BU FASS LÛT KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN
“MELKİYYE HİKMETİ”NİN BEYANINDADIR.
Bu yüksek fass Lût Kelimesinde mevcût olan “melkiyye hikmet”inden bahsetmektedir. Ve “melk” (mîm) harfinin üstün harekesiyle ve (lâm) harfinin sükûnu ile “şiddet” ma’nâsınadır. Ve “melkiyye hikmeti”nin Lût Kelimesi ile bağlantılı olmasının sebebi budur ki:
Lût kavmi, tabîat işleri ve hayvâni şehvetler ile uğraşmak sûretiyle yeryüzünde fesâd ettiler. Lût (a.s.) onları hayvanlıktan insanlığa da’vet etti. İnsâni vâzifelerini tebliğ etti. Onların nefisleri güçlü ve perdeleri de o oranda şiddetli olduğundan, kabûl etmeyip Lût (a.s.)’a şiddetle, karşılık verdiler. Oysa cenâb-ı Lût onlara karşı zayıf idi ”lev enne lî bikum kuvveten ev âvî ilâ ruknin şedîd” (Hûd, 11/80) yânî “Eğer benim size karşı kuvvetim olaydı; yâhut şiddetli bir rükûna sığınaydım” buyurdu.
Ve “şiddetli rükûn” ile “kabîle”yi ve “kuvvet” ile de “mukâvemet”i, yânî beşerden çıkan “himmet”i kastetti. Ve bu temennîdeki yüksek maksâtları, kavminin şiddetli olan nefsâni perdelerinin kaynağı olan tayyün etmiş vücûdlarının şiddetli ilâhi azâb ile helâk ve giderilmesi idi.
Şimdi “himmet” kalbi fetihlerden olduğundan, cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu “melkiyye hikmeti”ni, “kalbiyye hikmeti”den sonra anlattı. Ve melk ve şiddetin görünme yerlerinde zuhûru, ilâhi isimlerin gereğinden olduğundan ve isimlerin sûretleri olan a’yân-ı sâbiteye vâkıf olmak, kader sırrına vâkıf olmaktan ibâret olup bu da Hakk’a mahsûs olduğundan ve “şiddetli rükûn” olan Hakk’a sığınan kimse Hakk’ın vücûdunda fânî, Hak ile bâkî olduktan sonra kader sırrına vâkıf olacağından, bu “melkiyye hikmeti”nden sonra da, “kaderiyye hikmeti”ni beyan buyurdu .
“Melk” şiddet ve “melîk” şiddetlidir. Hamur sıkı yoğrulunca “Hamur kuvvet ve şiddetle birbirine yapıştı” denir. Kays b.el-Hatîm, mızrağının vuruşunu vasfederken dedi: “Ben Mızrağı avucum ile kuvvetli ve şiddetli tuttum, düşmana sapladım. Mızrağın yarığını genişlettim. Diğer tarafta ayakta duran kimse, mızrağın öte yanını görür.” O da Lût (a.s.)dan naklen Allah Teâlâ’nın ”lev enne lî bikum kuvveten ev âvî ilâ ruknin şedîd” (Hûd, 11/80) yânî “Eğer benim size kuvvetim olsaydı, veyâhut şiddetli bir rükûna sığınaydım” sözüdür. Şimdi Resûlullah (a.s.) buyurdu ki: “Allah Teâlâ kardeşim Lût’a rahmet etsin ki, muhakkak şiddetli bir rükûna sığındı.” Bundan dolayı Allah, şiddetli olduğundan, muhakkak onun Allah ile olduğuna dikkat çekti (1).
Yânî Lût Kelimesi, “melkiyye hikmeti’ne bitişmiş olduğu için cenâb-ı Şeyh (r.a.) “melk”in ne demek olduğunu ve Lût (a.s.) ile münâsebetini izâh için buyururlar ki:
(Mîm) harfinin harekesinin üstünü ve (lâm) harfinin sükûnu ile “melk” şiddet ve “melîk” ise şiddetli ma’nâlarına gelir. Nitekim hamur katı olunca “Hamurun parçaları kuvvet ve şiddetle birbirine yapıştı” derler. Ve aynı şekilde Arap şâirlerinden Kays b. el-Hatîm ismindeki zât, mızrağının darbesini anlatmak için söylediği beyitte, “melk”i kuvvet ve şiddet ma’nâsında kullanmıştır.
Ve Hak Teâlâ hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’de cenâb-ı Lût’dan naklen: “Eğer benim size karşı kuvvetim olsaydı veyâhut ben şiddetli bir rükûna sığınaydım” (Hûd, 11/80) buyurduğu ve “melk”in şiddet ve “melik”in şiddetli ma’nâlarına gelişi yönüyle, “melkiyye hikmeti”nin Lût Kelimesine bağlanması bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır.
Ve cenâb-ı Lût’un bu sözüne karşı (S.a.v.) Efendimiz: “Allah Teâlâ, kardeşim Lût’a rahmet etsin ki, muhakkak şiddetli bir rükûna sığındı” buyurmakla, Cenâb-ı Lût’un güçlü ve şiddetli olması cihetiyle Allah ile berâber olduğuna dikkat çekti.
Ve Lût (s.a.)’ın “şiddetli rükûn” ile kastettiği şey “kabîle” ve “Eğer size karşı benim kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) sözüyle kastettiği şey de, mukâvemet”tir ve o da, burada özellikle beşerdeki himmettir. Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Lût (a.s.)’ın “ev âvî ilâ ruknin şedîd” yânî “veyâ şiddetli bir rükûna sığınaydım” (Hûd, 11/80) dediği o zamandan îtibâren bütün peygamberler kendi kavminden bir cemâat ve onu himâye eden bir kabîle içinde gönderildi, Resûlullah (s.a.v.) ile Ebû Tâlib gibi (2).
Yânî cenâb-ı Lût “şiddetli rükûn” tâbîriyle “kabîle”yi kastetti. Ve bununla “Benim kuvvetli kabîlem olup o kabîleye ilticâ edeydim ”demek istedi. Ve “Eğer benim size karşı kuvvetim olsaydı” tâbîriyle de mukâvemeti kastetti. Ve kuvvet dahî, içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesinde, özellikle beşerden çıkan himmetten ibârettir. Veyâhut “kuvvet” tâbîri, başka mahallerde, hiç te’vîlsiz “kuvvet” ma’nâsında kullanılır ise de, burada yânî cenâb-ı Lût’un sözünde “beşerin himmeti” ma’nâsına gelir.
Lût (a.s.)’ın sözünün hakîkat lisânı ile olan îzâhı budur ki: Ben henüz fenâ-fillah makâmındayım ve bu makâmda kendi nefsim ile Hakk’In vücûdunda helâk olmuş bulunduğum için, salt ubûdiyyet ile vasıflanmışım. Bundan dolayı bende himmet ile tasarruf yoktur ve eğer bu makâmdan bakâ-billah makâmına geçip bende bütün ilâhi isimlerin eserleri fiilen zâhir olsa idi, o ilâhi isimlerin toplanmışlığının kuvvetiyle tasarruf ederek îcâd ve ortadan kaldırmaya himmet ederdim . Ve şiddetli rükûn olan kabîleye sığınmakla, o görünme yerinin kuvvet ve şiddeti derecesinde, Hakk’ın fiili de, kuvvetli ve şiddetli olarak zâhir olurdu .
Bilinsin ki, fenâ-fillah makâmı, mutlak vücûdun vechinden taayyünlerin kalkmasından ibârettir. Çünkü, taayyünlerin gereği olan bu benlik ve bizlik perdeleri, o mutlak hakîkatin cemâl perdeleridir. Bu taayyün, mutlak bir oluşunun tecellîsiyle ortadan kalkınca, gayrılık perdeleri de aradan kalkar ve bu mertebede olan kimsenin bakışında taayyünlerin, vehimden ibâret olan geçici gayrılıkları gider. Ve böyle bir kimse ortada, Hakk’ın vücûdundan başka tasarruf isnâd edebileceği bir vücûd göremez; bundan dolayı kendisi himmet ve tasarruf sâhibi değildir. Bu mertebede istersen “Bu vücûd Hak’tır” de, istersen “Ben Hakk’ım” de! İkisi de birdir. Nitekim Gülşen-i Râz’da buyrulur:
“Hudâ’dan gayrı mevcûd yoktur el-hak
Dilersen Hak de, istersen Ene’l-Hak”
Fakat bu makâmdan sonra gelen bakâ-billah makâmının hükmü başkadır. Çünkü bu makâm, insan-ı kâmilin makâmıdır. Bu mertebe, mutlak zâtın kendisini en mükemmel bir görünme yerinde açığa çıkarmasıdır. Çünkü insan-ı kâmil, mutlak vücûdun cismâni ve nûrânî ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerinin hepsini toplamıştır. Ve bu mertebe mutlak zâtın en son tecellîsi ve en sonuncu taayyün elbisesidir.
Ve insan urûcu yânî yükselişi anında zâtî yayılışı ile bütün mertebelerde zâhir olduğu zaman, ona “insan-ı kâmil” derler. Ve bu yükseliş ve yayılma Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’de en mükemmel yönüyle olmuştur. Onun için “nebîlerin sonuncusu” ve “resûllerin imâmı” derler. Çünkü bu son tecellîdir .Ve onlarda Hakk’ın zuhûr ve tecellîsi, zâtî zorunlu oluştan başka, bütün isimler ile olmuştur ve zâhir olan isimlerin hükmü biri diğerine gâlip olmaksızın eşitlik ve i’tidâl dâiresinde kemâl yönü üzeredir. Her ne kadar Hak, diğer nebîlerde ve evliyâsında da bütün isimleriyle zâhir olmuşsa da onlarda zâhir olan isimler, îtidâl üzere değildir. Bâzısının hükmü, bâzısına gâlibdir. Bundan dolayı “en mükemmel görünme yeri ” tâbîri ancak Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz’e mahsûstur.
Nazım (Yazanı tarafından hakîr):
Ey Hak sûreti, kemâl-i mutlak
Sen vücûd nûrusun muhakkak
Olsaydın eğer yoklukta pinhân
Zulmette kalırdı hayyiz imkân
Zâhirde her ne kadar sen beşersin
Bâtında fakat neler, nelersin
Cisminde okundu sırf-ı furkân
Rûhunda sezildi remz-i Kur’ân
Cisminle Kureyşî ve Arabsın
Rûhunla cihâniyâna rabsın
Fikirler seni anlamakta a’cez
Ezvâk-ı şehi dilenci bilmez
Ancak seni, sen bilirsin ey şâh
Mümkün mü o makâma olmak âgâh
Menşûr-ı kemâlidir müebbed
Sallû sallû alâ Muhammed
Sonuç olarak fenâ-fîllah makâmında olan kimsenin, bir şeyin îcâd ve ortadan kalkmasında himmete tasarrufu yoktur. Fakat bakâbillah mertebesinde olan insan-ı kâmilin, görünme yeri olduğu ilâhi isimler toplanmışlığının kuvvetiyle tasarrufu ve îcâd ve ortadan kaldırmaya himmeti vardır.
Ve insan-ı kâmilin âlemde tasarrufu, görünme yerleri vâsıtasıyla açığa çıkar. Yânî insan-ı kâmil, bir şeyin icâdına veyâ helâkine himmet ettiğinde, zâhir ve bâtın kuvvetlerinin bütün hepsini, o şeye tâm bir huzûr ile yöneltir. Ve o şey görünme yerleri vâsıtasıyla mevcûd veyâ yok olur; çünkü Hakk’ın fiilleri görünme yerleri dolayısıyla açığa çıkar ve görünme yerlerinin kuvvet ve şiddeti dolayısıyla Hakk’ın fiili de kuvvetli ve şiddetli olur ve Hak o görünme yerlerinden şiddetli şiddet ile şiddet eder.
Nitekim Benî İsrâil’in Şam’da iki defa fesad çıkarmaları üzerine Hak Teâlâ buyurur. “Fe izâ câe va’du ûlâhumâ beasnâ aleykum ibâden lenâ ulîbe’sin şedîdin fe câsû hılâled diyâri, ve kâne va’den mef’ûlâ” (İsrâ,17/5) Yânî “O iki fesâdınızın birinin vâdesi geldiğinde, kuvvet ve şiddet sâhibi olan kullarımızı sizin üzerinize göndeririz ki, onlar düşmanlıkla diyârınızın ortasına girerler. Ve bu va’d olunmuştur, elbette olacaktır”. Bundan dolayı Hak, Benî İsrâil üzerine Buhtunnasr ve onun askerleri gibi kuvvet ve şiddet sâhibi olan görünme yerlerini Mûsâllat edip şiddetli azâb etti.
İşte Lût (a.s) “lev enne lî bikum kuvveten” yânî “Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) sözüyle “mukâvemet”i, yânî “himmetle tasarruf”u ve “ev âvî ilâ ruknin şedîd” yânî “veyâ şiddetli bir rükûna sığınaydım” (Hûd, 11/80) sözüyle de “kabîle”yi, yânî kavmine karşı azâb etmek için kuvvetli ve şiddetli görünme yerlerini kastetti.
Ve bununla Hak Teâlâ’dan, bakâ-billah makâmına naklini ricâ etti. Ve Resûllah (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Lût (a.s.)‘ın “ev âvî ilâ ruknin şedîd” yânî “veyâ şiddetli bir rükûna sığınaydım” (Hûd, 11/80) dediği vakitten îtibâren bütün nebîler kendi kavminden bir cemâat içinde ve düşmanlarının şerrini defeder ve onu himâye eder bir kabîle içinde gönderildi.” Yânî Cenâb-ı Hak Lût’un temennîsini kabûl edip kendi zamânında, şiddetli rükûn olan kabîle makâmının yerini tutmak üzere melek gönderdiği gibi, ondan sonra gönderdiği nebîleri de kabîle içinde gönderdi. Nitekim Ebû Tâlib, (S.a.v.) Efendimiz’i himâye ederdi .
Şimdi Lût (a.s.)‘ın “lev enne lî bikum kuvveten” yânî “Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) demesi, Allah’ın “halakakum min da’fin sümme ceale min ba’di da’fin kuvveten” yânî “sizi zayıflıktan hálk etti sonra zayıflığın ardından bir kuvvet kıldı“ (Rûm, 30/54) buyurduğunu işitir olmasından dolayıdır. Şu halde, kuvvet kılınma ile ârız yânî geçici oldu. O da araz olan kuvvettir. Kuvvetten sonra zayıflığı ve ihtiyarlığı meydana getirdi; bundan dolayı kılma, ihtiyarlığa bağlantılı oldu. Ve zayıflığa gelince, o hálk ettiğinin aslına geri dönmesidir. O da Hakk’ın “halakakum min da’fin” yânî “sizi zayıflıktan hálk etti” sözüdür. Şimdi onu kendisinden hálk ettiği şeye geri döndürdü. Nitekim, Hak Teâlâ “men yuraddu ilâ erzelil umuri li keylâ ya’leme min ba’di ilmin şey’â” (Hac, 22/5) yânî “İnsan, ilminden sonra bir şeyi bilmemesi için erzel-i ömre yânî ihtiyarlığa gönderilir” buyurdu. Böyle olunca Hak, onun ilk zayıflığına geri döndürüldüğünü hatırlattı. Şu halde zayıflıkta ihtiyârın hükmü, çocuğun hükmüdür (3).
Yânî Lût (a.s.)ın: “Eğer benim sizi karşı kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) demesinin sebebi, Hakk’ın: “Allah Teâlâ sizi asıl olarak zayıflıktan hálk etti ve o zayıflıktan sonra kuvvet verdi” (Rûm, 30/54) sözünün ma’nâsını ilâhi nûr ile idrâk etmesinden dolayı idi. Çünkü kendisi fenâfillah makâmında idi.
Ve onun bu ma’nâyı idrâki, işitmekle oluşan ilim türünden değil, belki hakka’l-yakîn mertebesinden olan bir idrâk idi. Bundan dolayı bildi ki, kendisi izâfî yokluktan mahlûk ve Hakk’ın vücûdu ile mevcûddur. Ve aslı izâfi yokluktan ibâret olan kimsenin kuvveti yoktur. Bunun için kuvveti sâhibine gönderip kendisi asıl ile zâhir oldu. Şu halde, insandaki kuvvet sonradan yapılma şekliyle ârız yânî geçici oldu ki, bu kuvvet de araz olan kuvvettir. Ve “araz”, ortaya çıkmak için bir vücûda muhtâc olan ve iki zamanda dâimi olamayan şeye derler.
Örneğin, buzun vücûdu ve ondaki kuvvet, suyun vücûduna göre arazdır ve ondaki kuvvet, suyun dondurulması sûretiyle sonradan meydana getirilir. İşte bunun gibi, insanın cismi de mutlak vücûdun, kesâfetle taayyün ve kayıtlanmasından sonradan meydana gelmiş olmakla, ondaki kuvvet dahî, kılınmış yânî yapılmış ve araz kuvvet olmuş olur.
Ve bütün görünme yerlerinde açığa çıkan -elektrik, buhar kuvvetleri gibi- kuvvetler, hep böyledir. Bundan dolayı, zamânımızdaki fen filozoflarının, âlem sûretlerinin meydana gelişinde “kuvvet” ve “madde” isimleriyle başlı başına iki vücûd farz edip “Bunlar ezelîdir, ebedîdir” demeleri, işin hakîkatine vâkıf olamamalarındandır. Çünkü, vücûd birdir. Maddenin vücûdu bağımsız değil, belki hakîkî vücûda bağlı bir vücûddur. Bundan dolayı maddenin vücûdu îtibâri ve araz bir husûstur. “Kuvvet” ise, o hakîkî vücûdun zâti gereği olan bağıntıları ve sıfatlarıdır. Ve bir olan vücûdu sıfatlarına bakarak o kadar vücûda ayırmak ve her bir sıfatının bir vücûd olduğunu iddiâ etmek gülünecek derecede bir hafiflik olur.
Şimdi insan ilk olarak izâfi yokluktan, yânî zayıflıktan hálk edildi, daha sonra Hak onda araz yâni geçici bir kuvvet meydana getirdi. Ve bu geçici ve yapılmış olan kuvvetten sonra da zayıflığı ve ihtiyarlığı meydana getirdi. Yânî Hak geçici olan kuvveti gidererek insanı aslî zayıflığına gönderdi; çünkü geçici olan kuvvet oluşunca, insanın aslı olan zayıflık, onda gizli kaldı. Bundan dolayı geçici olan kuvvet gidince, onda aslî olan zayıflık oluştu ve sonradan ortaya çıktı. Fakat zayıflığın sonradan oluşu başka, ihtiyarlığın sonradan oluşu başkadır. Çünkü insanda zayıflığın sonradan oluşu, onun aslî zayıflığına gönderilmesidir; ve ihtiyarlığın sonradan oluşu ise, onun yokluktan îcâdı ve meydana getirilişidir.
Çünkü bir delikanlının vücûdunda ilk başta ihtiyarlık yoktur, sonradan meydana gelir. Şu halde yapma ve sonradan meydana gelme ihtiyarlığa bağlantılı oldu. Ve zayıflığa gelince bu, insanın kendi hálk edilişinin aslına geri dönmesidir. Yânî insanda zayıflığın meydana getirilmesi ve yapılması, onun aslı olan zayıflığına geri dönmesidir. Ve insanın hilkatinin aslının, zayıflık olduğunda Hak Teâlâ’nın “halakakum min da’fin” yânî “sizi zayıflıktan hálk etti” (Rûm, 30/54) sözünden istifâde edilmiştir. Demek ki, Allah Teâlâ insanı öncelikle neden hálk etti ise, ona gönderdi. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “İnsan, ilimden sonra bir şeyi bilmemesi için erzel-i ömre yânî ihtiyarlığa gönderilir” (Hac, 22/5).
Bundan dolayı Hak, bu âyet-i kerîmede insanın ilk zayıflığına gönderildiğini hatırlattı. Böyle olunca zayıflıkta ihtiyarın hükmü, küçük çocuğun hükmüdür; çünkü insan küçük bir çocuk olduğu hâllerinde bir şey bilmez, âlemden habersizdir. Erzel-i ömre yânî ihtiyarlığa gönderilen yaşlanmış kişi de çocuk gibi olur, bir şey bilmez. İlk zayıflığına gönderilmekten kasıt, çocukluktaki mizâcın zayıflığına gönderilmektir. Çünkü bu iki mizâcın zayıflığı, hükümde birbirine benzerdir; fakat bir dîğerinin aynı değildir; çünkü tecellîde tekrar yoktur.
Ve bir nebî ancak kırk yaşını tamamladıktan sonra gönderildi. O da onun noksanlığının ve zayıflığının başlaması zamanıdır. İşte bunun için Lût (a.s.) “lev enne lî bikum kuvveten” yânî “Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) dedi; ve zayıflığın başlamasıyla berâber, te’sir edici himmeti taleb etti (4).
Yânî her bir nebî kırk yaşını tamamladıktan sonra, kavmini da’vete gönderildi. Ve insanın kırk yaşı, beşeri kuvvetlerine noksanlığın ve tabîî mizâcına zayıflığın bulaşmaya başlaması zamânıdır. Onun için Cenâb-ı Lût kavmine: “Eğer bende ihtiyarlık eserleri başlamasaydı da size karşı kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) dedi; ve cisminde tabîî zayıflık bulunmakla berâber, tabîatına âit bir kuvvet talebinde bulunmadı da, te’sir edici himmeti istedi. Çünkü Cenâb-ı Lût tabîata âit kuvvetin geçici olduğunu ve ihtiyarlık dolayısıyla zayıflığa doğru gittiğini ve bundan dolayı onun ihtiyarlıkla berâber oluşunun imkânsız bulunduğunu bilir.
Şimdi eğer sen, “Lût (a.s.)’ı te’sir edici himmetten men’ eden nedir? Oysa o, tâbîlerden olan sâliklerde mevcûddur; bundan dolayı resûl olanlar daha üstündür” dersen, ben derim ki: Doğru söylersin. Fakat sende başka bir ilim eksiktir. Bu da şudur ki, hakîkatte ma’rifet, himmet için tasârruf etmeye izin vermez. Şu halde ârifin ma’rifeti yükseldikçe, onun himmet ile tasarrufu eksilir (5).
Yânî biri çıkıp sorsa ki: “Sen “lev enne lî bikum kuvveten” yânî “Eğer benim size kuvvetim olsaydı” (Hûd, 11/80) âyet-i kerîmesinde Lût (a.s.)’ın temennî ettiği kuvvetin “mukâvemet” ma’nâsına geldiğini ve ondan kastın da bu dünyevî oluşumda beşerden çıkan “himmet” olduğunu beyân ettin.
Oysa bu te’sir edici himmet, nebîlerin şerîatine tâbi’ olup velâyet makâmına ulaşmış olan zâtlarda mevcûddur. Tâbi’ olanda mevcûd olan bir şeyin onun tâbi’ olduğu zâtta bulunmaması nasıl olur? Bu te’sir edici himmetin peygamberlerde de bulunması gerekir”.
Bu suâle cevâben ben derim ki: Evet, senin bu kıyâsın doğrudur. Fakat sen diğer bir ilimden gâfil oldun ki, o da ilâhi ma’rifetin himmet ile tasarruf etmeye mânî olmasıdır; çünkü ârif-i billâhın ma’rifeti ne kadar yüksek olursa, himmetle tasarruf edişi de o oranda az olur.
Bu da iki yönden ileri gelir. Bir yönü, onun ubûdiyyet makâmı ile tahakkuk etmiş olmasından ve tabîî olan hálk edilişinin aslına bakışından dolayıdır. Diğer yönü de, tasarruf eden ile tasarruf edilenin ahad yânî tek oluşudur. Bundan dolayı üzerine himmeti gönderilecek kimseyi görmez; şimdi bu, onu men’ eder (6).
Yânî ma’rifetin, ârifin himmetle tasarruf etmeye izin vermemesi iki yönden ileri gelir. Yönün birisi budur ki:
Ârif ubûdiyyet makâmında tahakkuk etmiştir; kendiliğinden tasarrufa kalkışmaz. Efendisinin emrini bekler; her ne emrederse, onu yerine getirir. Çünkü me’murdur; me’mûr ise ma’zûrdur. Fiil ve tasarruf, ancak efendisinindir.
Kendi irâdesini, efendisinin irâdesinde fânî yapmıştır. Ve ubûdiyyet makâmında tahakkukla berâber, tabîî olan hilkatinin aslına bakar. Kendisinin “zayıflık’ olan izâfi yokluktan mahlûk olduğunu ve Hakk’ın vücûduyla kâim bulunduğunu görür ve tasarrufu terk ederek bu husûsta Hakk’ı vekîl edinir.
İkinci yönü de budur ki: Ârif, tasarruf eden ile tasarruf olunanı bir vücûddan ibâret bilir ve ikisinin ahad oluşunu müşâhede eder. Ve kendisinin taayyünü ile çevresinde bulunan bütün taayyünlerin, bir olan mutlak vücûdun kayıtlanması ve taayyünü olduğuna hakka’l-yakîn ile ârîf olur. Bundan dolayı üzerine himmeti gönderebileceği bir kimseyi göremez. Çünkü mutlak vücûdun ahadiyyetini müşâhede etmektedir. O’nun vücûdundan başka bir şey göremez. Şu halde kimin üzerinde tasarrufunu icrâ edecektir? İşte ârifin bu ma’rifeti ve müşâhedesi, kendisini tasarruftan men’ eder .
Soru: Biraz yukarıda, baka-billah makâmında olan insan-ı kâmilin görünme yeri olduğu ilâhi isimler toplanmışlığının kuvvetiyle tasarruf etmesi ve îcâd ve ortadan kaldırmaya himmeti vardır denilmiş idi. Burada ise, ârifin ma’rifeti yükseldikçe himmetle tasarrufu eksilir, deniliyor. Oysa insan-ı kâmil zamanının eşsizi ve ma’rifette evliyâullahın hepsinden yükseğidir. Bu yüksek ma’rifetle onun tasarrufu nasıl olur?
Cevap: Bakâ-billah makâmında bulunan insan-ı kâmil, bir aynadır ki, Allah’ın zâtı onda bütün isimleriyle zâhir olur. Ve ayna kendisinde görünen sûretlerde, nasıl ki zerre kadar tasarruf sâhibi değil ise, insan-ı kâmilin hâli de böyledir. Kendisinden çıkan fiillerin hepsi Hakk’ındır. Çünkü onda taayyün etmiş vücûdunun sıfatlarından kaynaklanan hazlar adına hiçbir şey kalmamıştır ki, kendine mahsûs bir irâdesi olsun da himmetini bir şeye göndersin. Şu kadar ki, bu saâdet sofrası zât dahî her cisim sâhibi olan kimseler gibi, yeryüzünde yürür, yer, içer ve evlenir. Kendisinden rızâ ve gazab gözükür. Bu hâli görenler, onun da nefsâni sıfatları bizimki gibi uyanıktır, derler; oysa uyumuştur. O bağımsız bir himmet sâhibi değildir. Belki Hakk’ın irâdesi ne ise, himmetini ona gönderir. Rızâsı ve gazabı, Hakk’ın rızâsı ve gazabıdır. Kendi aslâ tasarruf sâhibi değildir. Nitekim, âyet-i kerîmede işaret buyrulur:
“Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûd, ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâl” yânî “Sen onları uyanık zannedersin, halbuki onlar uykudadır ve biz onları sağa, sola döndürürüz” (Kehf, 18/18).
Bundan dolayı bu mübârek zâtı görünüşüne bakıp anlamak gâyet zordur. Nitekim Hz. Mısrî buyurur:
Özü yoktur ki özünden biline
Dahi tozmaz ki tozundan biline
Sen onu sanma sözünden biline
Hakîkat ehlinin olmaz nişânı
Menkıbe: Reşehât‘da yazar ki: Timurleng’in torunlarından Mirzâ Bâbür beş yüz bin asker ile Semerkand’ı idâresi altına almaya yönelir. Şah Nakşbend (r.a.)’ın halîfelerinden Ubeydullah Ahrâr (r.a.) orada imiş. Onların himmet ve tasarrufuyla asker perişan olup şehri alamazlar. Mirzâ Bâbür tasavvuf ehli ile sohbetler edermiş. Bir gün eski Semerkand’ın hisârı üzerine yan üstü yatıp “Ârifde himmet olmaz, ârifde himmet olmaz!” diye bağırdıktan sonra demiş ki: “Her ne kadar biz Semerkand’ı alamadık; fakat bizi himmetle harâb eden Hâce hazretlerinin de ârif olmadığını anladık”. Hace hazretleri bunu işitince buyurmuşlar ki: “Mirzâ Bâbür bu sözün ma’nâsını bilmezmiş; eğer bilseydi böyle söylemezdi. Çünkü ârif bir fenâ ile müşerref olmuştur ki, kendisinin bütün vasıfları yokluğa gidip kendiliğinde nâm ve nişan kalmamıştır. Ondan her ne çıkarsa, ona mensûb değildir.
“Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehüm, ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” yânî “Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı.” (Enfâl, 8/17) âyet-i kerîmesi bu ma’nâyı beyân etmektedir.
Eğer böyle olmasaydı, nebîlere (a.s.) bağlamak güç olurdu; çünkü Nûh ve Hûd (a.s.) gibi enbiyâ hazâratı, kavimlerini kahredici kuvvet göndermekle alt üst ettiler.”
Ve bu müşâhede makâmında görür ki, muhakkak kendisiyle çekişen kimse, “ayn”ının sâbitliği hâlinde ve yokluk hâlinde üzerinde bulunduğu hakîkatten sapmadı. Böyle olunca ancak yokluk hâlindeki sâbitliğinde onun için olan şey vücûdda açığa çıktı. Bundan dolayı, o hakîkatini aşmadı ve gidişâtını bozmadı. Şimdi buna çekişme isminin verilmesi ancak insanların gözleri üzerinde olan perdenin meydana getirdiği araz bir husûstur. Nitekim, onlar hakkında Hak Teâlâ buyurur: “ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn” (A’râf, 7/187) Yânî “Velâkin insanların çoğu bilmediler” ve ”Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hum anil âhıreti hum gâfilûn” (Rûm, 30/7) yânî “Onlar dünyâ hayâtının zâhirini bilirler. Oysa, işlerin sonundan gâfildirler.” O da çevrilmiş olmasındandır. Çünkü gâfil onların “kulûbunâ gulf” (Bakara, 2/88) yânî “Bizim kalbimiz kılıflıdır; kılıf içindedir” sözlerindendir. Ve o kılıf dahi işi olduğu üzere idrâk etmekten örten bir perdedir. İşte bu ve onun benzerleri, ârifi âlemde tasarrufdan men’eder (7).
Yânî ârif, ahadiyyeti müşâhede makâmında görür ki, kendisiyle çekişmekte olan kimse, hakîkatinden dışarıya çıkmamıştır. O ilâhi ilimde ayn-ı sâbitesinin sâbitliği hâlinde ve ilim mertebesinde yokluğu hâlinde, onun hakîkatı ne ise, yine o hakîkat üzerinde sâbittir. Bundan dolayı onunla çekişmekte olan kimse, çekişmekle kendi hakîkatı üzerinde sâbit ayak olur. Ve kendisine âit sırât-ı müstakîm üzerinde yürür. Ve ilâhi ilimde yokluk hâlinde sâbitliğin ne demek olduğu Üzeyr Fass’ında örnek ile îzâh olunmuştur, oraya mürâcaat olunsun.
İşte bunun böyle olduğunu bilen ârif, kendisiyle çekişmekte olan şeyin kaldırılması için üzerine himmeti göndermez. Şu halde çekişenden ortaya çıkan şeye “çekişme”‘ denilmesi, insanların gözlerindeki perdenin peydâ ettiği araz olan bir şeydir; yoksa hakîkatte çekişme yoktur.
Çünkü her bir görünme yerinin bir hâs Rabb’i vardır ve o hâs Rabb’i olan ilâhi isim onun rûhu ve idâre edicisidir ve o isim, o görünme yerini alnından tutup kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde götürür. O görünme yerinin hâs Rabb’inin tedbîrine muhâlefete gücü yoktur. Ve isimlerin hepsi bir olan vücûdun işleridir ve bu işler de mutlak zâtın gereğidir ve kendi zâtının aynıdır. Ve her bir görünme yerinden ortaya çıkan fiiller, onun idâre edicisi olan ismin kemâlidir.
Ârif bunun böyle olduğunu bildiğinden, hakîkat bakışıyla baktığı zaman, her görünme yerinin fiilini hoş görür ve mücâdele etmeyip kabûl eder. Fakat şeriat bakışıyla baktığı zaman, kâfirlerden çıkan küfre ve fâsıklardan zûhur eden fıska îtirâz eder. Çünkü şeriat ikilik perdesi üzerine kurulmuştur. Ve perde olan mahalde ise çekişem vardır. Nitekim, bu hakîkate vâkıf olmayan kimseler, gözlerine çekilmiş olan tabîat zulmetleri ve imkâni hükümlerin perdeleri sebebiyle bir dîğerleriyle dâimâ çekişme içindedir.
Bunun için Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de perde ehli hakkında buyurur: “Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar dünyâ hayâtının zâhirini bilirler ve âkıbetten gâfildirler” (Rûm, 30/7). “Gâfil” sözü çevrilebilen sözlerdendir. Çünkü “gâfil” perde ehlinin (Bakara, 2/88) yânî “Bizim kalbimiz kılıflı, yânî kılıf içindedir” sözlerinden alınmıştır.
Ve “kılıf” sözü çevrilince “gâfil” sözü hâsıl olur. Veyâhut “Gâlif ‘in çoğulu olan “gâlifûn” kelimesi çevrildiğinde, “gâfil”in çoğulu olan “gâfilûn” kelimesi hâsıl olur. Ve “gılâf yânî kılıf” bir iş ilâhi ilimde ne şey üzerine sâbit idiyse, o hal üzere o şeyi idrâkten kalbi örten perde ve örtüdür. Ve gaflet ehlinin kalbi kılıf içinde olduğundan ancak dünyâ hayâtını idrâk ederler. Bu perde âhiret oluşumunu müşâhedeye mâni’ olur.
İşte gerek bu îzâh olunan ve gerek buna benzeyen sebebler, ârifi âlemde tasarruftan men’ eder. Çünkü görür ki, her şey yerli yerindedir. Beğenilmeyecek bir şey yoktur ki ârif onu yerinden kaldırıp başka bir yere koymak için himmet sarf etsin. Amma Hakk’ın murâdı, o şeyin başka türlü cereyânı merkezinde ise o başka. Ve şu halde o şeyin yânî himmetin diğer sûrete gönderilmesi yine kendi ayn-ı sâbitesinin gereği olmuş olur.
Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Kâid, Şeyh Ebû’s-Suûd b. eş-Şiblî’ye: “Niçin tasarruf etmiyorsun?” dedi. Ebû’s-Suûd: “Ben Hakk’a bıraktım, benim için dilediği gibi tasarruf etsin diye” dedi. Allah Teâlâ’nın âmir olduğu halde “fettehızhu vekîlâ” yânî “O’nu vekîl edinin” (Müzzemmil 73/9) sözünü murâd eder. Şimdi vekîl tasarruf edendir; ve ayrıca da o, Allah Teâlâ’yı işitti ki:“ve enfikû mimmâ cealekum mustahlefîne fîh” (Hadîd, 57/7) yânî “Sizi halîfe yaptığı şeyden infâk ediniz!” der. Bundan dolayı Ebû’s-Suûd ve ârifler, gerçekte ellerinde olan husûsun kendilerinin olmadığını ve o şeyde halîfe olduklarını bildiler. Daha sonra Hak ona dedi: “Onda seni halîfe ettiğim ve onu sana mülk olarak verdiğim şeyde beni vekîl kıl ve edin!” Böyle olunca Ebû’s-Suûd Allah’ın emrine uyarak, O’nu vekîl edindi (8).
Yânî ârifi âlemde tasarruftan men’ eden sebeplerden birisi de budur ki: Cenâb-ı Ebû Abdullah Muhammed b. Kâidi’l-Evânî, Hz. Ebû’s-Suûd eş-Şiblî-i Bağdâdî’ye, Fütûhât-ı Mekkiyye‘nin yirmi beşinci bölümünde bahsedildiği şekilde: “Yâ Eba’s-Suûd! Allah Teâlâ seninle benim aramda memleketi taksîm etti. Benim tasarruf ettiğim gibi, niçin sen de tasarruf etmiyorsun?” dedi. Cenâb-ı Ebû’s-Suûd, ona cevâben buyurdu ki: “Yâ ibn Kâid! Ben hissemi sana bağışladım; biz Hakk’ı bıraktık ki, bizim için tasarruf eyliye”.
Cenâb-ı Ebû’s-Suûd bu sözü ile Hak Teâlâ’nın “fettehızhu vekîlâ” yânî “O’nu vekîl edinin” (Müzzemmil, 73/9) sözüyle olan emrine uyduğunu söylemek ister. Çünkü mâdemki Hak kendisinin vekîl edinilmesini emrediyor, bu emriyle tasarrufun kendisine terkini emretmiş oluyor. Çünkü vekîl tasarruf edicidir. Ayrıca, Cenâb-ı Ebû’s-Suûd Hak Teâlâ hazretlerinin “ve enfikû mimmâ cealekum mustahlefîne fîh” (Hadîd, 57/7) yânî “Sizi halîfe yaptığı şeyden infâk ediniz!” (Hadîd, 57/7) sözünü de işitmiştir ki, bununla Hak, kullarını halîfe yaptığı şeyde, onlara infâk ile emreder.
Yânî “Sizi rubûbiyyette halîfe kıldım ve bütün kuvvetleriniz ve a’zâlarınız mâdemki ben oldum, siz de izâfi vücûdunuza âit bağlantıların hepsini bana harcayınız ve bütün işlerinizde beni vekîl edinip tasarrufla ortaya çıkmayınız!” buyurur. Bundan dolayı gerek Ebû’s-Suûd ve gerek diğer ârifler, bu hitâbı işitince ellerinde olan husûsun kendilerinin mülkü olmadığını ve o şeyde halîfe kılınmış olduklarını bildiler. Şu halde cenâb-ı Ebû’s-Suûd ilâhi emre uyarak tasarruftan vazgeçip, Hakk’ı vekîl edindi.
Şimdi bu gibi bir emri müşâhede eden kimse için himmet nasıl dâimi kalır ki, onunla tasarruf etsin. Oysa himmet ancak yoğun bir konsantrasyon ile te’sîr eder ki, üzerine konsantre olduğu şey’in dışındakilere, onun sâhibi için yöneliş olmasın; ve bu ma’rifet yâni bilgi, onu bu konsantrasyondan ayırır. Bundan dolayı tam bir ma’rifet sâhibi olan ârif gâyet âciz olur ve zayıflıkla zâhir olur (9).
Yânî yukarıda îzâh edilen emri müşâhede eden kimsede himmet kalır mı ki, şuna buna himmeti göndermekle tasarruf etsin? Oysa bir şeyde himmetle tasarruf etmek için zahir ve bâtın kuvvetlerin bütün hepsini, o şeye tam bir huzûr ile ve küllî bir yöneliş ile yöneltmeli ve o şeyin dışında bir şeye kalbde yer olmamalı, yânî başka şeye gönül yönelmemelidir. İşte himmet böyle bir konsantrasyon ile te’sirli olur. Ve bu bahsedilen ma’rifet ise, ârifi bu konsantrasyondan ayırır; çünkü himmetini sarf edeceği şeye küllî bir yöneliş ile yönelip onu kalbine dâhil etmekle Hakk’ın ma’rifetini kalbinden çıkarması gerekir. Bundan dolayı ma’rifeti tamâm olan ârif, tasarruftan uzak ve gâyet âciz ve zayıflık ile zâhir olur.
Abdâlın bâzısı şeyh Abdü’r-Rezzâk’a dedi: “Ya Abde’r-Rezzâk! Şeyh Ebû Medyen’e selâmdan sonra de ki! Yâ Ebâ Medyen, niçin, bizim üzerimize bir şey güç gelmez, halbuki senin üzerine eşyâ güç gelir ve biz senin makâmına rağbet ediciyiz, sen ise bizim makâmımıza rağbet edici değilsin?” Bununla berâber Ebû Medyen indinde bu ve onun gayrı makâm mevcûd idi. Ve oysa biz zayıflık ve âcizlik makâmında Ebû Medyen’den daha tamamız. Bununla berâber bu abdâl ona dediğini dedi; bu da o türdendir (10) .
Bilinsin ki, velâyet sâhiplerinin sınıfları vardır. Bunlardan bir sınıfı işlerin düğümlenip çözülmesine me’mûr olup, Hakk dergâhının çavuşlarıdır. Bu zâtlar, “ahyâr yânî hayırlılar” denilen üç yüz kişidir. Bunların yedi kişisine “abdâl” derler. Avâm lisânında “yediler” denilir. İşte bu abdâldan bâzıları, şeyh Abdü’r-Rezzâk hazretlerine gelip dediler ki: “Bizden Ebû Medyen Mağribî’ye selâm söyledikten sonra de ki! Ey Ebâ Medyen! Âlem işlerinde tasarruf etmek bize güç gelmiyor; fakat sana güç geliyor. Oysa bizim senin makâmına rağbetimiz vardır, sen ise bizim makâm ve mertebemize hiç iltifat etmezsin; bunun sebebi nedir?”
Bununla berâber Ebû Medyen (r.a.) hazretlerinin indinde hem bu soruyu soran “abdâl”ın ve hem de diğer evliyâullâhın makâmı mevcût idi. Ebû Medyen Mağribî hazretlerinin mübârek isimleri Şuayb’dır. Kendileri bu kitâbın sâhibi Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin yüksek mürşidleridir.
Soru: Ebû Medyen hazretlerinde, âlem işlerinde tasarruf eden abdâlın makâmı olunca, onun da tasarruf etmesi gerekir. Oysa âlem işlerinde tasarrufun ona güç geldiği beyân olunuyor. Bu iki hal birbirine nasıl uygun olur?
Cevap: Zâti ubûdiyyet makâmında duran insan-ı kâmil, kendisinde emânet olan araz yânî geçici rubûbiyyeti Allah Teâlâ’ya çevirir; ve kendisi rubûbiyyetin gereği olan tasarrufa kalkışmaz. O ancak salt ubûdiyyetin îcâbına uyarak, kâmil olarak efendisine yönelir. Fakat bu küllî yöneliş esnâsında kendisinin görünme yerinde, ilâhi isimlerin toplanmışlığının kuvvetiyle, öyle tasarruflar ortaya çıkar ki, onların çıkışından kendisi haberdâr olmaz. Bundan dolayı onun makâmında abdâlın makâmı mevcûttur.
Bundan sonra Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: “Biz, zayıflık ve âcizlik makâmında, cenâb-ı Ebû Medyen’den daha tam bir haldeyiz”. Çünkü, Hz. Şeyh, ilâhi ma’rifetlerin beyânında evliyâullahın eşsizidir. Ve zayıflık ve âcizlik ile zuhûr ise, ma’rifetin çoğalmasıyla çoğalır. Bundan dolayı Hz. Şeyh zayıflık ve âcizlik makâmında mürşidleri olan Ebû Medyen hazretlerinden daha tamdır.
Şimdi, Hz. Şeyh’in yüksek mürşidlerine üstünlük iddiâsında bulunduğu zannedilmesin. Bu gibi dâvâlar nefsâni sıfatların te’sîri altında bulunanlara mahsûstur. Hz. Şeyh bir fenâ ile müşerreftir ki, kendi nefislerinde bu gibi dâvâların ortaya çıkması ihtimâli ebediyyen ortadan kalmıştır. Onların bu Fusûsu’l-Hikem‘de yazmış oldukları ma’nâlarda ve hakîkatlerde zerre kadar kendilerinin tasarrufu yoktur. Her bir kelimesi kendilerinden me’mûr oluş ile çıkmıştır. Me’mûr ise ma’zûrdur. Hak, onların görünme yerinde böyle açığa çıkmıştır.
Sonuç olarak, ma’rifet yükseldikçe zayıflık ve âcizlik de çoğalır. Ve cenâb-ı Ebû Medyen’in abdâlların makâmına rağbet etmeyip âcizlik ile zuhûru bu türdendir. Çünkü, ma’rifette onlardan yüksektir.
Ve (S.a.v.) bununla kendisine olan Allâh’ın emrinden dolayı, bu makâmda buyurdu: “Ben bilmem ki bana ve size ne yapar? Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbî olurum” (Ahkâf, 46/9). Bundan dolayı Resûl, ona vahyolunan şey hükmü iledir. Onun indinde bunun başkası yoktur. Şimdi eğer ona kesin olarak tasarruf ile vahyolunursa, tasarruf eder ve eğer tasarruftan men’ olunursa, kaçınır ve eğer tasarruf kendi seçimine bırakılırsa, tasarrufun terkini seçer. Meğer ki ma’rifeti eksik ola (11).
Yânî Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz zayıflık ve âcizlik makâmında, kendisine ulaşan ilâhi emir üzerine buyurur ki: “Ben Allah Zü’l-Celâl hazretlerinin benim ve sizin hakkınızda ne işleyeceğini bilmem; ben bana vahyolunan şey ne ise, ancak ona uyarım” (Ahkâf, 46/9). Çünkü, ubûdiyyetinin kemâlinden işlerin hepsinde Hakk’ı vekîl edinip kendileri tasarruftan kaçınmışlar ve ubûdiyetin îcâbı olan zayıflık ve âcizlik ile zâhir olmuşlardır. Bundan dolayı onların fiilleri ve sözleri ilâhi vahye dayanmaktadır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:
“Ve mâ yentıku anil hevâ / İn hüve illâ vahyun yûhâ.” yânî “Ve o, hevâsından konuşmaz / (O’nun söyledikleri), sadece ona vahyolunan vahiydir.” (Necm, 53/3-4).
Şu halde Resûl ilâhi emir ne yön ile şerefle ulaşırsa, onun hükmüne tâbi’ olur. Onun indinde ilâhi vahye uymaktan başka bir şey yoktur. Eğer ilâhi emir kesin olarak tasarruf ile olursa, emre uymak için tasarruf ile zâhir olur ve eğer tasarruftan men’ olunursa, tasarruf etmez ve eğer tasarruf etmek ve etmemek husûsunda kendi tercihi üzere bırakılırsa, ubûdiyyetin âdâbına riâyet ederek, tasarrufun terkini tercih eder.
Meğer ki seçim tercihine bırakılan kimse ma’rifette noksan olursa. Bu durumda o kimse, tercihini tasarruftan yana kullanır; çünkü bilmez ki tasarruf, Hak için zâtî ve kul için araz yânî geçicidir. Ve âcizlik ile zuhûr ise, kul için zâtî ve rubûbiyyetle zuhûr, araz olandır ve zâti olan ile zuhûr, araz olan ile zuhûrdan a’lâdır. Beyt:
Tercüme:
“Aşk nedir diye sorarlarsa, tercihi terk etmektir de! Tercihten kurtulmayan kimse, seçilmiş değildir. Ârif bir şâhların şâhıdır ki, iki âlem onun üzerine saçılmıştır. Hiç pâdişahın, saçtıkları tarafına iltifât eder mi?”
Ebû-Suûd b. Şibl-i Bağdâdî kendisine inanan ashâbına dedi ki: Hakîkatte Allah Teâlâ on beş seneden beri bana tasarruf verdi ve ben onu nezâketen terk ettim.” Bu nazlanma lisânıdır. Ancak biz onu nezâketen terk etmedik. Ve nezâketen tasarrufun terk edilmesi tercih kullanmaktır. Biz ancak onu ma’rifetin kemâlinden dolayı terk ettik; çünkü ma’rifet, hükmün tercihi ile tasarrufu barındırmaz. Bundan dolayı ârif her ne vakit himmetle âlemde tasarruf etse, tercih ile değil, ilâhi emir ve cebirden dolayıdır. Ve biz şüphe etmeyiz ki, getirdiği risâletin kabûlünden dolayı, muhakkak risâlet makâmı tasarrufu taleb eder. Şimdi Allah’ın dîni açığa, ümmetinde ve kavminde doğruluğu tasdîk edilmiş şey üzerine çıkar (12).
Yânî Şeyh Şiblî (k.s.) hazretlerinin, biz tasarrufu nezâketen terk ettik buyurması, nâz ehline mahsûs bir lisândır. Bu ta’bîr ile Rabb’ine nazlanır. Tasarrufun zarâfet ve nezâket kasdıyla terki, tercih kullanarak terki demek olur. Oysa rubûbiyyet hazretinde tasarrufun tercih kullanarak terki, edeb ile terkten bir türdür.
Çünkü vezir pâdişâhın karşısında, salt pâdişaha ikrâm olsun diyerek ve tercih kullanarak tasarrufunu ona terk edemez; çünkü vezîrin tasarrufu, pâdişâhın zâtî tasarrufundan aktarılmış, araz olan bir tasarruftur. Pâdişâhın malının yine pâdişâha ikrâmı hoş olmayan bir şey olur. Fakât pâdişâh vezîre: İrâdemi teblîğ et, şöyle böyle yapsınlar ve sen de onun yapılması için gerekli olan tasarrufları icrâ et! diye emrederse, vezir pâdişâhın emir ve cebri ile tasarrufa kalkışır ve onun bu tasarrufu tabîki tercih ile olmuş olmaz. Ve pâdişâhın huzûrunda tasarrufu terk etmek ma’rifetin kemâlinden dolayıdır; yoksa pâdişâhın malını yine kendisine ikrâm yoluyla değildir.
İşte ârif her ne zaman âlemde tasarruf ederse, böylece ilâhi emir ve cebir iledir; kendi tercihi ile değildir. Çünkü, ârif huzûrdadır. Ve risâlet makâmının da elbette tasarruf istediğine şüphemiz yoktur. Şu halde resûl, Allah tarafından getirdiği risâleti, kavminin kabûl etmeleri için, mu’cize ile tasarruf eder ve gösterdiği mu’cize ümmetinin indinde, onun risâletini tasdîk eder ve bunun netîcesi olarak ilâhi dîn açığa çıkar.
Oysa velî, bunun gibi değildir. Ve bununla berâber resûl, zâhirde tasarrufu taleb etmez. Çünkü muhakkak resûlün kavmine şefkati vardır. Bundan dolayı onların üzerine delîlin ortaya konuluşunda mübâlağa etmeyi istemez; çünkü bunda onların helâki vardır. Böyle olunca, onların helâk sebepleri olan delîlin ortaya konuluşunda, mübâlağayı irâde etmemesiyle, onların hayatlarını üzerlerine devam ettirir (13).
Yânî risâlet makâmı, kavmine karşı resûlün mu’cize getirerek tasarrufunu gerektirirse de velâyet makâmı, velînin tabîi âdetlere muhâlif olarak, varlıklarda tasarrufunu gerektirmez. Çünkü “velî” Bâtın isminin görünme yeri olduğu için, ilâhi dîni ortaya koymak maksadıyla, kerâmetler ile gözükmesi lâzım değildir. Kerâmetler göstermeye me’mûr olursa o başka. Bu halde kendisi ma’zûrdur .Yoksa veli kendi vücûdunda hakkı açığa çıkararak, vücûdunu fenâya ve ilâhi sırları gizlemeye me’mûrdur. Hattâ peygamber bile, risâlet makâmı tasarrufu gerektirdiği halde, zâhirde tasarrufu taleb etmez. Fakat bâtında tasarrufu taleb eder. Çünkü onun isteği, kâvminin kalblerini dalâletten hidâyete, bâtıldan hakka döndürmektir.
Ve Peygamberin zâhirde tasarrufu taleb etmeyip mu’cize göstermekten kaçınması kavmine şefkatinden dolayıdır. Çünkü mu’cizeler delîldir. Bundan dolayı onların üzerine delîlin ortaya konuluşunda mübâlağa etmeyi istemez. Çünkü mu’cize gösterdiği halde kavminin yine dalâlette sâbit ayak olması, onların helâkine sebebdir. Şu halde, onların helâk sebepleri olan mu’cize delîllerinin ortaya konulması husûsunda, şefkatinden dolayı, mübâlağa etmemesiyle, hayatlarını onların üzerinde devâm ettirir ve kavmine karşı yalnız tebliğ ile yetinir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Mâ aler resûli illel belâgu” yânî “Resûl’ün üzerinde tebliğden başka bir sorumluluk yoktur” (Mâide, 5/99).
Ve hakîkatte resûl böylece bildi ki, kesinlikle mu’cize işi bir cemâata gösterildiğinde, onlardan bâzıları onun nezdinde mü’min olur ve onlardan, onu bilen bâzıları da, ona inkâr eder ve zulüm ve büyüklenme ve hased ile onu tasdîk etmez ve onlardan bâzısı da bunu sihir ve vehim sayar. Şimdi ne zamanki resûller, bunu ve ancak kalbini Allah TeâIâ’nın îman nûru ile nûrlandırdığı kimsenin mü’min olduğunu, ve bir şahsın, îman denilen bu nûr ile bakmadığı zaman, onun hakkında mu’cize işinin fayda vermediğini gördüler; şu halde eseri bakışlarında ve onların kalblerinde umûmi olmadığı için, mu’cize işlerinin talebinden himmetleri kusurlu oldu ( 14)
Yânî resûl, mu’cize delîlinin gösterilmesinde mübâlağa yapılmasının, kavminin helâkini gerektirdiğini bildiği gibi, ayın yarılması ve ölülerin diriltilmesi ve benzeri diğer mu’cizeler, bir cemâata gösterildiği zaman, onlardan bâzılarının bu mu’cizelere îmân edeceğini ve bâzılarının da bunların olağanüstü hâdiseler olduğunu bilmekle berâber inkâr edeceğini ve meselâ peygamber Efendimiz (s.a.v)’in saâdetli zamânında yaşayan Velîd ve benzeri diğerlerinin zulüm kasdıyla ve Ebû Cehil gibi olanlar da büyüklenme ve üstünlük maksadıyla ve kendi vicdânına karşı nübüvveti tam anlamıyla bilmesine rağmen Medîne yahûdîlerinden Ebû Âmir gibi hased sebebiyle tasdîk etmeyeceklerini ve bâzılarının da “Ve in yerev âyeten yu’ridû ve yekûlû sihrun mustemirr” (Kamer, 54/2) yânî “Eğer onlar mu’cize görseler, yüz çevirip bu dâimi bir sihirdir, derler” âyet-i kerîmesi gereğince sihire ve vehime sayacaklarını da bilir. Nitekim, zamânımızın sâdece görünüşe göre değerlendirme yapan tabîat esîrlerinden birisi, dalâlet işâreti olan bir manzûmesinde:
Aldatan ve aldatılmış o Îsâ, Mûsâ
Tılsımlanmış köhne bir yalandır asâ
demiş ve bu sürüp giden hezeyanlarıyla kendisinin hakîkatleri görücü olduğunu iddiâ etmiştir.
Bundan dolayı peygamberler, ümmetlerinin kabûl ve inkârda muhtelif hâllerini ve birbirinden farklı isti’dâdlarını ve ancak Allâh’ın îman nûru ile kalbini nûrlandırdığı kimselerin îman ettiğini; ve mu’cizeye ve peygambere îman denilen nûr ile bakmayan kimse hakkında mu’cizelerin fayda vermediğini gördüklerinde, kavimlerinin mu’cize delîllerin gösterilmesiyle dalâletten hidâyete dönmeleri için, hakta mu’cize işlerini taleb husûsunda onların himmetleri kusurlu oldu. Çünkü mu’cizenin te’sîri onu görenlerin zâhir vücûdlarında ve kalblerinde umûmiyyet üzere olmaz. Zâhir vücûdlarında te’sîrin umûmî olmayışı, hepsinin kalblerinin îman nûru ile nûrlanmamasındandır. Ve kalblerinde te’sîrin umûmî olmayışı da, zâti ve yapılmamış olan isti’dâdlarının farklı farklı olmasındandır. Yapılmamış İsti’dâd Üzeyr Fassı’nda izâh edilmiştir; oraya mürâcaat buyrulsun.
Bundan dolayı kalbi ezelde îman nûru ile nûrlanan kimse, bu şehâdet âleminde de, mü’min olarak ortaya çıkar ve ilâhi ilimde ayn-ı sâbitesinin hidâyete isti’dâdı olmayan kimseler de, bu âlemde hidâyetle zâhir olmazlar. Ve bu bahsin ayrıntısı da Üzeyr Fassı’nın başlarında îzâh edilmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ hazretleri, resûllerin en kâmili ve hálk edilmişlerin en âlimi ve halde onların en sâdığı hakkında: “Yâ Habîbim sen sevdiğin kimseye hidâyet etmezsin, ancak Allah Teâlâ dilediğine hidâyet eder” (Kasas, 28/56) buyurdu. Ve eğer himmet için te’sîr umûmî olsaydı, Resûlullah (s.a.v)in himmeti te’sîr ederdi. Ve hiç şüphesiz hiçbir kimse Resûlullah (s.a.v.)’den daha kâmil ve himmette ondan a’lâ ve daha güçlü değildir. Oysa amcası Ebû Tâlib hakkında te’sîr etmedi; ve bahsettiğimiz âyet Ebû Tâlib hakkında indi. Ve aynı şekilde Allah Teâlâ Resûl hakkında: “Onun üzerine tebliğden başka birşey yoktur” (Mâide, 5/99) buyurdu. Ve yine buyurdu ki: “Yâ Habîbim, senin üzerine onların hidâyeti yoktur; ancak Allah Teâlâ dilediğine hidâyet eder” (Bakara, 2/272). Ve Allah Kasas sûresinde “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” (Kasas, 28/56) yânî “Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir” sözü ile fazla fazla söyledi. Yânî a’yân-ı sâbiteleriyle yoklukları halinde kendilerinin hidâyetlerine olan ilmi, Hakk’a verenleri bilendir (15).
Yânî mu’cize işlerinin te’sîri umûmî olmadığı için, Hak Teâlâ, peygamberlerin en kâmili ve hálkın en âlimi ve en sâdığı olan Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’e hitâben: “İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu” (Kasas, 28/56) buyurur. Yânî “Yâ Habibim, sen cesed yönünden olan akrabalık ve bâzı tabiî sıfatlar gereğince sevdiğin kimseye, Muhammed denilen kayıtlı ve taayyün etmiş vücûdun ile hidâyet etmezsin; fakat ilâhi ilimde a’yân-ı sâbiteleri, yapılmamış isti’dâdlarıyla Hak’tan hidâyet taleb etmiş olan kimselerin bu şehâdet hazretinde hidâyetle açığa çıkmalarına ilâhi meşiyyet yânî irâde bağlanır” buyurdu.
Demek oluyor ki peygamberlerdeki himmetin te’sîri umûmî değildir. Eğer umûmî olsaydı, Ebû Tâlib hakkında, (S.a.v.) Efendimiz’in himmetleri te’sîr ederdi. Ve şüphe yoktur ki, hiçbir kimse cenâb-ı Fahr-i âlem (âleyhi’s-sâlâtu ve’s-selâm) Efendimiz’den, vücûdda daha kâmil ve himmet ve tasarrufda a’lâ ve daha güçlü değildir. Böyle olduğu halde onun himmeti amcası Ebû Tâlib hakkında etkili olmadı ve hattâ bu bahsedilen âyet-i kerîme özellikle Ebû Tâlib hakkında indi.
Ve aynı şekilde himmetin te’sîri umûmî olmadığı için, Hak Teâlâ Peygamber hakkında “Mâ aler resûli illel belâgu” (Mâide, 5/99) yânî “Peygamberin vazîfesi ancak tebliğdir” buyurdu. Ve bundan başka da buyurdu ki: “Leyse aleyke hudâhum ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu” (Bakara, 2/272) Yânî “Onların hidâyeti senin üzerine vâzife değildir; ve sen, senliğin yönünden onlara hidâyet edemezsin. Fakat sen Hâdî isminin en mükemmel görünme yeri olduğundan, Allah Teâlâ senin görünme yerinde küllî açığa çıkış ile açığa çıktığı zaman, ilâhi ilimde, a’yân-ı sâbiteleri yapılmamış isti’dâdlarıyla Hak’tan hidâyet taleb etmiş olan kimselere hidâyet eder.
Ve onlar bu şehâdet hazretinde, demirlerin miknatısın çekimiyle etrâfına toplandığı gibi, senin etrafına çekilirler. Ve Hak Teâlâ bu âyetleri beyan buyurmakla berâber, fazla olarak Kasas sûresinde “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” (Kasas, 28/56) sözünü de zikretti. Yânî “Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir” dedi ki, Allah Teâlâ, ilâhi ilimde a’yân-ı sâbitelerinin isti’dâdıyla kimlerin Hak’tan hidâyet taleb etmiş olduklarını bilir, demek olur.
Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdunun küllî oluş îtibârıyla beş mertebesi vardır:
Birincisi: Ahadiyyet zâtı ve taayyünsüzlük mertebesidir. Bu mertebede Hakk’ın hiçbir sıfat ve isim ile vasıflanması ve isimlenmesi mümkün değildir. Çünkü bütün bağıntılardan ve izâfetlerden ganîdir. Ve bu bağıntıların ve izâfetlerin hepsi ahadiyyet zâtında mahv ve helâk olmuştur. Ve “mutlak vücûd” ta’bîri salt bu mertebeye işâret için konulmuş bir terimdir.
İkinci mertebe: Sıfatlar ve isimler mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak vücûdu, zâti işleri olan sıfatları ve isimleri dolayısıyla, ilmen taayyün edici ve tecellî edici olur. Ve ilim hazretinde peydâ olan bu isimlere âit sûretlere “a’yân-ı sâbite” derler ki, bunlar, imkân dâhilinde olanların ilâhi ilimde sâbit olan hakîkatleridir. Ve a’yân-ı sâbite hâriçte mevcûd olmadıklarından yapılmış, yânî sonradan meydana gelmiş değildirler. Çünkü yapılmışlık hâriçte mevcûd olmakla olur. Ve ahadiyyet denizinde helâk olmak sûretiyle birlikte olan isimler, bu mertebede bir dîğerinden ayrılmış olurlar.
Üçüncüsü: Ruhlar mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak vücûdu, a’yân-ı sâbite dolayısıyla bu mertebede soyut akıllar ve nefisler olarak zâhir olur.
Dördüncüsü: Mutlak misâldir ki, bu mertebede, aynı şekilde Hakk’ın mutlak vücûdu, a’yân-ı sâbite dolayısıyla, şehâdet mertebesinde açığa çıkacak olan mevcûtların misâli sûretleriyle taayyün edici ve tecellî edici olur. Ve bu sûretler, aynada gözüken hayâl gibi latîf olup, parçalanma ve bölünmeyi kabûl edici değildir.
Beşincisi: His ve şehâdet hazretidir ki, bu mertebede de yine, Hakk’ın mutlak vücûdu, aynı şekilde a’yân-ı sâbite dolayısıyla kesîf sûretlerde zâhir olur. Ve bu sûretler parçalanma ve bölünmeyi kabûl edicidir. İşte bu mertebelerin tamamı, bir sonsuz vücûdun tenezzülleri ve tecellîleridir.
Bu bahsedilen mertebelerin netîcesi, insan-ı kâmil olup, bütün mertebeleri toplamıştır. Bundan dolayı insan-ı kâmil mertebesi Hakk’ın mutlak vücûdunun altıncı tenezzül ve tecellî mertebesi olmuş olur.
Şimdi a’yân-ı sâbite ilâhi ilimde ne sûretle sâbit olurlarsa o sûretle Hakk’ın bilineni olurlar. Bundan dolayı ilim, ma’lûma yânî bilinene tâbi’ olmuş olur. Fakat bundan bâzı zâtların zannettiği gibi Hakk’ın ilminin gayrıdan istifâde edilmiş olduğu ma’nâsı çıkarılmasın. Çünkü a’yân-ı sâbite isimlerin sûretleridir; ve isimler ise zâti işlerden ibâret olup, Hakk’ın zâtının aynıdır. Bundan dolayı gayr nerededir ki, Hak’ın ilmi ondan istifâde etmiş olsun. Örneğin, insan “hattât” olmalıdır ki, kendisinin hattât olduğuna ilmi ulaşsın. Şu halde kendi indinde hattatlığı bilindikten sonra, bir kimse kendi hakkında, “Ben hattâtım” diye hükmeder ve onun hattatlığı hakkındaki ilmi ,”ma’lûm yânî bilinen” olan hattatlığına tâbi’ olmuş olur.
Şimdi a’yân-ı sâbiteden her birisinin bir zâtî gereği vardır ki, ona “isti’dâd” ve “kabiliyyet” denilir. Hz.Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın hâricî vücûdda zuhûru, ancak her bir “ayn”ın sûretinde o “ayn”ın ne fazla ve ne de noksân olarak isti’dâdına uygun olarak gerçekleşir.
Bundan dolayı mü’minin ayn-ı sâbitesinin isti’dâdı îmânı, ve kâfir ve âsînin ayn-ı sâbitesi de küfür ve isyânı taleb etmiştir ve onların her birisi aynî vücûdda taleb etmiş oldukları sıfat üzere “Kün yânî Ol!” emriyle zâhir olmuşlardır. cenâb-ı Hâfız’dan beyit:
Tercüme: “Her ne varsa bizim endâmsız olan uygunsuz boy posumuzdandır; yoksa Sen’in vücûd nûrunla teşrîfin, kimsenin boyuna bosuna uymayacak sûrette kısa ve kifâyetsiz değildir.”
Şimdi isbât etti ki, muhakkak ilim ma’lûma yânî bilinene tâbi’dir. Bundan dolayı “ayn”ının sâbitliğinde ve yokluğu hâlinde mü’min olan kimse, vücûda gelmesi hâlinde de o sûretle açığa çıkar. Ve muhakkak Allah Teâlâ, onun böyle olduğunu ondan bildi. İşte bunun için “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” yânî “Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir” (Kasas, 28/56) buyurdu. Ne zamanki Hak Teâlâ böyle dedi,“Mâ yubeddelul kavlu ledeyye” (Kâf, 50/29) yânî “Benim indimde söz, yânî hüküm değiştirilmez” dahî buyurur. Çünkü benim sözüm, hálk ettiğim şey üzerinde ilmimin miktarı üzeredir; “Ve ben kullarımâ mübâlağa ile zulmedici değilim” (Kâf, 50/29) Yânî, Ben onları şakî kılan küfrü üzerlerine takdîr etmedim ki, daha sonra onların yapmaya tâkatları olmayan şeyi onlardan taleb edeyim. Belki biz onlara ancak ilmimiz dolayısıyla muâmele ettik; ve biz onları ancak nefislerinden ve üzerinde bulundukları şeyden, bize verdikleri şeyle bildik. Bundan dolayı eğer zulüm varsa; zâlim olanlar onlardır. Bunun için Hak Teâlâ “ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn” (Bakara, 2/57) yânî “Ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler” buyurdu. Böyle olunca Allah Teâlâ onlara zulmetmedi (16).
Yânî yukarıda bahsedilen kerîm sözü ile Hak Teâlâ Hazretleri isbât buyurdu ki, ilim ma’lûma yânî bilinene tâbi’dir. Bundan dolayı ilâhi ilimde her bir ilâhi ismin sûreti nasıl resmolunursa, o sûret üzere Hakk’ın bilineni olur. Ve Hakk’ın irâdesi de, o ilim üzerine bağlanır. Şu halde bir kimsenin ayn-ı sâbitesi, yokluk hâlinde Hâdî isminin sûreti üzere resmolunmuş ise, hâricî vücûda gelişi hâlinde de hidâyet sûretiyle ve mü’min olarak zâhir olur. Ve Allah Teâlâ o kimsenin hidâyete isti’dâdını ve mü’min olarak zâhir olacağını ezelde onun ilmi sûretinden bildi. İşte bundan dolayı Hak “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” yânî “Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir” (Kasas, 28/56) buyurdu; ve aynı şekilde “Mâ yubeddelul kavlu ledeyye” (Kâf, 50/29) yânî “Benim indimde söz, yânî hüküm değiştirilmez” dedi.
Ve Hz. Şeyh (r.a.) Hakk’ın sözünü tefsîr ederek buyururlar ki: Çünkü bir mahlûk benim ilmimde ne sûret üzere sâbit oldu ise, ben onu o sûret üzere bilirim; ve o mahlûk hakkındaki ilmimin miktârı, onun ilmi sûretinin miktârı kadardır. Ve ben kullarıma karşı zulmedici değilim ki, onların üzerine isti’dâd lisânlarıyla istedikleri şeyin dışında bir şey ile hükmedeyim. Çünkü “zulüm” sözlükte “bir şeyi kendi yerinin dışında bir yere koymaktır”.
Ve Hz. Şeyh “Mâ yubeddelul kavlu ledeyye” (Kâf, 50/29) yânî “Benim indimde söz, yânî hüküm değiştirilmez” âyet-i kerîmesini de Hakk’ın lisânı ile tefsîr ederek buyururlar ki: Ben onları şakî kılan küfrü takdîr etmedim ki, daha sonra onların yerine getirilmesine güç getiremedikleri şeyi onlardan taleb edeyim?
Yânî ben zulmedici değilim ki, şaki oluşlarını gerektiren küfrü, ezelde onların üzerine takdîr edeyim de, sonra da onların kapasitelerinin dışında olan îmânı taleb edeyim ve onlar îman edemeyince, bundân dolayı onları azarlayayım. Belki bizim onlar ile olan muâmelemiz, ancak ilmimiz dolayısıyladır ve biz onları ancak nefislerinden bize verdikleri şey üzerine bildik.
Ve bize verdikleri şey, onların zâti isti’dâd ile yokluk hâlinde üzerinde sâbit oldukları şeydendir. Eğer onlar kendi nefislerinden bize verdikleri şeyde zulüm olmuş ise, zâlim olan kendileridir. Her kim ne istemiş ise Hak onu ihsân etmiştir. Hak, ihsânından dolayı mes’ûl değildir. Mes’ûl olan, Hak’tan taleb edenlerdir.“Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn” yâni “O (Allah), yaptığı şeylerden mes’ûl değildir.
Ve onlar, (yaptıklarından) mes’ûldür” (Enbiyâ, 21/23). Ve işte zâlim onlar oldukları için Hak Teâlâ “Ancak onlar nefislerine zulmettiler” (Bakara, 2/57) buyurdu. Şu halde mâdemki Hak, zorla onları kâfir olarak takdîr edip, küfürlerinden dolayı azarlanan tutmamıştır, bundan dolayı onlara zulmetmemiştir.
Ve böylece biz, onlara ancak dememizi, zâtımızın verdiği şeyi dedik; ve zâtımız şöyle demekten ve böyle dememekten üzerinde bulunduğu şeyle bizim bilinenimizdir. Şimdi biz ancak diyeceğimizi bildiğimiz şeyi dedik. Biz dedik, söz bizdendir; ve onlardan olan bu söylenilenleri işitme ile onlar için uyma ve uymanın olmayışı vardır (17).
Yânî cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretleri âyet-i kerîmenin Hak lisânı ile tefsîrine devam ederek buyururlar ki: Bizim zâtımız, onlara ne demekliğimizi verdi ise, biz onlara o şeyi dedik. Çünkü a’yân-ı sâbite ilâhi isimlerin sûretle-ridir; ve isimler, isimlendirilen zâtın aynıdır. Bundan dolayı a’yân-ı sâbite ahadiyye zâtının aynı olur. Ve ahadiyye zâtı, aslında taayyünsüz ve renksiz olduğu halde, tenezzül ederek kendi isimlerinin sûretlerinde taayyün edici ve tecellî edici olur.
Ve bizim zâtımız, şöyle demekten ve şöyle dememekten ne şey üzerine ise, o şeyle bizim bilinenimizdir. Bundan dolayı bizim zâtımız ne şeyle emretmeyi veyâ emretmemeyi gerektirdiyse, biz onunla emrettik. Biz ancak dememiz gerektiğini bildiğimiz şeyi dedik. Yânî ne yön ile emretmek lâzım idiyse, o yön bizim ilmimizde sâbit idi. İşte biz ancak o emri ettik ve lâyık olan şey ne ise onu dedik. Biz dedik, “söz” bizimdir; ve onlar tarafından olan “işitme”‘ ile “uyma” ve uymanın olmayışı onlarındır.
Bilinsin ki vücûd, birdir. O vücûd, öyle bir mutlaktır ki, hiçbir sınır ile sınırlanmış ve hiçbir kayıt ile kayıtlanmış değildir. Fakat zâti bağıntıları mevcûd olduğundan, zâtında mevcût olan ve isimlerinden ibâret bulunan bu bağıntıların kemâlleri ile açığa çıkmaları için, bağıntıların çokluğundan berî olan ahadiyyet mertebesinden, vâhidiyyet mertebesine ve isimlere âit mertebeye tenezzül buyurmuştur.
Ve bu isimlere âit mertebede Hakk’ın vücûdunun iki “el”i vardır ki, biriyle verir, diğeriyle alır. Bundan dolayı bu mertebede Hak, Mütekellim ismiyle söyler ve Mürîd ismiyle irâde eder. Bunlar fâil olan eldir ve kabûl edici eli dolayısıyla da söylediğini işitir ve irâde ettiği şeye uyar. Ve şeyin ilâhi ilim mertebesinde yokluğu hâlinde sâbit olan zâtı, mûcidinin zâtına karşılıktır.
Ve mûcidi o şeyin kendi vücûdunu îcâd edişte ne gibi bir şeyle emretmiş ise, o emre uyarak o şeyin kabûlü, mûcidinin “Kün yânî Ol!” sözüne karşılık gelir. Ve ilâhi ilimde ve Bâtın isminde sâbit olan şeyin kuvvetinde zuhûr vardır. Onun var olması için emir çıktığı zaman o şey, ancak kendi nefsini kendi îcâd eder. Ancak Hak ile ve Hak’ta îcâd eder. Ve Hak tarafından o şeyin var olması için çıkan emir, onun Hakk’ın indinde bilinen isti’dâdına göre olur. Bundan dolayı Hak tarafından “söz” ve şey tarafından da “işitip” o emre “uymak” husûsu sâbit olur. Ve bir şeyin isti’dâdına Hakk’ın ilmi, kendi zâtına olan ilmidir. Çünkü ilâhi ilimde sâbit olan şey, ilâhi bir ismin sûretidir ve o ilâhi isim ise zâtın işi ve bağıntısıdır.
Ve Hak kendi işlerini ve zâtının gereklerini bilir. Şu halde, ilim ile ma’lûm yânî bilinen bir vücûdun bağıntılarından ibâret olmakla bir şey’ olur. Bir dîğerinden ayrı görünüşleri î’tibârî bir husûstur.
Şiir:
Şimdi hepsi bizden ve onlardandır; ve alma dahi, bizden ve onlardandır (18).
Hz. Şeyh (r.a.) Hak lisânı ile buyururlar ki: Ahad olan zâtımızın gereği olan işler ve isimler îtibârıyla, bu açığa çıkanların hepsi bizdendir. Ve fakat o işlerimiz ve isimlerimiz olmasa, ahad olan zâtımızın eserler ile zâhir olması mümkün olmayacağından, bu îtibâr ile bütün açığa çıkanlar onlardandır. Ve isimler bizim zâti işlerimiz olması dolayısıyla hakîkatlerini bizden almışlardır. Ve onların hakîkatleri ne sûretle bilineniniz olduysa, ilmimiz o bilinenlere tâbî olduğundan, bizim ilmimiz, işte bu bilinenlerden alınmıştır.
Bu yüksek beyitteki: “Bizdendir ve onlardandır” ta’bîrleri, ahadiyyet mertebesi ile vâhidiyyet mertebesine göre kullanılmıştır. Bu da göreceli ve îtibârî bir şeydir. Yoksa hakîkatte vücûd ve isimler hep Hakk’ındır. Ve ilim ve ma’lûm yânî bilinen tek bir şeydir. Ve bu gösterinin bütün hepsi Hakk’ın kendi bağıntılarıyla olan hüner-bazlığından başka bir şey değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buyrulur:
“İnnemel hayâtud dunyâ laibun ve lehv” (Muhammed, 47/36) yânî “Dünyâ hayâtı ancak oyun ve eğlencedir.”
Ve dünyâ hayâtının oyun ve eğlence olması, bizim vehmi olan varlığımıza göredir; yoksa Hakk’a göre oyun ve eğlence değildir. Onun zâhiri eğlence, fakat bâtını ciddinin ciddisidir. Çünkü isimlere âit kemâlâtın açığa çıkması ancak görünme yerleri ile olur. Bundan dolayı görünme yerlerinin kemâlâtı, Hakk’ın kemâlâtıdır. Mesnevî:
Tercüme: “Bu “ben” ve “biz” îtibârlarını, kendin ile hizmet oyununu oynamak için yaptın.”
Sonuç olarak emrin küllîsi Hak’tan ve bizdendir; ve almanın da hepsi aynı şekilde Hak’tan ve bizdendir.
Eğer onlar, bizden değil iseler, şu halde şüphesiz biz onlardanız (19).
Yânî eğer a’yân-ı sâbite, vücûdda bizden değil iseler ve bizim sûretlerimiz üzerine ve bizim cismimizle olmazlarsa, şüphesiz biz onlardanız ve onların hakîkatlerindeniz ve onların dolayısıylayız; çünkü a’yân-ı sâbiteye “Hakk’ın isimleri” denilir.
Bilinsin ki, “bizden” ve “onlardan” ta’bîrlerinde İkilik ma’nâsı vardır. Oysa hakîkî vücûd ancak birdir. Bundan dolayı bu ta’bîrler nedir?
Yukarıda îzâh edildiği üzere bu ta’bîrler, bir olan vücûdun bağıntıları olan isimlerden meydana gelmiştir; ve bağıntıların vücûdu, ancak o bağıntıların sâhibinin vücûduyla kâimdir ve ona tâbi’dir. Bundan dolayı, onların vücûdu izâfîdir. Ve izâfi olan vücûdun şânı hakîkatte yokluktur.
Şimdi Hakk’ın bilineni olan a’yân-ı sâbiteden bâzılarının görünme yerleri olan ve şehâdet âleminde bulunan nebîler ve evliyâ gibi vücûdi aynlar, vücûdda ikiliğin lâzım gelmemesi için, kendilerinin Hakk’ın vücûdu ile mevcûd olduklarını iddiâ etmezlerse, varsın onlar öyle desinler.
Şüphe yoktur ki Hak onlardandır: yânî Hakk’ın mutlak vücûdu onların sûretleriyle taayyün etmiş ve kayıtlanmış ve açığa çıkış kemâliyle onlardan açığa çıkmıştır. Çünkü Hak, ahadiyyet mertebesinde mutlaklık üzeredir; bir sûret ile taayyün etmedikçe ve kayıtlanmadıkça açığa çıkmaz. Ma’nâ, görünmek için sûret ister. Mesnevî:
Tercüme: “Sûret, sûretsizden vücûda gelir; nitekim duman bir ateşten çıkmaktadır. Sonsuz olan yollar ve san’atlar, hep fikirlerin sûret gölgesidir. Mutlak fâil hazretleri hiç şüphesiz sûretsizdir, O’nun elinde sûret âlet gibidir. O sûretsiz, zaman zaman, yokluk sıkıntısından salt keremiyle sûretleri açığa çıkarır. Ondan her bir sûretin, kemâl ve cemâl ve kudretten feyz elde etmesi için bu sûretleri açığa çıkarır.”
Ey velî bu Lût kelimesindeki melkiyye hikmetini tahkîk et! Çünkü ma’rifetin özleridir (20).
Çünkü bu yüksek fassda Hz. Şeyh (r.a.), insanın izâfi yokluktan mahlûk olduğunu ve risâlet makâmı, hakk olan dîni ortaya getirmek için tasarrufu gerektirdiği halde, ümmetine şefkatinden dolayı, tasarrufa kalkışmadığını ve bu şehâdet âleminde açığa çıkan her bir mevcûdun, ilâhî ilimdeki a’yân-ı sâbitelerinin sûretleri üzere bulunduğunu bilen ârif velîde himmetle tasarruf bulunmadığını beyân buyurmuştur. Bunlar ise ilâhi öğrenimin özüdür. Bundan dolayı sen bu ma’rifetleri, hakîkatı ile ve Muhammedî zevk üzere bil!
Şiir: Şimdi sana sır açılmış oldu ve iş dahi açıkça belli oldu (21).
Yânî bu “melkiyye hikmetin”de sana rububiyyet sırrı ve kader sırrı âşikâr oldu ve vücûd işi hakîkati üzere açıkça belli oldu. Çünkü sen vücûd işi için fâil ve kabûl edici lâzım olduğunu ve hakîkatte alan ve verenin Hak olunduğunu anladın.
Ve hakîkatte “tek” denilen bir olan zât, “çift”te mevcût oldu (22) .
Yânî “tek” vasfı ile vasıflanan bir olan hakîkî vücûd, âlem aynlarından ibâret olan “çift”te mevcût oldu. Çünkü âlem aynları, ikinci aşamada olmuştur. Ve aynlar bu mevcût oluş ile hâsıl oldu. Çünkü,birin tekrârı ile çift oluşur; ve onun üzerine bir tane daha ilâve olunursa, üç olur ki teklik oluşur.
Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu sonsuz bir vücûddur ki, latîf oluşunun kemâlinden dolayı akıllar tarafından idrâk edilmekten perdelenmiştir. Bu mutlaklık mertebesinde hiçbir sıfat ve isim ile vasıflandırılmaz. Fakat bu mertebeden sıfatlar ve isimler mertebesine tenezzül edince “Allah” ismi ile isimlenir. Bundan dolayı “Allah” zât ile ahadî, sıfat ile vâhidîdir; ve sıfatlar isimlerin menşeidir .
Şimdi Hak, zât mertebesinden, ilim mertebesine tenezzül buyurduğunda, ilâhî ilimde isimlerin sûretleri peydâ olur ve isimler çok ve muhtelif olduğundan, peydâ olan ilmî sûretler de çok ve muhtelif olur. İşte Hakk’ın bir olan vücûdu, biri diğerinden daha kesîf olmak üzere bu his ve şehâdet âlemine kadar tenezzül etmiş ve her bir mertebede, “ayn-ı sâbite” denilen her bir ismin ilâhî ilimdeki sûreti, o âlemin kesîf oluşu oranında bir taayyün elbisesine bürünmüştür. Bundan dolayı, “hálk” dediğimiz âlem Hakk’ın latîf vücûdunun kesîf olarak açığa çıkmasından ve ondaki sûretlerde, isimlerine âit sûretlerine göre, yine kendisinin taayyününden ve kayıtlanmasından ibârettir.
Bu ön bilgi anlaşıldıktan sonra yukarıdaki mübârek beytin ma’nâsı aydınlanır. Şöyle ki: Hakk’ın bir olan vücûdu ferd ve vitr yânî tek iken, isimleri dolayısıyla, hálk edilmişler âlemine tenezzül ile taayyün ettiğinde ve kayıtlandığında çift oluşu içinde barındırıcı olur; çünkü hálk edilmişlerin vücûdu da mâdemki bir vücûddan ibârettir, şu halde birin yanına bir tane daha bir ilâve edilmiş, demek olur. Ve birin yanına bir tane daha bir ilâve olunca, iki olur ki, buna da “çift” denilir. Fakat bu öyle bir çifttir ki, Hakk’ın bir olan vücûdunun içinde barınmakla peydâ olmuştur; ve bu içinde barınış diğer bir vücûda dâhil olma şeklinde değildir. Belki onun sonradan olan sıfatlarından ibâret bir izâfi vücûda sâri oluşudur.
Örnek: Buhâr buhâr oluşu hâlinde vitr, yânî tek olduğu halde, bir mertebe yoğunlaşınca bulut olur; ve bir mertebe daha yoğunlaştığı zaman su ve yine yoğunlaşınca buz olur. Bu mertebelerin hepsi buhara göre sonradan olmadır ve buhar onlara göre kadîmdir. Ve bulutun, suyun ve buzun vücûdlarında, vitr yânî tek olan buhar mevcûttur. Fakat buharın onların içinde mevcût oluşu dâhil olma şeklinde değildir; belki onların vücûdu buhardan başka bir şey değildir. Bunlar ancak buhârın sonradan olma sıfatlarıdır. Bununla berâber bu mertebelerde onlara buhar denilmez; çünkü sıfat îtibârıyla buhârın gayrıdır ve latîf buharın tenezzülüyle onun karşılığında, yine onun vücûdundan bir vücûd peydâ oldu ki, o da bulutun vücûdudur. Bundan dolayı bire bir ilâve olunmuş oldu. Ve bu sûretle çiftlik ve çift oluş hâsıl oldu ve vitr yâni tek olan buhar onda mevcût oldu.
Bitişi: 17 Aralık 1916, Pazar gecesi, Ezâni sâat 05:00