SÂLİH KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “FÜTÛHİYYE HİKMETİ”NİN BEYÂNINDA OLAN FASSTIR.
“Fütûhiyye hikmeti”nin Sâlih Kelimesine tahsîs edilmesindeki sebeb budur ki: Aslâ beklenmediği halde, dağ açılıp Sâlih (a.s.)’ın nâkası (dişi devesi) çıktı. Hiç beklenmeyen bir şekilde, dağdan dişi devenin çıkışı, Sâlih (a.s.)’ın mu’cizesi idi. Ve “fütûh” ise, hiç beklenmeyen bir şeyden bir şeyin açığa çıkmasından ibârettir. Ve fütûh “feth”in çoğuludur.
Sâlih (a.s.) da Fettâh isminin görünme yeridir. Bu görünme yeri oluşu dolayısıyla Hak Teâlâ, Sâlih (a.s.)’a dişi devenin çıkması için dağın yarılması mu’cizesiyle gayb kapısını “feth” etti yânî açtı. Ve bu feth sebebiyle onun kavminden bâzılarının îmânı fethedilmiş yânî açılmış oldu. Ve mu’cize olan dişi deveye îmân ve ona emir olundukları yön ile hürmette bulundular. Ve bâzılarının da küfrü fethedilmiş yânî açılmış oldu. Bu ni’mete kâfîr oldular ve deveyi kestiler. İşte bu süreçteki hâdiseler üçlü fetihler idi. Bundan dolayı Sâlih (a.s)’ın seyri bu isim üzerine oldu; ve ilâhi isimlerin hepsi gaybın anahtarları olduğu için cenâb-ı Şeyh (r.a) “fütûhiyye hikmeti”ne ilişkilendirilmiş olan bu yüksek fassta “îcâd”ı ve onun “ferdiyyet” üzerine dayalı oluşunu beyân buyurdu.
Şiir:
Merkûb olan yânî binilmiş olan şeylerin âyâtı, âyâttandır ve bu da mezheblerde farklılıktan dolayıdır (1).
“Rekâib” “rekîbe”nin çoğuludur ve “rekîbe” amaca ulaşmak için üzerine binilen şeydir. Ve “âyât” “âyet”in çoğuludur. “Âyet” âlâmet ve nişân ma’nâsıdır. Yânî devenin Sâlih (a.s.)a ve Burâk’ın Muhammed (a.s)’a tahsis edilmesi gibi, binilmiş olan şeylerin alâmetleri, her bir nebîye mahsûs olarak zâhir olan ilâhi alâmetlerin tamamındandır.
Bilinsin ki, her bir nebî zamânının İnsân-ı kâmili olması dolayısıyla, toplayıcı isim olan “Allah” isminin görünme yeri olduğundan, her ne kadar bütün isimlere görünme yeri ise de, onun üzerine gâlib olan hâs bir ismi vardır. Bundan dolayı, o nebînin “bineği” de, bu ismin sûretiyle açığa çıkıp onun üzerine hükmeder. Sâlih (a.s)’a da Fettâh ismi gâlib olduğundan, onun bineği “fütûh yânî fetihler” ile açığa çıktı. Bununla birlikte binilmiş âlâmetler yalnız nebîlere mahsûs değil, belki Âdemoğullarının her biri için de binilmiş vardır. Çünkü, insan aynlarından her birisinin bir rûhu vardır; ve o rûh, bir ismin görünme yeridir ki, Allah Teâlâ onunla bu şahsı terbiye eder.
Ve aynı şekilde, her bir rûhun da cismânî âlemde bir cesedlenmiş sûreti vardır ve o cesed, bu rûhun görünme yeridir. Ve ayn-ı sâbite hazretinde, yânî ilmî hazrette, rûhun hâline uygun bir husûsi mizâcı vardır ve onun bedeninin sûretine bu mîzac gereklidir. Ondan sonra ve gerek bitkiler âlemine ve gerek hayvânlar âlemine inişinde bu mizâca uygun o rûh için birer sûret vardır ve bu rûhun kemâle erdirilmesi husûsunda hayvan onun bineğidir. Ve bu işlerin hepsi ayn-ı sâbite hallerindendir.
Ve rûhun ilâhi zâta olan bağıntısı, hâs Rabb’i olan gâlib isimdir; ve bu rûhun sâhibi olan şahsın seyri ve yükselmesi, ancak o gâlib ismin hazînesinde olan şeyin potansiyelden fiile çıkması içindir. Bundan dolayı hayvâni nefs için bir aynî eser gerekli olup, o da onun ayn-ı sâbitesinin hallerinden ve hâs Rabb’ının özelliklerindendir. Ve rûhun itâatte emînliğinde, binilen şeyler için, Mûsa (a.s.)’ın asâsı gibi, hayvâni özelliklerden emânet vardır. Ve o kimsenin bu hayvânî yol üzerinde seyri, onun Rabb’i olan ismin hikmeti gereğiyledir ki, bu da mezheblerde farklılıktan dolayıdır. Şu halde enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)’dan her birisinin mahsûs bir mezhebi ve özel yolu olup, bu yola göre de bir “merkeb yânî bineği” vardır. Ve bu husûsiyyet dahî onun zâtî isti’dâdı gereğincedir.
O binicilerden bâzısı o âlâmetler ile hakkıyla kâimdirler ve onlardan bâzıları da o âlâmetler ile sahrâları kat’ edicidirler (2).
Yânî hayvâni nefislere sûret olan cesed sûretlerine binenlerden bâzıları o binilmiş âlâmetler ile Hakk’ın itâatında kâim olurlar ve onu Hakk’a gitmek husûsunda kullanırlar; ve sonuçta kendilerinden fânî ve Hak’la bâkî olurlar ve binici oldukları bu cesed sûreti ile, çokluğa aldanmayıp, birliği müşâhede ederler ve Hak onların kuvvetlerinin ve sûretlerinin ve binek ve mezheblerinin “ayn”ı olur.
Bundan dolayı, onların seyirleri, Allah’ın seyri olur. Fakat bu cesed sûretinin binicilerinden bâzıları zulmetler ve cisimler âlemi çöllerini ve sahrâlarını hayrân ve şaşkın olarak bu binilmişler ile kat’ ederler ve bir türlü onun dışına çıkamazlar. Önceki yüksel sınıf, işin hakîkatını bilmişler ve ikinci sınıf ise cehâlet ve uzaklık karanlığında kalmışlardır.
Şimdi kâim olanlara gelince, “ayn” ehlidir ve kât’ edici olanlara gelince, onlar uzaklardır (3).
Yânî cesed sûretleri bineklerine binip Hak yolunda, hakkıyla kâim olanlar müşâhede sâhipleridir. Bunlar, varlık ağacının semeresidir. Çünkü Hak, eşyâyı bilinmesi için hálk etti. Bundan dolayı bunların vücûdu bizzât maksattır. Ancak cesed sûretlerine binici olup bu kesîf şehâdet âlemi sahrâsından akli delîller ile hayrette kalan ve akılları vehim ile karışarak ilmin hakîkatinden perdeli olan karanlık yolu kat’ edenler, Hak’tan uzak olmuşlardır.
Bundan dolayı bunların vücûdu varlık ağacının semeresi değil, belki semerenin oluşmasına yardımcı olan ağacın yaprakları ve gövdenin kabuğu vesâiresi gibidir. Onlar hayvânlar gibi dîn ve dünyâ işlerinde kullanılan âletler gibidir. Bizzât maksat olan değildir.
Ve onlardan her birine ondan, onun gayblarının açılımı, her yönden gelir (4).
Yânî cesed sûretleri bineklerine binip, Hak yolunda hakkıyla kâim olanlar ile, yine bineğe binici olup kesîf şehâdet âleminde zulmâni yolu kat’ edenlerden her birisine, onların hâs Rabb’ları olan ilâhi isimlerin ve a’yân-ı sâbitelerinin ve zâti isti’dâdlarının hazînesinde dolu olan gaybların açılımları, o hazînelerden onlara ulaşır ve bu ulaşma onların her yönünü ihâta eder. Çünkü onlara zâti isti’dâdlarının gereğinden başka bir şey gelmez ve bu isti’dâd ise onları ihâta edicidir. Bundan dolayı her iki sınıfın isti’dâdı ne ise, dünyâda ve âhiretteki açılımı da ona göre olur.
Şu kadar ki, birinci sınıfın “fütûh yâni açılımları” onların tabîatına uygun ve ikinci sınıfın “fûtûh yânî açılımları” ise tabîatlarına uygun değildir. Çünkü, birincisinin hâli îman ve itâat ve tasdik olduğundan, karşılığı nefislerine uygun olur ve ikincisinin hâli küfür ve isyân ve inkâr olduğundan, karşılığı da tabîatlarına uygun olmaz. İşte her iki sınıfın a’yân-ı sâbitelerinden kendilerine her taraftan gelen onların gayblarının “açılımları” budur.
Bilesin ki, Allah seni muvaffak etsin, muhakkak iş, aslında “ferdiyyet” üzerine dayanmaktadır ve onun için teslîs yânî üçleme vardır. O da “üç”ten ve üstlerindendir. Şimdi “üç’, fertlerin yânî teklerin ilkidir ve âlem bu ilâhi hazretten mevcûd oldu. Çünkü Hak Teâlâ buyurdu: “Hakîkatte bizim bir şeye sözümüz, onu irâde ettiğimiz vakitte, ona “Ol!” demekliğimizdir; o da olur” (Nahl, 16/40). Şimdi bu zât, “irâde” ve “söz” sâhibidir. Ve eğer bu “zât” ve onun bir işin var oluşunun tahsîsine yönelik bağıntısından ibâret olan “irâde”si olmasaydı, ondan sonra o şeye yöneldiğinde onun “Kün yânî Ol!” sözü olmasaydı, bu şey olmazdı (5).
Yânî “îcâd” işi, zâtında teklik üzerine binâ olunmuştur ve teklik ise sayının iki eşit kısma bölünememesi hâlidir. Ve teklik sayılarda “üç”ten îtibâren başlayıp üç, beş, yedi, dokuz, on bir gibi yukarıya doğru gider. “Üç”ten önce “bir” ile “iki” vardır ve “bir” ise sayı değildir. Çünkü bütün sayıların kaynağıdır; ve bütün sayılar, birin çoğalmasından ortaya çıkar.
Örneğin bir tane bir, bir tane bir daha “iki” ve bir tane bir daha ilâve olunca “üç” olur. Bundan dolayı “üç”ten önceki sayı “iki” olup, bu da çifttir. Bu şekilde “üç” sayısı tek sayıların birincisidir. Ve teslîsi yânî üçlemeyi içinde barındıran ferdiyyetten yânî teklikten ibâret olan ilâhi hazretten âlem mevcûd oldu.
Çünkü “îcâd”, ulûhiyyet mertebesinde olur. çünkü o mertebede ilâhi zât sıfatları ve isimleriyle taayyün edici olur. Ve ahadiyyet mertebesinde aslâ isim ve nitelik yoktur. Ve ilâhi zât kendinin sıfatları olan “irâde” ve “kelâm yânî söz” ile taayyün edici olmadıkça “îcâd” mümkün olmaz. İşte buna işâret olarak Hak Teâlâ: “Bizim bir şeye sözümüz, onu irâde ettiğimiz vakitte, ona “Ol!” demekliğimizdir” (Nahl, 16/40) buyurur. Bundan dolayı, bir şeyin îcâdı için “zât’, “irâde” ve “söz” olmalıdır. Böyle olunca ferdiyyet yânî teklik hazretinde taayyün etmiş olan ilâhi zât, icâd edici zât “irâde” ve “söz” sahibidir.
Ve eğer bu “icâd edici zât” ve herhangi bir işin var oluşunun tahsîsine yönelişinin bağıntısından ibâret olan onun “irâde”si olmasaydı ve daha sonra O’nun yönelişinde o şey’e “Kün yânî Ol!” sözü olmasaydı, bir şey mevcûd olmazdı. Çünkü bir, bir olarak durdukça, ondan hiçbir sayı çıkmayacağı gibi, bir olan zât dahî bir olan zât olarak kaldıkça bir şey açığa çıkmaz. Fakat birin zâtında mevcût olan bağıntılar açığa çıkınca, örneğin 1/2, 1/3, 1/4, 1/5, gibi birin yarısı, üçte biri, çeyreği, ve beşte biri zuhûr edince, sayılar peydâ olur. İşte bunun gibi “irâde” ve “söz” ulûhiyyet zâtının sıfatları ve bağıntılarıdır. Îcâd onların açığa çıkmasına bağlı olan bir esastır. Şu halde “zât” ve “irâde” ve “söz” üç şeydir; bunların bir arada oluşundan “ferdiyyet yânî teklik” hâsıl olmuştur.
Ondan sonra aynı şekilde bu şeyde üçe mensûb olan teklik zâhir oldu ve o sebeble onun tarafından onun tekvîni yânî var edilişi ve vücûd ile vasıflanması geçerli oldu ve o da onun “şey’iyyet”i ve “işitme”si ve Mükevvin’in yânî Var Edici’nin îcâd ile olan “emrine uyması”dır (6).
Yânî ferdiyyet hazretinde taayyün etmiş olan ilâhi hazret, yânî Îcâd Edici hazret için üçlü ferdiyyet sâbit olduktan sonra, buna karşılık olarak vücûdu kabûl eden “şey”de de, aynı şekilde üçlü ferdiyyet zâhir oldu ve o üçlü ferdiyyet sebebiyle o şey tarafından onun var edilişi ve vücûd ile vasıflanması geçerli oldu. “Tekvîn yânî var ediş” bir şeyi var edilmiş kılmaktır. Ma’nâsı budur ki, Hak Teâlâ bir şeye “Kün yânî Ol!” sözüyle emrettiğinde, o şey kendi nefsini mevcûd kılar
Şimdi, bir “şey”in kendi nefsini mevcûd kılması onun nefsi tarafından olan üçlü ferdiyyet iledir. Eğer icâd edici zâtın üçlü ferdiyyetine karşılık, onun da üçlü ferdiyyeti olmasaydı, ilâhi ferdiyetin te’sîri olmazdı. Çünkü “te’sir edenin” karşısında bir “te’sir edilen” olmayınca hiçbir eser ortaya çıkmaz. Bundan dolayı te’sir edicideki te’sîrin sâbitliği, te’sir edilenin vücûdu ile olur.
İşte bunun gibi Hakk’ın ferdiyyetinin sâbitliğide “şey”in ferdiyyetine bağlıdır. Ve “şey”in ferdiyyeti de, ilk olarak onun ilâhî ilimde sâbit olan “şey’iyyet”idir. İkinci olarak “Kün yânî Ol!” ilâhî sözünü “işitme”sidir. Üçüncü olarak kendi vücûdunu îcâdında Mükevvin’i yânî Var Edici’si tarafından olan “emre uymasıdır”. Şu halde, bir şeyin îcâdını gerektiren şey, gerek kendinin ve gerek Mûcid’in ferdiyyetidir.’
Şimdi üç, üçe karşılık oldu. “Şey”in yokluğu halinde sâbit olan “zât”ı, Mûcid’inin Zât’ı, karşılığındadır; ve “işitme’si Mûcid’inin “irâde”si karşılığındadır; ve Mûcid’inin var edişten ona onunla emrettiği şeye “uyması” ile onun kabûlü, Mûcid’inin “Kün!” sözü karşılığındadır. Şimdi o mevcûd oldu (7).
Yânî Hakk’ın üçlü ferdiyyeti, “şey”in üçlü ferdiyyetine karşılık oldu. Şöyle ki, “şey”in ilâhî ilim mertebesinde yokluğu halinde sâbit olan “zât”ı, Mûcid’inin “zât”ına karşılıktır. Ve o şeyin Hakk’ın “Ol!” sözünü işitmesi de, Mûcid’inin “irâde”si karşılığındadır; ve Mûcid’i o “şey”in kendi vücûdunu îcâdda ne gibi bir şeyle emretmişse, o “emre uyması” ile o şeyin kabûlü Mûcid’inin “Kün yânî Ol!” sözü karşılığındadır. Böyle olunca “îcâd”ı kabûl eden şey, Mûcid’in emrine uymakla mevcûd oldu.
Şimdi var edişi ona bağladı. Eğer bu söz üzerine onun kuvvetinde kendi nefsinden var ediş olmasaydı, var olmuş olmazdı. Şimdi bu şey yok hükmünde olduktan sonra, var ediş emrinde, ancak kendi nefsini icâd etti (8).
Yânî Hak Teâlâ Hazretleri “İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kun fe yekûn“ yânî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur.” (Nahl, 16/40) âyet-i kerîmesinde “fe yekûn“ yânî “hemen olur” sözüyle var edişi “şey”e bağladı. Yânî o “şey kendi kendine mevcûd olur” buyurdu. Çünkü eğer o “şey”de bu “sözü” işittiği zaman var edişe isti’dâd ve kendi kendine mevcûd olmaya kâbiliyyet bulunmasaydı, o şey var olmuş olmazdı.
Ve bu isti’dâd ve kâbiliyyet o şeyde sâbitlenmiş ve belirsizdir. Çünkü “akdes feyz” ile hâsıl olmuştur. Mâdemki gayb örtüsünde ve ilâhî ilimde ve Bâtın isminde sâbit olan “şey”in kuvvetinde zuhûr vardır, onun var edilişi için emir çıktığı zaman o “şey”, ancak kendi nefsini, kendi îcâd eder; ancak Hak ile ve Hak’ta îcâd eder. Çünkü, Bâtın isminin zâtı “ayn”ı ile Zâhir isminin zâtıdır. Ve Hak için “iki el” sâbit olup, birisiyle “fâil” ve diğeriyle “kabûl edici” olduğu, yânî bir eliyle verip diğer eliyle aldığı yön ile “kabûl edici”, aynıyla “fâil” olmuş olur.
Şimdi Hak isbât etti ki, “var ediş” Hak için değil, “şey”in nefsi içindir. Ve Hak için olan şey, o şeyde onun özel emridir. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ: “İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kun fe yekûn“ yânî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur.” (Nahl, 16/40) sözünde, kendi nefsinden haber verdi. Bundan dolayı, Allâh’ın emrinde gerçekleşen “var edişi” “şey”in nefsine bağladı. Oysa, Hak Teâlâ sözünde sâdıktır. Bu da işin aslında ma’kuldur. Nitekim kendisinden korkulan ve isyân edilemeyen âmir, kölesine “kalk!”der. Köle de efendisinin emrine uyarak kalkar. Şimdi bu kölenin ayaka kalkışında, efendinin ona kalkma ile emrinden başka bir şeyi yoktur. Ayağa kalkma ise, efendinin fiilinden değil, kölenin fiilindendir (9).
Yânî Hak, “fe-yekûn yânî hemen olur” sözüyle isbât etti ki, bir “şey”in vücûd bulması, o “şey”in kendi nefsindendir. Var ediş emrinde, Hakk’ın özel emrinden başka o “şey” üzerinde bir şey sâbit değildir. Yânî Hak emretmiş, o “şey” de kendi nefsini îcâd etmiştir. Hak, âyet-i kerîmede bize bunu böyle haber verip, O’nun emrinden gerçekleşen “var edişi” “şey”in nefsine bağlı kıldı.
Şüphe yoktur ki, durumun hakîkati neden ibâret ise Hak onu buyurmuştur. Ve “var edişi” “şey”in nefsine bağlamak, işin aslında ma’kûl bir şeydir. Bundan dolayı “var ediş” me’mûr olan”şey”e bağlanır; yoksa âmire bağlanmaz.
Meselâ kendisinden korkulan ve emrine muhâlefet edilemeyen bir âmir, kölesine “Kalk!” diye emreder. Köle de, efendisinin bu emrine uyarak hemen kalkar. Bundan dolayı bu kölenin kalkışında, efendisinin emrinden başka bir te’sîr mevcût değildir. Kalkmak kölenin fiilindendir; efendinin fiilinden değildir. Ancak, efendinin emri kalkmasına sebeb olmuştur. Şu halde sebeb oluş îtibârıyla fiil, efendiye bağlanır. Çıkış îtibârıyla köleye bağlanır. İşte bunun gibi ilâhî ilimde sâbit olup, hâricî vücûdu yok hükmünde olan “şey”, ilâhî emir çıktığı zaman, ilâhî ilimde sûreti nasıl ise, emre uyarak hâricî vücûd ile var olmuş olur.
Çünkü kölede ayağa kalkma esâsı, nasıl ki potansiyel olarak sâbit ise, ilâhî ilimde sâbit olan “şey”de de, hâricî vücûd ile var olma öylece potansiyel olarak sâbittir. Bundan dolayı, “şey”in ilâhî ilimdeki sûreti üzere açığa çıkması Hak tarafından değil, kendi tarafındandır. Ve Hak tarafından ancak emir çıkmıştır ve emrin çıkışına kadar o “şey” potansiyel olarak kalıp, fiile gelmez ve mâdemki “şey”in açığa çıkışında Hakk’ın te’sîri,ancak emirden ibârettir, o şey ilâhî ilimdeki sûreti üzerine açığa çıktığında, onun fenâlıklarının tabîdirki nefsine bağlanması lâzım gelir. Ve bu Hak için hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîldir.
Böyle olunca “var ediş”in aslı teslîs yânî üçleme üzere, yânî Hak tarafından ve hálk tarafından olarak iki taraftan “üç”ten kâim oldu (10).
Yânî yukarıda îzâh edildiği üzere var edişin aslı Hak tarafından kâim olan “zât”, “irâde” ve “söz”den ibâret bulunan üç şey ile ve hálk tarafından da bu üçe karşılık olarak kâim olan “şey’iyyet yânî şey’ oluş”, “istimâ yânî işitme” ve “emre uyma” esaslarından ibâret bulunan aynı şekilde üç şey ile olmuş olur. Bundan dolayı var ediş için iki taraftan üçlemenin sâbitliği lâzımdır. Bunlardan birisi noksan olsa “var ediş” kâim olmaz.
Daha sonra bu üçleme, delîller ile ma’nâların îcâdında sârî oldu. Şimdi delîlde üçten oluşan “özel düzen” ve “özel şart” olması lâzımdır. Ve bu o zaman netîce verir; bu gereklidir. O özel düzen de, bakanın delîlini iki “önerme”den oluşturmasıdır ki, her bir önerme iki “tek”i barındırır. Böyle olunca dört olur. Bu dörtten biri her iki önermede, nikâh gibi, biri diğerine bağlı olmak için tekrarlanır. Bundan dolayı “tek” üç olur, ondan başka olmaz. Çünkü iki “önerme”de bir “tek” mükerrerdir. Şimdi bu tertîb, “özel bir yön” üzere gerçekleştiği zaman istenilen oluşur. O özel yön de, onunla üçleme geçerli olan bu “tek vech”in tekrârı sebebiyle iki önermeden birinin dîğerine bağlanmasıdır (11 ).
Yânî var ediş, üçlü ferdiyyet yânî üçlü teklik üzerine dayandıktan sonra, bu üçlü ferdiyyet, delîller ile birtakım ma’nâların îcâdında da esâs oldu. Şöyle ki, ma’nâların îcâdı husûsunda delîlin, yânî mantıksal kıyâsın, mutlakâ üçten oluşan düzen ve “özel şart” üzere olması lâzımdır. Bu takdirde meselâ kesin kıyâsın yânî ikilem tarzında olup ve iki şıkkı olan ve her şıkkın sonucu aynı olan kıyâsın iki “önerme”sinden bir netîce çıkar. Delîle bakıcı olan bakış ehli, bu kesin kıyâsı her birisi iki “tek”i barındırıcı olarak, iki önermeden oluşturur.
Bu şekilde “tek” dört olur; ve bu tekler biri, karı ile koca arasını birleştiren nikâh gibi, o iki önermeyi bir dîğerine birleştirmek için tekrarlanır. İşte delîlin “özel düzen” üzere olması budur. Ve özel düzen üzere bu şekilde düzenlenen delilde “tek”, ancak üçten ibâret kalmış olur.
Meselâ âlemin sonradan olduğu ma’nâsını icâd etmeyi istediğimizde, şu şekilde bir kesin kıyas düzenleyip “Âlem değişkendir, her değişken sonradan olandır; öyle ise âlem sonradan olandır” deriz. Burada biri “Âlem değişkendir” diğeri “Her değişken sonradan olandır” tarzında iki önerme vardır.
Ve bu önermelerin her birinde ikişer “tek”, mevcûttur ki, bunlar “âlem, değişken, değişken, sonradan olan” kelimeleridir. Fakat ikinci önermedeki “değişken” kelimesi tekrarlanmıştır. Bu tekrârın sebebi de, iki önermeyi birbirine bağlamaktır. Bu mükerrer gelen “tek”den, bakıldığında, “âlem, değişken, sonradan olan” kelimelerinden ibâret olmak üzere üç “tek” kalır.
Şimdi bu düzen böyle “özel vecih” üzere bulunduğu zaman, iki önermeden istenilen şey oluşur. Özel vecih de, iki önermeden birini diğerine bağlamaktır. Bu bağlama da kendisinin vücûdu ile üçleme geçerli olan “müfrid yânî tek vech”in (müfrid (râ) harfinin kesri ile “ifrâd”dan ism-i fâildir) tekrârı sebebiyle olur. Yukarıdaki örnekte “tek vecih” “değişken” kelimesidir.
Ve “özel şart”, hükmün öncülden daha genel veyâ ona eşit olmasıdır; ve bu takdirde doğru olur; ve eğer böyle olmazsa, o halde hüküm eğri netîceyi doğurur (12).
Yânî, hükmün doğru olması için delîlin, yânî kıyâsın, yukarıda izâh edildiği şekilde “özel düzen” üzere oluşmuş olması gerektiği gibi; “özel şart” üzere de düzenlenmiş olması îcâb eder ve özel şart dahî, hükmün öncülden daha genel veyâ ona eşit olmasıdır. Örneğin bir “kesin kıyâs” yapıp: “İnsan hayvandır; her hayvan cisimdir; öyle ise her insan cisimdir” deriz. Burada hüküm “cisim”dir. Öncül de “hayvan”dır. Bundan dolayı hüküm, öncülden daha geniş olur. Çünkü, her hayvan “cisim” ise de, her cisim “hayvan” değildir. Ve cisim oluş sâdece hayvanı kapsamayıp genele kapsamdır.
Ve aynı şekilde yine bir kesin kıyâs yapıp: “İnsan hayvandır ve her hayvan duyguludur; öyle ise insan duyguludur” deriz. Burada hüküm “duygulu”dur; ve öncül “hayvan”dır. Bundan dolayı hüküm öncüle eşittir. Çünkü “duygulu” ve “hayvan” arasında dört nispetten eşitlik vardır. Ve her “duygulu” hayvan ve her “hayvan” da duyguludur. İşte delîl, yânî kıyâs, böyle özel düzen ve özel şart üzere oluşunca, netîce ve hüküm dei doğru çıkar. Ama bunlara riâyet edilmezse, hüküm de tabî ki eğri olur.
Örneğin “Her insan hayvandır; ve bâzı hayvân attır; öyle ise her insan attır; veyâ bâzı insan attır” desek, burada hüküm “at”tır; ve “hayvan” öncül makâmına konulmuştur; ve “at” hayvandan daha genel değildir. Çünkü her “at” hayvan ise de, her hayvan at değildir. Bundan dolayı “hüküm” “öncül”den daha genel olmamış olur. Ve aynı şekilde hüküm illete eşit dahî değildir. Çünkü her hayvan at değil, belki bâzı hayvan attır. İşte bu tertîb özel şart üzere olmadığı için “Her insan attır” veya “Bâzı insan attır” gibi bir eğri netîce ve hüküm çıkmıştır.
Ve bu da, Allâh’a, bağlamaktan uzak olduğu halde, fiillerin kula bağlanması veyâhut bahsediyor olduğumuz var edişin Hakk’a bağlanması gibi, âlemde mevcûttur. Oysa Hak var edişi, ancak “Kün yânî Ol!” denilen “şey”e bağladı (13).
Yânî hükmün eğri netîceyi doğurması, âlemde mevcûttur. Nitekim Mu’tezile sınıfı “Kul fiilinin hálk edicisidir” hükmüyle fiilleri kula bağlarlar; ve kuldan çıkan fiilleri aslâ Hakk’a bağlamazlar. Bu hüküm, eğri bir netîcedir. Çünkü kulun vücûdu bağımsız değil, belki Hakk’ın vücûduna bağlı bir vücûddur. İzâfî vücûdun hükmü ise yokluktur. Oysa fiilin çıkışı için kudret lâzımdır.
Ve kudret ise, vücûdun gereçlerindendir. Ve bağımsız vücûd ancak Hakk’ın vücûdu olduğundan fiil de tabî ki ona âit olur. Kulun vücûdu, fâilin fiilini kabûlden başka bir şey yapmaz. Âlem hakkında mevcût olan eğri netîcelerden birisi de, kulun “ayn”ına bağlanmaksızın “var ediş”in, Hakk’a bağlanmasıdır, yânî “var ediş” Hakk’ındır; kulun “var ediş”de aslâ katkısı yoktur, diye hüküm vermektir. Oysa yukarıda îzâh edildiği üzere, Hak “var ediş”i “şey”e bağladı. Bundan dolayı “emr” Hak’tan; ve “var ediş” ve “emre uyma” kuldandır. Şu halde kulun ayn’ını dikkâte almaksızın îcâdın mutlakâ Hakk’a bağlanması doğru bir netîce değildir.
Ve onun misâli, biz âlemin sebebden olduğuna delîl getirmek istediğimizde “Her sonradan olan için sebeb vardır” deriz. Bizimle berâber “sonradan olan” ve “sebeb” mevcûttur. Daha sonra, diğer önermede “Ve âlem sonradan olmadır” deriz. Şimdi iki önermede “sonradan oluş” tekrarlandı ve üçüncü tek olan “âlem” sözümüz, “Öyle ise âlem için sebeb vardır” netîcesini çıkardı. Böyle olunca ilk önermede bahsedilen şey, netîcede ortaya çıktı. O da “sebeb”dir (14).
Yânî özel düzen ve özel şart üzere ve üç “tek”ten oluşup, netîcesi doğru çıkan delîlin, yânî kıyâsın örneği budur ki: Biz âlemin vücûdunun sebebden hâsıl olduğuna bir kıyâs düzenlemek istediğimiz zaman deriz ki: “Her sonradan olan için sebeb lâzımdır.” Bu büyük önermedeki “sonradan olan” ve “sebeb” kelimelerini alıp aklımızda tutarız. Daha sonra küçük olan diğer önermeyi getirip, “Ve âlem sonradan olandır” deriz.
Bu iki önermede, yânî büyükte ve küçükte “sonradan oluş” sözleri tekrarlanmış olur. Ve bizim “âlem” sözümüz ki, üçüncü “tek” ve “orta terim”dir ve her iki önermede üçleme bu tek ile hâsıl olmuştur. İşte bu özel düzen üzere oluşan kıyâs, “Âlem için sebeb vardır” netîcesini çıkarmıştır. Bundan dolayı ilk önermede, yânî büyükte bahsedilen şey, netîcede de ortaya çıkmış oldu ki, o da “sebeb”den ibârettir.
Şimdi “özel vecih” “sonradan olan” sözünün tekrarlanması ve “özel şart” ise öncülün genel olmasıdır. Çünkü öncül, sonradan olanın vücûduna sebebdir ve o sebeb, yânî hüküm, âlemin Allah’dan sonradan oluculuğunda geneldir. Bundan dolayı, biz her sonradan olan üzerine onun için “sebeb” sâbit olduğuna hükmederiz; bu sebeb ister hükme eşit olsun, ister hüküm ondan daha genel olsun. Böyle olunca sonradan olan onun hükmü altına girer; netîce de doğru olur. Öyle ise delîller ile kazanılan ma’nâların îcâdında da üçleme hükmü muhakkak belli oldu (15).
Yânî yukarıda bir kıyâs tertîb edilerek “Her sonradan olan için sebeb lâzımdır ve âlem sonradan olandır; öyle ise âlem için sebeb lâzımdır” denilmişti ki, her iki önermede ikişer tek mevcûd idi; bunlar da “sonradan olan, sebeb;” “sonradan olan, âlem” kelimeleriydi. Bu teklerden birisi, ki “sonradan olan”dır ve her iki önermeyi nikâh gibi bir dîğerine bağlar. İşte kıyâsta “özel vecih” tekrarlanan bu “sonradan olan” sözüdür. Ve “özel şart” da, öncülün genel olmasıdır. Çünkü her “sonradan olan” olan, şey “sebeb”e muhtâçtır. Bundan dolayı “sebeb”, “sonradan olan”dan daha geneldir.
Şimdi yukarıdaki örnek kıyâsın dördüncü şekli yânî orta terimin büyük önermede yüklem, küçük önermede konu oluşu, üzere oluşturulmuştur. Ve “dördüncü şekil’ netîceyi saklı ve açık olmadığından Câlinûs ve Fârâbî ve İbni Sînâ ve İmâm Gazzâlî onu terk etmişler ve îtibâr etmemişlerdir. Ve birinci şeklin oluşumu tabîî sıra, yânî akıl îcâbı üzere olduğundan ona “birinci şekil” denilmiştir.
Ve Şeyh-i Ekber (r.a) bu kıyâsı “dördüncü şekil’ üzere anlatmışlardır. Bundan dolayı daha önce îzâh edilen mantık kâidesini göstermek için bu örneği “birinci şekil”e çevirelim. Şöyle ki “Âlem sonradan olandır; ve her sonradan olan için sebeb lâzımdır; öyle ise âlem için sebeb lâzımdır.”
Özel şart, hükmün öncülden daha genel veyâ ona eşit olması idi. Burada hüküm “âlem” için “sebeb”in gerekliliğidir; ve öncül ise “sonradan olan” için “sebeb”in gerekliliğidir; ve “sebeb” “sonradan olan”a göre daha geneldir. Çünkü “sebeb” dediğimiz şey, Hak Teâlâ’nın “Kün yânî Ol!” sözü ile, âlem hakîkatlerinin var edilişine emrettiği yönden, Hakk’a şâmildir; fakat bu sebeb, ma’nevî sebebtir. Çünkü ilâhi isimler ve rabbâni sıfatlar, “âlem”den sayılmazlar. Ancak, bunlar ulûhiyyet hazretinde tahakkuk etmek için akdes feyze, yânî Rahmânî taraftan nefeslendirilmeye muhtaçtırlar; ve âlem, gaybî isti’dâdı ile “Kün!” sözünü işiterek te’sir alıcı olup, emre uymak için var olduğu yönle âleme de şâmildir; ve bu sebeb de, hálkî sebebdir. Çünkü bir mahlûkun vücûdu, ondan önce mahlûk olan bir mahlûkun vücûduna nisbet olunur.
Örnek: Bir kimsede ressâmlık sıfatı olunca, tabîki ona “ressâm” ismini verirler ve bu ismin kaynağı o sıfattır ve bu sıfat o kimsenin zâtında mevcût olup açığa çıkamama sıkıntısındadır. Bu sıkıntıdan kurtulmak için o sıfat hâl lisânı ile sâhibinden açığa çıkmayı taleb ettiğinde, o ressâm ilminde ve zihninde bir tablo çizer; ve bu tablo, ressâmın hayâlinde nakşolunmuş olur. İşte bu hayâlî tablonun var oluşuna “sebeb”, bu sıfat ve ondan çıkmış olan isimdir; ancak bu “sebeb”, ma’nevî sebebdir; hálkî ve maddî sebeb değildir.
Ne zaman ki ressâm, onun hâriçte vücûdunu açığa çıkarmak için ilk olarak çerçevesini, krokisini vesâir hazırlıklarını yapar. Bunların hepsi sırasıyla o ressâmın mahlûku olmuş olur. Ve bunlar, yine o ressamın mahlûku olan hâricî tablonun hálkî sebebidir; ve ressamın sıfatı ve ismi, o hâricî tablodan sayılmaz. Yalnız o kimsenin kendi zâtında kendi zâtı ile kendi zâtına tecellîsine muhtâçtır. Ve onun bu tecellîsi açığa çıkamama sıkıntısında kalan o sıfat ve isim için rahmettir. Cenâb-ı Efdalü’d-Din Hâkânî ne güzel buyurur. Rubâî:
Tercüme ve îzâh: Hikmet âleminde bizim mevcûdiyetimizden amaç, isimlerin sâhip oldukları kemâlin açığa çıkarılmasıdır. İlâhî, Senin isimlerin eşyânın vücûdunu gerektiri; fakat sen zâtın îtibârıyla o isimlerden ganîsin ve onların kemâllerinin açığa çıkmasına ihtiyâcın yoktur. Sen ancak onları açığa çıkamama belirsizliğinde sıkıldıkları için, sâdece haklarında bir rahmet olmak üzere vücûd feyzi verip açığa çıkartırsın.
Şimdi sonradan olma, sonradan olmuşların hepsine göre geneldir. Ancak yukarıda îzâh edildiği üzere “sebeb”, sonradan olmadan daha geneldir. Şu halde âlemin sonradan oluşluğu için “sebeb”in sâbitliği, âlemin Allah’dan sonradan oluşluğundan daha geneldir.
İşte hüküm, öncülden daha genel olmakla, bu kıyâs özel şart üzere gerçekleşmiş olur. Eğer bahsedilen kıyâsta, orta terim ve öncül olan “sonradan olan” sözünden biz, zâtî sonradan oluşluk ile sonradan olan şeyi murâd edersek, hükme eşit olur. Çünkü her zâtî sonradan oluşluk ile sonradan olan şey, kendisi için sebeb lâzım olan şeye eşittir.
Ve eğer biz “sonradan olan” sözünden zamânsal sonradan oluşluğu murâd edersek, yukarıda bahsettiğimiz gibi, hüküm olan “sebeb”, o sonradan olandan daha genel olur. Bundan dolayı her iki şıkta da “sonradan olan” “sebeb”in altına dâhil olmuş olur. Ve özel şart üzere düzenlenmiş olan bu kıyâsta da netîce doğru çıkar.
İşte görünüyor ki, birtakım kıyâslar tertîb edilerek kazanılan ma’nâların îcâdında da üçlemenin hükmü ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, ister Hak tarafından ve ister hálk tarafından olsun var edişin aslı teslîs yânî üçlemedir.
Ve bunun için kavminin üç gün ertelenmesinde, Allah Teâlâ’nın gösterdiği Sâlih (a.s.)ın hikmeti, yalanlanması olmayan bir bildirim oldu. Böyle olunca doğru sonucu çıkardı. O da onları Hakk’ın onunla helâk ettiği sayhadır. Şimdi onlar evlerinde göğüslerini yere koymuş olduklârı halde sabahladılar (16).
Yânî var edişin aslı üçleme olduğu için, Hak Teâlâ Sâlih (a.s.)’ın kavminin helâkını üç gün erteledi. Bu üç günün bitiminde O’nun vaadi doğru oldu. Ve îcâd, nasıl ki üçleme üzerine dayalı ise, helâk dahî üçleme üzerine dayalı oldu.
Ve Sâlih (a.s.) kavminin helâkının üçleme üzerine dayalı olması, o hazretin hikmetinin gereğinden idi. Çünkü Sâlih (a.s.) zamânının insan-ı kâmili olduğundan, her ne kadar bütün ilâhi isimlere görünme yeri idiyse de, bu isimlerden onun üzerine gâlib olan Fettâh ismi idi ve hikmeti de “fütûhî” oldu. Ve “fütûh” beklenmeyen bir şeyden bir şeyin ortaya çıkması olduğu için, îcâdı içinde bulundurdu ve îcâd dahî üçleme üzerine dayalı oldu. Bundan dolayı varlığın fenâ buluşu demek olan kavminin helâkı da teslîs üzerine gerçekleşti.
Ve Hak Teâlâ Hûd sûresindeki “Fe akarûhâ fe kâle temetteû fî dârikum selâsete eyyâmin, zâlike va’dun gayru mekzûb” yânî “Buna rağmen onu kestiler. Bunun üzerine (Sâlih şöyle) dedi: “Yurdunuzda üç gün (daha) faydalanın. Bu yalanlanması olmayan bir bildirimdir.” (Hûd, 11/65) sözü gereğince o kavme mühlet verilen üç gün, yânî üçleme, doğruyu, yânî doğru netîceyi çıkardı ve netîcenin doğruluğu da Allah Teâlâ’nın onları helâk ettiği sayhadır.
“Va’d-i gayr-i mekzûb” yânî “Yalanlanması olmayan bildirim” olan üç günlük mühletleri bittikten sonra, sayhanın gerçekleşmesini tâkiben onlar, evlerinde göğüsleri yere yapışık olduğu halde, birtakım rûhsuz cesedlerden ibâret olarak sabahladılar, yânî helâk oldular.
Şimdi üç günün birinci günü Sâlih (a.s.) kavminin yüzleri sapsarı, ikinci gününde kıpkırmızı ve üçüncü gününde kapkara oldu. Böyle olunca, ne zaman ki üç gün kâmil oldu, isti’dâd geçerli oldu. Bundan dolayı onlar da fâni oluşun günü zâhir oldu. Şimdi bu zuhûr “helâk” ile isimlendirildi. Şu halde şakîlerin yüzlerinin sararması, Allah Teâlâ’nın “Vucûhun yevmeizin musfirah” yânî “O gün yüzler parıldar” (Abese, 80/38) sözünde saîdlerin yüzlerinin parıldaması karşılığında oldu. Ve “müsfire yânî parıldama” zuhûrdur. Nitekim sararma birinci günde Sâlih (a.s.)’ın kavminde, şakîlik alâmetinin zuhûru oldu. Daha sonra onlarda oluşan kızarma karşılığında, saîdler hakkında Allah Teâlâ’nın “dâhike yânî gülen” sözü geldi. Çünkü “gülme” yüzün kızarmasını doğuran sebeblerdendir. Bundan dolayı gülme, saîdlerde yanakların kızarmasıdır. Daha sonra Allah Teâlâ şakîlerin ciltlerinin siyahlaşması karşılığında “müstebşire yânî müjdelenmiş” sözünü buyurdu ve “istibşâr yânî müjdelenmek” saîdlerin ciltlerinde sevincin te’sîrinden zâhir oldu. Nitekim siyahlık, şakîlerin ciltlerinde te’sîr etti (17).
Yânî Sâlih (a.s), kavmine üç gün mühletlerini bildirmiş idi. Bu üç günün birisinde onların yüzleri sarardı, ikinci günü kızardı, üçünci günü karardı. Bu üç günün bitiminde de helâk olmaya isti’dâd geçerli oldu ve bu şekilde onlarda fâni buluşun vücûdu zuhûr etti. İşte bu zuhûra da “helâk” denildi.
Şimdi Hak Teâlâ saîd olan kulları hakkında Abese sûre-i şerîfesinde: “Vucûhun yevmeizin musfirah; Dâhıketun mustebşirah” yânî “O gün yüzler parlar, müjdelenmiş gülen yüzler” (Abese, 80/38-39) buyurdu.
Şakîlerin yüzlerinin sararması saîdler hakkında buyrulan “müsfire yânî parıldama” sözüne ve kızarması da “dâhike yânî gülen” sözüne; ve kararması da “müstebşire yânî müjdelenmiş” sözüne karşılık oldu. Çünkü “müsfire yânî parıldama” “süfûr”dan türemiştir ve “süfûr” zuhûr ma’nâsınadır.
Ve saîdlerin yüzlerinde saâdet eseri nasıl zâhir ise; Sâlih (a.s.)’ın kavminde de, birinci günde sararma ile şakîlik alâmeti öylece zâhir oldu.Ve aynı şekilde saîdler güldüklerinde yanakları nasıl kızarır ise, ikinci günü şakîlerin yüzleri de buna karşılık olarak öylece kızardı. Ve aynı şekilde “istibşâr yânî müjdelenmek”, saîdlerin ciltlerinde sevincin te’siriyle nasıl zâhir olur ve bu sevinçliliğin te’sîri ile onların ciltleri nasıl değişir ise, şakîlerin ciltlerinde üçüncü günü zâhir olan siyahlık da buna karşılık olarak onların ciltlerini değiştirdi.
Ve bunun için Hak Teâlâ iki sınıf hakkında beşâretle yâni müjde ile söyleyici oldu. Yânî onlârın beşerelerinde yânî ciltlerinde te’sir eden bir söz söyler. Şimdi saîdler hakkında: “Yubeşşiruhum rabbuhum bi rahmetin minhu ve rıdvânin” (Tevbe, 9/21) Yânî, “Rableri onlara rahmet ve rıdvânı ile beşâret yânî müjde verir” buyurdu. Ve şakîler hakkında da “fe beşşirhum bi azâbin elîm” (Âl-i İmran, 3/21) Yânî: “Yâ habîbim, sen onlara elîm azâb ile beşâret yânî müjde ver!” buyurdu.Bundan dolayı her bir sınıfın beşeresinde yânî ciltlerinde, onların nefislerinde bu sözün eserinden hâsıl olan şey te’sîr etti. Böyle olunca, onların üzerinde ancak onların bâtınlarında anlamdan karar kılmış olan şeyin hükmü zâhir oldu. Şu halde onlarda onların gayrı bir şey te’sîr etmedi. Nitekim “tekvîn yânî var ediş” de onlardan oldu (18).
Yânî saîd olanlar ile şakî olanların beşerelerinde yânî ciltlerinde te’sîr olduğu için Hak Teâlâ onlar hakkında beşâret yânî müjde ile söyleyici oldu. Yânî onlara beşerelerinde yânî ciltlerinde eser oluşturan bir söz söyler. Eğer o sözü söylememiş olsa, o eser ortaya çıkmazdı.
Saîd olanların ciltlerinde te’sîr eden söz “Yubeşşiruhum rabbuhum bi rahmetin minhu ve rıdvânin” (Tevbe, 9/21) Yânî, “Rableri onlara rahmet ve rıdvânı ile beşâret yânî müjde verir” sözü;
ve şakî olanların ciltlerinde te’sîr eden söz de “fe beşşirhum bi azâbin elîm” (Âl-i İmran, 3/21) Yânî: “Yâ habîbim, sen onlara elîm azâb ile beşâret yânî müjde ver!” sözüdür. Bundan dolayı, bu iki gruptan her biri, kendilerine âit olan sözü işittiklerinde biri sevinçli ve diğeri gamlı olur; ve sevinç ve gamın eseri, ciltlerinde ortaya çıkar.
Örneğin bir pâdişah kölelerinden birine: “Sana şöyle ihsân ve ikrâm edeceğim” dese, bu söz o köleyi sevindirir ve bu sevincin eseri onun yüzünde gözükür. Ve diğerine “Sana şöyle siyâset ve böyle cezâ edeceğim” dese, o köle bu sözden elem duyup, te’sîri yüzünde âşikâr olur. Onların nefislerinde olan bu te’sîr, yine kendi zatlarındandır. Bunda kimsenin katkısı yoktur. Bundan dolayı saîdler ve şakîlerin zâhirlerinde âşikâr olan şey, ancak sözün anlamından, onların bâtınlarında karar kılmış olan şeyin hükmüdür.Nitekim “Kün!” emrinin, çıkışında onlar “var ediş” ile me’mûr olduklarında, zatlarında olan özel isti’dâdları dolayısıyla var oldular.
Bilinsin ki, her bir şahıs, aynı- sâbitesinin ve ayn-ı sâbitesi de bir ilâhî ismin gölgesi ve sûretidir. Bundan dolayı o şahıs o ismin zâhiri ve o isim de o şahsın bâtını olmuş olur. Şimdi mâdemki saîdlerin ve şakîlerin zâhirlerinde âşikâr olan şey, onların bâtınlarında karar kılmış olan şeyin hükmüdür, şu halde her bir şahsın zâhirinde müşâhede edilen îmân ve sâlih ameller ve faydalı ilimler ve yüksek haller ve kemâl ve aynı şekilde küfür ve kabahatli ameller ve faydalı olmayan ilimler ve cehâlet ve kötü hâller, hep onların bâtınları olan a’yân-ı sâbitelerinde karar kılmış ve sâbit olan şeydir ve a’yân-ı sabitelerinin bâtını da ilâhi isimlerdir.
Böyle olunca “Kün!” emrinin çıkışında, onların a’yân-ı sâbiteleri ne sûret üzerine idiyse, o sûret üzere var oluşu kabûl edip kendi nefisleriyle var oldular. Bundan dolayı bu şehâdet hazretinde kendilerinden çıkan ameller, zatlarında potansiyel olarak mevcûd olan şeyin, bi’l-fiil açığa çıkmasından ibâret olur. Ve bu şekilde eser, onların yine kendi zatlarından ve amelleri karşılığında olan cezâ ve mükâfât dahi aynı şekilde kendi zatlarındandır. Şu halde kimsenin Hakk’a karşı “Niçin bunu böyle yaptın?” diye soru sormaya hakkı yoktur. Belki soru kendilerine yönelir. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn” yânî “O mes’ul değildir ancak onlar mes’uldürler” (Enbiyâ, 21/23).
Öyle ise, insanlar üzerine hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbittir. Bundan dolayı her kim bu hikmeti anlar ve onu kendi nefsinde söyler ve onu kendisi için müşâhedeli kılarsa, kendinin dışındakilere bağlılıktan nefsine râhat verir ve ona hayır ve şerrin ancak kendinden geldiğini bilir. Ve “hayır” ile benim murâdım onun amacına uygun ve tabîatına ve mizâcına hoş gelen şeydir ve şer ile murâdım da, onun amacına uygun olmayan ve tâbîatına ve mizâcına hoş gelmeyen şeydir (19).
Bilinsin ki, sonsuz olan Hakk’ın mutlak vücûdunun mertebeleri vardır. Ve onun “taayyünsüzlük” mertebesi olan ahadiyyet mertebesi, hiçbir sıfat ile vasıflanmış ve hiçbir isim ile isimlenmiş değildir. Bu mertebeye akıl ve zekâ, fehim ve vehim ve idrâk erişmez ve bundan bahsetmek sırf ahmaklıktır. Bundan dolayı bu mertebede bütün sıfatlar ve bağıntılar potansiyel olarak zât’da mevcût olup onun lâzımıdır; ve aslâ ondan ayrılmış değildir.
Mutlak vücûd sıfat ve isimler mertebesine tenezzül ettiğinde ilim, sem’, basar, kudret gibi bağıntılar ve izâfeler ile vasıflanır. Ve onun bu sıfat ile vasıflanmasından îtibârî çoğalma husûle gelir. Ve “isim”, bir sıfat ile vasıflanmış olan Zât’dan ibâret olduğuna göre, sıfat isimlerin kaynağıdır. Ve isimler sonsuz olmakla berâber, hepsinin delâlet olunanı bir Zât’dan ibâret bulunduğundan, bu çoğalma birin ayn’ıdır. Ve âlemin zâtı, Kâdir olan Zât’dan ayrılmıştır ki, bu da isimdir.
Ve isim, zâtın gayrı değildir. Bütün isimler her ne kadar ahadiyyet mertebesinde birlikte iseler de, sıfat mertebesinde her birisinin özellikleri başka başka olduğundan bir dîğerinden ayrılırlar. Bundan dolayı Alîm ismi bilinenin; ve Kâdir ismi üzerine kudret olunanın; ve Hâdî ismi hidâyete erenin; ve Mudill ismi de dalâlette olanın hâricî vücûdda açığa çıkmasını isterler. Oysa onların ilmî vücûdları mevcût olmaksızın, hâricî vücûdlarının açığa çıkması düşünülemez.
Böyle olunca, Hak Tealâ’nın “Kün yânî ol!” emri ile, imkân dâhilindeki ayn’lar, ilk olarak yokluk hâlinde Hakk’ın ilminde sâbit oldular. Ve bu sâbitlik ve kararlılık, Hakk’ın zâtının gereğinden olup onun lâzımıdır. Ve bu a’yân-ı sâbite, irâde ile mec’ûl yânî yapılmış değildir; zâti işlerdendir. Ve bu işler yokluksal taayyünlerden ibârettir ve rubûbiyyetin sırrıdır.
Çünkü bunlar ilk olarak gaybdadır ve gizlidir. Daha sonra şehâdet âlemine gelip zâhir ve senin ve şunun bunun taayyünü ile taayyün edici olurlar. Fakat “hakîkat”leri aslâ zâhir olmaz. Ve hiçbir mevcûdun ayn-ı sâbitesi yok olmadığından, tabîki rubûbiyyet dahî aslâ bâtıl olmaz. Gâh dünyâ yurdunda, gâh berzah yurdunda ve gâh âhiret yurdunda o yurtların îcâbına göre bir vücûd elbisesi ile taayyün eder ve mevcûd olur. Ve bütün yurtlarda zâhir olan mevcudların hepsi, Hakk’ın izâfi vücûdudur.
Şimdi mâdemki, sıfatlar ve isimler Hakk’ın bağıntıları ve izâfeleridir; ve çokluk mevcûdlarından her birisi, ilâhi işlerden ibâret olan a’yân-ı sâbitelerinin sûretidir ve onların idâre edicisi, kendilerinde zâhir olan isimlerdir ve her bir mevcûd, “Kün yânî Ol!” emriyle Hakk’ın vücûdunda kendi nefsini îcâd etmiştir ve o isimler, özelliği neden ibâret ise, o sûretle Hakk’ın bilineni olmuştur ve Hak onun, irâde ile yapılmamış zâti isti’dâdı sûretiyle açığa çıkışını irâde etmiş ve hükmünü de ancak o mevcûdun isti’dâd lisânı ile taleb ettiği şey üzerine vermiştir.
O halde, her bir kimseye hayır ve şerden ne gelirse, kendinden gelir. Bu husûsta hiçbir hâricî te’sir edici yoktur. Ve “hayır” dediğimiz zaman, her şahsın amacına uygun ve tabîatına hoş gelen ve “şer” denildiğinde de amacına uygun olmayan ve tabîatına hoş gelmeyen şey murâd olunur. Bundan dolayı şekâvet ehli, cehennemde tabîatlarına hoş gelmeyen ve amaçlarına uygun olmayan şeyle azâb duyucu olurlar.
Ve “Lâbisîne fîhâ ahkâbâ” yânî “Orada uzun zamanlar kalacak olanlardır” (Nebe’ 78/23) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere ahkâb yâni uzun zamanların geçişinden sonra, (ahkâb “hukub”un çoğuludur,”hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir), tabîatlarına hoş gelmeyen bu azâb ile alışkanlık peydâ ederek, nefretleri gider ve o azâb artık tabîatlarına hoş gelmeğe başlar. Ve azâb “uzûbet”e, yânî tatlılığa dönüşmekle rahmet ve râhata nâil olurlar ve şerli oluş kalmaz.
Latîfe: Bir baba oğul, hâl ve vakitleri yerinde iken fakr u zarûrete düşerler. Oğlu babasına: “Baba, bu zarûretle hâlimiz ne olacak?” der. Babası da “Bir sene sabret!” diye cevap verir. Oğlu: “Bir seneden sonra zengin mi olacağız?” sorusunu sorar. Babası: “Hayır, zengin olacak değiliz, fakat züğürtlükle alışkanlık peydâ olacağından, artık azâb duymayacağız” cevâbını verir.
Ve bu müşâhedenin sâhibi bütün mevcûdların mâzeretlerini, her ne kadar onlar îtizâr etmedilerse de, onlar tarafından ikâme eder ve bilir ki, muhakkak onda olan şeyin hepsi ondan oldu. Nitekim, biz onu “ilim ma’lûma tâbi’dir” sözümüzde anlattık. Bundan dolayı ona, amacına uygun olmayan şey geldiğinde, nefsine der ki: “Ellerin bağladı; ağzın üfledi”. Ve Allah doğru söyler ve doğru yola hidâyet eder (20).
Yânî kişiye hayır ve şerden her ne isâbet ederse, yine kendi nefsinden geldiğini müşâhede eden ma’rifet sâhipleri, bütün mevcûdları hareketlerinde ve sükûnluklarında ma’zûr görüp onların mâzeretlerini yine onlar tarafından ikâme ederler. Bununla berâber, onların ma’zur gördükleri kimseler kendilerini ma’zûr görmezler; ve zannederler ki, kendilerine isâbet eden şey, nefislerinin hâricinden gelmiştir. Oysa müşâhede sâhibi, herkesin kendi nefsinde potansiyel olarak mevcûd olan şeyin, fiilen ondan husûle geldiğini bilir.
Ve bu hakîkat, “İlim mâ’lûma tâbîdir” sözünde anlatılmış idi. Yânî Hakk’ın ilmi, ma’lûm olan yânî bilinen a’yân-ı sâbiteye tâbîdir; ve irâdesi de ilmine tâbîdir. Bundan dolayı onun amacına uygun olmayan şey, kendine ulaştığı zaman nefsine hitâben der ki: “Ellerin bağladı, ağzın üfledi’. Yânî sana gelen şey, başkasından değil, ancak senin ayn-ı sâbiten gereğindendir.
“Ellerin bağladı, ağzın üfledi’ araplar arasında bir ata sözüdür. Ve bu ata sözünün geliş sebebi budur ki, bir kimse denizden geçmeyi istedi. Fakat vâsıta bulamadı. Bir tulumu üfleyerek şişirdi ve elleriyle ağzını bağladı. Ancak bağını sağlam yapmadı. Ne zaman ki o tuluma binip deniz ortasına geldi, ağzı çözülüp içindeki hava çıktı. O kimse suya battı. O sırada bir kimseden yardım istediğinde, ona bu ata sözünü söyledi. Ve hadîs-i şerifde de “Kim ki hayır bulursa Allâh’ı övsün; ve onun gayrını bulan kimse de ancak nefsini kötülesin!”
Bilinsin ki; “kazâ” ezelden ebede mevcûd aynlar üzerine geçerli olacak haller ve târi hükümler ile Hakk’ın küllî hükmünden ibârettir.
Ve “kader” isti’dâdlarının gerçekleşmesini gerektirdiği belirli zamanlar içinde, özel sebeb ile aynların ve onların hallerinin îcâdından ibârettir. Ve “kader sırrı” da, a’yân-ı sâbiteden her bir “ayn”ın vücûdda zâtı ve sıfatları ve fiilleri ile ancak aslî kâbiliyyeti ve zâti isti’dâdı gereğince açığa çıkmasıdır.
Ve “kaderin sırrının sırrı” da odur ki, a’yân-ı sâbite, Hakk’ın zâtının dışında işler değildirler ki, Hakk’ın ma’lûmu yânî bilineni olsunlar ve O’nun ilminde olduğu şekliyle taayyün edici bulunsunlar. Belki onlar Hakk’ın bağıntıları ve zâti işleridir. Bundan dolayı kendi hakîkatlerinden değişik olmaları mümkün değildir. Çünkü Hakk’ın zâtlığı yapmayı ve değişimi ve tebdîli ve fazlalığı ve noksanı kabûlden münezzeh ve berîdir.
Ve bu işler anlaşılınca bilinir ki, Cenâb-ı Hakk’ın mevcûdlar üzerine hükmü, a’yân-ı sâbiteye olan ilmine tâbîdir. Ve Hakk’ın ilminin a’yân-ı sâbiteye tâbî olması o ma’nâyadır ki, ezelî ilmin ma’lûmda yânî bilinende ve emrin isbât veyâ kalkmasında hiçbir te’sîri yoktur; belki onun ilminin bağlantısı o yön iledir ki, o ma’lûm, aslında onun üzerinedir. Ve ilmin o ma’lûm hakkında bir tür te’siri ve sirâyeti yoktur.
Ve a’yân-ı sâbite Hakk’ın bağıntılarının ve zâti işlerinin sûretleridir. Ve Hakk’ın bağıntıları ve zâti işleri değişim ve tebdil oluştan ezelen ve ebeden mukaddes ve münezzehdir. Bundan dolayı aynlar da kendi zatlarında ne hâl üzere idiyseler, onların o hâlden değişmeleri imkânsızdır. Ve Hakk’ın onlar üzerine hükmü de kabiliyetleri gereğince ve isti’dâdları îcâbınca olur. İsti’dâd lisânı ile Hazret-i Hak’tan ve mutlak Cevâd’dan yâni Cömert’ten her ne taleb etmişlerse; ister şekâvetin alt derecelerinden olsun, ister saâdet derecelerinden olsun, lâyık oldukları şey hiç fazlasız ve noksansız kendilerine verilir ve ni’met olunur. (Cevâhir-i Gaybîyye’den tercüme.)
Şimdi Hz. Şeyh (r.a.), bu lâtîf fassda beyân buyurduğu hakîkatlerin mübârek lisânlarından akan Hak sözü olduğuna işâreten “Ve Allah doğru söyler ve doğru yola hidâyet eder” buyururlar. Çünkü bu Fusûsu’l-Hikem’in önsözünde de beyân buyurdukları üzere, bu kitâb cenâb-ı Fahr-ı risâlet (s.a v) Efendimiz tarafından ilkâ buyrulmuştur ve Sallallahu aleyhi ve sellem’in kelâmı ise “Ve mâ yentıku anil hevâ; İn hüve illâ vahyun yûhâ” yânî “Ve o, hevâsından konuşmaz. (Onun söyledikleri) ancak vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) âyet-i kerîmesinin şehâdeti üzerine Hak sözüdür ve Şeyh-i Ekber (r.a.) da nebevî vâristir. Bundan dolayı onun sözü de Hak sözüdür “Ves selâmu alâ menittebeal hudâ” yânî “Ve hidâyete tâbî olanlara selâm olsun” (Tâhâ, 20/47)
Bitişi: 24 Ekim 1916 Salı gecesi, sâat 04:00
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: “Mâdemki renksizlik rengin esîri oldu, Mûsâ Mûsâ ile cenkte oldu.” “Renksizlik” Salt mutlaklık ve birliktir. “Renk” kayıtlı işler âlemi demektir. “Mûsâ ile Mûsâ”dan kasıt, taayyün elbisesine bürünüp, açığa çıkmış olan herhangi bir şahıstır ki, bir şahıs diğer bir şahıs ile çekişme ve mücâdelededir, demek olur. Yânî Hakk’ın zâti işleri olan sıfatlar ve isimler, ahadiyyet zâtında mahv ve helâkte iken, bu zâti işler vâhidiyyet mertebesinde bir dîğerinden ilmen ayrıldılar ve ayn-ı sâbitelerinin sûreti üzere hâricî vücûdda taayyün ettiler. Ve bu işlerin her biri bir dîğerine zıt olan hükümleri toplamış olduklarından, onların hâricî vücûdda taayyün etmiş olan sûretleri arasında, bu zıtlık sebebiyle kavgalar meydana geldi. Bundan dolayı Mûsâ (a.s) ile, bir adı Mûsâ olan Sâmirî arasında çekişme hâsıl oldu.
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: “Ne zaman ki renksizliğe ulaşasın ki, o sende vardı, Mûsâ Firavun ile barış yapar.” Yânî ne zaman ki derin düşünce ve tefekkür ve doğru keşif ve müşâhede ile renksizliğe ulaşasın ve mutlaklık âlemini görüp baktığında ki, sen evvelce, yânî bu taayyün elbisesine bürünmezden evvel, o mutlaklık âleminde idin, Mûsâ (a.s.) ile Firavun arasında kavga olmayıp belki barış ve dostluk olduğunu görürsün. Çünkü aralarında zıtlık olan bu hârici aynlar, a’yân-ı sâbitelerinin ve a’yân-ı sâbiteleri de, Hakk’ın bağıntıları ve zâti işlerinin sûretleridir. Zâti işler ise ahadiyyet mertebesinde mahv ve helâkte olup aralarında farklılık ve ihtilâf yoktur. Hepsi o mertebede birliktedir.
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: “Eğer bu nükte üzerine sana soru sormak duygusu gelirse ki, renk ne zaman dedikodudan dışarı çıkar?” Yânî, hem zıtlık ve hem de birliktelik, bu nasıl şeydir? diye soru sorup dersen ki: Renk, yânî ihtilâf, dedikodudan hiç dışarı çıkar mı? Ve onlarda ihtilâf mevcûd iken birliktelik ederler mi?
Mesnevî:
Tercüme: “Bu acâibtir ki, bu renk renksizden çıksın, renk renksiz ile nasıl cenge kalkıştı?” Bu da sorudandır, yânî bu rengin renksizden çıkışı ve sonra da kavgaya kalkışması acâib bir şeydir, nasıl olur?
Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: Hz. Mevlânâ (r.a.) bu soruya cevâben örnek verip buyururlar kî: “Yağın aslı sudan çoğalır. Daha sonra su ile nasıl zıt olur? Mâdemki yağı sudan yoğurmuşlardır, su ile yağ niçin zıt olmuşlardır? Ve mâdemki gül dikenden ve diken de güldendir, niçin her ikisi cenkte ve muhâlefet içindedir?” Yânî zeytin ağacı, “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy” yânî “Ve her canlıyı sudan yaptık” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi gereğince her şey gibi sudan büyüme ve gelişme ve hayât bulur ve onun semeresi olan zeytin yetişir; ondan yağ çıkarılır; sudan hayât bulmuş iken işin sonunda ona zıt olur ve bir türlü su ile birleşemez. Ve aynı şekilde gül ve diken bir asıldan çıkmıştır; niçin hükümleri başka başkadır? İşte bu hâl onların taayyünleri ve kayıtlı oluşları îcâbıdır. Mutlaklık, kayıtlılığın esîri olunca kavga ve çekişme ortaya çıkar.
Mesnevî:
Tercüme: “Yâhut bu cenk değildir, hikmet içindir. Eşek satanların kavgası gibi, san’attır. Yâhut ne budur, ne de odur; “hayranlık”tır. Sen hazîneyi tâleb et! Hazîne vîranlıktadır.”
Îzâh: Yâhut bu taayyün etmişlerin aslı bir olduğu halde, bir dîğeriyle çekişmeleri cenk değildir, bir hikmete dayanmaktadır. Nitekim, eşek satıcısı olan dellâllar sûretâ çekişir gibi görünüyorlar; fakat bu çekişme değil, sanatlarının gereğidir. Yâhut taayyünlerin bu zıtlığı ne cenktir ve ne de eşek satıcılarının san’atı gibi bir hikmete dayanmaktadır; belki “hayranlık”tır. Sen a’yân aynasında Hakk’ı müşâhedeyi taleb et! Çünkü Hakk’ı müşâhede hayranlıktadır ve bu hayranlık övülmüş hayrettir. Nitekim (s.a.v ) Efendimiz Hazretleri: “Rabbi zidnî fîke tehayyuren” yânî “Rabb’im zâtında hayretimi arttır” buyurmuşlardır.
Bilinsin ki, Hakk’ın sıfatları zâti işleridir. Ve bu işler zât mertebesinde mahv ve helâkte olup bir dîğerinden ayrılmış değildir. Fakat Hak, vâhidiyyet mertebesi olan sıfat mertebesine tenezzül buyurduğunda, onların sûretleri Hakk’ın ilminde tasavvur edilmiş ve bir dîğerinden ayrılmış olurlar. Ve bu kesîf şehâdet âleminde açığa çıkan taayyünlerin sûretleri ise onların sûretleridir. Mutlak vücûdun tenezzülleri, ancak isimlerin kemâlinden ibâret olan celâ ve isticlâ kemâlidir. “Celâ kemâli” mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûrudur. Ve “isticlâ kemâli” de mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişidir. Bundan dolayı o zuhûr, Şeyh Sadreddin Konevî hazretlerinin tahkîki yönü ile, mücmelin tafsilâtlıda, birin çoklukta ve çekirdeğin ağaçta zuhûru gibi, ayânî aynların müşâhedesidir. Ve Şeyh Abdürrezzâk Kâşâni hazretleri Istılâhât’ında buyururlar ki: “Celâ, mukaddes zâtın kendi zâtında, kendi zâtı için zuhûrudur. Ve isticlâ ise, kendi taayyünlerinde kendi zâtı için zuhûrudur.” Bu ayrıntılardan anlaşılır ki, görünme yerlerinde olan ihtilâf ve çekişme isimler arasındaki zıtlık ve farklılıktandır; ve bu zıtlık ve farklılık ise îtibârî iştir. Çünkü hepsi bir ayn’da yok hükmündedir ve saâdet ve şekâvet göreceli iştir. Hakîkatte şakî ile saîd birliktedir. Nitekim, Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî‘lerinde buyururlar:
Tercüme: “Bu ben ve biz dediğimiz taayyünleri kendin ile hizmet oyununu oynamak için düzdün. Bu ben ve sen taayyünleri birliktelik edip, işin sonunda cânânda gark olalar.”
Sonuç olarak bu taayyün etmiş görünme yerleri Hakk’ın aynasıdır. Hak onlarda isimleriyle görülmektedir. Bundan dolayı bu zıtlığı görüp “hayret”te kal ve bu işlerin, Hakk’ın zâtının gerfeği olduğunu bilip ma’rifet deryâsına dal!
Bitiş: 26 Ekim 1916, Perşembe gecesi, sâat 04:50