BU FASS DÂVÛD KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “VÜCÛDİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdunun tenezzülleri, isimlerinin kemâlâtının açığa çıkması içindir. Ve isimlerin kemâlâtı ise ancak bütün isimlerin fiilen açığa çıkmasına isti’dâdlı olan insan-ı kâmil mertebesine tenezzüle ve onun taayyünü ile taayyün edici olmaya bağlıdır. Çünkü taayyünlerden insan gibi ahsen-i takvîm üzere ya’nî en güzel şekilde mahlûk olan hiçbir taayyün mevcût değildir. İnsanın sûreti bütün isimlerin hükümlerinin fiilen açığa çıkmasına müsâit olduğundan dolayı vücûd, bu insansal sûrette ilâhî halîfelik ile tamâm olur.
Ve bu insan türünde ilk olarak kendisinde halîfelik ortaya çıkan Âdem (a.s.) idi. Fakat hükmü altına dâhil olan kimseler kendi soyundan ibâret az sayıda kişiler olduğu için Âdem (a.s.)’ın halîfeliği, risâletini içine almadı. Bu sebeple, ondaki halîfeliğin ba’zı hükümleri kendisinde potansiyel olarak kalıp fiilen zâhir olmadı. Çünkü zâhir olma, hemen olmayıp derece iledir.
Nitekim, “et-Teennî mine’r-Rahmân” ya’nî “Teennî Rahmân’dandır” buyrulmuştur. İşte evrim kâidesine binâen cenâb-ı Âdem’in soyu peyderpey çoğalarak en evvel risâlet hükümleri Nûh (a.s.) ile zâhir oldu. Ondan sonra halîfelik hükümleri zâhir olarak ve genişlemede derece ile artarak Dâvûd (a.s.)’ın vücûdunun ortaya çıkması ile tamam oldu. İşte bu tamâm oluş sebebiyle:
(Sâd 38/18-19)
“İnnâ sahharnel cibâle meahu yüsebbihne bil aşiyyi vel işrâk.
Vet tayre mahşûreten, küllün lehû evvâb.”
Muhakkak ki Biz, dağları ona itaâtkâr kıldık. İşrâk vakti ve akşam vakti onunla beraber tesbîh ederlerdi. Ve kuşları da birarada toplanmış olarak (ona itaâtkâr kıldık). Onların hepsi,ona dönücü idiler.
âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu üzere, kendisinde teshîr ya’nî itât ettirme ile halîfelik ortaya çıkan Dâvûd (a.s.) oldu; ve “Ve şedednâ mülkehu ve âteynâhül hikmete ve faslel hitâb” ya’nî “Ve onun mülkünü güçlendirdik. Ve ona, hikmet ve fasl-ı hitâb (hak ile bâtılı ayırmayı) verdik.” (Sâd, 38/20) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu şekilde, Dâvûd (a.s.)da mülk ve hikmet ve nübüvvet toplanmış oldu. Ve Hak Teâlâ “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı fahküm beynen nâsi bil hakkı” ya’nî “Ey Dâvûd! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzünde halîfe kıldık.
Bunun için insanlar arasında hak ile hükmet!” (Sâd, 38/26) âyet-i kerîmesinde de onu halîfe kıldığını açık olarak beyân etti. Ve bu halîfelik hükümleri onun oğlu olan Süleyman (a.s.)’da, bu toplayıcılıkta ortak oluşları dolayısıyla kemâl buldu.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve lekad âteynâ dâvûde ve süleymâne ilmâ” ya’nî “Ve andolsun ki Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim verdik” (Neml, 27/15) ve “yâ eyyühen nâsu ullimnâ mentıkat tayrı, ve ûtînâ min küllî şey’in” ya’nî “Ey insanlar! Kuş dili bize öğretildi. Bize herşeyden verildi” (Neml, 27/16) ve “ve küllen âteynâ hükmen ve ilmen” ya’nî “Ve hepsine hikmet ve ilim verdik” (Enbiyâ, 21 /79). Halîfe oluş hükümlerinde olan ortaklıklarından dolayı her ikisi de bu ni’mete şükren “el hamdu lillâhillezî faddalenâ alâ kesîrin min ibâdihil mü’minîn” ya’nî “Mü’min kullarının çoğundan bizi üstün kılan Allah’a hamdolsun” (Neml, 27/15) dediler.
Soru: Hak Teâlâ hazretlerinin “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” demişti” (Bakara, 2/30) (beyânı) Âdem (a.s.) hakkında değil midir?
Cevap: Bu söz gerek Âdem’e ve gerek onun evlâdından meydana gelecek olan kâmilleri içine alır. Fakat yukarıda beyân edildiği üzere cenâb-ı Âdem halîfeliğin bütün hükümleri ile gözükmedi. Bundan dolayı buradaki halîfeliğin Dâvûd (a.s.)’ın halîfeliğine işâret olması tercih edilir. Çünkü melekler bu ilâhî hitâba cevâben “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâe” (Bakara, 2/30) ya’nî “İlâhî sen yeryüzünde fesâd eden ve kan döken kimseleri halîfe kılar mısın?” dediler.
Oysa Hz. Âdem, kâfirler topluluğunu perîşan etmek ve kanlarını döküp vücûdlarını kaldırmak sûretiyle yeryüzünde fesâd etmedi. Dâvûd (a.s.) ise bir çok kâfirin kanını döktü; ve Câlut’u öldürüp mülkünü fesâda uğrattı. Şüphe yok ki bu hal, görünüşe göre fesâda uğratma idi; fakat hâkîkatte ıslâh idi.
Soru: Halîfelik husûsu Dâvûd (a.s.)’da tamâm ve Süleyman (a.s.)’da da ortaklık hükmü ile kâmil olunca (S.a.v.) Efendimiz’e halîfelik husûsunda ne kalır?
Cevap: Fusûs‘un sonunda olan “ferdiyye hikmetin”de görüleceği ve Şît Fassı’nda îzâh edildiği üzere Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz bütün taayyünlerin kaynağıdır. Ve hakîkat-i muhammediyyesi ile bütün taayyünleri ve kemâlâtı ihâta etmiştir. Âlemde bu kemâlâtın bütünüyle zâhir oluşu hitâma erdirme yolu üzeredir.
Bundan dolayı bütün nebîlerin kemâlâtı, hakîkat-i muhammediyye mertebesinden nâzil olur. Şu halde, fahr-i rusül Efendimiz, gerek Dâvûd (a.s.)’ın ve gerek diğer nebîlerin sâhip olduğu ve olmadığı bütün kemâlâtı toplamıştır.
İşte vücûdsal kemâl, Dâvûd (a.s.)da tam olarak zâhir olduğu için Hz. Şeyh (r.a.) “vücûdiyye hikmet”i Dâvûd Kelimesine tahsis edildi.
Bilinsin ki, ne zamanki nübüvvet ya’nî nebîlik ve risâlet ya’nî resûlllük ilâhî tahsis ile oldu, onlarda ya’nî şerîat getiren nübüvvette buna hak kazanmaktan yana bir şey yoktur. Allah Teâlâ’nın onlara olan lütufları, bu türden hibeler oldu ki karşılık olarak değildir. Ve onun üzerine onlardan bir karşılık istemez. Bundan dolayı onun onlara bunu vermesi ni’met verme ve lütuf yolu üzeredir. Böyle olunca “Biz ona İshak ve Ya’kûb’u hibe ettik” (En’âm, 6/84) dedi, ya’nî İbrâhîm Halîl (a.s.)’a. Ve Eyyûb hakkında “Biz ona ehlini ve onlarla berâber onların mislini hibe ettik” (Sâd, 38/43) dedi. Ve Mûsâ hakkında da “Biz ona rahmetimizden kardeşi Hârûn’u nebî olarak hibe ettik” (Meryem, 19/53) dedi; benzerlerine varıncaya kadar. Şimdi onları ilk olarak yöneten isim, hallerinin tamâmında veyâhut çoğunda, onları sonradan da yönetir. Oysa o isim, onun Vehhâb isminden başka bir şey değildir. Ve Dâvûd hakkında “Biz Dâvûd’a indimizden üstünlük verdik” (Sebe, 34/ 10) dedi ve ona bunun için bir karşılık belirtmedi ki, onu ondan talep etsin. Ve bu zikrettiği şeyi muhakkak ona bir şeye karşılık olarak verdiğini haber vermedi (1).
Ya’nî nebîlik ve resûllük, hiçbir amel karşılığında kazanılmamış olan ezelî inâyetten ibârettir. Ve şerîata dayanan nebîlikte aslâ kazanmanın ve çalışmanın katkısı yoktur. Hak Teâlâ hazretlerinin nebîlere (aleyhimü’s-selâm) olan lütufları, onların öne geçen amellerine mükâfât olarak onlar hakkında kendilerine esirgenmeden verilen hibeler türünden değildir.
Ve Hak Teâlâ onlara bahşettiği nebîlik üzerine enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)’dan amel talep etmez. O mertebe, onlara bedelsiz verilmiştir. Şu halde nebîlik ve resûllüğün nebîlere ve resûllere (aleyhimüs-selâm) verilmesi sâdece ni’metlendirme ve lütuf yoluyladır. Bu ancak, zâtî özel rahmettir, ki bu konudaki îzâhlar Süleyman Fassı‘nda geçti.
Gerçi onlar çok şükrederler ve çok amel işlerler. Fakat bu ni’metlendirme ve lütuf karşılığında onlardan bedel talep edilmez. Onlar bunu sâdece kulluklarının ortaya çıkması için yaparlar. Bunlar hakkındaki lütufların hibe türünden olduğu yukarıda zikredilen âyet-i kerîmeler ile diğer benzer âyetlerden anlaşılır. Bundan dolayı Hak Teâlâ nebîlere (aleyhimü’s-selâm) verdiği lütufları onlardan öne geçen bir hizmet karşılığında vermediği gibi, verdikten sonra da onlardan bir hizmet ve bedel talep etmez.
Şimdi ahadiyye zâtının kendi zâtına tecellîsi indinde, nebîlerin sâbit ayn’larında ilk olarak tasarruf edici olan isim, bu sâbit ayn’larının gereği üzere, sonra da hârici ya’nî varlıksal ayn’larını îcâd etmekle onlarda tasarruf edici oldu. Oysa onları yöneten ve onlarda tasarruf edici olan isim “Vehhâb” isminden başkası değildir. Sâbit ayn’lar ve Hakk’ın iş-bu sâbit ayn’ların talepleri üzerine hüküm ve kazâsı bahsi Üzeyr Fassı’nın başlarında geçti. Beyit:
Tercüme: “Sınırlanmaya gelmeyen senin feyzinin fazlı ne hoştur! Senin lütufların nicelik ve niteliğe sığmaz. İlâhî lütufların garaz şâibesinden münezzeh ve rabbânî ihsânın, karşılığında bir bedel istenmesinden berîdir.”
Ve buna karşılık amel ile şükrü talep ettiğinde, onu Dâvûd âilesinden talep etti ve Dâvûd’un zikrine ilişmedi. Tâ ki âile, Dâvûd’a ni’met olarak verilen şeye şükrede. Şimdi o, Dâvûd hakkında ni’met olarak ve lütuf olarak veriştir. Ve onun âilesi hakkında, bedel talebinden dolayı, âile bunun dışındadır. Bundan dolayı Hak Teâlâ “i’melû âle dâvûde şükren, ve kalîlun min ibâdiyeş şekûr” (Sebe, 34/13) ya’nî “Ey Dâvûd âilesi, şükrederek amel ediniz ve benim şükredici olan kullarım azdır” buyurdu. Gerçi nebîler (aleyhimü’s-selâm), Hakk’ın onlara ni’met olarak verdiği ve hibe ettiği şeye şükrettiler. Bu, Allah tarafından talepten dolayı gerçekleşmedi. Belki bununla kendi nefislerinden karşılıksız verdiler. Nitekim, Resûllulah (s.a.v.), Allah Teâlâ onun geçmiş ve gelecek olan günâhının örtülmesine şükür olarak, iki ayağı şişinceye kadar kıyamda durdu. Ona bunun hakkında denildiği vakit “Ben şükredici kul olmayayım mı?” buyurdu. Ve Nûh hakkında da “innehu kâne abden şekûrâ” ya’nî “Muhakkak ki o, çok şükredici bir kul idi” (İsrâ; 17/3) dedi. Oysa Allâh’ın kullarından şükredici olan azdır (2).
Ya’nî Hak Teâlâ, Dâvûd (a.s,)a olan ezelî inâyetine karşılık, ameli ve şükrü talep ettiği zaman, bu ameli ve şükrü Hz. Dâvûd’dan talep etmedi, Dâvûd âilesinden talep etti. Çünkü nebîler (aleyhimü’s-selâm) âilesi ve ashâbı ve kavmi arasında, karanlıkta yakılıp ışık saçan bir lamba gibidir. Işık saçan lamba ise karanlıkta kalanlar için bir ni’mettir. Bundan dolayı şükür ondan aydınlananların sorumlulukları üzerine lâzım gelir ve o lambayı yakana teşekkür etmek lâzım gelir.
Şu halde, Dâvûd (a.s.) hakkındaki veriş, ona ni’met olarak ve lütuf olarak gerçekleşmiştir. Ve onun âilesinden amel ve şükür bedeli talep edildiğinden, onlar hakkında veriş, ni’met verme ve lütuf yoluyla değildir. Onun için Hak Teâlâ “Ey Dâvûd âilesi, şükrederek amel ediniz! Ve benim aşırı bir şekilde şükredici olan kullarım azdır” (Sebe’, 34/13) buyurdu.
Gerçi nebîler (a.s.) Hakk’ın kendilerine ni’met verdiği ve hibe ettiği lütuflara şükrettiler; ve şükür olarak çokça amel yaptılar. Fakat onların bu şükür ve amelleri, Hak tarafından talep olunduğu için değil idi. Belki kendileri tarafından karşılıksız yapma idi.
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” (Feth, 48/2) ya’nî “Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etti ve örttü” âyet-i kerîmesi indiği zaman, mübârek ayakları şişinceye kadar gece vakti kıyamda durdu. Ona dediler ki: “Yâ Resûlallah, Hak Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret ettiğini haber verdi. Niçin bu kadar kendi kendinize cefâ ediyorsunuz?” Saâdet kemâliyle buyurdular ki: “Ben mübâlağa ile şükreden bir kul olmayayım mı?”.
Soru: Nebîlerde günahlardan yana ma’sûmiyet şart değil midir? Özellikle Sallallâhü aleyhi ve sellemden hiçbir günah çıkmadığı açıktır. Böyle iken onun geçmişte ve gelecekte ne gibi günahları var idi ki, Allah Teâlâ onları mağfiret edeceğini ve örteceğini vaad etti?
Cevap: Bu husûsta bir çok sözler vardır. Hz. Mevlânâ (r.a) Fîhi Mâ fîh ismindeki yüce kitâplarında bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyururlar: “İbn-i Atâ der ki: Mustafâ (s.a.v.) mi’râcda Sidretü’l müntehâ’ya ulaştığı zaman ki, orası Arş’ın en yukarısıdır ve hazret-i Cibrîl’in âşiyânesidir, bu makâmdan da geçmek istedi. Arkadaşı olan Hz. Cibrîl adımını geri aldı. Hz. Fahr-i âlem Efendimiz buyurdular, ki: Ey karındaşım Cebrâîl, bu heybetli mevzi’de beni yalnız mı bırakıyorsun?
Nidâ geldi ve Hak Teâlâ azarlama tarzında buyurdu ki: Bu iki üç adımda onunla mı ülfet ettin? İşte bu “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” (Feth, 48/2) ya’nî “Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etti ve örttü” âyet-i kerîmesinde işâret buyrulan günahtan kasıt bu günahtır. Ya’nî seni ülfetten ve gayrın ünsiyyetinden pâk ettik ve gayrıdan ganî kıldık, demektir. Ve derler ki, Peygamber aleyhi’s-sâlâtü ve’s selâm Efendimizin istiğfârı ayıklık hâlinde ilâhî sarhoşluk hâli idi.
Ve ba’zıları derler ki, belki ilâhî sarhoşluk hâlinde ayıklık hâlinden istiğfâr etti. Ve ba’zıları her iki halden istiğfâr edici idi. Çünkü onun bakışı Hakk’a idi. Ve ayıklık ve sarhoşluk ise her renge boyanabilen Hakk yolcularına mahsûstur. O hazrete göre ne ayıklık ne de sarhoşluk vardır. Şimdi mâdemki Hakk’a bakıcı idi, her iki halden de istiğfâr edici idi. Çünkü bu ayıklık ve sarhoşluk iki renktir. O ise rengin eserinde mahvolduğu vakit, her ikisinden de istiğfâr edip ilâhî pençede bulunur idi, derler.”
Sonuç olarak nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) istiğfarları, nefs ehli olan kimselerden çıkan günahlara karşı gerçekleşen istigfâr gibi değildir. Belki “Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrabîn” ya’nî “Ebrârın iyilikleri mukarrabînin günahlarıdır” îcâbı olarak kendi yüce makâmları gereğince günah olarak adlandırılan ba’zı hallerdendir. İşte Fahr-i âlem Efendimiz bu özel hallerinin örtülmesi ve mağfiret edilmesi vaad olunduğuna şükür olarak kendi kendilerine zorluklar verdiler. Bu ise kendisine teklîf edilen bir şükür değil, belki karşılık olarak bir şey beklemeden yapmaktır. Fakat nebîlere tâbi’ olanların şükrü, ilâhî lütuflara karşı kendilerine yapılması teklîf edilen şükürdür ki farzdır. Bu şükrü terk ederlerse farzı terk etmiş olurlar.
Ve Hak Teâlâ Nûh (a.s.) hakkında da “innehu kâne abden şekûrâ” (İsrâ, 17/3) ya’nî “Muhakkak Nûh (a.s.) pek çok şükreden bir kuldur” buyurdu. Ve karşılık beklemeden yapılan şükür, yapılması teklîf edilen şükürden a’lâdır. Ve bu şükür diğerinden daha mükemmeldir.
Şimdi, ilk ni’met ki Allah Teâlâ onunla Dâvûd’a ni’met verdi, ona bir isim verdi ki, onda bitişen harflerden bir harf yoktur. Bundan dolayı onu âlemden ayırdı; bununla, salt olarak bu isim ile ondan bize haber olarak. O harfler de (dâl) ve (elif) ve (vâv)dır. Muhammed (s.a.v.)i bitişen ve bitişmeyen harfler ile isimlendirdi. Bundan dolayı onu kendine birleştirdi ve onu âlemden ayırdı. Böyle olunca, Dâvûd için ma’nâ yolundan iki hâl arasını topladığı gibi, Muhammed (s.a.v) isminde iki hâl arasını topladı ve Dâvûd’un isminde bunu yapmadı. Şu halde bu, Dâvûd üzerine Muhammed (a.s.) için tahsis oldu, ya’nî onun üzerine ismiyle dikkat çekildi. Şimdi, onun için iş, her yönden tamâm oldu ve onun “Ahmed” isminde dahi böyledir. Bundan dolayı bu, Allâh’ın hikmetindendir (3).
Ya’nî Hak Teâlâ’nın Dâvûd (a.s.)’a ihsân ettiği ilk ni’met, onu âlemden ayırdığını bildirmek üzere, Hz. Dâvûd’a bir isim vermesidir ki, bu isimde bitişen harflerden bir harf yoktur. Ya’nî “Dâvûd-???????” ismini oluşturan “dâl-?” ve “elif-?” ve “vâv-?” harfleri kendilerinden sonra gelen harflere bitişmez. İşte Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)’a salt olarak bu ismi vermekle âlemden ayırdığını bize haber verdi. Ve Muhammed (s.a.v.)’i ise hem bitişen harfler ile hem de bitişmeyen harfler ile isimlendirdi. Çünkü “Muhammed-????” ismindeki harflerden “mîm-?” ve “hâ-?” harfleri kendilerinden sonra gelen harflere bitişirse de “dâl-?” harfi kendisinden sonra gelen harfe bitişmez.
İşte Hak Teâlâ onu kendi zâtına ulaştırdı ve âlemden ayırdı. Ve bu ayrılma ve bitişmeden ibâret olan iki hâl arasını (S.a.v.) Efendimiz’in şerefli isminde topladı. Bundan dolayı (S.a.v.)’in ayrılması ve bitişmesi hem kelime olarak ve hem ma’nen gerçekleşti. Fakat Dâvûd (a.s.)’da bu iki hâl arasını sâdece ma’nâ yoluyla topladı.
Ya’nî Dâvûd (a.s.)’ın isminin kelimesinde âlemden ayrılığı görünür ise de, Hakk’a bitişmesi görünmez. O bitişme ancak Dâvûd isminin işâret ettiği ma’nâda mevcûttur. İşte Hak Teâlâ, (S.a.v.)’in şerefli isminin tersine olarak, Dâvûd (a.s.)’ın isminde bu ayrılma ve bitişmeyi görünür bir biçimde toplamadı.
Ve ayrılma ve bitişmenin Muhammed şerefli isminde toplanması, (S.a.v.) için Dâvûd (a.s.) üzerine tahsistir. Ya’nî şerefli ismi ile bu tahsise dikkât çekildi. Bundan dolayı Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) için toplama işi her yönden, ya’nî kelime ve ma’nâ yönlerinden tam oldu.
Ve onun “Ahmed-????” şerefli ismi de böyledir. Çünkü “dâl-?” ve “elif-?” harfleri ya’nî kendisinden sonra gelen harfe bitişmeyen harfler ile “hâ-?” ve “mîm-?” harflerinden ya’nî kendisinden sonra gelen harfe bitişen harflerden oluşmuştur. İşte Muhammed ve Dâvûd (aleyhime’s-selâm)’ın şerefli isimlerinde olan bu dikkât çekme ilâhî hikmettendir. Çünkü varlıkta söz olarak ve yazılı olarak ve akıl olarak ve his olarak olan şeylerin hiçbirisi ilâhî hikmetin dışında değildir.
Bu ma’nâlar kuramsal akıllardan örtülüdür. Bunu ancak ilâhî nûr ile bakan basîret sâhipleri müşâhede eder.
Daha sonra Dâvûd (a.s.) hakkında, ni’metlendirme yolu üzere dağların onunla berâber tesbîh edişlerini ve seslenişlerini, ona vermesi hakkında dedi. Şimdi amelleri ona mahsûs olmak için, onun tesbîhinden dolayı tesbîh ederler. Ve kuşlar da bunun gibidir. Ve ona kuvvet verdi ve onu onunla vasfetti ve ona hikmeti ve fasl-ı hitâbı verdi. Daha sonra Allah Teâlâ’nın onunla onu tahsîs ettiği en büyük ni’met ve yakınlık mertebesidir ki, onun halîfeliğini açıkça vurgulamıştır. Her ne kadar içlerinde halîfeler oldu ise de, onun gibi olan nebîlerden hiç birisine bunu yapmadı. Şimdi “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı fahküm beynen nâsi bil hakkı ve lâ tettebiil hevâ fe yudilleke an sebîlillâhi” (Sâd, 38/26) ya’nî “Ey Dâvûd, muhakkak biz seni yeryüzünde halîfe ettik. Bundan dolayı sen hak ve adâlet ile hükmet ve hevâya tâbi’ olma ki, seni Allâh’ın yolundan, ya’nî resûllere vahyettiğim yoldan saptırır” dedi (4).
Hz. Şeyh (r.a.) Dâvûd (a.s.) hakkındaki ilâhî ni’metlendirme ve lütufları sayarak beyân buyurur ki: Yukarıda bahsedilen ilk ni’metten sonra Hak Teâlâ hazretleri cenâb-ı Dâvûd hakkında:
(Sâd, 38/18-19)
“İnnâ sahharnel cibâle meahu yüsebbihne bil aşiyyi vel işrâk. Vet tayre mahşûreh, küllün lehû evvâb.”
“Biz dağları ona itaâtkâr kıldık ki, akşam sabah onunla berâber tesbîh ederler idi. Ve kuşları da itaâtkâr kıldık ki, toplanıp hepsi onun tesbîhini tekrâr ederler idi”
ve
(Sebe 34/10)
“Ve lekad âteynâ dâvûde minnâ fadlen, yâ cibâlu evvibî meahu vet tayr”
“Biz Dâvûd’a indimizden fazîlet verdik. Ey dağlar ve kuşlar onunla berâber tesbîhi tekrâr edin, dedik”
buyurdu.
Ve Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)a “vezkur abdenâ dâvûde zel eydi” (Sâd, 38/17) ya’nî “Kuvvet sâhibi olan kulumuz Dâvûd’u zikret!” ve “elennâ lehül hadîd” (Sebe’, 34/10) ya’nî “Biz ona demiri yumuşattık” âyet-i kerîmelerinde beyan buyurduğu üzere, kuvvet verdi ve onu kuvvet ile vasfetti.
Ve “âteynâhül hikmete ve faslel hitâb” (Sâd, 38/20) ya’nî “Biz ona hikmeti ve fasl-ı hitâbı verdik” âyet-i kerîmesinde beyan buyurduğu şekilde Hak Teâlâ cenâb-ı Dâvûd’a hikmeti, ya’nî zâhirde halk siyâseti ve memleket idâresi ilimlerini ve bâtında da ilâhî hakîkatler ilmini ve isimlere ve var edilmişlere âit mertebelerin ilmini verdi.
Ve fasl-ı hitâbı, ya’nî hak ve bâtılı ayırmak için Hak ile hálk arasında vâsıta olma mertebesini verdi ki, Dâvûd (a.s.) huzûr-i nebevîlerine getirilen bir da’vâyı hiç şüphede kalmadan ve duraksamadan fasl eder ya’nî çözer idi.
Bu bahsedilen ni’metten sonra Hak Teâlâ, cenâb-ı Dâvûd’a en büyük ihsânı ve yakınlık mertebesini verip “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı” ya’nî “Ey Dâvud! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzü için halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) âyet-i kerîmesinde bu ihsânı ve bu mertebeyi kat’i bir şekilde beyan buyurdu.Ve bu ihsan ve mertebenin kendisine mahsûs bulunduğunu, bu şekilde açıkça vurguladı. Gerçi diğer nebîler arasında da halîfeler mevcût idi.
Fakat Hak Teâlâ Hazretleri Dâvûd (a.s.) hakkında yaptığı gibi onun gibi olan nebîlerden hiçbirisinin halîfeliğini böyle kat’i bir şekilde açıklıkla beyan buyurmadı. Ve Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede Hz. Dâvûd’un hevâya, ya’nî ilâhî vahiy dışında hatırına gelen şeye tâbi’ olmamasını, çünkü o şeyin Allah’ın yolundan; ya’nî vahiy yolundan saptıracağını bildirdi. Çünkü bir mes’eleye akılsal bakış açısı ile de hükmetmek vardır. Bu hüküm ise tabi’ki ilâhî vahye benzemez. İşte hakkında kat’i ve açık bildirim olmayan bir mes’elede içtihat verenlerin hatâları akılsal bakış açısı sebebiyledir.
Ondan sonra Hak Sübhânehû onunla edeb ile muamelede bulundu. Bundan dolayı “Allâh’ın yolundan dönüp şaşıran kimseler için, hesap gününü unuttuklarından dolayı, şiddetli azâb vardır” (Sâd, 38/26) buyurdu. Ve ona “Eğer sen benim yolumdan dönüp şaşıracak olursan, senin için şiddetli azâb vardır” demedi. Ve eğer sen, oysa Âdem’in halîfeliğine vurguda bulunuldu, dersen, biz deriz ki: Dâvûd’a olan vurgu gibi vurgulanmadı ve ancak meleklere “Muhakkak ben yeryüzünde bir halîfe kılarım” (Bakara, 2/30) dedi. Ve “yeryüzünde Âdem’i halîfe kılarım” demedi. Ve eğer deseydi Dâvûd hakkında olan “Biz seni halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) sözü gibi olmazdı. Bundan dolayı bu muhakkaktır. Oysa, “Muhakkak ben yeryüzünde bir halîfe kılarım” (Bakara, 2/30) sözü bunun gibi değildir. Ve kıssada bundan sonra Âdem’den bahsedilmesi, onun Allah Teâlâ’nın kat’i olarak haber verdiği halîfenin aynı olduğuna işâret etmez. Böyle olunca kullarından haber verdiği vakit, sen kalbini Hakk’ın haberlerine çevir! Ve aynı şekilde İbrâhîm Halîl hakkında “Ben seni insanlara imâm kılarım” (Bakara, 2/124) dedi ve “Seni insanlara halîfe kılarım” demedi. Gerçi biz biliriz ki, muhakkak buradaki imâmlık, halîfeliktir. Fakat imâmlık, halîfelik gibi değildir. Çünkü onu isimlerinin daha özele dönük olanı ile zikretmedi. Ve o daha özele dönük olan isim halîfeliktir (5).
Ya’nî Hak Teâlâ Hazretlerinin Dâvûd (a.s.)’a olan ni’metlerinden birisi de ona karşı edeb muâmelesini icrâ buyurmasıdır. Çünkü Hak Teâlâ: “Yâ Dâvûd, biz seni yeryüzünde halîfe kıldık. İnsanlar arasında hak ve adâlet ile hükmet, hevâya tâbi’ olma!” (Sâd, 38/26) buyurduktan sonra, “Eğer sen Hak yolundan sapacak olursan senin için şiddetli azâb vardır” demedi de, bu ma’nâyı “Allâh’ın yolundan sapanlar için, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli azâb vardır” (Sâd, 38/26) tarzında genel bir şekilde beyân etti.
Bu ise Dâvûd (a.s.)’a karşı Cenâb-ı İzzet tarafından edeb muâmelesidir. Çünkü bir kimseye “Sözümü tutmaz isen seni şöyle yaparım, böyle yaparım” demek başka ve “Sözümü tutmayanları şöyle, böyle yaparım” demek yine başkadır.
Ve eğer sen, Dâvûd (a.s.)’ın halîfeliği hakkında açık ve kat’i haber ulaştığı gibi Âdem (a.s.) hakkında da açık ve kat’i haber ulaşmıştır, diye bizim sözümüze i’tirâz edecek olursan, senin bu i’tirâzın geçerli değildir. Çünkü Hak Teâlâ meleklere hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeten” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyurdu “Ben yeryüzünde Âdem’i halîfe kılacağım” demedi. Ve “câ’il ya’nî kılmak” ism-i fâildir. Hem şimdiki zamâna hem de gelecek zamâna işâret eder.
Bundan dolayı “innî câilun fîl ardı halîfeten” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) sözü işitildiği zaman, halîfe acabâ o vaktin şimdiki zamânında olan Âdem midir, yoksa gelecek zamanda gelecek olan halîfeler midir, diye zihinde tereddüd oluşur. Şu halde bu haber ile buyrulan halîfe belli değildir.
Fakat “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı” ya’nî “Ey Dâvud! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzü için halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) haberinde kat’i olarak halîfeliğin Dâvûd (a.s.)’a mahsûs olduğu açıktır. Bundan dolayı “İnnî câ’ilün” ya’nî “Muhakkak kılacağım” haberi Dâvûd (a.s.) hakkındaki haber gibi değildir.
Diğer taraftan Hak Teâlâ “yeryüzünde ben Âdem’i halîfe kılıcağım” demiş olsa idi bile, bu söz “Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı” ya’nî “Ey Dâvud! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzü için halîfe kıldık” (Sâd, 38/26) sözü gibi olmaz idi.
Çünkü “ce’alnâ ya’nî kıldık” geçmiş zaman fiil kipidir; olmuş bir işi gösterir. “Câ’il ya’nî kılacağım” kelimesi ise, gerçekleşmiş bir fiili ifâde etmez. Bundan dolayı “Biz seni halîfe kıldık” hitâbı gerçekleşen bir fiili ifâde eder.
Eğer denecek olursa ki hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeten” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) âyet-i kerîmesinden sonra “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” ya’nî “Ve, Âdem’e, isimlerinin hepsini öğretti” ve “Kâle yâ âdemu enbi’hüm bi esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver” (Bakara, 2/31,33) âyetleriyle ve bu şekilde sıralanan diğer âyetlerde Âdem (alehisselâm)’dan bahsedilmesi, halîfeliğin ona dönük olduğuna işâret değil midir?
Biz deriz ki bu şekilde bahsedilmesi, Âdem (a.s.)’ın bu mübârek haberde beyân olunan halîfenin aynı olduğuna işâret etmez. Çünkü Hak Teâlâ ona “Yâ Âdem, ben seni yeryüzünde halîfe yaptım” buyurmadı. Bundan dolayı Dâvûd (a.s.) hakkındaki haber açıktır.
Şu halde Hak Teâlâ, kullarının hallerini haber buyurduğu vakit, sen Hakk’ın haberlerine basîret bakışı ve kalb konsantrasyonu ile bak. Eğer aklî bakış açısı ile değerlendirirsen ilâhî haberlerden kastedilen ma’nâyı doğru anlayamazsın.
Bu halîfelik mes’elesi İbrâhîm Halîl (a.s.) hakkında da böyledir. Çünkü Hak Teâlâ onun hakkında “innî câiluke lin nâsi imâmâ” (Bakara, 2/124) ya’nî “Biz seni insanlara imâm kılıcıyız” buyurdu; insanlara halîfe kılıcıyız” demedi. Gerçi biz burada “imâmlığın” “halîfelik” ma’nâsına geldiğini biliriz. Fakat “imâmlık” halîfelik gibi değildir.
Çünkü Hak Teâlâ İbrâhîm (a.s.)’ı, “halîfelik”ten ibâret olan isimlerinin daha özele dönük olanı ile zikretmedi; “imâmlık”tan ibâret olan isimlerinin daha genele dönük olanı ile zikretti. Bundan dolayı onun halîfeliği hakkında da Dâvûd (a.s.)ın halîfeliği gibi açık ve kat’i haber yoktur.
Ondan sonra Dâvûd hakkında halîfelik, ona tahsis kılınmasındandır ki Hak, onu hükümde halîfe kıldı. Bu ise, ancak Allah’dan oldu. Böyle olunca ona “fahküm beynen nâsi bil hakkı” ya’nî “insanlar arasında hak ile hükmet!” (Sâd, 38/26) dedi. Ve Âdem’in halîfeliği bu mertebeden olmaz. Bundan dolayı onun halîfeliği, Allah’dan vekîl olup O’nun hálk ettiklerinde ilâhî hüküm ile onlar hakkında hükmetmekle değil, bundan evvel halîfelik mertebesinde olan kimsenin halîfe kılmasıyla olmuştur, diye düşünülebilir. Her ne kadar iş Dâvûd (a.s) gibi oldu ise de. Fakat bizim sözümüz, Dâvûd (a.s) üzerine yapılan vurgu ve onunla olan kat’i ve açık bildirim hakkındadır. Oysa Allâh’ın yeryüzünde, Allah’tan halîfeleri vardır ve onlar da resûllerdir. Fakat bugün halîfelik resûllerdendir, Allah’tan değildir. Çünkü onlar, ancak resûlün onlara şerîat olarak koyduğu şeyle hükmederler; bundan dışarıya çıkmazlar. Şu kadar var ki, burada bir incelik vardır. Onu ancak bizim gibi olanlar bilir. Bu da Resûl (a.s.) için şerîat olarak konulan şeyden, onunla hükmettikleri şeyin alınmasındadır. Bundan dolayı resûlden halîfe olan kimse, hükmü, Resûlullah (s.a.v.)’den nakil ile alır. Yâhud aslı, bu şekilde Resûl (s.a.v.)’den nakledilmiş olan içtihât ile alır. Ve bizim içimizde onu Allah’tan alan kimse vardır. Böyle olunca bu hükmün aynı ile Allah’tan halîfe olur. Şimdi onun Resûl (s.a.v.) için esas teşkil etmesi yönünden, onun için esas teşkil eder. Bundan dolayı o, yeryüzüne inip hükmettiği zaman Îsâ (a.s.) gibi, zâhirdeki hûkümde ona muhâlef edilemeyeceğin-den dolayı tâbî olucudur. Ve Allah Teâlâ’nın “O nebîler Allah Teâlâ’nın hidâyet ettikleridir. Bundan dolayı sen onların hidâyetlerine tâbî ol!” ma’nâsına olan “Ulâikellezîne hedallâhu, fe bi hudâyuhumuktedih” (En’âm, 6/90) sözünde nebî Muhammed (s.a.v.) gibidir. Ve o halîfenin alma şeklinden ârif olduğu şey hakkında uygunluk kendisine âittir. Ve o, onda, Nebî (s.a.v.)’in kendisinden evvel gelen resûllerin şerîatından bildirdiği şey gibidir. Onu bildirmekle, biz geçmişteki şerîatlara, ondan evvel onun dışındakilere şerîat oluşu yönünden değil, onun bildirmiş olması yönünden tâbi’ olduk (6).
Ya’nî Hz. Âdem’in halîfeliği hakkında açık ve kat’i haberler olmadığı gibi İbrâhîm (s.a.)’ın halîfeliği hakkında da açıklıklar yoktur. Yalnız onun imâmlığı açıkça belirtilmiştir. Ve “imâmlık” ile “halîfelik” arasında mantık ilmine göre dört bağıntıdan biri olarak belirtilen “kavramlardan birinin diğerini bütünüyle içine alması” bağıntısı vardır. Çünkü her bir halîfe imâmdır ve her imâm ise halîfe değil, belki ba’zı imâmlar halîfe olur.
Şu halde Hak Teâlâ cenâb-ı İbrâhîm’i, “halîfelik”ten ibâret olan isimlerinin daha özele dönük olanıyla zikretmedi. Belki “imâmlık”tan ibâret olan isimlerinin daha genele dönük olanı ile zikretti. Oysa Hak Teâlâ cenâb-ı Dâvûd’u özellikle “hükümde halîfe” kıldı. O hem imâmlığı ve hem de halîfeliği toplamıştır. Ve halîfeliği hakkında açık ve kat’i haber de ulaştığından aslâ tereddüde yer yoktur.
Ve “hükümde halîfelik” ise, ancak bütün isimleri ihâta etmiş ve toplamış olan “Allah” ismine görünme yeri olmakla olur. Ya’nî Allah’tan halîfe kılınma yoluyladır. Çünkü bu toplayıcı ismin dışındaki ilâhî isimlerden birinin görünme yeri olan kâmilde tam tasarruf zâhir olmaz. Onun tasarrufu o ismin özelliği ile sınırlı olarak kalır.
İşte cenâb-ı Dâvûd’un halifeliği Allah’tan olduğu için, Allah Teâlâ ona “fahküm beynen nâsi bil hakkı” (Sâd, 38/26) ya’nî “İnsanlar arasında bütün isimlerin hükümlerini Hak ile tatbîk et!” buyurdu.
Ve Hz. Âdem’in halifeliği ise, hakkında açık ve kat’i haber bildirilmiş olan bir mertebeden olmuş değildir. Çünkü Hak Teâlâ’nın meleklere hitâben: “Ben yeryüzünde halîfe kılıcıyım” (Bakara, 2/30) buyurmasıyla zihinlerde tereddüd oluşup: “Acabâ Hz. Âdem, kendinden evvel Hak tarafından halîfe kılınan biri tarafından mı, yoksa doğrudan doğruya Allah tarafından mı halîfe kılınmıştır?” der. Bununla berâber Hz. Âdem yeryüzünde Allâh’ın halîfesidir ve onun vekîlidir ve iş böyle olmuştur.
Fakat bizim sözümüz, Dâvûd (a.s.) hakkında açık bir haber ile halifeliğin kat’i şekilde beyan buyrul-duğunu zikretmekten ibârettir. Yoksa Dâvûd (a.s.)’dan başka Allâh’ın yeryüzünde doğrudan doğruya Allah tarafından halîfe kılınan halîfeleri vardır ki, onlar büyük peygamberlerdir (aleyhimü’s-selâm). Fakat nebîlerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz’den sonra risâlet kesildiğinden bugün halîfelik Allah’tan değil, resûllerdendir.
Çünkü bugün ümmet-i Muhammed içinde zâhir olarak içtihat veren imâmlar ve bâtın olarak kâmil evliyâlar ve kutublar gibi mevcût olan halîfeler, ancak Resûl (a.s.)’ın onlara şerîat olarak koyduğu şeyle hükmederler. Onlar şerîat hükümlerinden dışarı çıkmazlar. Ancak, burada bir incelik vardır ki, o inceliği zevkan ve hâlen ilim ve mertebede bizim gibi olan tahkîk ehli bilir.
Bu incelik de şudur ki: İçtihat veren imâmlar ve kâmil evliyâlar bir mes’elede hükmederler ve bu hükmü Resûlullah (s.a.v.)’in şerîatinden alırlar. Bu şekilde o verdikleri hükümlerden Resûl’den halîfe olurlar. Çünkü bu hükmü Resûlullah hazretlerinden nakil olarak aldılar. Fakat bu hükmü verebilmek için ilim tahsîli lâzımdır.
Oysa zâhiri şerîat ilmini bütün incelikleriyle herkesin öğrenmesi güçtür. Evliyânın kâmilleri arasında zâhiri şerîat ilminde derinliği olmayan ve yalnız dîni yönden asgari düzeyde yapılması gerekenler ile yetinen kerem sâhibi zâtlar pek çoktur. Bununla berâber, şerîata âit bir mes’elenin halledilmesi husûsunda kendilerine gelen mürâcaat üzerine, bu kerem sâhibi zâtlar Ahmedî şerîata uygun olmak üzere cevaplar verip âlimleri hayrete düşürürler.
Bu cümleden olarak ümmî olan kerem sâhibi evliyâdan Şeybân-ı Râ’î hazretlerine sorarlar ki: Bir kimse beş vakit namazdan birini kaçırsa; fakat kaçırdığı namâzın hangi vakte âit olduğunu hatırlamasa, o kimse ne yapsın? Cevâben buyururlar ki: O kimse beş vaktini gaflet içinde geçirmiştir; beş vaktini de kazâ etmesi lâzım gelir.
Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Fîhi Mâ-fîh ismindeki yüce eserlerinde buyururlar ki: “Şeyh Nessâc-ı Buhârî (kuddise sırruhû) gönül sâhibi çok büyük bir merd idi. Mollalar ve ileri gelenler, ziyâret maksâdıyla onun önüne gelirler ve iki diz üstü otururlar idi. Şeyh ümmî idi. Onun lisânından Kur’ân’ın ve hadîslerin tefsîrini dinlemek isterler idi. O der idi ki: “Ben Arapça bilmem. Siz Kur’ân’ın ve hadîsin tercümesini söyleyiniz, ben de onun ma’nâsını söyleyeyim”.
Onlar âyetin tercümesini söylerler; o da onun tefsîr ve hakîkatine başlayıp: “Mustafâ (s.a.v.) filan makâmda iken bu âyet geldi; ve o makâmın halleri şöyledir” diyerek o makâmın derecesini ve onun yollarını ve oraya nasıl yükselenileceğini ayrıntılı olarak beyân eder idi”.
İşte görülüyor ki, bu hükmü Allah’tan alıyorlar. Fakat aldıkları hükümler Resûl (a.s.)’ın şerîatinden başka bir şey değildir. “Kur’ân kıyâmete kadar inmektedir” dediklerinin ma’nâsı bu inceliğe dayanmaktadır. Bundan dolayı ümmet-i Muhammed içinde olan kâmil evliyâlar bu hükmün aynı ile Allah’tan halîfe olur. Şu halde Allah’dan alma husûsu, Resûlullah (s.a.v.) için esas olduğu gibi, kâmil evliyâlar için de esas olur.
Şimdi, âhir zamanda Îsâ (a.s.) yeryüzüne inip, nasıl tamâmı ile muhammedî şerîat üzere hükmede-cek ise, o halîfeler de öylece zâhir olarak verilen hükümde muhammedî şerîata uygun olarak hükmederler.Ve onlar Resûl (a.s.)’a tâbi’ olurlar. Ve bu halîfelerin hâli, tıpkı Allah Teâlâ’nın “Ulâikellezîne hedallâhu, fe bi hudâyuhumuktedih” ya’nî “İşte onlar, Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir.
Öyleyse onların hîdâyetine tâbî ol!” (En’âm, 6/90) sözüne muhâtap olan nebîlerin sonuncusu Muhammed Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’in hâline benzer. Çünkü (S.a.v.), ilâhî hidâyet ile hidâyet edilmiş olan önceki nebîlerin bu hidâyetlerine tâbi olmakla me’mûr oldu. Oysa hidâyetin alındığı yer birdir. Önceki nebîler o hidâyeti nereden aldı ise, (S.a.v.) dahi oradan alır. Bundan dolayı önceki nebîler için esas olan alma husûsu, Sallallâhü aleyhi ve sellem için de esas olur. İşte kâmil evliyâların muhammedî şerîata uygun olarak doğruca Allah’tan alması hâli budur.
Ve o halîfe Allah’tan aldığı şeyi bilmek husûsunda resûle tâbi’ değildir. Çünkü bilişi kendi nefsine âit olan ilâhî tahsistir. Fakat almak husûsunda resûle uyucudur. Çünkü resûle muhâlefeti yoktur. Ve Hak’tan aldığı şeyi ilâhî tahsis ile bilip zâhirde resûlün hükmüne uygun olan bir hükmü, o halîfelerin bildirmesi, Nebî (a.s.)’ın kendinden evvel gelen peygamberlerin şerîatini, kendi şerîatinde bize bildirmesi gibidir.
Biz geçmişteki nebîlerin şerîatine, ancak Nebîmiz (s.a.v.)’in bize kendi şerîati sırasında bildirdiği için tâbi’ olduk. Yoksa biz o şerîate Nebî’mizden başka bir nebînin şeriati olduğu için tâbi’ olmadık.
Ve Resûl’ün Allah’tan aldığı şeyin aynını, halîfenin Allah’tan alması da böyledir. Bundan dolayı biz onun hakkında, keşif lisânı ile “Allah’ın halîfesi” ve zâhir lisânı ile “Resûlullah’ın halîfesi” deriz. Ve bundan dolayı Resûl (a.s.), muhakkak kendi ümmetinde halîfeliği Rabb’inden alan kimse olduğunu bildiği için, halîfelikte kendisinden hiçbir kimseye açıkça belirtmediği ve bir kimseyi ta’yîn etmediği halde vefât etti. Böyle olunca şerîat hükümlerine uygunlukla berâber, Allah Teâlâ’dan halîfe olur. Şimdi ne zamanki Sallallâhü aleyhi ve sellem bunu bildi, halîfelik işini men’ etmedi. Böyle olunca, Allah Teâlâ için onun hálk ettiklerinde halîfeler vardır ki, rusül (aleyhimü’-selâm)’ın aldığı şeyi, Resûl’ün ve rusüllerin ma’deninden alırlar. Ve burada kendisinden önce olanın fazîletine ârif olurlar. Çünkü Resûl, ilâveyi kabûl edicidir ve bu halîfe, ilâveyi kabûl edici değildir. Öyle ki eğer Resûl olsa idi, onu kabûl ederdi. Şimdi ona şerîat olunan şeyde, ilim ve hükümden, ancak yalnızca resûle şerîat olunan şey verilir. “Sen İsâ (a.s.)’ı görmez misin? Ne zamanki Yahûdiler, bugün resûl ile halîfelik hakkında bizim dediğimiz gibi, muhakkak o, Mûsâ üzerine ilâve bir şey getirmez, diye hayâl ettiler. Ona îmân ettiler ve onu kabûl ettiler. Îsâ (a.s.) resûl olduğu için, ne zamanki bir hükmü ilâve olarak koydu veyâhut bir hükmü kaldırdı, ki Mûsâ (a.s.) onu bildirmiş idi, buna tahammül etmediler. Çünkü onun hakkında inançlarına muhâlefet etti. Ve Yahûdîler, işi hakîkati üzere bilmekten câhil oldular. Bundan dolayı öldürülmesini talep ettiler (7).
Ya’nî Resûl (a.s.)’ın Allah’tan aldığı hükmün aynını, halîfenin Allah’tan alması, Resûl (a.s.)’ın kendisinden önceki nebîlerin hükümlerini Allah’tan almasına benzer. Resûl’ün o aldığı hüküm, alışta nasıl bağımsız ve zâhirde o kendisinden öncekilerin şerîatlarına uygun ise, halîfe de alışta bağımsız ve zâhirde öylece muhammedî şerîate uygundur.
Şu halde, biz o halîfe hakkında keşif lisânı keşf ile “Allah’ın halîfesi” ve zâhir lisânı ile “Resûlullah’ın halîfesi”dir deriz. İşte bunun için Resûl (a.s.), kendinden sonra kimin halîfe olacağını ta’yîn etmeksizin vefât etti. Çünkü Resûl (a.s.), kendi ümmeti içinde halîfeliği Rabb’inden alan kimse olduğunu bilir. Böyle olunca, o halîfe zâhirde Resûl’ün şerîatine uymakla berâber, doğrudan doğruya Allah’tan aldığı şerîat hükmünde Allah’tan halîfe olur.
İşte Resûl (a.s.), bu inceliği bildiği için, halîfelik işini men’ etmedi. Ve halîfeliği kendi halîfeliğine sınırlamadı. Belki halîfelik kapısını açık bırakmakla ilâhî halîfeliğe işâret etti.
Bundan dolayı Allah Teâlâ’nın kendi hálk ettiklerinde birtakım halîfeleri vardır ki, rusül alehimü’s-selâmın aldığı hükümleri onların aldığı ma’denden ve kaynaktan alırlar. Ve bu alış makâmında, kendilerin-den evvel bulunmuş olan resûlün fazîletine ârif olurlar. Çünkü, Resûl hükümlerde ilâveyi kabûl eder, ya’nî kendisine gelen şerîatin hükümleri, kendinden evvel gelen resûlün şerîat hükümlerinden fazla olur. Fakat halîfe hakkında bu geçerli değildir.
Halîfeye ancak tâbi’ olduğu resûlün şerîat hükümleri geçerli olur. O hükümlerden ilâveyi kabûl etmez. Oysa o halîfe, eğer resûl olsaydı, hükümlerde ilâveyi kabûl eder idi. Bundan dolayı halîfeye ilim ve hükümden bir şey verildiği vakit, ancak yalnızca resûle şerîat olunan şey verilir; ondan fazla bir şey verilmez.
Sen Îsâ (a.s.)’ı görmüyor musun? Halîfe resûle tâbi’dir, ona aykırı bir hüküm ile ortaya çıkmaz, dediğimiz gibi, Yahûdîler Hz. Îsâ’yı, Mûsâ (a.s.)’ın şerîatini oturtmaya me’mûr bir halîfe zannettiler ve Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat üzerine bir hüküm ilâve etmez diye hayâl ettiler. İlk önce îmân ettiler ve onun nebîliğini kabûl ettiler. Çünkü Mûsâ şerîatında bunun gibi nebîler çok idi. Îsâ (a.s.)’ı da onlardan biri zannettiler.
Oysa Îsâ (a.s.), resûl olduğu ve resûl ise ilâveyi kabûl ettiği için, ne zamankki Mûsâ şerîatı üzerine bir hüküm ilâve etti ve Hz. Mûsâ’nın şerîatinde karar kılmış olduğu bir hükmü kaldırdı, Yahûdîler bu hâle tahammül edemediler. Çünkü Îsâ (a.s.) Yahûdîlerin kendi hakkındaki inançlarına aykırı olarak ortaya çıktı. Yahûdîler ise hâlin hakîkatini bilmediklerinden Îsâ (a.s.)’ın öldürülmesine kalkıştılar.Bilmediler ki Îsâ (a.s.)’ın Mûsâ şerîatinden devâm ettirdiği hükümler kendi şerîati olduğu içindir, yoksa Mûsâ (a.s.)’ın şeriati olduğu için değildir.
Örnek: Farz edelim hükûmet, bir ticâret kânûnnâmesi yayınlar. Bir müddet o kânûnun hükümleriyle amel olunur. Daha sonra kişilerin ticârî muâmeleleri genişler. Ve halkın genişleyen ticârî isti’dâdları o kânunnâme hükümlerinden ba’zılarının kaldırılmasını ve ba’zılarının devâmını ve yeniden birtakım hükümler daha konulmasını îcâb ettirir.
Bundan dolayı hükûmet yeniden bir ticâret kânûnnâmesi yapmak lüzûmunu hisseder ve bu kânûnun sonuna bir madde ilâve edip der ki: Filan târihli ticâret kânûnnâmesinin hükmü bu kânûn ile kaldırılmıştır. Her ne kadar yeni kânûnda eski kânûnun birtakım hükümleri mevcût bulunur ise de, artık mahkemeler o kânûndan bahisle hükmetmezler. Çünkü kişilerin isti’dâdına göre yeni kânûn yapılmıştır ve o kânûn öncekinden bağımsızdır. Önceki kânûn ile aslâ ilgisi kalmamıştır.
İşte bunun gibi şerîat hükümlerinin kaldırılması ve resûllerin gönderilmesi, ancak halkın isti’dâdlarıyla alâkadâr bir husûstur. Ve ümmet-i Muhammed’in isti’dâdları en üst dereceye ulaştığından (S.a.v.) Efendimiz’in getirdiği şerîat dahi şerîatların en mükemmelidir ve kıyâmete kadar sürecektir. Nitekim, ondan sonra hiçbir resûl zuhûr etmemiştir ve etmeyecektir. Ve ümmet-i Muhammed’in isti’dâdlarının derecesine zamânımızda yeryüzünde bulunanlarda görülen fikirler ve îcâtlar şâhittir.
Çünkü yeryüzünde bulunan toplumların hepsi ümmet-i Muhammed’dir. Şu kadar ki, bir kısmı “ümmet-i da’vet ya’nî da’vet edilmiş ancak henüz kabûl etmemiş olanlar”, diğer bir kısmı “ümmet-i îcâbet ya’nî yapılan da’veti kabûl etmiş olanlar”dır. Ya’nî bir kısmı Kur’ân’ın hükümlerini kabûl etmiş, diğeri henüz etmemiştir; her an da’vet olunmaktadırlar. Ve Avrupalıların “Biz Îsâ ümmetiyiz” demeleri geçerli değildir. Çünkü îsevî şerîat, muhammedî şerîat ile kaldırılmıştır. Nasıl ki hükûmet yeni bir kânûn yayınladıktan sonra, ba’zı mahkemeler: “Hayır biz eski kanûn üzerine hükmederiz, yeni kanûnu tanımayız” diyemezler; derlerse onların bu da’vâları işin aslında bâtıl olur.
imdi Azîz Kitâb’ında Allah Teâlâ’nın ondan ve onlardan bize haber verdiği şey, onun kıssasından oldu. Böyle olunca ne zamanki resûl oldu, ya karâr kılmış olan hükmü kaldırmakla veyâhut bir hükmü ilâve etmekle, ilâveyi kabûl etti. Çünkü kaldırmakta, hiç şüphesiz bir hükmün ilâvesidir. Oysa halîfelik için bugün bu esas yoktur. Ve Muhammed (s.a.v.)’in kendisine sözlü olarak bildirilmiş olan şerîatı üzerine değil, ancak içtihât ile kararlaştırılmış şerîat üzerine eksiltir ve ilâve eder. Şimdi ba’zen halîfeden, hükümde bir hadîse aykırı olan şey zâhir olur. Bundan dolayı onun içtihâttan olduğu hayâl edilir. Oysa böyle değildir. Ve ancak bu imâm indinde, o haber keşf yönünden nebîden sâbit olmadı. Ve eğer sâbit olsa idi onunla hükmederdi. Ve her ne kadar onun hakkında olan bize ulaşma yolu, doğru ve güvenilir kişiler üzerinden oldu ise de, o doğru ve güvenilir kişi vehimden ve tam olarak ma’nâsını aktarabilmekten yana ma’sûm değildir. İşte bugün halîfeden bunun gibi şeyler olur. Ve aynı şekilde Îsâ (a.s.)’dan bile olur. Çünkü o yeryüzüne indiği zaman kararlaştırılmış olan içtihat şerîatından çoğunu kaldırır. Şu halde o, kaldırdıkları ile Resûl (a.s.)’ın, onun üzerine olduğu, şerîatın gerçek şeklini belirtir. Özellikle bir hüküm nâzil olduğunda imâmların hükümleri çakıştığında, kesinlikle anlaşılır ki, eğer vahiy nâzil olsa idi, elbette bu yönlerden biri ile nâzil olur idi. Bundan dolayı o yön ilâhî hükümdür. Ve onun ilâvesi, her ne kadar Hak onu bildirdi ise de, o, bu ümmetten güçlüklerin kaldırılması ve hükmün genişlik kazanması için bildirilen şerîattır (8).
Ya’nî Allah Teâlâ’nın Îsâ (a.s.)’dan ve Yahûdîlerden Kur’ân-ı Kerîm’de haber verdiği husûs, Îsâ (a.s.)’ın kıssasından oldu. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Îsâ (a.s) ile Yâhûdîler arasındaki mâcerâyı açıklamayıp yalnız Allah Teâlâ Hazretlerinin Azîz Kitâb’ında bu kıssayı bize haberr verdiğini beyân ile yetindi. Çünkü bu konudaki Kur’ân haberlerinin tefsîrinde muhtelif sözler vardır.
Ve Hz. İbn Abbâs ve Talha ibn Alî (radıyâlâhü anhümâ) Efendimiz (s.a.v)’e hitâben “Ve mâ cealnâ li beşerin min kablikel hulde” ya’nî “Ve senden önce bir beşeri, ebedî (ölümsüz) kılmadık” (Enbiyâ, 21/34) âyet-i kerîmesi dolayısıyla Îsâ (a.s) hakkında bildirilen “innî müteveffîke” ya’nî “muhakkak seni vefât ettirecek olan Benim” (Âl-i-İmrân, 3/55) ve “fe lemmâ teveffeytenî” ya’nî “beni vefât ettirince” (Mâide, 5/117) âyet-i kerîmelerini vefât ile tefsîr etmişlerdir.
Ve Hırıstiyanların inançları da bunun üzerinedir. Doğruluğunu en iyi Allah bilir. Ve bu konudaki ayrıntılar Îsâ Fassı’nda geçti.
Ne zamanki Îsâ (a.s.) resûl oldu, ya Mûsâ (a.s.)’ın şerîatinde karar kılmış olan bir hükmü eksiltmekle veyâhut o şerîat üzerine bir hükmü ilâve etmek sûretiyle hükümde ilâveyi kabûl etti. Çünkü karar kılmış olan bir hükmü eksiltmek dahi hiç şüphesiz ilâveyi kabûl etmektir. Çünkü bu hüküm de yeni bir hükümdür.
Fakat halîfe böyle yapamaz. O (S.a.v.)’in şerîatı üzerine ne bir hüküm ilâve edebilir ve ne de o şerîatten bir hüküm eksiltebilir. Çünkü o şerîat, (S.a.v.) Efendimiz’e sözlü olarak ulaşmıştır. Ve kat’i ve açık haberdir. Halîfe, resûl değildir ki, bu şerîat üzerine bir şey ilâve etsin veyâ ondan bir hüküm eksiltsin. Halîfe, imâmların içtihâtı ile kararlaştırılmış olan, Resûl’ün şerîati üzerine olan bir hükmü ilâve edebilir veyâ ondan bir hükmü kaldırabilir.
Örneğin “kadına temâs” hâlinde imâm-i Şâfîî hazretlerine göre abdest bozulur. İmâm-ı A’zam hazretlerine göre bozulmaz. Oysa âyet-i kerîmede “ev lâmestümün nisâe” ya’nî “veyâ kadınlara temâs etmiş iseniz” (Nisâ, 4/43) açık haberi ulaşmıştır. Bu Resûl’ün şerîatıdır. Fakat bundaki hüküm içtihât ile kararlaştırılmıştır. Abdestin kadına temâs ile bozulması ve bozulmaması biri diğerine zıt olan iki hükümdür.
Ve içtihat veren imâmlar söyledikleri her iki söz hakkında da delîller gösterirler. Fakat (S.a.v.) Efendimiz’in bu husûstaki kesin olan ameli ne idi? İşte bu yön halîfeye keşf yolu üzere bilinir olduğunda, içtihât ile kararlaştırılmış olan bu şerîat üzerine bir hükmü ilâve eder veyâ ondan bir hükmü eksiltir.
Halîfe, ba’zen bir mes’elede hüküm verir ki, o hüküm bir hadîse aykırı olur; ve bu hükmü gören perdeli olanlar: “Kat’i ve açık bir şekilde gelen haberlerde içtihâta izin yoktur, oysa bu zât hadîs mevcût iken bu mes’elede içtihat verdi; bundan dolayı bu hüküm bâtıldır” diye iddiâya kalkışırlar.
Ve onlar halîfeyi açık ve kat’i haberlere aykırı olarak içtihât verdi diye hayâl ederler. Bu ise, onların hayâl ettikleri gibi değildir. Belki bu hadîsin Sallallâhü aleyhi ve sellemden çıkışı bu imâm indinde keşf yönünden sâbit olmamıştır da onun için böyle hükmetmiştir. Ve eğer keşf yönünden o hadîsin Nebî (a.s.)’a bağlantısı onun indinde sâbit olsa idi, elbette bu hadîs-i şerîf gereğince hükmeder ve kat’i ve açık haber mevcût iken tabi’ki o mes’elede içtihât vermezdi.
Eğer i’tirâz olarak denecek olur ise ki: “İmâm indinde sâbit olmayan dediğin hadîs, Sallalâhü aleyhi ve selleme varıncaya kadar doğru ve güvenilir kişiler üzerinden nakil sûretiyle bize ulaşmıştır. Buna i’timât etmemek nasıl mümkün olur?”
Hz. Şeyh (r.a.) bu i’tirâza cevâben buyururlar ki: O doğru ve güvenilir kişiler vehimden ve tam olarak ma’nâyı aktarmaktan yana ma’sûm değildir. Ya’nî doğru ve güvenilir bir kişi bir hadîsi naklederken o sözde vehmettiği bir ma’nâyı ifâdeye çalışır. Bundan kendisinin bile hâberi olmaz; sâf hadîs naklettiğini zanneder. Bu hâl, sıradan işlerde dâimâ bizim başımızdadır.
Örneğin birisi bir söz söyler. Aradan hayli bir zaman geçer. Biz o sözü diğer bir kimseye naklederken vehmettiğimiz ma’nâ yönüyle ifâde ederiz. Oysa bize söyleyenin kastı bizim ifâde ettiğimiz ma’nâ değildir. İşte halîfeden herkesin kat’i ve açık bir haber zannettiği şeye bu sebeble aykırı hüküm gerçekleşir. Ve bu hal, Îsâ (a.s.)’dan dahi gerçekleşir. Çünkü Îsâ (a.s.) âhir zamanda yeryüzüne indiği zaman, imâmların içtihâtları ile kararlaşmış olan şerîat hükümlerinden birçoklarını kaldırır.
Bundan dolayı Îsâ (a.s.), bu gibi bir çok hükmü kaldırmakla, Resul (a.s.) kendi saâdetli zamanlarında, nasıl doğru bir şerîat sûreti üzerine idiyse, o şerîatın gerçek sûretini belirtir. Ve ondan önce ortaya çıkacak olan Hz. Mehdî dahi böyledir. Dört mezhebi kaldırıp hâlis dîn üzerine hükmedecektir. Onun için Hz. Mehdî’ye muhâlif olanların pek çoğu zâhir âlimlerindendir. Keşf ehli olan evliyâ ise o hazrete tâbi’ olacaklardır.
Özellikle nâzil olan bir hükümde imâmların hükümleri çakışırsa, bu çakışan hükümlerin kaldırılması hangisi evlâdır, hangisi değildir yoluyladır. Çünkü bu ihtilâfa bakılınca kesin bir şekilde anlaşılır ki, eğer esâsında ihtilâf olunan mes’ele hakkında vahiy nâzil olsa idi, bu muhtelif yönlerden biri ile nâzil olur idi ve o bir yön de ilâhî hüküm olurdu.
Ve ilâhî hükmün dışındaki yönleri, her ne kadar imâmların içtihâtları dolayısıyla, Hak kararlaştırmış ise de, o bildirilen şerîat hükmü bu ümmetten güçlüklerin kaldırılması ve hükmün genişlemesi içindir. Çünkü imâmların muhtelif hükümleri olmasa, hâkimler ba’zı mes’elelerde hüküm için güçlük çekerler idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “yurîdullâhu bikümül yüsra ve lâ yurîdu bikümül üsra” (Bakara, 2/185) ya’nî “Allah Teâlâ size kolaylık diler ve size güçlük dilemez” İşte bu sebepten dolayı içtihât veren içtihâtında hatâ ederse de, yine kendisine bir sevap yazılır.
Ve Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz’in “İki halîfeye biat olunduğu vakit onlardan birini öldürünüz!” sözüne gelince; bu, kendisi için kılıç ya’nî zâhirî güç olan zâhiri halîfelik hakkındadır. Ve her ne kadar anlaşıyor görünseler bile, ma’nevî halîfeliğin tersine olarak, elbette ikisinden birisinin öldürülmesi lâzımdır. Çünkü ma’nevî halîfelikte öldürme yoktur ve öldürme ancak zâhiri halîfelik hakkında geldi. Ve her ne kadar bu zâhiri halîfede, bu makâm yok ise de, eğer adâlet ederse, o Resûlullah’ın halîfesidir. Şimdi aslın hükmündendir ki, onunla iki ilâhın vücûdu hayâl edilir. Oysa “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya’nî: Her ne kadar ittifâk etseler dahi, “Eğer yerde ve gökte, Allah’dan başka ilâhlar olsa idi yer ve gök fesâda varırdı.” Böyle olunca biz biliriz ki, eğer ikisi varsayalım ihtilâfa düşerlerse, elbette onlardan birinin hükmü işler idi. Bundan dolayı hükmü işleyici olan hakîkatte ilâhtır; ve hükmü işleyici olmayan ise ilâh değildir. Ve biz buradan biliriz ki, bugün âlemde işleyen her bir hüküm muhakkak Allah’ın hükmüdür; her ne kadar şerîat hükmü denilen zâhirde kararlaşmış hükme aykırı olursa da. Çünkü işin aslında ancak Allâh’ın hükmü işleyicidir. Çünkü âlemde gerçekleşen iş, ilâhî meşiyyet ya’nî ilâhî üst irâde hükmü üzeredir. Her ne kadar şerîat hükmünün kararlaştırılması meşiyyetten oldu ise de, kararlaşmış şerîat hükmü üzere değildir. Ve bunun için yalnızca şerîat hükmünün kararlaştırılması işleyici oldu. Çünkü meşiyyet için, şerîat hükmü hakkında ancak kararlaştırılması vardır; şerîat hükmünün getirdiği şeyle amel yoktur (9)
Ya’nî birisi i’tirâz edip dese ki: “Bir asırda keşf ehli evliyânın çoğaldığı görülüyor. Bunlar hükmü Allah’tan aldıklarına göre, her biri bir halîfedir. Ya’nî zâhirde “Resûlullah’ın halîfesi”, bâtında “Allah’ın halîfesi”dir. Oysa (S.a.v.) Efendimiz: “İki halîfeye bîat olunduğu vakit, onlardan birini öldürünüz!” buyuruyor. Bu zâtların belli bir zamân içinde çoğalıp halîfeliklerini icrâ etmeleri nasıl olur?”
Hz. Şeyh (r.a.) akla gelebilecek bu i’tirâza cevâben buyururlar ki: Bu hadîs-i şerîf kılıç ya’nî zâhirî güç sâhibi olan zâhirî halîfelik erbâbı hakkındadır. Çünkü kılıç ya’nî zâhirî güç sâhibi olan iki halîfe ortaya çıktığı zaman, aralarında anlaşmazlık gözükeceğinden dolayı, insanlar arasında kan dökülür ve Allah’ın kullarının râhatı kaçar ve memleket işleri bozulur. Beyt:
Tercüme: “Şehir içindeki bir mahallede ya sen olursun, ya ben. Çünkü iki hükümdâr ile vilâyetin işi karmakarışık olur.”
Bundan dolayı ortaya çıkan ikinci halîfenin öldürülmesi lâzım gelir. Eğer onlar aralarında anlaşsalar bile, bu anlaşmaları makbûl değildir. Çünkü her ikisi de bir memlekette tasarrufa kalkışacaklarından, dâimâ anlaşmazlıkların ortaya çıkması tabîîdir. Oysa ma’nevî halîfelik böyle değildir. Onlar kılıç ya’nî zâhirî güç ile ortaya çıkmadıklarından çoğalmaları hâlinde, ümmetin karışması ihtimâli yoktur. Bu sebeple öldürme emri ancak zâhirî halîfelik sâhipleri hakkında gelmiştir.
Eğer birisi i’tirâz olarak der ise ki: “Kılıç ya’nî zâhirî güç ile tasarrufa kalkışan kimsede hükmünü Allah’tan alacak ma’nevî kudret ve bundan dolayı keşf makâmı yoktur ki ona halîfe diyelim?” Hz. Şeyh (r.a.) akla gelebilecek bu soruya da cevâben buyururlar ki: Gerçî bu halîfede, bu keşf makâmı yoktur. Fakat şerîat hükümlerinin uygulanmasına çalışıp adâleti yerine getirirse, o kılıç ya’nî zâhirî güç sâhibi olan kimse de adâlet işinde, “Resûlullah’ın halîfesi”dir.
Şimdi kılıç ile ortaya çıkan iki halîfeden ikincisinin öldürülmesi hakkındaki hüküm, öyle bir asıldan kaynaklanır ki, o asıl da iki ilâhın hayâl edilmesidir. Ve o aslın hükmü de, Hak Teâlâ Hazretlerinin “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya’nî “Yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar ola idi, onlar fesâda varır idi” mübârek sözünde beyan buyrulmuştur.
Eğer bu hayâl edilen ilâhlar anlaşmış olsalar bile, onların bu anlaşmasıyla oluşacak olan fesâdın kesilmesi geçici olur idi. Çünkü mâdemki onlarda tasarruf duygusu vardır, elbette anlaşmazlık ortaya çıkar. Ve biz biliriz ki, eğer bu hayâl edilen ilahlar varsayalım anlaşmazlığa düşseler, elbette ikisinden birisinin hükmü işleyici olur. Çünkü anlaşmazlığın ortaya çıktığı varsayıldığında her ikisi bir diğerine karşı kendi kuvvetlerini kullanmaya başlarlar.
Ve kuvvetlerinin sınırı da bir diğerinden ayrılmış olacağından, bu sınırlı kuvvetler ile devâm eden mücâdeleler sonucunda birinin gâlip diğerinin mağlûb olması gerekir. Ve sonuçta gâlip gelen ilâhın hükmü işler. Şu halde iki ilâhtan hükmü işleyen hangisi ise, hakîkatte ilâh olan o olur. Ve mağlûb olup hükmü işlemeyen ise, artık ilâh değildir.
Ve biz bugün bu aslın hükmünden bilip anlıyoruz ki, günümüzde âlemde, her ne kadar şeriat hükmü denilen ve zâhirde kararlaştırılmış olan hükümlere aykırı birtakım haller gerçekleşmekte ise de, o âlemin tamâmında işleyen her bir hüküm yine muhakkak Allâh’ın hükmüdür. Çünkü ulûhiyyet ya’nî ilâhlık bir olan mertebedir ve ilâh, bir olan ilâhtır.
Bundan dolayı işin aslında ancak Allâh’ın hükmü işleyicidir. Çünkü âlemde gerçekleşen iş, varlıksal ayn’lardan her birinin hakîkati olan sâbit ayn’ının isti’dâd lisânı ile Hak’tan talep ettiği hal ne ise, onun üzerine bağlanan ilâhî meşiyyet ya’nî üst irâde hükmüncedir. Sâbit ayn’ların ilâhî ilimde sâbitliği sûreti ve isti’dâd bahisleri Üzeyr Fassı’nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
Gerçi şerîat hükmünün kararlaştırılması da ilâhî meşiyyetten olmuştur. Fakat âlemde olan işin hepsi, kararlaşmış şerîat hükmü üzerine değildir. Çünkü âlemde şerîat hükmü ile amel etmeyenler, amel edenlerden daha çoktur.
Bundan dolayı ilâhî meşiyyet ya’nî üst irâde şerîat hükmünü nasıl kararlaştırmış ise, şerîat hükümlerine aykırı olan işleri de öylece kararlaştırmıştır. Çünkü âlemde süren hükümler, ancak Hakk’ın hükmüdür. Onun dilediği şey elbette olur; dilemediği şeyin olması mümkün değildir.
İşte bunun için yalnızca şerîat hükümlerinin kararlaştırılması işleyici oldu, ya’nî “Şerîat hükümleri âlemde konulmuştur” özele dönük hükmü işleyici oldu. Yoksa, “Konulmuş olan şerîat hükümleri ile, ona muhâlefet edenlerin amel etmesi kesinlikle istenmiştir” genele dönük hükmü işleyici olmadı. Eğer böyle bir genele dönük hüküm olsa idi, şerîat hükümlerine kimse muhâlefet edemez idi.
Çünkü şerîat hükümleri hakkında ancak kararlaştırma vardır; şerîat hükümlerinin getirdiği şeyle amel etmek mutlak olarak kararlaşmış değildir. Onun için resûller, ancak teblîğe me’mûrdur. “Ve mâ aler resûli illel belâgul mubîn” ya’nî “Resûlün üzerinde açıkça tebliğden başka bir (sorumluluk) yoktur” (Nûr, 24/54). Ve şerîat hükümleri’ “emr-i teklîfî”dir, “emr-i irâdî” değildir. Ve emr-i teklîfi ile emr-i irâdî konuları Ya’kûb Fassı’nda geçti.
Şimdi meşiyyetin ya’nî üst irâdenin saltanatı büyüktür. Ve bunun için Ebû Tâlib Mekkî onu “zâtın arşı” kıldı. Çünkü o,zâtından dolayı hükmü gerektirir.Bundan dolayı vücûdda “meşiyyet”ten hâriç olarak bir şey var olmaz ve ondan bir şey ortadan kalkmaz. Şu halde burada itaâtsiz olarak isimlendirilen şeyle ilâhî emre muhâlefet edildiğinde, bu ancak vâsıta ile gerçekleşen emirdir, “emr-i tekvînî ya’nî var etmeye dönük emir” değildir. Bundan dolayı bir kimse, meşiyyet emri yönünden gerçekleşen bütün fiillerinde, aslâ Allah Teâlâ’ya muhâlefet etmedi. Böyle olunca muhâlefet, vâsıta ile olan emir yönünden gerçekleşti. İyi anla! (10).
Bilinsin ki “meşiyyet” sözlükte istek ve irâde ma’nâsınadır. Fakat “meşiyyet” ile “irâde” arasında, tahkîk ehli terimlerince fark vardır. Şöyle ki Hakk’ın “meşiyyet”i, ezelî ve ebedîdir ve onun menşei zâttır. Ve o, bir yoklukta olanın îcâdına veyâ bir mevcûdun yokluğa gitmesine bağlanan isteyiştir. “İrâde” ise, yine zâtî isteyiştir. Fakat bir yoklukta olanın îcâdına bağlanan isteyiştir. Şu halde “meşiyyet”, “irâde”den daha kapsamlı olur.
Ya’nî her irâde meşiyyettir, fakat her meşiyyet irâde değildir. Ve Hakk’ın zâtına mensûp olan isteyişin ma’nâsı, Hakk’ın zâtının kendi zâtına tecellîsine zâtın isteyişidir. Bundan dolayı bu talebin menşei zâttır; isimler ve sıfatlar değildir. Çünkü sırf zât mertebesinde isimler ve sıfatlar yoktur ki, talebin ve isteyişin menşei olabilsinler. Onlar ancak bu zâtî tecellî ile Hakk’ın ilminde peydâ olurlar. Ve ondan sonra, o isimlerin îcâdına ilâhî irâde bağlanır.
Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehü kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40). Bu âyet-i kerîme ile beyan buyrulan hakîkatler ve var etme bahsi Sâlih Fassı‘nda ayrıntılı anlatılmıştır. Bu bahis gâyet hassastır; iyi incelenmesi lâzımdır.
Bu îzâhlardan anlaşıldığı üzere “meşiyyet”in saltanatı, kuvveti ve kudreti büyüktür.İşte bunun için Ebû Tâlib Mekkî (k.a.s.) hazretleri meşiyyeti “zâtın arşı” kıldı. Ebû Tâlib Mekkî hazretleri tahkîk ehlinin ileri gelenlerinden bir zât-ı şerîftir. Hâlinin tercümesi Mevlânâ Câmî hazretlerinin Nefehâtü’l-Üns ile Ferîdüddîn Attâr hazretlerinin Tezkiretü’l Evliyâ’sında bulunmaktadır.
Ve Kûtü’l-Kulûb ismindeki yüksek eserin sâhibidir. Ve “meşiyyet”in “zâtın arşı” olmasının sebebi budur ki; meşiyyet, zâtından dolayı bir hüküm gerektirir. Bundan dolayı “meşiyyet”ten hâriç olarak hiçbir şey mevcût ve hiçbir şey yok olmaz. Ya’nî îcâd ve yok etme meşiyyetin saltanatı ve kuvveti altındadır.
Şu halde şerîat hükümlerinin varlığı meşiyyetin hükmüyle olduğu gibi, şerîate muhâlefetin varlığı da yine meşiyyetin hükmüyledir. Ve şerîat, nebîler (aleyhimü’s-selâm) vâsıtalarıyla olan emirdir; “Kün-Ol!” sözüyle olan emir ya’nî “emr-i tekvînî ya’nî var etmeye dönük emir” değildir.
Bundan dolayı namaz kılmak ve oruç tutmak gibi nebîler vâsıtasıyla gelen emir “meşiyyet” yönünden olan emir olmadığı için, bu emre muhâlefet olunabilir ve muhâlefet olunuşunda da ona “ma’sıyet ya’nî itaâtsizlik” ismi verilir. Eğer şerîat ile amel, meşiyyet yönünden olsa idi, hiçbir kimsenin muhâlefete mecâli olmaz idi.
Çünkü Allah Teâlâ’nın “meşiyyet” yönünden olan bütün fiillerinde, hiçbir kimse Allah Teâlâ’ya muhâlefet edemez. Bundan dolayı Allah Teâlâ’ya olan muhâlefet, ancak nebîler vâsıtasıyla gelen emirde oldu. Bu bahis, hem mühim ve hem de incedir, iyi anla!
Böyle olunca meşiyyet ya’nî üst irâde emri, hakîkatte ancak fiilin “ayn”ının îcâdına yönelik olur, fiilin iki eli üzerinden açığa çıktığı kimse üzerine değil. Şu halde, gerçekleşmemesi imkânsız olur, fakat ona hâs bu mahallde. Şimdi ba’zen ona, ilâhî emre muhâlefet etmek denir; ve ba’zen de, ilâhî emre uymak ve itâat etmek denir. Bundan dolayı övme ve yerme lisânı, gerçekleşen şey dolayısıyla, fiile tâbi’ olur (11).
Ya’nî meşiyyet emri hakîkatte kendisinden fiil çıkan kimsenin üzerine değil, o kimseden çıkan fiilin “ayn”ının îcâdına dönük olur. Çünkü bir şeyin varlığı ve yokluğu “meşiyyet ya’nî üst irâde”nin kuvvet ve saltanatı altındadır. Onun kudretinin dışında hiçbir şeyin olmadı mümkün değildir.
Bilinsin ki “meşiyyet” ahadiyyet mertebesinde zâtın açığa çıkmaya olan isteyişinden ibârettir. İşte bu meşiyyet dolayısıyla zât, kendine tecellî ettiğinde, zâtında potansiyel olarak bulunan bağıntıların sûretleri, onun ilminde peydâ olur. Ve bu bağıntısal sûretler “sâbit ayn’lar” olarak isimlendirilir. Ve sâbit ayn’lar sâbit oluşları esnâsında Hakk’ın ne sûretle bilineni oldularsa, ilâhî irâde de, hâricî vücûdda, onların o sûretlerle açığa çıkmalarına bağlanır.
Şu halde, “ilim”, bilinmiş olan sâbit ayn’lara ve “irâde” de ilme ve bunların hepsi de “meşiyyet”e tâbi’ olurlar. Ve mâdemki îcâd ve yok etme ancak meşiyyetin hükmüyle olmaktadır, bu takdirde meşiyyet tabî’ki kuldan çıkan fiilin “ayn”ının îcâdına dönük olur. Yoksa kendisinden fiil çıkan kulun üzerine dönük olmaz. Çünkü cebir yoktur. Belki kulun iki eli üzerinde açığa çıkan fiil kendi ezelî isti’dâdı dolayısıyladır.
Eğer kul fiilinde mecbûr ise, bu cebir Hak tarafından değil belki kulun kendi tarafındandır. Kulun ezelî isti’dâdına gelince, bu isti’dâd yapılmış ve mahlûk değildir ki, “Bu isti’dâdı ona kim vermiştir?” sorusu sorulabilsin. Sâbit ayn’ların sâbitliği ve “yapılmamış isti’dâd” Üzeyr Fassı’nda örnekler ile îzâh edilmiştir, oraya mürâcaat buyrulsun.
Şimdi bu detaylar bilindikten sonra anlaşılır ki, kula fiilin “ayn”ının gerçekleşmemesi imkânsız olur. Fakat meşiyyet emri bu emri kabûl edici ayn olan kulun kabiliyetindeki fiilin “ayn”ını ona hâs mahal olan bu kulda îcâd eder. Böyle olunca kuldan çıkan fiile, bir i’tibâra göre, ilâhî emre “muhâlefet” denilir ve bir i’tibâra göre de ilâhî emre “uymak” ve “itaât etmek” denilir.
Bilinsin ki, ilâhî emir iki kısımdır: Biri nebîlerin ve evliyânın ve içtihat veren imâmların vâsıtasıyla olan “teklîfî emir”dir. Diğeri de ilâhî meşiyyet ile bir şeyin olmasına olan “tekvînî ya’nî var etmeye dönük emir”dir. Kulun ezelî isti’dâdı üzerine isâbet eden tekvînî emir, eğer teklîfî emre muhâlefeti gerektiriyorsa, hâricî vücûdda muhakkak ondan muhâlefet açığa çıkar.
Bundan dolayı ondan küfür, cehâlet ve isyân çıkar. Çünkü “tekvînî emrin” îcâbı budur. Ve onun sâbit ayn’ı isti’dâd lisânı ile Hak’tan bu şekilde açığa çıkmayı talep etmiştir ve Hak da onun o şekilde olmasını murâd etmiştir. Böyle olunca kul kendi isti’dâdının gereğine muhâlefet edemez. Şu halde hâricî vücûdda, ya’nî bu âlemde, kuldan küfür ve isyân çıktığından “teklîfî emre” göre, Allâh’a muhâlefet etti, deriz; ve “tekvînî emre” göre ilâhî emre uydu ve itâat etti, deriz.
Ve bu şekilde övme ve yerme lisânı, şehâdet âleminde fiilin gerçekleşmesine göre, ancak bu fiile tâbi’ olur. Ya’nî kuldan açığa çıkan fiil, “teklîfî emre” ve vâsıta ile olan ilâhî emre uygun ise, şerîate göre övülmüş olur. Ve eğer muhâlif ise o fiil şerîate göre yerilmiş olur. Meşiyyet emrine göre kul her iki halde de Hakk’a itâat etmiş bulunur.
Çünkü kul, kendi hâs Rabb’i olan ilâhî ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür. Ve hiçbir kimsenin kendi hâs Rabb’i olan ismin hükümlerine muhâlefete kudreti yoktur. Bundan dolayı her bir isim, kendi kulundan râzıdır ve kul da bütün hallerinde ona itaâtkârdır.
Ve ne zamanki bu husûs, işin aslında bizim dediğimiz üzere oldu, bunun için halkın âkıbeti, saâdetin çeşitli türleri üzerine olsa da, saâdetedir. Şimdi Hak Teâlâ bu makâmdan “rahmet”i her bir şeye kapsam olmasıyla ifâde etti ve muhakkak rahmet, ilâhî gazabı geçmiştir. Oysa öne geçmiş olan önceliklidir. Şimdi onun üzerine hükmeden şerîate muhâlif amelin arkasından gelen gazap, kula ulaştığında, onun üzerine önceliği olan hükmeder. Böyle olunca kula rahmet meyleder. Çünkü rahmetten başka öne geçmiş olan olmadı. İşte bu, “Rahmeti gazabını geçti” sözünün ma’nâsıdır. Tâ ki ona ulaşmış olan kimse üzerine hükmede. Çünkü rahmet, yolun sonunda beklemektedir. Oysa hepsi yolun sonuna yürüyücüdür. Bundan dolayı gâyeye ulaşmak kaçınılmazdır. Rahmete ulaşmak ve gazabtan ayrılmak kaçınılmazdır. Şu halde rahmete ulaşmış olanın hâlinin verdiği şey dolayısıyla, ona ulaşmış olan her bir kimse hakkında, hüküm rahmet içindir (12).
Ya’nî bu husûs, işin aslında bizim dediğimiz gibi olup meşiyyet ya’nî üst irâde i’tibâriyle hiçbir kimsenin Hakk’a muhâlefete mecâli olmayınca, elbette bütün hálk edilmişlerin âkıbeti saâdete ulaşır. Çünkü gerek “teklifî emir” olan şerîate uymakla amel etsin, gerek etmesin, herkes “tekvînî emir” olan meşiyyet ya’nî üst irâde emrine itâatkârdır ve boyun eğmiştir. Ve itâatkâr ve boyun eğmiş olanların sonu da elbette saâdete çıkar. Fakat saâdetin muhtelif türleri vardır.
Çünkü saâdet, göreceli bir iştir. Nitekim bu âlemde de böyledir. Bir hal birisine göre saâdettir ve diğerine göre değildir. Örneğin adam vardır ki, âile sorunlarıyla uğraşmayı kendisi için saâdet sayar. Çünkü onun isti’dâdı, meşrebi ve zevki bunu gerektirir. Fakat yine adam vardır ki, yalnızlığı ve âile sorunları olmadan kendi başına yaşamayı saâdet bilir. Bu da onun isti’dâdına göre olan bir meşreb ve zevktir. Diğer bir çok haller de buna kıyaslanabilir.
Bundan dolayı Hak Teâlâ’nın “ve rahmetî vesiat külle şey’in” (A’râf, 7/156) ya’nî “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır” âyet-i kerîmesi bu makâmı beyan buyurmuştur. Ve “Rahmetim gazabımı geçmiş-tir” hadîs-i kudsîsi gereğince, muhakkak ilâhî rahmet ilâhî gazabı geçmiştir; ya’nî rahmet gazabtan evveldir. Çünkü rahmet aslî ve gazab geçicidir. Asıl olan şey elbette evveldir. Ve geçici olan şey de arkada kalmıştır ve önde olan rahmet, geçici olan gazab üzerine önceliklidir.
Çünkü gazab şerîat emrine muhâlif olan amellere karşı onlar işlendikten sonra olur. Oysa “Kul küllün ya’melu alâ şâkiletihi” ya’nî “De ki: Herkes kendi şâkilesi üzere amel eder” (İsrâ, 17/84) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulduğu şekilde, âlem ehlinin hepsi meşiyyet ya’nî üst irâde emrine itâat üzeredir. İlâhî meşiyyet hükmü ile Hakk’ın vücûd aynasında, sâbit ayn’lar peydâ oldu. O ayn’lar ne sûretle sâbit oldular ise, o sûretle Hakk’ın bilineni oldular.
Bundan dolayı varlıksal vücûd da o yön ile açığa çıkmaları için ilâhî irâdeye bağlandı. Onlar da bu âlemde öylece açığa çıktılar. Şimdi meşiyyet ya’nî üst irâdenin emrine muhâlefete kimin mecâli olur? İşte, kötü sondan ziyâde kötü başlangıçtan korkmak lâzımdır, dediklerinin ma’nâsı budur.
Örnek: Tiyatro yazarları, tiyatro sahnelerinde oynanacak oyunları tertîp ederler. Bunda gösterilen kişilerin her birisine bir rol verilir. Oyun gösterime başlamadan önce provaları yapılır. Varsayalım Zeyd’e adâlet ve Amr’e zulüm ve Ali’ye zâlimi yola getirme ve Hakkı’ya birisini öldürme ve Hind’e fuhuş ve diğerleri gibi rollerin oynanması düşer.
Ve bu roller herkesin isti’dâdına göre dağıtılır. Çünkü adâlet rolünü isti’dâdı dolayısıyla mükemmel olarak oynayabilecek olan bir kimseye zulüm rolü verilirse, isti’dâdı müsâit olmadığı için hakkıyla oynayamaz; oyun zevksiz olur. Bu ise yazarın eserinde riâyet etmiş olduğu hikmet kâidesine aykırı olur. Çünkü “hikmet” her şeyi yerli yerine koymaktır. Şimdi oyun gösterime başladığı zaman her bir şahıs isti’dâdı dolayısıyla kendisine verilen rolü oynar. Onun dışına çıkması ihtimâli yoktur. Rubâî:
Tercüme: “Ey her gizlemiş olduğum şey sana zâhir olan zât-ı kerîm! Bütün isyânı örtersin ümidiyle icrâ ettim. Farz edeyim ki şerîat emrine muhâlif birçok amel ettim. Nihâyet sen her ne murâd etmiş isen ben onu yapmadım mı?”
Mâdemki rahmet, öne geçmiş ve önceliklidir, şu halde kul üzerine, “teklîfî emre” muhâlif amelinden dolayı, hükmeden bu amelinin arkasından gelen gazab, kula ulaştığı vakit, bu kul üzerine önceliği olan rahmet hükmeder. Böyle olunca rahmet, kulu kapsar. Çünkü rahmetten başka öne geçmiş olan bir şey yoktur. Bunda dolayı herkesin âkıbetinin “rahmet”e çıktığı sâbit oldu.
Çünkü hiçbir kimsenin meşiyyet ya’nî üst irâde emrine muhâlefete kudreti yoktur. İşte bu bahsedilen kelâm “Rahmetim gazabımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsinin ma’nâsıdır. “Rahmet”e ulaşmış olan kimse üzerine, o rahmetin hükmetmesi için, Hakk’ın asıl olan rahmeti, geçici olan gazabını geçti. Çünkü rahmet yolun sonunda beklemektedir. Ve hálk edilmişlerin hepsi de gâyeye ulaşmak için yürümektedir. Ve hálk edilmişler mâdemki yürümektedir, elbette yolun sonunda olan rahmete ulaşacaktır ve rahmete ulaşmak ile gazaptan ayrılacaktır.
Bundan dolayı rahmete ulaşan her bir kimsenin hâli, onun ne şekilde rahmete ulaşmasını gerektirmiş ise, rahmete ulaşmış olan her bir kimse hakkında, hüküm rahmetindir. Çünkü rahmete ulaşmış olan kimselerin halleri muhteliftir. Bundan dolayı onlar üzerine hâkim olan rahmet dahi muhtelif olur.
Örneğin, ba’zı kimselerin isti’dâdı gazabın gereklerinden lezzet almayı îcâb eder. Şu halde cehennem denilen mahal, onun hakkında cennetin aynı olur. Eğer cennet denilen râhatlık mahalline dâhil edilse, orada rahatsız olur. Ve ba’zı kimselerin isti’dâdı, rızâ gereklerinden zevk almayı îcâb eder.
Onun hakkında ni’metlendirme yurdu olan cennet râhat mahalli ve intikâm ve gazab yurdu olan cehennem azâb mahalli olur. Ve ba’zısının hâli başlarda gazabı ve sonlara doğru rızâ ile lezzetlenmeyi gerektir. Ve ba’zısının hâli yüce derecelere ulaşmayı gerektirir.
Sonuç olarak “rahmet” görecelidir: Bir kimseye göre olan rahmet, diğerine göre azâbtır. Bu hallerin benzerleri bu şehâdet âleminde de çoktur. Örneğin pislik içinde bulunmak insan için azabtır.
Fakat onunla gıdâlanan pislik böceği ve domuz gibi hayvanlar için ni’met ve râhattır. Ve gül koklandıkça insana râhat verir. Oysa pislik böceği, gül kokusundan ezâ duyup bayılır. Onun için gül kokusu ve gül bahçesi cehennemin aynıdır. İşte böyle binlerce örnek vardır. Diğerleri de buna kıyaslansın. Bu esâs üzerine herkes isti’dâdının gerektirdiği rahmete ulaşır.
Şiir: Şimdi idrâk sâhibi olan kimse bizim dediğimiz şeyi müşâhede eder: Ve eğer idrâki yok ise onu bizden alsın! (13).
Ya’nî birinci mertebe olan şuhûd mertebesinde bulunup da, Cenâb-ı Hak’tan kendisine idrâk ve basîret ihsân olunmuş kimse, “Herkesin âkıbeti rahmete çıkar” dediğimizi, bu şuhûd mertebesinde müşâhede eder. Ve eğer ikinci mertebe olan îmân ve taklîd mertebesinde bulunduğundan dolayı bir kimsede Allah tarafından verilmiş bir idrâk ve basîret yok ise, o şuhûdî ilmi bizden alsın! Çünkü biz hakîkati tam bir açıklık ile beyân ettik.
Bundan dolayı ancak bizim bahsettiğimiz geçerlidir. Sen ona i’timât et; ve onun hakkında hâl ile bizim olduğumuz gibi ol! (14).
Ya’nî vücûdda olan şey, ancak bizim bahsettiğimiz gibi, herkesin âkıbetinin “rahmet”e çıkmasından ibârettir. Bizim bu sözümüz maddî delîller üzerine değil, belki müşâhedeye dayalıdır. Bundan dolayı bizim bu sözümüze i’timâd et! “Hz. Şeyh-i Ekber, bunu, böyle dedi ammâ, hâlin hakîkatinin böyle olduğu nereden bilinmekte? Belki verdiği hükümde hatâ etmiştir” deme! Çünkü müşâhedede hatâ olmaz. Eğer bizim sözümüze i’timât edersen, bizim bunu müşâhede ile tahakkuk edici olduğumuz gibi, bir gün gelir ki, bu hakîkat hakkında sen de müşâhede ile tahakkuk edici olursun.
Size anlattığımız şey, bize O’ndandır. Ve bizden size hibe ettiğimiz şey, bizden sizedir (15).
Ya’nî size beyân ettigimiz hakîkatler bize, Hak’tan ulaşan şeydir. Ve bizim size hibe ettiğimiz bu bilgiler ve hakîkatler, bizim vâsıtamızla size gelen Hak’tan gelendir. Çünkü biz “Allah’ın halîfesi”yiz. Bu gibi bilgiler, halka isti’dâdları dolayısıyla bizim vâsıtamızla dağıtılır.
Ve demirin yumuşamasına gelince, kendilerini korkutma ve tehdit yumuşatan katı kalplerdir. Ateş demiri yumuşatır ve demiri yumuşatmak güç değildir. Ve ancak katılıkta tâştan daha katı olan kalbleri yumuşatmak güçtür. Çünkü ateş, taşı kırar ve onu kireç hâline koyar; ve o kalbleri yumuşatmaz. Ve Hz. Dâvûd’a Hak Teâlâ, bir şeyin kendi nefsinin, ancak kendi nefsiyle korunduğuna, Allah tarafından tenbîh olarak, demiri ancak koruyucu zırh yapması için yumuşak kıldı. Çünkü zırhlar sebebiyle, mızrak ve kılıç ve bıçak ve demirden olan ok ucundan korunur. Bundan dolayı sen demiri, demire siper yaparsın. Böyle olunca muhammedî şerîat “E’uzu bike minke” ya’nî “Senden sana sığınırım” ile geldi. İyi anla! İşte, bu demirin yumuşatılmasının rûhudur. Bundan dolayı Hak, Müntakım’dir ve Rahîm’dir. Ve Allah Teâlâ başarıya ulaştırandır (16).
Ya’nî, Dâvûd (a.s.)’ın mu’cize olarak mübârek eli ile demiri yumuşatmasına gelince: Bu demirin yumuşamasının esâsı korkutma ve tehdit ile yumuşayabilen katı kalpler sûretidir. Ateş, demiri nasıl yumuşatır ise, katı kalpler de mahşerin hallerini ve cehennem korkularını zikrederek korkutulmakla öylece yumuşar.
Çünkü demirin tabîatında, ateşin içinde yumuşamak özelliği bulunduğu gibi, bu hayvânî kesîf bedenin gerekleriyle katılaşmış olan mü’minlerin kalblerinde de, vaaz ve nasîhat işitmekle ve evliyâullahdan varlıksal kerâmetler görmekle, öylece yumuşamak özelliği vardır. Fakat demir ma’denler-den olup tasarruf sâhibi olmadığı için, onu bir kimsenin ateşe koyup yumuşatması kolaydır. Çünkü ondan aslâ muhâlefet çıkması ihtimâli yoktur.
Ve ateşe konulduğunda da, ateş onu kolaylıkla yumuşatır ve taşı dahi kırar ve kireç hâline koyar. Fakat katı kalpler taştan daha şiddetli ve katı olduğu için değme söz ona te’sîr etmez.
Örneğin nefsinin hevâsına tâbi’ bir mü’mine: “Bu yaptığın fiil şerîate aykırıdır. Hak Teâlâ cezâ gününde itâatsizliklere cezâ verecektir. Kendine acımaz mısın?” denilse hiddet edip: “Senin nene lâzım, her koyun kendi bacağından asılır” cevâbıyla karşılık verip yine nefsânî lezzetler ile meşgûl olur. Onun için ârif-i billâh olan kimseler bu katı kalp sâhiplerini türlü aldatmacalar ile avlamaya çalışırlar. Çünkü onlarda nefsânî tasarruflar vardır. Demir gibi tasarrufsuz değildir.
Bundan dolayı onları yumuşatmak, demiri yumuşatmaktan daha güçtür. Ve Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)’a bir şeyin kendi nefsinin, ancak kendi nefsiyle muhâfaza olunduğunu tenbîh için, savaş sırasında insanın vücûdunu muhâfaza eden zırhların i’mâlinden dolayı, demiri o hazrete yumuşak kıldı. Çünkü savaş sırasında düşman tarafından insana yöneltilen mızrak ve kılıç ve bıçak ve ok uçlarına karşı vücûd zırhlar ile muhâfaza olunur. Oysa zırhlar da demirden ve bu silahlar da demirden i’mâl edilmiştir.
Bundan dolayı sen savaş sırasında demiri demire siper edersin. Şimdi sen kendini nasıl ki demire karşı demir ile korursan, öylece nefsini Allâh’a karşı, Allah ile muhâfaza etmen îcâb eder. İşte bu hakîkate dayalı olarak (S.a.v.) Efendimiz “E’ûzü bike minke” ya’nî “Yâ Rabbi Sen’den Sana sığınırım” buyurdu.
Hakk’a karşı Hakk’ı siper edinmek iki yönle özetlenir: Birisi budur ki: Kulun kulluksal vücûdu, Hakkânî vücûdda fânî olur. Bundan dolayı Hakkânî vücûd kulluksal vücûda siper olur. Bu halde kul için korku ve hüzün yoktur.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn” ya’nî “Muhakkak ki Allah’ın evliyâsına, korku yoktur. Onlar, mahzûn olmazlar, öyle değil mi?” (Yûnus, 10/62) İkincisi: Kulun kulluksal vücûdu devâm etmekle berâber Hakk’ın celâlî isimlerinden Hakk’ın cemâlî isimlerine ilticâ eder. Bundan dolayı kul kendi nefsini Hakk’a karşı yine Hak’la muhâfaza etmiş bulunur. Örneğin “Müntakım” celâlî isminde, “Rahîm” cemâlî ismine kaçar.
İşte Dâvûd (a.s.)’a mu’cize olarak demirin yumuşatılmasının verilmesinin rûhu budur. Ya’nî demir kavramı tek bir kavram olmakla berâber bir i’tibâra göre insanı öldürür ve bir i’tibâra göre de muhâfaza eder. İşte bunun gibi “Allah” da bir olmakla berâber bütün isimlerin kaynağıdır.
İsimlerinin çokluğu dolayısıyla kâh kahır ve intikâm ve kâh lütuf ve rahmet ile tecellî eder. Demir kavramında tevhîd olunduğu gibi, Hakk’ın zâtının dahi tevhid olunması îcâb eder. Bu anlaşılması zor hakîkatleri anlamak husûsunda Allah Teâlâ hazretleri kullarına yardım ihsân eder. “Vallâhu raûfun bil ibâd” “Allah kullarına Raûf ya’nî Çok Şefkâtli’dir” (Bakara; 2/207)
Bitişi: 14 Safer 1336 ve 28 Kasım 1917 Çarşamba sabâhı saat 3.45