tır dersin. Ve eğer istersen, varlık, Hak olan hálk edilmişlerdir, dersin. Ve eğer istersen, her yönden Hak değildir, dersin. Ve eğer istersen, her yönden hálk değildir, dersin. Ve eğer istersen varlık hakkında “hayret” ile kala kalırsın (54).

Yânî “câze; yecûzu” yânî “câiz; câizdir” ve “kâne ve yekûnu” yânî “oldu ve olur” ile ömrünün sonuna kadar uğraşan dil âlimleri ve sürekli eşyânın dış görünüşü ile meşgûl olan ve elinden geleni gösteremeyenler, eşyânın özüne bakıcı olup kemâlât tahsîlinde elinden geleni gösteren kimseleri geçemez.

Ve bir efendinin ücretle tutulmuş hizmetçisi ile kölesi aynı değildir. Çünkü birinin bakışı ücrete, diğerininki kulluğadır. Bundan dolayı câhilin ameli, cehennemden kurtulma ve cennete nâil olmak içindir. Âlimin ameli ise, bu fikirlerden uzak olarak, salt ibâdete hak edici olduğundan dolayı, Hakk’a ibâdet etmiş olmak maksadına dayanmaktadır.

Ve kul, yokluksal işlerden olan kendi sıfâtına isâbet eden noksanlıkların ve kötülenmişlerin kendine bağlantıyı gerektirdiğini bilip onları kendine bağlayarak nefsini Hakk’a ve aynı şekilde varlıksal işlerden olan Hakk’ın sıfâtına isâbet eden övülmüşlerin ve kemâlâtın ona bağlantıyı gerektirdiğini bilip kendinden çıkan övülmüş işleri ve kemâlâtı Hakk’a bağlayarak Hakk’ı kendi nefsine koruma ve siper edindiğinde; istersen bu varlığa ve bu hálk edilmiş âleme, zâhir ve noksân sıfatların mahalli olması îtibârıyla “hálk” dersin. Ve istersen, bâtın ve Hakk’ın kemâl sıfatlarının açığa çıkış mahalli olması îtibârıyla “Hak” dersin.

Ve istersen bâtın ve zâhir ve kemâl sıfatları ve noksanları toplayıcı olması îtibârıyla “Hak olan hálktır” dersin.

Ve istersen “zâhir yönünden Hak değildir, çünkü bu yönle hálktır ve bâtın yönünden hálk değildir, çünkü bu yönden Hak’tır” dersin.

Ve istersen bu varlık hakkında “hayret”te kala kalıp cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber (r.a.)ın buyurduğu vech ile “aczini idrâk, idrâkın da kendisidir” dersin. Çünkü varlığa bakıp âcizlik sıfatı ile vasıflanmış olduğunu ve kendisinde fâilin fiilini kabûl edici hâl bulunduğunu görür, “Hak” diyemez ve kudret sıfatıyla vasıflanmış olduğunu ve kendisinde fâil oluculuk olduğunu görür, “hálktır” diyemez, “hayret”e düşer. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin başlarında buyururlar: Şiir:

Tercüme “Rab Hak’tır. Ve hakîkat bakışıyla bakılınca kul da Hak’tır. Mükellefin kim olduğuna şuûrum ve vâkıf oluşum olsa idi ne olurdu! Eğer kuldur desem, o ölüdür ve yoktur. Ve eğer Hak’tır desem, teklîf olunan nerde?”

Şimdi, senin mertebeleri ta’yîn etmen ile talep edilenler, ortaya çıktı (55).

Hz. Şeyh (r.a.) daha önce “Biz âyetlerde ve hâdîslerde, Hak hakkında sınırlamadan başka bir şey görmedik” buyurmuş ve bu bahsi izâh etmek için, taayyün etmiş mertebeleri beyân etmiş idi. Çünkü her bir mertebenin taayyünüyle bir talep edilen ortaya çıkar. Şimdi de bu “sınırlama” bahsinin tamamlanmasına geri dönerek buyururlar ki:

HÛD Fassı- Sınırlama olmasaydı sûretlerde Hakk’ın değişkenliğini,resûller haber vermezdi

Ve eğer sınırlama olmasa idi, sûretlerde Hakk’ın değişkenliğini, resûller haber vermezlerdi. Ve Hakk’ın kendi nefsinden, sûretleri kaldırmakla O’nu vasfetmezler idi (56).

Yânî Hakk’ın, eşyânın “ayn”ı olması, sınırlamayı gerektirici olur. Çünkü eşyâ sınırlanmış sûretlerden ibârettir. Eğer işin aslında, Hakk’ın “sınırlanmasına” müsâade olmasa idi, peygamberler, Hakk’ın sûretlerde değişkenliğinden haber vermezler idi. Nitekim (S.a.v ) Efendimiz buyurmuşlardır:

“Hak Teâlâ hazretleri, kıyâmet gününde hálka inkâr edilen bir sûretinde tecellî edip: “Ben sizin Rabb-i a’lânızım” der. Halk ise, senden Allâh’a sığınırız derler. Hak daha sonra onların inanışları sûretinde tecellî eder. O zaman o sûrete secde ederler”.

Şimdi “inkâr edilen” bir sınırlı sûret olduğu gibi, hálkın hayâli inanışları olan da birer sınırlı sûrettir. Hak bu sûretlerde tecellî edici olunca, sınırlı olması gerekir. Bundan dolayı (S.a.v ) Efendimiz’in bu doğruluğunda şüphe olmayan hadislerinde, Hakk’ın sınırlı sûretler ile sınırlanmış olduğu haber verilmiş olur. İşte ârifler bu haberlerden dolayı, sûretlerde Hakk’ın zâhir olduğunu bilmişlerdir.

HÛD Fassı- Rabb’ı hakkında bir inanç lâzımdır ki, onun ile O’na dönsün

Şiir:

Şimdi, göz onun gayrına bakmaz; ve hüküm, onun gayrı üzerine olmaz (57).

Yânî vücûdda, göz ancak Hakk’a bakar; ve hüküm ancak Hak üzerine olur.Çünkü, vücûdda ondan başka bir mevcûd yoktur ki görülebilsin ve üzerine de bir hûküm eklenebîlsin. Bundan dolayı gören ve görülen ve hâkim ve üzerine hüküm verilen hep Hak’tır. Rubâi:

Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsin

Tenlerde ve canlarda gizli hep Sen imişsin

Sen’den bu cihân içre nişân ister idim ben

Sonra bunu bildim ki, cihân hep Sen imişsin

Böyle olunca, biz onun içiniz ve O’nun iki elinde O’nunlayız. Ve her bir hâl içinde O’nun indindeyiz (58).

Yânî bizim vücûdumuz onun içindir. Çünkü o bizim sûretlerimizde açığa çıktı. Ve biz O’nunla mevcûduz. O’nun iki elinde O’na tâbîyiz. Bizim alnımızdan tutup bizde tasarruf eder. İyi ve kötü her bir halde biz, mutlak ve kayıtlı yakınlık ile onun nezdinde hâzırız; ve O’ndan ayrı değiliz. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” yânî “Siz nerede iseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4).

Bunun için inkâr olunur ve bilinir ve tenzîh kılınır ve vasf olunur (59).

Yânî Hak, sınırlı olan muhtelif sûretlerde açığa çıktığı için inkâr olunur. Çünkü câhil Hakk’ı, bütün görünme yerlerinde müşâhede edemediğinden, Hak Teâlâ, onun hayâl ettiği sûrete ters olarak tecellî edince, Hak değildir, diye inkâr eder. Ve Hak bu sebepten dolayı ârif olunan olur. Çünkü câhil Hakk’ın inanışına uygun olan sûrette tecellîsinde, bu Hak’tır, der. Ve ârif ise, Hakk’ı bütün sûretlerde müşâhede ettiğinden, Hak bütün görünme yerlerinde ârif indinde ârif olunan olur. Ve yine bu sebepten dolayı, Hak tenzîh olunur. Çünkü Hak her anda bir şânda ve bir sûrette tecellî ettiğinden ve O’nun belirli bir sûreti olmadığından, ârif O’nu sûretlerden tenzîh eder. Ve câhil ise, inanışına uygun sûretle açığa çıkıştan onu tenzîh edip: Hak cisim değildir, cevher değildir ve araz değildir, gibi sözler söyler. Bu câhil tenzih edicinin hâlidir. Çünkü cisim, cevher ve araz denilen şeyler Hakk’ın vücûduna dâhildir. Bunlar, Hakk’ın vücûdunun gayrı olsa, iki vücûd olması gerekir. Ve aynı şekilde bu sebepten dolayı Hak vasfolunur. Çünkü Hakk’ın Hayât, İlim Sem’, Basar, İrâde ve Kudret ve Kelâm gibi sı­fatları vardır ki, hálk ile kendi arasında ortaktır. Teşbih edici O’nu o sıfatlar ile vasfeder.

Şimdi Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta, Hak gözü ile gören kimse Hakk’ı âriftir (60).

Yânî bir kimse Hakk’ın mutlak vücûdundan kendi sûreti üzere zâhir olan Hakk’ı, Hakk’ın vücûdunda, Hak gözü ile görse, o kimse Hakk’ı ârif olur. Nitekim cenâb-ı Nizâmî buyurur:

Tercüme: “Sen’i, Sen’in gayrınla bulmak olmaz; dizgini her taraftan çevirmek lâzımdır.”

Ve Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta, kendi nefsinin gözüyle gören kimse ârif değildir (61).

Yânî bu kimse Hakk’ın mutlak vücûdundan, kendi sûreti üzere zâhir olan Hakk’ı, Hakk’ın vücûdunda görür, ammâ nefsinin gözüyle görür. Oysa Hakk’ın gözünden başka, O’nu bir göz göremez. Bununla berâber böyle olan kimse câhil değildir. Çünkü Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta ârif olmuştur. Ancak kâmil ârif değildir.

Ve Hakk’ı Hak’tan ve Hak’ta görmeyip de, nefsinin gözüyle âhirette görmeyi bekleyen kimse câhildir (62).

Çünkü bu kimse Hakk’ı bu âlemde müşâhede edemedi ve Hakk’ın ve Resûl’ün hitâbını anlayamadı. Nitekim buyrulur: “Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ” (İsrâ, 17/72) Yânî “Burada a’mâ olan kimse âhirette de a’mâdır”. Ancak bu âyet-i kerîmenin ma’nâsı genel görünüşte kâfirler içindir. Fakat enfüsî seyrin özelliği îtibârıyla bütün mü’minleri de içine almaktadır. Bundan dolayı hakîkatte körlükten kurtulanlar ancak âriflerdir.

Bununla berâber mutlak olan Hakk’tan, kendi sûreti üzere açığa çıkan Hakk’ı Hakk’ın vücûdunda görmeyip de, âhirette Hak gözü ile görmeyi bekleyen kimse, câhiller zümresine katılmış olamaz. Çünkü o kimse, Hakk’ın ancak Hak gözü ile müşâhede olunabileceğini bilmiştir. Şu kadar ki, bu âlemde kendisini gaflet ve perde sarmış olduğundan, gâfîller ve perdeliler zümresine dâhil olmuştur.

Sonuç olarak, her bir şahıs için, Rabb’ı hakkında bir inanç lâzımdır ki, onun ile O’na dönsün ve O’nu onda taleb etsin! (63).

Yânî beyân olunan hakîkâtlerin özeti ve netîcesi budur ki: Her bir şahsın kendi Rabb’ını kendisine mahsûs bir inanış ile tasavvur ve hayâl etmesi lâzımdır. Tâ ki o kimse, o inanış ile Rabb’ına dönebîlsin ve Rabb’ını o inanış sûretinde talep etsin!

HÛD Fassı- Bir inanışa sâhip olan, ancak nefsinde îcâd ettiği şeyle İlâh’a inanır.

Şimdi Hak, o şahsa inanışının sûretinde tecellî ettiği zaman, o şahıs Hakk’ı bilir ve O’nu kabûl ve tasdîk eder. Ve eğer Hak, o sûretin dışında tecellî etse, onu inkâr edip ondan Hakk’a sığınır. Ve işin aslında, Hak üzere edebi kötü şekilde yapar. Ve oysa o şahıs, kendince Hak ile edeblenmiş olduğunu vehmeder. Bundan dolayı bir inanışa sâhip olan, ancak nefsinde îcâd ettiği şeyle İlâh’a inanır. Böyle olunca İlâh, inanışta yapılma ve îcâd iledir. Bundan dolayı bir inanışı olanlar, ancak nefislerini ve nefislerinde yaptıkları ve îcâd ettikleri şeyi gördüler (64).

Bilinsin ki, müşâhede sâhiplerinin dışında olan her bir şahsın, zihninde tasavvur edip inandığı birer İlâh vardır. Onlar, bulundukları muhît içinde küçük yaşlarından beri, İlâh hakkında işittikleri ve okudukları vasıfları bir araya toplayıp, bunların bütün hepsinden, zihinlerinde birer İlâh tasavvur ve hayâl ederler. Bu sûret onların kendi nefislerinde, yine kendi nefislerinden îcâd ettikleri ilâhdır. Ve onlar kendilerince, işte İlâh böyledir ve böyle olması gerekir, derler.

Ve onların ibâdeti bu sûretedir. Oysa o sûreti, nefislerinde, yine kendi nefislerinden îcâd ettikleri için bu inanışlarındaki ilâhları nefislerinin aynı olur. Bundan dolayı nefislerine tapmış olurlar. Bu ise putperestlikten başka bir şey değildir. Aralarında şu kâdar fark vardır ki, putperestlerin putu âşikâr olduğu için herkes görür; bunların putu gizlidir, yalnız kendilerine mahsûstur. Ve bunların bahis ve mücâdelelerindeki ma’nâ ancak hayâllerindeki ilâhı bir dîgerine kabûl ettirmekten ibâretir. Ve her birisi kendi hayâlinin diğerleri üzerinde hükümrân olmasını ister.

Fakat müşâhede sâhipleri böyle değildir. Onların kalpleri, akli zannlardan ve vehmi inanışlardan sâfidir. Bu hakîkat sâhibi zâtlar, İlâh’ın zât’ı yönünden, taayyün ve kayıtlanma kabûl etmeyeceğini, ancak isimler ve sıfatlar yönüyle, muhtelif sûretlerde tecellîleri bulunduğunu bilirler ve kendilerine mahsûs bir inanış ile kayıtlanmayıp O’nu her şeyde müşâhede ederler.

Önceki sınıf İhlâs sûresini okuyup ma’nâsına muhâlefet ederler. Yânî Hak, kimseden doğmadığı halde, onlar nefislerinden doğurur ve îcâd ederler ve bu hayâli sûretlerini Hakk’a denk edinmiş olurlar. İkinci sınıf ise, ne sonradan olandan doğurur ve îcâd ederler ve ne de denk edinirler.

Şimdi Hak, inanış ehline, hayâllerindeki sûrete uygun olarak tecellî ettiği zaman, onu kabûl edip tasdîk edici olurlar ve o sûrete uymayan bir şekilde olan Hakk’ın tecellîsini inkâr edip ondan Hakk’a sığınırlar. Ve hakîkatte, Hakk’a karşı kötü edebde bulundukları halde, bu inkârlarıyla edebi muhâfâza ettiklerini zannederler. Bununla berâber Hak, hârici ve zihni sûretlerin hepsinde tecellî edici olduğundan, onların inandıkları ve hayâl ettikleri sûretlerde tecellî eden dahi Hak’tır. Onların kötü edebleri, Hakk’ı sâdece o sûrete mahsûs kılmış olmalarından ileri gelmektedir.

Şimdi insanların Allah‘a ilminde olan mertebelerine bak! O, kıyâmet günündeki görüş hakkında, onların mertebelerinin aynıdır (65).

Çünkü görüş, ancak tecellî dolayısıyladır. Ve tecellî ise, Allah’a ilim miktârına göredir. Ve insanların dünyâda Allah’a ilimdeki mertebeleri ne ise, kıyâmet gününde görüş hakkındaki mertebeleri de o mertebelerinin aynıdır. Ve Allah’a ilim de ancak isti’dâdlar dolayısıyladır. İsti’dâdlar ise çeşitlidir. Ve bu farklılığın sonu yoktur. Bundan dolayı kıyâmet günündeki görüşte bu farklılık dolayısıyla olur.

HÛD Fassı- Sakın,kendine mahsûs bir inanç ile kayıtlanma ve onun gayrını inkâr etme

Ve ben sana, mertebelerin farklılığını gerektiren sebebi bildirdim. Şimdi sen sakın ki, kendine mahsûs bir inanç ile kayıtlanasın ve onun gayrını inkâr edesin! Böyle olunca, bir çok hayrı yitirirsin. Belki ilim, işin aslında üzerinde bulunduğu husûs ile senin elinden çıkar gider (66).

Yânî kıyâmette Hakk’ı görmek husûsunda herkesin mertebelerinin başka başka olmasını gerektiren sebebi sana bildirdim. Ve o sebep dahi herkesin kendi hayâlinde tasavvur ettiği kendilerine mahsûs birer inanış idi. Bunu anladıktan sonra, sakın sen de böyle kendine mahsûs bir inanışa bağlanıp kalma ve hayâli bir sûrete kapılıp, diğer sûretleri bu hayâl ile örtme!

Eğer kendi aklî zannını ve vehmî inanışını hakîkat farz edip, bu zan ve inanışının hâricinde kalan sûretlerde Hâkk’ın tecellîsini inkâr edersen bir çok hayırdan mahrûm olursun. Ve Hak hakkındaki zevkin dar bir sâha ile çevrili kalır ve az olur. Niçin salt hayır olan ilâhî ilimdeki zevkin çoğunu bırakıp azı ile yetineceksin? Belki bu sınırlama ve kayıtlama sebebiyle işi, hakîkati üzere bilmekten mahrûm olursun.

Ve “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh” yânî “Hevâsını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun görme hassasının üzerine gışavet (perde) çekti.” (Câ­siye 45/23) âyet-i kerîmesinde vasfedilen zümreye dâhil olmandan korkulur. Çünkü sen inanışını nefsinde îcâd ettiğin yön ile, o sûret nefsinin aynı olur.

Ve sen hevânı ilâh edinenlerden olursun. Ve bu ilmin, dalâletini ve şaşkınlığını gerektiri. Ve Hak bu sûretle duyuşunu ve kalbini mühürler. Artık tahkîk ehlinin zevkî ilimleri kulağına girmez ve kalbine te’sîr etmez olur. Ve gözüne bu sınırlama ve tahsîsin perde olur; diğer sûretlerde Hakk’ın tecellîsini müşâhede edemezsin ve müşahede edenleri de inkâr edersin.

HÛD Fassı- “Ne tarafa dönerseniz orada Hakk’ın vechi zâhirdir” (Bakara,2/115)

Böyle olunca sen, inanış sûretlerinin hepsi için, kendi nefsinde “heyûlâ” ol! Çünkü İlâh Teâlâ, bir inanışın diğer inanışı içine almasından, daha geniş ve a’zamdır. Çünkü Allah Teâlâ “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) Yânî “Ne tarafa dönerseniz orada Hakk’ın vechi zâhirdir” buyurdu. Ve bir ciheti bir cihetten anlatmadı; “Allah’ın vechi”nin her yerde olduğunu anlattı. Ve şeyin “vech”i onun “hakîkat”idir. Şimdi Hak Teâlâ bu söz ile, âriflerin kalblerine uyarıda bulundu, tâ ki dünyâ hayâtında, engeller onları böyle bir şeyin hatırlanmasından meşgûl etmesin! Çünkü kul, hangi nefeste vefât edeceğini bilmez. Bâzen gaflet anında vefât eder. Şimdi hâzır olarak vefât eden kimse ile bir olmaz (67).

Yânî sen hiçbir inanış sûretiyle bağlanıp kalma; inanışta bulunulan sûretlerin hepsi için “heyûlâ’, yânî asıl ol! Ve Hakk’ı bir inanış sûretine sınırlamayıp onu bütün inanış sûretlerinde müşâhede et ! Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri o kadar geniş ve a’zamdır ki, onun hakkındaki bir inanışın sûreti diğer inanış sûretini içine alamaz.Yânî bir inanış sûretine kapsamdır ve diğer inanış sûretine kapsam değildir, diyemezsin. O ne kadar inanış sûretleri varsa hepsinde tecellî edicidir.

Ve bununla berâber onun tecellîsi bu sûretlerin hepsinde sınırlanmış değildir. Çünkü bu sûretler kayıtlıdır, Hak ise mutlaktır. Bunun için Hak Teâlâ: “Yüzünüzü nereye dönerseniz Allah’ın vechi orada zâhirdir” (Bakara, 2/115) buyurdu. Yoksa “Allah’ın vechi” falan cihette görünür, deyip bir ciheti tahsîs etmedi; geneli içine alıcı olarak her yerde olduğunu beyân etti.

Ve bu söz, dünyâ hayâtında engellerin, ârifleri, her cihette Hakk’ın vechi olduğunun hatırlanmasından meşgûl etmemesi için, onlara uyarıdır. Yânî dünyâ hayâtında, illet ve tedâvî ve açlık ve yemek ve râhat ve belâ gibi bir çok engeller vardır ki, bunlar insanı meşgûl eder ve bu meşgûl oluş sebebiyle Hakk’a yönelemez. Oysa Hak “Her ne tarafa dönerseniz Hakk’ın vechi orada zâhirdir” buyurduğundan, bu uyarı üzerine ârif, illetine yönelmiş olduğu zaman yine Hakk’ı görür. Çünkü illette de “Allah’ın vechi” zâhirdir ve şifâ ve açlık ve yemek ve râhat ve belâda da aynı şekilde zâhir olan Hakk’ın “vech”idir

Çünkü ârif bu uyarı ile ikaz edilmemiş olsa, Hak’la hâzır olamaz idi. Oysa kulun hangi nefeste rûhunun kabz olunacağı kendince bilinmez. İhtimâl ki râzı olunmamış işler ile meşgûl iken kabz olunuverir ve gaflet anında gider. Gayr ile meşgûl iken kabz olunan kimse ile Hakk ile meşgûl olduğu halde kabz olunan kimse arasında fark vardır. Çünkü hadîs-i şerifde: “Yaşadığınız gibi ölür ve öldüğünüz gibi haşr olunursunuz” buyurulmuştur. Bundan dolayı gayr ile meşgûl iken kabz olunanlar, gayr ile haşr olunurlar. Ancak ârif bu uyarı üzerine her yerde ve her anda Hakk’ı müşâhede ettiğinden her nefeste Hak ile hâzır oluş üzeredir. Ve hangi nefeste kabz olunursa olunsun Hak’la hâzır iken kabz olunur.

(Cenâb-ı Hak bu ni’meti ve bu devleti, bu gâfil fakîre ve taleb eden bütün dîn ihvânına nasîb etsin! Âmin bi­hürmeti Seyyidi’l-mürselîn!).

Ondan sonra, kâmil kul bunu bilmekle berâber, zâ­hir sûretinde ve kayıtlı hallerde, namazda Mescid-i Haram tarafına yönelmeyi gerekli sayar; ve namaz hâlinde Allah Teâlâ’nın onun kıblesinde olduğunu ve Mescid-i Haram tarafının “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) yânî “Ne tarafa dönerseniz orada Hakk’ın vechi zâhirdir” ifâdesinden Hakk’ın vechinin bâzı mertebeleri olduğuna inanır. Şimdi Mescid-i Haram tarafı o mertebelerdendir ve ondâ Hakk’ın vechi vardır (68).

Yâni kâmil kul, bahsedilen âyet-i kerîme gereğince, “vechullâh”ın her yerde zâhir olduğunu bilmekle berâber, namaz ile meşgûl olduğu ve bu hal ile bağlandığı zaman, zâhir ve cismi sûreti ile, Ka’be-i Muazzama tarafına dönmeyi gerekli sayar; ve bu dönüş ile berâber onun inanışı bu merkezdedir ki, Allah Teâlâ Hazretleri, kul namaz hâliyle kayıtlı olduğu esnâda, onun kıblesinde hâzırdır; ve Ka’be-i Muazzama tarafı, “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) yânî “Ne tarafa dönerseniz orada Hakk’ın vechi zâhirdir” âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan “vecih”ler gereğince, Hakk’ın vechinin mertebelerinden bir mertebedir. İşte namaz kılarken kâmil ârif bu şekilde tefekkür edicidir. Şüphe yoktur ki, âyet-i kerîmenin yüksek mâ’nâsına göre Ka’be-i Muazzama tarafı ilâhi vecihlerden bir vecihdir ve Hakk’ın vechi orada da mevcûd ve hâzırdır. Ve namaz hakkındaki ayrıntılar Muhammed Fassı’nda gelecektir. Beyit:

Tercüme:

Hacının isteği Ka’be ve benimki dîdar

O evin tâlibi olmuş, ben ise sâhibinin

Ancak “O, yalnız buradadır” deme; belki idrâk ettiğin şey indinde dur! Ve Mescid-i Haram tarafına dönüşte edebi gerekli kıl; ve özel bir cihette vechin sınırlanamayacağı husû­sunda edeb üzere ol! Belki o cihet, yönelenin yöneldiği cihetler bütününden bir cihettir. Şimdi muhakkak, Hakk’ın her cihetin cihetinde olduğu, sana Allah’dan zâhir oldu (69)

Yânî Hakk’ın “vech”i Ka’be tarafındadır, deyip O’nu bir cihet ile sınırlama ve idrâk ettiğin şey indinde, yânî namazla meşgûl olduğun halde Ka’be tarafına dönüşte edebi muhâfaza et! Çünkü bu yöneliş ilâhî emirdir ve Resûlullah (s.a.v.)e tâbî oluştur. Bundan dolayı diğer ilâhi vecihlerden yüz çevirip bir veche yönelik olmak, emre uymak olduğu için edebdir.

İşte bu edeb üzere devâm et! Fakat Hakk’ın vechini, özel bir cihet ile sınırlamamak dahi, yine ilâhî emir olduğu için, edebdir. Bu edebi de muhâfaza edip bil ki, Hakk’ın tahsîs buyurduğu o cihet, her bir yönelenin yöneldiği sonsuz cihetlerden bir cihettir. Sonuç olarak “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) yânî “Ne tarafa dönerseniz orada Hakk’ın vechi zâhirdir” âyet-i kerîmesiyle Hakk’ın vechinin vecihlerin, yânî cihetlerin hepsinde mevcûd olduğu Allah’dan sana zâhir oldu.

HÛD Fassı- Her ne kadar bâzısı âhiret yurdunda bir zaman şakî olursa da.

Ve inanışların dışında bir şey yoktur. Şimdi hepsi isâbetlidir; ve her isâbetli oluş mükâfat hakedicidir; ve her mükâfat hakedici saîddir ve her saîd kendisinden râzı olunandır. Her ne kadar bâzısı âhiret yurdunda bir zaman şakî olursa da. Şimdi sâid ve Hak ehli olduklarına bizim ilmimiz bulunmakla berâber, inâyet ehli, dünyâ hayâtında illetli ve elemli oldu. Böyle olunca, Allâh’ın kullarından bâzıları vardır ki, âhiret hayâtında, cehennem denilen yurtta bu elemleri idrâk ederler. Bununla berâber, işi hakîkatı üzere keşf eden ilim ehlinden bir kimse, onlar için cehennem yurdunda onlara mahsûs bir ni’met olmadığını kestirmez (70).

Bilinsin ki, vecihlerde oluş, ki cihetlerden ibârettir, bâzısı hissî ve bâzısı aklîdir ve aklî olan kısmı inanışlardan ibârettir. Ve her bir inanışta Hakk’ın vechi mânevi bir sûret zâhirdir. Ve inanışlar ise tefekkür netîcesi olup insana mahsûstur. Nitekim, Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar: Mesnevî:

Tercüme: “Ey birâder sen, ancak düşüncesin, fikirden ibâretsin; geriye kalan kısmın kemik ve liftir. Eğer endîşen gül ise sen gül bahçesisin, eğer diken ise sen külhanlık odunusun.”

Bundan dolayı inanmış kalplerin yöneldiği mânevi cihetlerde, inanışlardan başka bir şey yoktur. Şu halde inanmış olanların hepsi, inanışlarında isâbet etmiştir. Çünkü onların her birisi Hakk’ın vecihlerinden kendine hâs bir veche inanır ve inanışında isâbetli olunca o, mükâfâtı hakedicidir. Çünkü bu kendine hâs inanışı dolayısıyla, onun mutlak vecihden bir nasîbi vardır.

Ve her mükâfat hak edici ise saîddir ve rızâ ile saâdet İsmâil Fass’ında ayrıntılı anlatılmıştır. Ve her saîd dahi hâs Rabb’ının indinde kendisinden râzı olunandır. Çünkü o hâs Rabb’ı, terbiyesi altında bulunan görünme yerinin alnını tutup, sırât-ı müstakîmi üzerinde yürütür. Bundan dolayı onun gidişinden ve sülûkundan râzıdır.

Bununla berâber inanış ehlinin bâzıları, bu şekilde saîd olmakla berâber “Lâbisîne fîhâ ahkâbâ” yânî “Orada uzun müddet kalıcıdırlar” (Nebe; 78/23) âyet-i kerîmesi gereğince âhiret yurdunda, uzun bir zaman için şakî olurlar; yânî hâlis azâbı tadarlar. Çünkü hâs Rabb’arının yolunun sonu budur; ve isti’dâdları gereğince kemâlleri, bu yolun sonuna ulaşmaktan ibârettir. Bizim sâid olduklarını bildiğimiz, inâyet ehli olan Hak ehli, dünyâ hayâtında illetli olup elem çekerler. Fakat onların bu belâya uğrayışları ebe­di saadetlerine zarar vermez.

Bunun gibi inanış ehlinden bir kısmının da âhiret yurdunda ezâ duymaları ve inâyet ehlinin elemlerine tutulmaları inanışlarında isâbetli olmalarına engel olmaz. Ve keşif ehlinden hiçbir kimse bu inanış sahiblerinin cehennem yurdunda, kendilerine mahsûs bir ni’mete nâil olmayacaklarını kesip atmaz, yânî bu husûsta kesin hüküm vermezler.

Ya buldukları bir elemin kaybolmasıyladır. Şimdi azâb onlardan kalkmış olur. Böyle olunca o elemi bulmaktan onların râhatları, onların ni’metlenmesi olur. Veyâhut cennet ehlinin cennetlerde ni’metlenmesi gibi, onlara özel fazladan bir ni’metlenme oluşur (71).

Yânî keşif ehlinin kesinlikle hükmetmediği, cehennem ehlinin ni’metlenmesi iki şekilde olur: Ya buldukları ve taddıkları elem kaybolur ve elemin kayboluşuyla da azâb kalkar; ve bu şekilde, bu elemi bulmaktan kendilerine sâkinlik gelmesi, onların ni’metlenmesi olur. Yânî elemden rahat bulduklarında, ni’metin ayn’ına ulaşırlar. Veyâhut cennet ehlinin, cennette nâil oldukları ni’met gibi, cehennem ehli için de, cehennemin içinde, fazladan onlara özel olarak bir ni’metlenme oluşur. Ve cennet ehlinin ni’metlenmesi kendi mizâclârına uygun olduğu gibi, cehennem ehlinin ni’metlenmesi de onların tabîatlarına uygun sûrette olur.

Bilinsin ki Hak Teâlâ hazretlerinin “ve rahmetî vesiat külle şey’in” yâni “Rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (A’râf, 7/156) ve “Rahmetim gazâbımı geçmiştir” sözleri her şey hakkında geneldir. Ve kâfirler hakkındaki Kur’ân âyetleri ve hâdîs-i şerîfler de, onların ebediyyen salt azâb içinde kalacaklarına işâret etmez.

Bu husûsta kesin olan taraf onların cennetlerin ni’metlenmesi olan hâlis rahmetten ebediyyen mahrûm oluşlarından ve cehennemde kalıp ebedî cennete girmeyeceklerinden ibârettir. Nitekim âyet-i kerîmede “Lâbisîne fîhâ ahkâbâ” yânî “Orada uzun müddet kalıcıdırlar” (Nebe; 78/23) buyrulmuştur. Bundan cehennem ehlinin, çok uzun zamanlara kadar, ateşte kalacakları anlaşılır. Çünkü “hukub” “seksen yıl” ma’nâsına gelir. “Ahkab” ise onun çoğulu olup bitişi olan zamânı gösterir.

Ve hadîs-i şerîfte dahi “Cehennem üzerine bir zaman gelir ki, dibinde cîrcîr biter” buyrulur. “Cîrcîr” sulak yerde biten bir tür bitkidir. Bundan da anlaşılır ki, cehennem ehli cehennemden çıkmayacak, fakat çok uzun müddet sonra cehennemin ateşi gidecektir.

Cehennem ehlinin ateş içinde olan ni’metlenmesine gelince, esâsen cehennem ni’metlenme yurdu olmadığından, oradaki ni’metlenme de cennet ehlinin mizâcına göre azâbdan başka bir şey değil ise de, cehennem ehlinin mizâcına ve isti’dâdlarına uygundur. Cehennem ni’metlenmesi hakkında iki yön vardır: Ya azâbda çok uzun müddet kalmakla alışkanlık peydâ olup elem hissedilmez olur.

Bu şekilde elemin gidişiyle rahât oluşumu ni’metlenmedir. Nitekim bu âlemde de örnekleri çoktur. Örneğin bir kimsenin bir sebeple elini keserler. İlk günlerde, elinin olmayışı onun için şiddetli bir azâb olur. Fakat zamân geçtikçe elsizliğe alışır. Artık önceki elemi duymaz olur. Bu hâl onun hakkında ni’metlenmedir. Ancak eli olanlara göre onun hâli azâbdır.

Veyâhut ateş içinde fazladan onlara özel bir ni’metlenme oluşur. Nitekim, hadîs-i şerîfte “Tahkîkan ateş ehlinin bâzıları ateş ile oynaşırlar” buyrulur. Oysa oynaşma ni’metlenme içinde olur bir hâldir. Bundan dolayı cehennemde fazladan olarak bir de onlara özel ni’metlenme oluşur. Bunun örnekleri, bu âlemde de mevcûddur. Örneğin uyuzluk hastalıktır. Ve hasta olan azâb çeker. Fakat uyuz, vücûdunu kaşıdığı zaman, bu kaşınmaktan bir lezzet duyar. Lezzet ise ni’metlenmedir. Şu halde hastalık azâbı içinde fazladan olarak bir de ni’metlenme oluşmuş olur.

Bitiş: 22 Mart 1916 Çarşamba gecesi, sâat 03:00.

HÛD Fassı- Mesnevi

Mesnevi:

Hz. Şeyh (r.a) bu latîf fassta “Âlem Hakk’ın sûretidir ve O âlemin rûhu olup onu idâre edicidir; bundan dolayı âlem, büyük insândır” buyurmuş idi. Mesnevî-i Şerîf’in dördüncü cildinde de “Felsefi hâkimler “İnsan küçük âlemdir” derler. İlâhî hâkimler ise “İnsan, büyük âlemdir” derler. Çünkü, o hâkimlerin ilmi, insanın sûreti ile sınırlıdır. Fakat bu hâkimlerin ilmi, insanın hakîkati­ne ulaşmıştır” buyrulur.

Şimdi mâdemki âlem, insandır; onun aksi olarak insan da bir âlemdir. Ve insan olan âlemin sıfatı “büyük” olunca, insan olan âlemin sıfatı da, onun karşılığı olarak “küçük” olur. Ve bundan “insan küçük âlemdir” sonucu çıkar. Ve bu sonuç da felsefi hâkimlerin sözüne uyar. Hakîkâtte de cenâ­b-ı Şeyh (r.a.)’in bu hükmü, âlemin sûreti hakkında olduğu gibi, felsefi hâkimlerin sözü de, insanın sûreti hakkında olduğundan, bu iki hükmün uygunluğu sûret îtibârıyla olur. Şu kadar ki felsefi hâkimlerin ilmi insanın sûreti ile sınırlı olduğundan insan hakkında bundan başka bir hüküm veremezler. Fakat ilâhî hâkimler insanın hakîkatine vâkıf olduklarından, onlar sûret îtibârıyla insan “küçük âlem” demekle berâber, ma’nâ îtibârıyla da “büyük âlem” derler. Mesnevî:

Tercüme: “Sûrette daha küçük olan âlem sensin; ma’nâda daha büyük olan âlem sensin”.

Şerh: Yânî insanın her iki vasıf ile vasıflandırılması geçerlidir. Sûretine bakarak “daha küçük olan âlem” ve ma’nâsına bakarak da “daha büyük âlem” demek insan için uygun olur. Nitekim, İmâm-ı Alî (k.a.v.) efendimiz buyurlar: Beyt:

Tercüme: “Sen, seni cirm-i sağîrsin zu’m edersin. Halbuki âlem-i ekber sende müntavîdir.”

Mesnevî:

Tercüme: “O dal, görünüşte meyvenin aslıdır. Fakat dal, bâtınen yemiş için mevcûd oldu. Eğer meyva meyli ve ümîdi olmasaydı, bahçıvan ağacın kökünû diker mi idi? Gerçi sûrette meyvenin doğması ağaçtan oldu ise de, ma’nâda o ağaç meyveden doğdu.”

Şerh: Bu beyitler, insanın sûrette “küçük âlem” ve fakat bâtında “büyük âlem” olduğuna örnektir. Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar ki: Bu hâli, meyve ile ağaçta görebilirsin. Çünkü ağaç görünüşte meyvenin aslı ve kaynağıdır. Ancak bâtında ve ma’nâda, muâmele bunun tersinedir. Çünkü istenen ve amaçlanan bizzât meyvedir. Bahçıvan, bu sebeple ağacın kökünü diker. Bundan dolayı ağacın vücûdu sebebi meyvedir. Küçük âlem ile büyük âlem de aynen bu örneğe benzer. Zâhirde büyük âlem olan kâinât “Allah ilk olarak benim nûrumu hálk etti” hadîs-i şerîfinde beyân buyrulduğu üzere, yine zâhirde küçük âlem olan Resûlullah (s.a.v.) in cisminin hakîkatinden ve rûhundan zuhûra gelmiştir. Ve “hakîkat-i Muhammedîyye” (s.a.v.) taayyün âleminin kaynağıdır. Bundan dolayı bâtında ve ma’nâda insan-ı kâmil, “büyük âlem”dir. Mesnevî:

Tercüme: “Mustafâ (a.s.) bu sebepten, Âdem ve nebîler, livâ yânî sancak altında benim arkamda olurlar, buyurdu. O ilimlerin sâhibi “Biz önde olan sonra gelenlerdeniz” işâretini bunun için buyurmuştur. Gerçi sûrette ben Âdem’den doğmuşumdur; fakat ma’nâda atanın atası olmuşumdur. Çünkü meleğin secdesi ona benim için oldu. Ve o yedinci feleğe benim için gitti. Bundan dolayı ma’nâda baba benden doğdu. Nitekim ma’nâda ağaç meyveden doğdu.”

Şerh: Yânî (s.av) Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde “Âdem ve onun altında olan kimseler kıyâmet gününde benim sancağım altındadır. Ve bu söz fazilet ve öğünme yönünden değildir” buyururlar. Ve hakîkat-i Muhammedîyye, âlem taayyününün dayanağı olduğu için “Biz önde olan sonra gelenleriz” mübârek sözü ile sûreten sonradan gelen ve mânen önde olan olduklarına işâret buyurmuşlardır. “Çünkü meleğin secdesi…” mübârek beyitinden “Nitekim ma’nâda ağaç..” mübârek beyitine kadar olan üç beyit “Biz önde olan sonra gelenleriz” mübârek sözünün tefsîridir. Ve “Ma’nâda atanın atası olmuşumdur” sözüyle “Ben nebî idim, oysa Hz. Âdem, su ile balçık arasında idi” hadîs-i şerîfine işâret edilir. Mesnevî:

Tercüme: “Fikir evveli, amelde sonra geldi. Özellikle bir fikir ki o ezel vasfı ola…”

Şerh: Yânî fikirden ibâret olan evvel, fiil ve amel yönüyle sonra açığa çıktı. Örneğin, bir mîmâr, birisi için bir köşk yapmayı istese, evvelen o köşkün sûretini zihninde tasarlar. Bu sûret mîmârın fikridir. Ve bu fikir, köşkün hârici vücûdundan evveldir. Ne zamanki mîmâr köşkü binâ eder, o evvel olan fikir fiil yönüyle sonra olarak açığa çıkar. Şimdi, bu kâinât binâsı ki, evvelen sûreti ilâhî ilimde peydâ olmuş idi; fikir, yânî ilâhî irâde netîcesidir. Ve ilâhî ilim ve irâde ise Hakk’ın ezelî sıfatlarıdır. Bundan dolayı bu ilâhi ilim ve irâde de, amelde sonra olarak açığa çıktı. Çünkü bu Hûd Fass’ında beyân olunduğu üzere, mutlak vücûdun, sıkışmadan dolayı olan “nefes-i rahmânî”si ile, ilk olarak taayyün eden şey “hakîkat-i Muhammedîyye” idi; ve bütün kâinât bu hakîkatte mevcût idi. Çünkü bütün eşyâya ilk madde ve “heyûlâ” olan bu hakîkattir. Bundan dolayı Fahr-i âlem (s.a v.)’in zuhûru bütün varlıkların netîcesinin sebebidir. Ve ilâhî ilim mertebesinde önde iken, ilâhî fiil mertebesinde sonradan oldu.

Bitişi: 24 Mart 1916 Cum’a sabâhı.