Eyyûb Fassı- Hayâtın sudan yayılması ve arşın su üzerine yükselmesi

BU FASS EYYÛB KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “GAYBİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR

Bilinsin ki, Eyyûb (a.s.)’ın gaybî sâbit aynı gereğince, bu şehâdet âleminde vücûdunda zâhir olan hastalıkların iyileşmesi için Hak Teâlâ “Urkud biriclike, hâzâ mugteselün bâridun ve şerâb” ya’nî “Ayağın ile (yere) vur.

Bu soğuk, yıkanılacak ve içilecek su.” (Sâd, 38/42) buyurdu ve onun için gayb tarafından soğuk su açığa çıkardı ve bu soğuk su vâsıtasıyla onun vücûdundaki yükselmiş olan harâret azalarak mizâcı normale döndü. Bundan dolayı belânın en başta gayb tarafından inmesi ve daha sonra sabır ve mücâhedesine karşılık, yine gayb tarafından soğuk suyun çıkması,”gaybiyye hikmeti”nin Eyyûb Kelimesine tahsîs edilmesine sebep oldu.

Gerçi Hak Teâlâ hazretlerinin, her şeyin gaybının gaybı oluşu ve onun hüviyyetinin ulvî ve süflî bütün eşyâya sirâyet etmiş oluşu yönüyle, ne kadar ilâhî kelimeler varsa, bu “gaybiyye hikmeti”nin hepsine bağlantısı mevcût olup, hiçbir vücûd bulmuş kelimenin bu konuda tahsîs edilmişliği yok ise de, bu gaybiyye hükümlerinin zâhir oluş hallerinin,

Eyyûb (a.s.)’ın vücûda gelmiş kelimesinde ilk olarak ve son olarak husûsi bir şekilde gerçekleşmesi yönünden, “gaybiyye hikmeti” onlara tahsîs kılındı. Ve ancak ümmet-i Muhammedîyyeden Eyyûb (a.s.)’ın kitabını hâlen okuyan, ya’nî belâya tutulmuş olup, sabır ve mücâhededen sonraki yakarışı üzerine bu belâdan kurtulmuş olan her bir fert, bu “gaybiyye hikmeti”nin zevkiyle zevklenmiş ya’nî bizzât hakîkatini yaşayarak idrâk etmiş oldu.

Bilinsin ki muhakkak hayâtın sırrı, suda sirâyet etti. Böyle olunca o, unsurların ve temel öğelerin aslıdır. Ve işte bunun için Allah Teâlâ diri olan her şeyi sudan hálk etti. Ve vücûdda bir şey yoktur, illâ ki o diri olduğu halde mevcûttur; çünkü hiçbir şey yoktur, illâ ki o, Allâh’ın hamdı ile tesbîh eder olduğu halde mevcûttur; fakat onun tesbîhi anlaşılmaz, ancak ilâhî keşf ile anlaşılır ve Hakk’ı ancak diri olan şey tesbîh eder. Bundan dolayı her şey diridir ve her şeyin aslı sudur (1).

“Hayat” ilâhî sıfatlardan bir sıfattır; ve ilk olarak kendisi ile ilâhî hüviyyetin zâhir olduğu şey “hayat”tır. Bunun için, hayat sıfatı, diğer sıfatlar üzerine zâtî öncelik ile öncelik kazanmıştır. Ve imkân dâhilinde olanlardan ilk olarak kendisi ile “hayat” zâhir olan şey de sudur. Bunun için su, her bir şeyin evveli ve aslı oldu ve hayâtın sırrı suda sirâyet etti.

İşte bu sebebe dayalı olarak, Hak Teâlâ hayat sâhibi olan her şeyi sudan hálk etti. Ve vücûdda rûh sâhibi olmayan bir şey yoktur; çünkü âlem sûretlerinden her bir sûret bir ismin görünme yeridir ve her bir isim, isimlerin hepsini içine alır. Bundan dolayı her bir zerrede “Hayy” ismi tecellî edicidir. Ve Kur’ân-ı Kerim’de “ve in min şey’in illâ yüsebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahüm” (İsrâ, 17/44) Ya’nî “Hiçbir şey yoktur, illâ ki Hakk’ın hamdı ile tesbîh eder; fakat siz onun tesbîhini anlamazsınız” buyrulduğu üzere, vücûdda Allah’ın hamdı ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak onların tesbîhleri, Allah’ın keşfiyle anlaşılır.

Ve her şey mâdemki Hakk’ı hamd ile tesbîh ediyor, o halde onlarda hayat vardır. Çünkü hayâtı olmayan, şey tesbîh edemez. Ve imkân dâhilinde olanlardan ilk olarak kendisi ile hayat zâhir olan şey su olunca, imkân dâhilinde olanlar ta’bîri altına dâhil olan bütün âlem eşyâsının aslı su olmuş olur.

Sen arşı görmez misin ki, nasıl su üzerine oldu? Çünkü ondan var oldu. Bundan dolayı onun üzerine kuruldu ve yükseldi. Böyle olunca su, arşı altından muhafaza eder (2).

Sen arşı, ya’nî cisimler âleminin tamâmını görmez misin nasıl su üzerine oldu? Çünkü cisimler, latîfin kesîfleşmesinden hâsıl olan i’tibârî ve izâfî varlıklardır.

Bilinsin ki Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Sümmestevâ iles semâi ve hiye duhânun” (Fussilet, 41/11) ya’nî “Daha sonra Hak Teâlâ semâya istivâ etti, o duman, ya’nî parlak bulutsu idi”. Ve hadîs-i şerifde de “Allah Teâlâ gâyet beyaz renkte bir inci hálk etti. Ona celâl ve heybetiyle baktı. O inci hayâdan dolayı eridi. Yarısı su ve yarısı ateş oldu; ve ondan duman hâsıl oldu. Ve semâları dumandan hálk etti ve arzı da onun köpüğünden hálk etti. Bundan dolayı onun arşı su üzerine oldu” buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerîf âyet-i kerimeyi tefsîr eder. Ve “beyaz inci”den kasıt, bütün varlıklar kendisinden var edilmiş olan “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl”dır. Ve Hakk’ın ona Celâl bakışı ile bakması, o ilk aklın taayyünü ile Hakk’ın mutlak vücûdunun örtünmesidir. Çünkü Cemâl bakışı Hakk’ın vechinin kendi nûruyla tecellîsidir ki, bunda örtünme yoktur. Celâl bakışı ise Hakk’ın vechinin gayrı ile örtünmesidir. Ve “gayr”dan kasıt mutlak oluştan kayıtlı oluşa tenezzüldür ve mutlakın kayıtlıya gizlenmesidir. Yoksa vücûdda Hak’tan gayrı bir şey yoktur. O’nun zuhûru zuhûruna perde olmuştur.

Ve “beyaz incinin erimesi” de mâhiyyeti yokluktan ibâret olan imkân dâhilinde olanın kendisinde varlık görmekten hayâ ederek, nefsinde telâşta olduğu esnâda, isimleri dolayısıyla, Hakk’ın imkân dâhilinde oluş elbisesiyle zâhir oluşudur. Çünkü beyaz inci, ya’nî ilk akıl, imkân dâhilinde olan sûretlerin hepsine ilk maddedir. Ve “onun yarısının ateş olması”, ateşsel taayyünler ile rûhların ondan var olmasıdır. Ve “yarısının su olması”, cisimlerin var olması içindir. Zîrâ cisimler âleminin tamâmı su üzerine kurulmuştur.

Maddesel araştırmalar ile eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmaya çalışan teori ve delîl ehli derler ki: Büyük cisimler, başlangıçta parlak bir bulutsu hâlinde bulunup, yavaş yavaş küreler şeklinde yoğunlaşmışlardır. Ağırlığı teneffüs ettiğimiz havaya oranlanmayı bile kabûl etmez derecede daha az olan bu bulutsu aynı cinsten ve hidrojenden bile hafif bir gazdan oluşmuş idi.

Bu gaz bulutu hâlinde olan küreler, bütün birimsel parçalarının kendi merkezlerine doğru çekilmesi ve bu merkeze doğru olan hareketlerden gittikçe artan bir şekilde oluşan yoğunlaşma ve sürtünme ve sıcaklık ve sıcaklığın sebep olduğu ilk kimyâsal karışımlar ve birdiğerinden türeyen tabîi kuvvetlerin te’sirleri, hidrojen, oksijen, karbon, azot, sodyum, demir, kalsiyum ve diğerleri gibi unsurların oluşmasını îcâb ettirmiştir ki, bu ilk unsurların hepsi, hidrojenin katları ve terkipleri gibi bir sûrette oluşmuşlardır.

Büyük cisimlerin “bulutsu yıldız” hâlinde ışık saçtığı zamanlarda bu unsurların hepsi bugün güneşte yanmakta olduğu gibi yanmakta idi. Daha sonra bu ateş, suya dönüşmüştür. Çünkü ateş ile su, fizik bilimi hükümlerine göre birdiğerinin zıttı olan akıcılardan ibâret iseler de, kimyâ ilmine göre aynı unsurların netîceleridir. Ve hattâ bugün küremizin etrafında dalgalanan okyanuslar ve denizler evvelce ateş olan, hidrojen ve oksijen ve sodyumdan oluşmuştur. Bu husûstaki îzâhlar Îsâ Fassı’nda geçti. İşte görülüyor ki bu sınıf dahi araştırmalarında, hadîs-i şerifdeki özet olarak verilen habere ulaşmışlardır. Fakat teorik ve delîllere dayalı akıl ile bu kadar gidilebilir; çünkü Mesnevî-i Şerîf’de buyrulur:

Tercüme: “Delîlleri olan cüz’i akıl sâhiplerinin ayakları ağaçtandır; ağaçtan yapılmış ayak ise pek dayanıksızdır.”

Sonuç olarak cisimler âlemi sudan var olmuştur. Bundan dolayı buzun vücûdunu muhafaza ettiği gibi, su, cisimleri altından ve bâtınından muhafaza eder. Vücûdda ateşin sudan evvel olmasının sırrı budur ki, “fe ahbibtü en u’rafe” ya’nî “bilinmekliğime muhabbet ettim” hadîs-i kudsîsinde beyan buyrulan muhabbetin harâretiyle eşyânın hálk edilmesine ilâhî irâde yönelmiştir.

Nitekim Allah Teâlâ insanı, kul olarak hálk etti. İnsan ise Rabb’i üzerine kibirlendi; ve kendini O’nun üzerine yükseltti. Oysa Hak Sübhânehû bununla berâber, kendi nefsine câhil olan bu kulun yüceliğine bakarak onu altından muhafaza eder (3).

Ya’nî buzun vücûdunu içinden muhafaza ettiği gibi, su cisimleri altından ve içinden nasıl muhafaza ederse, Allah Teâlâ da, kul olarak hálk ettiği insanı öylece altından ve bâtınından muhafaza eder. Çünkü kulun vücûdu, Hakk’ın mutlak vücûdunun kul sûretinde kayıtlanmasından ve taayyününden ibârettir ve onun vücûdu Hakk’ın vücûduna bağlı olan i’tibârî bir vücûddur ki, onda asıl olan yokluktur.

İnsan ise kendi kesîf vücûdunu gördü. Hakk’ın vücûdu, onu bâtınından ve altından muhafaza etmekte olduğu halde, kendisini bağımsız bir vücûd sâhibi zannedip, Rabb’i üzerine kibirlendi. Ve onun kibirlenmesi budur ki, bâtınından tasarruf edici olan Hak iken, onu hiçe sayıp, kendi tasarrufunu isbât eder ve bu sûretle, Rabb’i üzerine üstünlük da’vâsında bulunur.

Bu da’vânın hafifliği ve şiddeti herkesin câhilliği ve irfânı oranındadır. Oysa Hak Teâlâ hazretleri, kulun kibirlenmesi ve kendini üstün görmesi ile berâber, bu nefsini bilmeyen kulun yüceliğine bakarak, onu altından ve bâtınından muhafaza eder. Çünkü muhafaza etmese yok olurdu. Örneğin su buzun vücûdunu içinden muhafaza eder; su akıp gidive­rince buzun vücûdu meydandan kaybolur.

Eyyûb Fassı- Alt ve üstün Cenâbı Hakk’a nispeti hakkında

Ve o, Resûl (a.s.)’ın “Eğer bir ip sarkıtsanız, Allâh’ın üzerine düşerdi” sözüdür. Şimdi işâret etti ki, altın ona nispet edilmesi, onun “Yehâfûne rabbehüm min fevkıhim” (Nahl, 16/50) ya’nî “Rablerinden üstlerinden korkarlar” ve “Ve hüvel kâhiru fevka ibâdihî” (En’âm, 6/18) ya’nî “O kullarının üstünde kâhhardır” sözünde olan “üst”ün ona nispeti gibidir. Bundan dolayı onun için “üst” ve “alt” vardır. Ve bunun için altı yön, ancak insana nispetle zâhir oldu; ve insan Rahmân sûreti üzeredir (4).

Ya’nî Hakk’ın kulu altından muhafaza etmesi; (S.a.v.) Efendimiz’in “Eğer siz ipi sarkıtsanız, Allah’ın üzerine düşerdi” sözünün ma’nâsıdır. Ve Hak Teâlâ hakkında altlık vasfının câiz olduğuna bundan daha açık delîl olmaz. Ve Fahr-i âlem Efendimiz bu hadîs-i şeriflerinde işâret buyurdular ki, “alt”ın Allah Teâlâ’ya nispeti zikredilen âyet-i kerîmelerdeki “üst”ün ona nispeti gibidir.

Ya’nî “üst” ve “alt” Hakk’a eşit seviyede nispet olunur. Çünkü zâhir olan Hakk’ın vücûdu olduğu gibi, bâtın olan da aynı şekilde Hakk’ın vücûdudur. Bundan dolayı Hak vücûdu ile zâhiri ve bâtını ve üstü, altı ihâta etmiştir. Şu halde, Hakk’ı üstlük ve altlık ile vasıflandırmak câizdir.Ve üstlük ve altlığın Allah Teâlâ’ya nispeti eşit olduğu için, altı yön, ancak insana nispetle zâhir oldu ki, bu altı yön: ön, arka, sağ, sol, alt, üsttür.

Çünkü mutlak Zât bir sınır ile sınırlanmaktan münezzehdir. İnsânî sûrette kayıtlandığında ve taayyün ettiğinde, bu altı yön ile sınırlanmış olur ve insan bütün isimler üzerine ihâta sâhibi olduğundan Rahmân sûreti üzerinedir. Çünkü Rahmân ismi bütün isimleri içine almıştır ve bütün karşılıklı yönlerde mevcûttur. Şu halde “Hak, kulu altından muhafaza eder” denildiği zaman, onda üstülük yoktur, ma’nâsı anlaşılmamalıdır. Çünkü yukarıda bahsedilen îzâhlar ile sâbit oldu ki, Hak hakkında altlık ve üstlük eşittir.

Oysa besleyen ancak Allah’tır. Ve hakîkatte Allah Teâlâ bir topluluk hakkında buyurdu: “Ve lev ennehüm ekâmût tevrâte vel incîle” (Mâide, 5/66) Ya’nî “Eğer onlar Tevrât ve İncîl’in hükümlerini yerine getirselerdi” dedikten sonra belirsizleştirip ve genelleyip “ve mâ ünzile ileyhim min rabbihim” (Mâide, 5/66) ya’nî “Rablerinden onlara indirilen şeyi” dedi.

Şimdi Hak Teâlâ’nın “ve mâ ünzile ileyhim min rabbihim” sözünde Resûl lisânı üzere indirilmiş veyâ ilham olunmuş olan her bir hüküm dâhil oldu. “Le ekelû min fevkıhim” (Mâide, 5/66) Ya’nî “Onlar üstlerinden yerlerdi”. Oysa ona nispet edilen üstlük yönünden besleyici olan ancak O’dur. “Ve min tahti ercülihim” (Mâide, 5/66) ya’nî “Onlar ayaklarının altından yerlerdi”. Oysa Allah’tan tercüme eden O’nun Resûl’ü (s.a.v.)in lisânı üzere Hakk’ın kendi nefsine nispet ettiği altlık yönünden besleyen ancak Allah’tır (5).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Hakk’a nispet edilen üstlük ve altlığı biraz daha îzâh etmek maksadıyla buyururlar ki: “Ve hüve yut’imu ve lâ yut’am” (En’âm, 6/14) ya’nî “O besler, beslenmez” âyet-i kerîmesi gereğince doyurucu olan ancak Allah’tır. Ve Hak Teâlâ Mûsevî ve İsevîler hakkında âyet-i kerîmede buyurur ki:

(Mâide, 5/66)

“Ve lev ennehüm ekâmût tevrâte vel incîle ve mâ ünzile ileyhim min rabbihim le ekelû min fevkıhim ve min tahti ercülihim.”

“Eğer Mûsâ ve Îsâ kavmi, Tevrât ve İncîl’in ve Rab’lerinden kendilerine indirilen şeyin hükümlerini yerine getirselerdi, üstlerinden ve ayaklarının altından yerlerdi”.

Hak Teâlâ bu âyet-i kerîmede Tevrât ve İncîl’i zikrederek onların hükümlerinin yerine getirilmesini ta’rîf ve tahsis etti. Ve daha sonra onlara Rab’larından indirilen şeyin hükümlerinin yerine getirilmesini belirsizleştirip ve genelleyerek beyân etti. Ve bu “indirilen şey” ifâdesine, melek vâsıtasıyla indirilmiş olup Peygamber’in lisânından çıkan hükümler dâhil olduğu gibi, doğrudan doğruya Peygamber’in kalbine ilham yoluyla inen hükümler de dâhil olur.

İşte Mûsâ ve Îsâ kavmi bu sûretlerle Cenâb-ı Hak’tan indirilmiş olan şeyin hükümlerini tutmuş olsalardı, üstlerinden ve ayaklarının altından beslenirlerdi ve Hak onları gerek üstlerinden ve gerek altlarından beslerdi ve onların üstlerinden beslenmeleri, ilâhî isimlerin iki elleri üzere ulaşan Rabbânî lütuflara nâil olmalarıdır ve ayaklarının altından beslenmeleri de, Hak yolunda ayaklarıyla yürüyerek, alınlarından tutan hâs Rabb’larının kemâlâtına ulaşmalarıdır.

Ve Allah’ın tercümânı olan O’nun Resûl’ü (s.a.v.) Efendimiz’in lisânıyla “Eğer bir ip sarkıtsanız, Allâh’ın üzerine düşerdi” sözünde altlığı kendi nefsine nispet eder. Çünkü “Ve mâ yentiku anil hevâ” (Necm, 53/3) ya’nî “Allâh’ın Resûl’ü nefsânî hevâsından söylemez. Onun söylediği ancak ona vahy olunan şeydir” âyet-i kerîmesi gereğince, üstteki hadîs-i şerîf, Hakk’ın ona vahyettiği sözdür. Ve cenâb-ı Peygamber Hakk’ın tercümânıdır. Bundan dolayı altlık yönünden besleyici olan da Hak’tır.

Şimdi Hak vücûduyla kulun sûretinde taayyün etmekle ve kayıtlanmakla onu üstünden besleyerek muhafaza eder ve kulun vücûdu Hakk’ın vücûduna bağlı olan bir vücûd olup, Hak onun içi ve bâtını olmakla onu altından besleyerek muhafaza eder. Eğer Hak kulu üstünden ve altından besleyerek muhafaza etmemiş olsa kul yok olurdu.

Ve eğer arş, su ûzerine olmasaydı, onun vücûdu çöküntüye uğramazdı; çünkü dirinin vücûdu, hayat ile çöküntüye uğrar. Sen diriyi görmez misin ki, alışıla gelmiş ölüm ile öldüğü zaman, onun sisteminin parçaları çözülür ve onun kuvvetleri bu özel sistemden yok olur (6).

Ya’nî cisimler âleminin tamâmı su üzerine olmasaydı onların cismânî vücûdları çöküntüye uğramazdı. Çünkü su Hayy isminin görünme yeridir ve her bir şey diridir ve dirinin vücûdu ise, hayat ile çöküntüye uğrar ve dirinin hayat ile çökmesi açıktır.

Çünkü sen diri olan insanı görmez misin ki, herkesin bildiği ölüm ile öldüğü zaman, onu bâtınından muhafaza eden hayat kesilip özel bir sistem ile düzenlenmiş olan parçaları dağılır ve onun işitme ve görme gibi birtakım kuvvetleri, bu özel düzen olan cesedinden yok olur.

Şimdi cenâb-ı Şeyh (r.a.) Hz. Eyyûb’un zevkine ve meşrebine uygun olan ön bilgileri beyân ettikten sonra onun hâlini anlatmaya başlayıp buyururlar ki:

Eyyûb Fassı- İ’tidâl hakkında

Allah Teâlâ cenâb-ı Eyyûb’e “Urkud biriclike, hâzâ mugteselün” (Sâd, 38/42) ya’nî “Ayağını yere vur bu muğtasildir; ya’nî soğuk sudur” dedi. Çünkü onun üzerine harâretinin elemi çok fazla idi. Bundan dolayı Allah Teâlâ onu suyun soğukluğuyla rahatlattı. Ve işte bunun için tıp ilmi, fazlayı azaltmak ve noksanı arttırmak oldu. Böyle olunca amaç i’tidâlin sağlanmasıdır. Oysa ona yol yoktur, ancak ona yakın bir şey olur. Ve muhakkak hakîkatler ve müşâhede, devâmlılık üzere nefesler ile var etmeyi verdiği için, biz ancak ona, ya’nî i’tidâle, yol yoktur dedik. Ve var etme ancak meyilden olur ki, tabiât hakkında “bozulma” veyâ “çürüme” ve Hak hakkında da “irâde” olarak isimlendirilir. O da özel bir gâyeye meyletmektir, onun dışında bir şeye değil. Ve i’tidâl her bir şeyinde denge üzere oluşu bildirir. Bu ise olacak bir şey değildir. Ve işte bundan dolayı biz i’tidâl hükmünü men’ ettik (7).

Ya’nî vücûdu birtakım çıban ve yaralarla hasta olan Eyyûb (a.s.)’a Allah Teâlâ “Ayağınla yere vur, bu muğtasildir ya’nî soğuk sudur ve vurduğun yerden çıkan su ile yıkan ve iç!” (Sâd; 38/42) buyurdu ve Cenâb-ı Eyyûb de ilâhî emir gereğince hareket etti. Çünkü Eyyûb (a.s.)’ın vücûdundaki elemin harâreti aşırı dereceye varmış idi.

Hak Teâlâ o harâreti suyun soğukluğuyla giderdi. Ve bu soğukluk ile, onun vücûdundaki artan harâret eksilerek mizâcı i’tidâl mertebesine geldi. Ve işte bu esâsa dayalı olarak “tabiblik” dediğimiz tedâvî ilminin özeti, tabîatta i’tidâli bozan fazlayı eksiltmek ve noksânı da arttırmaktan ibâret oldu. Çünkü tabibler hastanın mizâcına bakıp kendisinde doğal hâlden fazla harâret görürlerse onu azaltmaya ve eğer normal vücûd harâretinin doğal hâlinden noksan olduğunu görürlerse, onu da arttırmaya hizmet edip ilâçlarını ona göre düzenlerler.

Bundan dolayı tıptan amaçlanan şey i’tidâlin sağlanmasıdır. Oysa tam ve hakîkî i’tidâle yol yoktur ve ona ulaşmak mümkün değildir. Şu kadar var ki, insan vücûdunun i’tidâli, bu hakîkî i’tidâle yakındır. İşte o kadar. İşte bu sebepten dolayı uzman tabibler “Tam olarak sıhhatli hiçbir adam yoktur; herkesin mizâcında mutlaka az çok bir bozukluk vardır” derler. Bundan dolayı tam olarak sıhhatli olduğu zannedilen kimsenin mizâcı hakîkî i’tidâle en çok yakındır. Yoksa mizâcı hakîkî i’tidâle sâhip hiçbir kimse yoktur.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bunun sebep ve illetini îzâh ederek buyururlar ki: Muhakkak hakîkatler ve müşâhede, devâmlılık üzere nefesler ile var etmeyi verdiği için, biz, ancak i’tidâle yol yoktur, dedik. Çünkü eşyâ her anda ilâhî tecellî ile “yeni hálk ediliş”tedir. Bir anda yok ve bir anda mevcût olur.

Ve eşyânın hakîkatleri, sâbit ayn’lar mertebesinden onların sûretlerini şehâdet mertebesine verir ve şehâdet mertebesi de devamlılık üzere nefesler ile bu verilen sûretleri alır. Bundan dolayı âlem her anda fenâ bulucu olur ve yine o ân içinde ve sür’atin kemâliyle diğer âlem peydâ olur.Ve bu benzer yenilenme hakkındaki ayrıntılar Şuayb Fassı ile Sü­leymân Fassı’nda geçmiştir ve oralara mürâcaat edilsin!

“Var etme”ye gelince, bu var etme ancak meyil yoluyla olur, başka bir şekilde olmaz. Çünkü bir şeyin varlığına ve yokluğuna bir meyil lâzımdır ki maksat oluşabilsin. Tabîat ilminde bu meyle “bozulma” ve “çürüme” denir. Ve var etme, ancak yok etmeden sonra olur; yok etme ise an­cak bâtına meyil ile oluşur. Ve bu meyle, hayvan hakkında, tabî­atta “bozulma” ismi verilir. Ve onun dışında olan terkipler hakkında da “çürüme” denir.

Nitekim, meyve ve süt ve yemek gibi şeylerin mizâcı değiştiği zaman “bozulup kokuştu” derler ve hattâ hayvan, öldüğünde, artık onun hayvânlığı kalmamış olduğundan, onun rûhsuz cesedi hakkında bu ifâde kullanılır. Ve Cenâb-ı Hakk’a nispetle bu meyle “irâde” ismi verilir. Ve “irâde” özel bir gâyeye meyletmek ve onun gayrısına meyletmemektir. Ve “i’tidâl” ise her tarafa eşit şekilde yönelmeyi bildirir ve bu iş ise âlemde olacak bir şey değildir.

Çünkü âlem, var etme ve bozulma üzerine dayanmaktadır ve eşyâ, her anda yok ve mevcût olur. Eğer i’tidâlin hükmünün âlemde geçerli gerekse, hiçbir şey vücûda gelmez ve vücûdda olan şey de değişmez idi. Ya’nî bu âleme artık var etme ve bozulma âlemi dememek lâzım gelir idi. İşte bunun için âlemde i’tidâl hükmünü men’ ettik ya’nî hakîkî i’tidâle yol yoktur dedik.

Bilinsin ki, i’tidâl ve onun yokluğu, birdiğerine aykırı olan iki şeyden oluşmuş terkîbe göre olur. Oysa hem vardan hem yoktan oluşmuş bir terkîp yoktur ki, onda, i’tidâl vardır veyâ yoktur, denilsin.

Örneğin hastalık varsa sağlık yoktur ve sağlık varsa hastalık yoktur ikisinin bir arada olduğu bir terkîp yoktur. Şeyh (r.a,) hazretlerinin bu sözden yüksek maksatları: Âlemin, “irâde” olarak isimlendirilen Hakk’ın meylinden vücûd bulduğunu ve âlemde tahakkuk eden meylin devâm üzere bulunduğunu, ya’nî meyil edilen şey ister basît olsun, ister terkîp olsun, bu meylin zevâl bulucu olmadığını ve meylin vücûduyla berâber i’tidâlin mümkün bulunmadığını ve çünkü i’tidâl, ancak terkîp olmuş olan bir şeyin parçaları arasında, nicelik ve nitelik yönünden, fazla ve noksan bulunmayıp eşit olarak hâsıl oluşuyla tasavvur edildiğini isbât etmektedir.

Eyyûb Fassı- Rızâ ve gazab hakkında

Ve hakîkatte ilâhî nebevî ilimde Hakk’ın rızâ ve gazab ile ve karşılıklı sıfatlar ile vasıflanması vardır. Oysa rızâ gazabı izâle edicidir ve gazab da, kendisinden râzı olunandan rızâyı izâle edicidir. Ve i’tidâl, rızâ ile gazabın aynı seviyede olmasıdır. Bundan dolayı gazab eden, gazab ettiği kimse üzerine ondan râzı olduğu halde gazab etmedi. Böyle olunca, onun hakkında iki hükmün biriyle vasıflandı, o da meyildir. Ve râzı olan, kendisinden râzı olduğu kimseden, onun üzerine gazab ettiği halde râzı olmadı. Bundan dolayı muhakkak onun hakkında iki hükmün biriyle vasıflanmış oldu, o da meyildir (8).

Ya’nî Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini rızâ ve gazab ile ve Hâdî ve Mudill ve men’ etme ve verme ve Kahhâr ve Latîf ve Celâl ve Cemâl gibi birtakım karşılıklı sıfatlar ile vasıflandırmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede de buyrulur:

“radiyallâhu anhüm ve radû anh” ya’nî “Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Mâide, 5/119) ve “ve gadiballâhu aleyhim” ya’nî “Ve Allah, onlara gazaplandı” (Feth, 48/6) ve aynı şekilde

“Men yehdillâhu fehüvel muhtedî” ya’nî “Allah kimi hidâyete erdirirse, artık o hidâyete ermiştir” (A’râf, 7/178) ve

“ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen mürşidâ” ya’nî “Ve kimi dalâlette bırakırsa artık onun için velî mürşid bulunmaz.” (Kehf, 18/17)…

Hak râzı olduğu zamanda gazab etmez; çünkü rızâ sıfatı, gazab sıfatını izâle eder. Ve Hak râzı olduğu kimseye gazab etse bu gazab sıfatı, o kimse hakkındaki rızâ sıfatını izâle eder. Bundan dolayı rızâ ile gazab aynı zamanda bir yerde toplanmaz. Oysa i’tidâl, rızâ ile gazabın aynı seviyede olması ve bu iki sıfattan birisine meyil olmaması ile hâsıl olur. Bu iki sıfatın bir zamanda bir yerde toplanması mümkün olmayınca, aralarında aynı seviyenin bulunması da düşünülemez. Aynı seviyede olmaları düşünülmeyince i’tidâl oluşması da mümkün değildir.

Bundan dolayı Hak gazab ettiği zaman, üzerine gazab edilen hakkında ve râzı olduğu zaman da, kendisinden râzı olunan hakkında iki hükmün biriyle vasıflanır ki, bu vasıflanma da meyilden ibârettir. Sonuç olarak bir şahıs hakkında aynı zamanda Hakk’ın gazab ve rızâsı birlikte olmadığı gibi, diğer sıfatları dahi birlikte olmaz. Mutlaka bir tarafa meyil lâzımdır.

Ve ancak biz bunu, zannlarında, ateş ehlinin üzerine Allâh’ın gazabı hiçbir zaman ebeden zâil olmaz, gibi gören kimseden dolayı dedik. Bundan dolayı onlar için Allah’tan rızâ hükmü yoktur. Şimdi kastettiğimiz şey geçerli oldu. Eğer bizim dediğimiz gibi olursa, her ne kadar ateşte yerleşmiş olurlarsa da, ateş ehlinin sonuçta dönüşü elemlerin izâlesinedir. Bu da rızâdır. Şimdi elemlerin giderilmesi için gazab zâil oldu. Çünkü, eğer anladınsa elemin aynı, gazabın aynıdır. Böyle olunca gazab eden kimse, muhakkak kendi nefsinde ezâ çeken oldu. Bundan dolayı gazab eden, ancak râhat bulmak için, üzerine gazab edilen kimseden intikam alırken, ona elem vermeye çalışır. Böyle olunca onun indinde olan elem üzerine gazab edilene geçer (9).

Ya’nî bizim “Hak gazab ettiği zaman üzerine gazab edilen ve râzı olduğu zaman da, kendisinden râzı olunan hakkında, gazab ve rızâ hükümlerinden biriyle vasıflanır ve bu vasıflanma da meyilden ibârettir” dememiz, kelâm âlimlerine karşı cevap ve îzâhtır. Çünkü onlar, cehennem ehli üzerine Allâh’ın gazabı dâimî ve ebedîdir zannederler.

Bundan dolayı onlara göre ilâhî rızâ hüküm sürücü olmaz. Bu şekilde kelâm âlimlerinin sözü üzerine de “bizim i’tidâl hükmünü men’ ederiz”sözümüzde kastedilen ma’nânın sıhhati sâbit olur. Çünkü mâdemki Hak, onların zannlarınca, cehennem ehli üzerine dâimâ ve ebeden gazab eder, şu halde gazab ve rızâ hükümlerinden birisine Hakk’ın meylinin olmadığı ve i’tidâlin olmadığı sâbit olmuş olur.

Şimdi iş bizim dediğimiz gibi olacak olursa, ya’nî cehennem ehli, cehennemde yerleşik oldukları halde, onların en son dönüşü rahmete ve elemlerin izâlesine olacak olursa, elemlerin izâlesi onlar hakkında rızâdır. Şu halde elemlerin zevâlinden dolayı gazab zâil olmuş oldu. Çünkü Hak Teâlâ sana anlamaklık ihsân ederse, elemin “ayn”ının, gazabın “ayn”ı olduğunu anlarsın; çünkü elem gazabtan ortaya çıkar. Hattâ öfkelenen kimse, muhakkak kendi nefsinde ezâ çeken olur.

Bundan dolayı bir kimse birine kızdığı zaman, ona elem verecek bir söz veyâ fiil ile o kimseden intikam almaya çalışır. Kızan kimsenin bu çalışması, ancak kızdığı kimseye elem vererek nefsinde râhat bulmak içindir. Bundan dolayı gazab edenin indinde, gazabtan doğan elem, bu sûretle üzerine gazab edilen kimseye geçer.

Eyyûb Fassı- Hangi tarafa yönelirsen yönel ibâdetten ve kulluktan geri kalma

Ve sen, Hakk’ı âlemden ayırdığın zaman, bu sıfattan, bu had üzere büyük yücelik ile yüce olur. Ve Hak âlemin hüviyyeti olduğunda, hükümlerin hepsi ancak O’nda açığa çıkar ve O’ndan açığa çıkar. Ve o da Hak Teâlâ’nın “ve ileyhi yurceul emru küllühu” (Hûd, 11/123) ya’nî “İşlerin hepsi O’na döner” sözüdür. Bu, hakîkat ve keşif yoluyladır. Şimdi örtüyle de perdeyle de O’na ibâdet et ve O’nun üzerine tevekkül et! Böyle olunca imkân dâhilinde olanlarda bu âlemden daha bedî’ ya’nî benzersiz âlem yoktur. Çünkü Allah Teâlâ onu Rahmân sûreti üzere îcâd etti. Ya’nî Hak Teâlâ’nın vücûdu, âlemin açığa çıkması ile açığa çıktı. Nitekim insan, tabîi sûretinin vücûdu ile açığa çıktı. Şimdi biz, O’nun zâhiri sûretiyiz ve O’nun hüviyyeti, bu zâhiri sûretin rûhudur ki, onun tedbir edicisidir. Bundan dolayı tedbîr, ancak O’ndan olduğu gibi, ancak O’nda oldu. Şimdi O, ma’nâ ile Evvel’dir ve sûret ile Âhir’dir ve O hükümlerin ve hallerin değişmesi ile Zâhir’dir ve tedbîr ile Bâtın’dır ve O her şeyi alîmdir. Bundan dolayı O, her şey üzere Şehîd’dir. Tâ ki müşâhededen bilsin, fikirden değil. İşte bunun gibi, zevkler ilmi dahî, fikirden değil müşâhededendir; ve o geçerli ilimdir; ve onun dışındakiler zan ve tahmîndir, aslâ ilim değildir (10).

Ya’nî eğer sen Hakk’ı, âlem dediğimiz hálktan ayırır isen ve O’na hálktan ayrı bakışıyla bakarsan, Hâkk’ın gazabı üzerine gazab edilen kimseye geçtiğinde, kendi nefsinde rahat bulmaktan ganî ve rızâ ve gazab sıfatlarından, son derece büyüklük ile yüce olur. Çünkü Hak, zâtı yönünüyle âlemlerden ganîdir ve o mertebede bir sıfat ile vasıflanmış bir isim ile isimlenmiş olmaz. Bütün izâfelerden yüce ve bütün kayıtlardan berîdir.

Ve eğer Hakk’a, âlemin hüviyyeti bakışıyla bakacak olur isen, hükümlerin hepsi, bu çokluk hükümlerinin açığa çıkışına kabiliyyeti i’tibârı ile, ancak Hak’ta açığa çıkar ve bunların kaynağı olmak i’tibârı ile de ancak Hak’tan açığa çıkar. Çünkü Hak sıfatları ve isimleri yönünden hem “fâil” ve hem de “fâilin fiilini kabûl edici mahal”dir. Bu i’tibar ile, çokluk hükümlerini Hak tarafına isnâd edersen, hakîkat yönünden uyuşmazlık yoktur.

Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.)’nın Sâlih Fassı‘nda var etme bağlantısını Hak’tan kaldırıp kul tarafına isnâd buyurması, icmâl ve tafsîle ya’nî hükmün Hakk’tan toplu çıkıp kulda ayrıntılanmasına göredir. Ve hükümlerin hepsinin, Hak’ta ve Hak’tan açığa çıkışının delîli, Hak Teâlâ hazretlerinin “ve ileyhi yurceul emru küllühu” (Hûd, 11/123) ya’nî “İşlerin hepsi O’na döner” sözünün ma’nâsıdır. Ve bu ma’nâ hakîkaten ve keşfen öyledir.

Şimdi ey ma’rifet tâlibi, mâdemki âlemin hepsi hakîkaten ve keşfen Hakk’a dönüyor ve sen ise âlemdensin ve âlemde açığa çıkmış olan da Hakk’ın hüviyyetidir, şu halde hangi bir tarafa yönelirsen yönel, ibâdetten ve belki kulluktan geri kalma!

Ve Hak çokluk hükümleri ile ve taayyün elbiseleri ile perdelenmiştir. Sen bu perdeyi ve örtüyü bakışından kaldırıp bu örtüler ve sûret perdeleri altında olan Hakk’a tevekkül et ve gaflet uykusu örtüsünden çık! Sen kimsin ve nerdesin ve istediğin şey nerededir, bunları bil! Emir Seyyid Ali Hemedânî (Kaddes’ Allâhu sırrahü’s-sâmî) ne güzel buyurur! Şiir:

Tercüme “Sen hayât suyunun ortasındasın, oysa su arıyorsun. Hazînenin üstündesin ve fakirlik ve ihtiyaçtan panik ile arayış içindesin. Sen dost deyip arar durursun ve bilmezsin ki, eğer hakîkatle bakarsan gûyâ sen O’sun. O’nun zülfünün kokusundan nezle olduğundan gâfilsin ve yoksa sen, O’nun zülfünün kıvrımından bir kılsın. Sana aynanın gösterdiği yüz, sendendir.

Eğer sen asıl olana ve fer’ olana dikkatle bakarsan, o yüzsün. Ceberût âleminin perdesi, senin nefesinden kokuludur. Sen misk kokusu tıynetli olduğun halde cehâletinden dolayı leş aramaktasın. Melekûtun mühim işleri, senden süs ve ziynet bulurlar. Sen tabîat ve hevâ çöplüklerinde niçin koşuşturup durursun? Sen vuslatın gül bahçesinden toprağa düşmüş bir gülsün; hırs ve haset külhanı arasında ne koşuyorsun? Ey yüceliğe âit olan, eğer kendini terk edersen, sana bir nefes onun hâs meclisine yol verirler.”

Şimdi âlemin hüviyyeti, Hakk’ın hüviyyeti olunca ve âlemde mevcût olan işlerin hepsi Hakk’a dönünce, imkân dâhilinde olanlar âleminde bu âlemin sisteminden daha bedî’ ya’nî eşsiz, benzersiz ve daha güzel âlem olmaz. Çünkü Hak âlemi Rahmân sûreti üzerine îcâd etti. Çünkü âlem Rahmân sûreti üzerine mahlûk olan insansal hakîkatte toplanmış bulunan şeyin ayrıntılanmasıdır.

Ya’nî insanın vücûdu tabîi sûreti ile açığa çıktığı gibi, Hak Teâlâ’nın vücûdu da, âlem sûretleri ile açığa çıktı. Çünkü insanın hakîkatı latîf bir ma’nâdır. Görünmek için mutlakâ kesîf bir sûrete bağlanması lâzımdır. İşte bu sebepten dolayı, insanı ta’rîf edeceğimiz zaman “konuşan hayvan” deriz. “Hayvan” ise onun cisimsel kesîf sûretidir. Ve “konuşma” ise, ruhânî latîf ma’nâsıdır. Bundan dolayı sûret, ma’nâ ile ayakta durmaktadır ve ma’nâ sûret ile görülmektedir.

İşte Hak da böyledir. Hakk’ın sonsuz latîflikte olan mutlak vücûdunu maddeden soyutlanmış olarak görmek mümkün değildir. Onun zihinlerde zâhir oluşu ma’nevî sûretler ile ve hâriçte zâhir oluşu da, âlemin kesîf sûretleri iledir. Bir ârif ne güzel buyurur:

Tercüme: “Hak cihânın cânı ve cihan ise bütün bedendir. Melâikenin rûhları bu bedenin, bu tenin duyularıdır. Felekler ve unsurlar ve ma’denler, bitkiler, hayvanlar a’zâdır. İşte tevhîd ancak budur. Başka sözler hep çokluğa işâret eder.”

Şimdi mâdemki Hak Teâlâ’nın vücûdu âlem sûretleri ile açığa çıkmaktadır ve biz de âlemin sûretlerindeniz, şu halde biz O’nun zâhiri sûretiyiz ve O’nun hüviyyeti, bu zâhiri sûretin rûhudur, bu sûretin tedbîr edicisidir.

Bundan dolayı tedbîr, ancak Hak’tan çıktığı gibi, ancak Hakk’ın vücûdunda olur. Böyle olunca Hak, ma’nâ i’tibârı ile Evvel’dir ve sûret i’tibârı ile de Âhir’dir. Ve hükümlerin ve hallerin değişkenliği i’tibârı ile Zâhir’dir ve bu zâhiri sûretin rûhu olup, onu tedbîr etmesi i’tibârı ile Bâtın’dır. Ve Hak her şeyi Alîm’dir. Fakat O’nun bilişi, fikirden oluşan ilim ile değil, müşâhededen ve huzûrdan hâsıl olan ilim iledir.

Bundan dolayı Hak her şey üzerine Şehîd ve hâzırdır. Çünkü bir kimse görmediği şey hakkında delîl ile fikir üreterek bir ilim hâsıl eder. Gördüğü ve huzûrunda hâzır bulunduğu şeyi bilmek için tefekkür etmesine gerek yoktur; onun ilmi, müşâhedeli olur. İşte Hakk’ın ilmi de müşâhedelidir.

Ve böylece Hak yolunda seyr ü sülûk eden nebîlere zevk ile hâsıl olan ilim de fikir ve delîlden değil, belki müşâhededen kazanılmıştır. Ve müşâhededen hâsıl olan ilim ise, geçerli ilimdir. Ve bunun dışında kalanlar aslâ ilim değildir; belki zan ve tahmîndir.

Bir gün risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz ashâb-ı kirâmın huzûrunda İmâm-ı Alî (keremallâhu vecheh) hazretlerinin meşreblerinde hakîkatin gâlip olduğunu beyan buyurup, bunu ispât için, bir çanak içinde biraz bal getirerek ortaya koyarlar ve huzurdakilere, bunun içinde ne olduğunu birer birer sorarlar. Her biri oturdukları yerde “Baldır” cevâbını verirler. Sıra Hz. İmâm’a gelince, yerinden kalkıp, çanaktaki baldan bir parmak alarak tadına baktıktan sonra “Baldır yâ Resûlallah!” buyurur.

Ve bu şekilde Hz. İmâm’ın hükmüyle diğer ashâb-ı kirâmın hükmü arasındaki kuvvet farkı belli olur. Çünkü Hz. İmâm’ın ilmi müşâhedeli ve huzûrdan hâsıl olduğu için bu ilmin tersinin çıkması ihtimâli yoktur. Bu ilim, geçerli ilimdir. Diğer kerem sâhibi zâtların hükümleri ise, tahmînî ve delîller iledir; bu ilim değişip geride kalabilir. Çünkü mümkündür ki, çanak içindeki şey bala benzer bir madde olabilirdi. Bundan dolayı delîller ile olan ilim, geçerli ilim değildir, belki gâlip gelen zann ve tahmîndir.

Eyyûb Fassı- Şeytan hakkında ba’zı hakîkatler üzerine

Daha sonra bu su, Eyyûb (a.s.)a bedenindeki zarar ve azâptan oluşan susama elemini gidermek için içecek oldu. Öyle azâp ki şeytan, ya’nî idrâkiyle yakınlık mahallinde olacağı hakîkatleri oldukları hâl üzere idrâk etmekten uzaklık, ona onunla temâs etti. Şimdi her ne kadar mesâfe olarak uzak olursa da, her bir görülen, göze yakındır. Çünkü onun görülüyor olması dolayısıyla muhakkak göz, ona ilişir ve eğer böyle olmasa idi, onu görmezdi. Yâhut nasıl olursa olsun, görülen, her görülen, göze ilişir. Bundan dolayı o, gözüyle gören kimse arasında yakındır. İşte bunun için, Eyyûb (a.s.) da temâsta şeytanı üstü kapalı işâret etti. Bundan dolayı temâsın yakınlığı ile berâber, onu şeytana bağladı. Böyle olunca “Bende olan hikmetten dolayı, uzak, benden yakındır” dedi (11).

Hz. Şeyh (r.a.) birtakım hakîkatleri beyan buyurduktan sonra, Eyyûb (a.s.)’ın hikmeti mes’elesine dönerek derler ki: İlâhî emir ile Eyyûb (a.s.) ayağını yere vurmakla yerden kaynayan su, ona içecek türünden oldu ve bedenindeki hastalık ve azâptan oluşan susuzluk elemini giderdi. Onun bedenindeki azâb, öyle bir azâb idi ki, şeytan cenâb-ı Ey­yûb’a o azâb ile temâs etti.

Nitekim Hz. Eyyûb’den naklen Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Rabbehû ennî messeniyeş şeytânu bi nusbin ve azâb” (Sâd, 38/41) ya’nî “Yâ Rab, şeytan bana zahmet ve azâb ile temâs etti.” Ve “şeytan” sözlükte ş-t-n ve şatâna fiil kökünden türemiş olup “uzaklık” ma’nâsına kullanıldığından burada, bu ma’nâ ile tefsîr buyrulmuştur.

Ya’nî “Bana uzaklık, öyle bir azâb ile temâs etti ki,o sebeple ben hakîkatleri, olduğu hâl üzere idrâk etmekten uzak olurum; ve o hakîkatler öyle hakîkatlerdir ki, onları idrak ettiğim vakit, yakınlık mahallinde bulunurum” demek olur.

Ve şeytana “şeytan” denilmesi Hak’tan ve hakîkatlerden son derece uzak olma­sından dolayıdır. Çünkü Hak Tealâ hazretleri şeytanı, yakınlık hazretinden tabîî uzaklık nâsibi ile kovmuş ve “fahruc minhâ fe inneke recîm” ya’nî “Haydi çık oradan! Artık muhakkak ki sen, recm edilmişlerdensin.” (Sâd, 38/77) buyurmuştur.

Ve “recm” bir şeyi yukarıdan aşağıya atmak ma’nâsına olduğundan, “Sen yakınlık hazretinden çık, çünkü sen pek yüce hazretten, süflî tabîatlar merkezine atılmışsın” demek olur. Ve “Ve inne aleyke la’netî ilâ yevmid dîn” (Sâd, 38/78) “La’net” kovma ve uzaklaştırma ma’nâsınadır. Ya’nî “Benim la’netim kıyâmete kadar senin üzerine olsun!” buyurur.

Çünkü kıyâmet gününde tabîat karanlığının hükmü kalkar ve o zaman şeytanın üstünde oturup, hükümlerinin uyguladığı tâc ve taht yıkılır. Bundan dolayı şeytanın uzaklaştırılması kıyâmet gününe kadar devâm eder; ondan sonra şeytana la’net yoktur. Çünkü şeytanın aslî gereği tabîatsal engellerdir ki, bu tabîatsal engeller, rûhu ilâhî hakîkatler ile tahakkuk etmekten men’ eder.

Nitekim bu hakîkati herkes, içinde bulunduğumuz bu tabîat âleminde, bu tabîatsal vücûdu ile, her an görür ve kendi nefsinde bizzat yaşayarak idrâk eder. Çünkü nefis dediğimiz bu tabîatsal vücûdlarımız, şeytanın üstünde hükmettiği tabîat âleminin birer parçalarıdır. Bundan dolayı şeytan tabîat âlemini kuşatmıştır ve şu halde bizim vücûdumuzun dışında değildir.

Nitekim (S.a.v.) Efendimiz “Şeytan damarlardaki kan gibi cereyan eder” buyururlar. Onun için şeytan Hak Teâlâ’ya hitâben: “fe bi izzetike le ugviyennehüm ecmaîn” (Sâd, 38/82) Ya’nî “İzzetin hakkı için kullarının hepsini azdırayım” dedi. Çünkü bilir ki bu tabîat âleminde her şey, tabîat hükmünün altındadır ve zulmânî gerekler, nûrânî mertebelere yükselmeyi eder.

Daha sonra şeytan, “İllâ ibâdeke minhümül muhlasîn” (Hicr, 15/40) Ya’nî “Senin ibâdetin ile tabîat zulmetinden ve engellerin kesâfetinden kurtulanlar müstesnâdır” dedi. Çünkü onlar şeytanın tasarrufu altına verilen memleketten çıkmışlardır. Onun bu gibi kerem sâhibi zâtlara Mûsâllat olma imkânı kalmaz. Nitekim Hâce Hâfız (k.s.) buyurur: Beyit:

Tercüme: “Sen tabîat hânesinden dışarıya çıkmıyorsun; hakîkat mahallesine nasıl sefer edebilirsin?”

Bu ön bilgi bilindikten sonra anlaşılır ki, taayyün etmiş vücûdlarımıza bulaşan illetler ve hastalıklar, bu tabîat âleminin gereklerindendir. Ve tabîat âlemi ise, bütün müştemilâtıyla berâber Hak’tan uzak olup Hakk’ın cemâline perdedir. Ve şeytan kulları, bu tabîata âit vâsıtalarla ile gaflette bırakır ve yoldan çıkarır ve şeytanın vücûdu ancak bir vesvese verici ve bir ayıraç olmaktan ibârettir. Çünkü bir vesvese verici ve bir ayıraç olmadıkça emîn ile hâin ve mert ile nâ-mert ve sahte ile hâlis para belli olmaz.

Görülmez mi ki, insana bir elem ve hastalık bulaşsa hafızası perîşan olur ve gece ve gündüz onunla meşgûl olur ve figân eder ve Hakk’ın ibâdetinden geri kalır. İşte bu sebepten dolayı Eyyûb (a.s.) “Şeytan bana zahmet ve azâb ile temâs etti” ya’nî “Tabîat âleminde uzaklığın türleri çoktur; fakat bu uzaklık, benim tabîî vücûduma zarar ve âzâb şeklinde temâs ile yakın oldu; bundan dolayı o uzaklığın temâs ile yakınlığı dolayısıyla, hakîkatleri olduğu hal üzere idrâk etmekten uzak olurum.

Oysa o hakâyıkı idrâk ettiğim anda ben yakınlık mahallinde bulunurum” buyurdu. Çünkü idrâk edilen şey, idrâk eden kimseye yakındır ve her görülen şey, her ne kadar mesâfe i’tibâriyle uzak ise de, göze yakındır. Çünkü görme husûsu gözden çıkan şuâ’ sebebiyle olur, diyenlerin fikir ve görüşüne göre, göz görmesi yönüyle görülene ilişir. Eğer gözün görülene ilişmesi olmasa idi, onu görmezdi. Veyâhut görme husûsu, ışık vâsıtasıyla görülen hayâlin gözdeki merceğe intibâ’ı sebebiyle olur, diyenlerin görüşüne göre, görülen şey göze ilişir.

Bu iki görüşten hangisine göre olursa olsun, mesâfe uzak ve yakın olsa da, görülen şey, göz ile gören kimse arasında yakındır. İşte uzaklık, yakın olduğundan dolayı Eyyûb (a.s.) “Rabbehû ennî messeniyeş şeytânu bi nusbin ve azâb” (Sâd, 38/41) ya’nî “Yâ Rab, şeytan bana zahmet ve azâb ile temâs etti.” sözünde temâs, ya’nî dokunma, ta’bîrini üstü kapalı olarak kullandı ve temâsın, ya’nî dokunmanın, yakınlığıyla berâber, o temâsı şeytana, ya’nî uzaklığa bağladı.

Bundan dolayı gûyâ Eyyüb (a.s.) buyurdu ki: “Bende mevcûd olan hikmetin gereği olmak üzere, uzak olan şeytan zahmet ve azâb ile bana dokunmak sûretiyle, bana yaklaştı.” Ve Eyyûb (a.s.)da mevcûd olan hikmet, taayyün etmiş olan Hak’tan, bu taayyün sebebiyle onun örtünmesidir ki, bu taayyün örtüsünün üstün gelmesinden dolayı Hak’tan uzak olur.

Soru: Eyyûb (a.s.) bir nebîyy-i zîşan idi. Bundan dolayı Hakk’ın ezelî inâyeti dolayısıyla muhlisler zümresine dâhil Allah’ın kullarından idi. Ve şeytan ise “İllâ ibâdeke minhümül muhlasîn” (Hicr, 15/40) “Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesnâ” deyip bu zatlara Mûsâllat olamayacağını beyân etmiş ve Hak Teâlâ hazretleri de şeytana “İnne ibâdî leyse leke aleyhim sultânun” (Hicr; 15/42) ya’nî “Benim kullarım vardır ki, senin için onların üzerine tasarruf kuvveti yoktur” diye hitâp etmiştir. Hal böyle iken şeytanın Eyyûb (a.s.)a zahmet vermesi ve azâb etmesi nasıl olur?

Cevap: Bilinsin ki, tabîat denilen esfel-i sâfilîne ya’nî aşağıların aşağısına uzaklaştırılan insan Hak’tan uzak ve “İnnel insâne le fî husr” (Asr, 103/2) ya’nî “İnsan elbette hüsrân içindedir” âyet-i kerîmesi gereğince, bu uzaklık dolayısıyla, genel bakış içerisinde mutlakâ hüsrandadır. Çünkü taayyün etmiş vücûdları şeytanın mekânı olan tabîat âleminde açığa çıkmıştır.

Bunun için (S.a.v.) Efendimiz, “Benim de şeytanım var idi, elimde müslüman oldu” buyurmuşlardır. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz’in madde beden vücûdları da bu tabîat âleminden mahlûk idi; bundan dolayı şeytanın bulunduğu mekân üzerinde olmuş idi. Büyük nebî hazretlerinin hepsi de tabi’ki bu hükümde dâhildir.

Şu kadar ki sâbit ayn’larında bulunan hakîkatlerin bu tabîat âleminde açığa çıkan taayyün etmiş vücûdlarında îcâb ettirdiği hikmetlerin gereği olarak seyr ü sülûk ile an be an yükselerek bu hüsrandan kurtulurlar. Ve onların ümmetlerinin üst sınıfları da, bu saâdetlilerin izinden ayrılmadıkları için bunlar da:

“İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabr” ya’nî “Ama îmân edenler ve sâlih ameller işleyenler ve Hakk’ı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler hariç” (Asr, 103/3) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulan istisnâ sebebiyle hüsrandan kurtulan zümreye dâhil bulunurlar. İşte bundan anlaşıldığı üzere şeytan ayırım yapmaksızın insan türü üzerine Mûsâllat olur. Fakat nebîler ile onların ümmetlerinin üst sınıfı üzerinde tasarruf kuvveti yoktur.

Ya’nî onların üzerinde şeytanın Mûsâllat olması bir eser meydana getirmez. Nitekim cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütühât-ı Mekkiyye’lerinde buyururlar ki; “Evliyâullahdan birisi, ilâhî bir velîden naklen dedi ki: Şeytanı rü’yamda gördüm; ona tevhîdde ve tevekkülde imâm olan Şeyh Ebu’l-Medyen (r.a.) ile hâlin nedir? diye sordum. Benim onunla hâlim ve onun hatırına bir şey nakletmem şuna benzer ki, bir kimse denizin içine idrarını bırakır. Ona:

Niçin idrarını oraya bıraktın? diye sorarlar. O da der ki: Temizlensinler, diye okyanusu kirletmek için idrarımı oraya bıraktım. Hiç bundan daha câhil bir kimse olur mu? İşte onun kalbine karşı benim hâlim böyledir diye cevap verdi.”

İşte Eyyûb (a.s.)a, şeytanın zahmet ve azâb ile temâs etmesi de bu türdendir. Şeytan zarar ve âzab ile temâs etmek sûretiyle Mûsâllat oldu. Fakat sabrını ihlâl etmek sûretiyle bir te’sîr veremedi. Şu kadar vardır ki, cenâb-ı Eyyûb mübârek vücûdunda çıkan illetle meşgûl oldu ve o illetin çıkması ise, idrâk ile yakınlık mahallinde olacağı hakîkatleri, olduğu hal üzere idrâk etmesine perde oldu ki, bu da uzaklık idi.

Ve muhakkak sen bildin ki, yakınlık ile uzaklık, iki göreceli husûstur ve uzak ve yakında ikisinin de hükümleri sâbitlik bulmakla berâber, her ikisi de varlıksal “ayn”da vücûdları olmayan bağıntılardır (12).

Ya’nî her görülen şeyin, mesâfe i’tibâriyle her ne kadar uzak olsa da, göze yakın olmasından dolayı sen yakınlık ile uzaklığın iki göreceli husûstan ibâret olduğunu bildin. Yakınlık ile uzaklık, hakîkatte vücûdları olmayan iki bağıntıdır. Bununla berâber uzak ve yakın dediğimiz mesâfelerde her ikisinin de hükümleri sâbittir. Eğer “uzak” denilen şeyin hakîkatte vücûdu olsaydı, uzak bir mesâfede olan görülen bir şeyin, gözüyle gören arasında yakın olmaması gerekirdi.

Ve aynı şekilde her bir yakın olan şey karanlığın örtmesi sebebiyle görülmez. Bundan dolayı o şey, yakın olduğu halde karanlığın örtmesi sebebiyle uzak olur. Ve aynı şekilde bir cisim göze aşırı yaklaştırılınca görülmez. Şu halde onun yakınlığının şiddeti uzaklığın aynı olur.

İşte bu îzâhlardan anlaşılır ki, yakınlık ile uzaklığın hakîkatte bağımsız bir vücûdları olmayıp, iki göreceli husûstan ibârettir ve uzak ve yakın hükümleri sâbit olan iki bağıntıdır. Yakın, uzak ve uzak dahi yakın olduğu için, Eyyûb (a.s.) “Uzaklık bana temâs etti” buyurdu. Çünkü temâs, ya’nî sıvama ve dokunma fiili, bir şey bir şeye yaklaşmayınca olmaz. Bundan dolayı uzaklık, temâs fiili ile, cenâb-ı Eyyûb’a yakın olmuştur.

Eyyûb Fassı- Belâlara düşmenin ve onlara sabretmenin sırrı hakkında

Bilesin ki hakîkatte Allah Teâlâ’nın Eyyûb’deki sırrı ki, Hak onu bize ibret ve hâl ile yazılmış bir kitâp kıldı; onda olan şeyi bilmek için, bu ümmet-i Muhammedîyye onu okurlar. Böyle olunca onun sâhibine ulaşırlar; işte bu iş ona ulaşanları şereflendirmektir (13).

Ya’nî Allah Teâlâ hazretlerinin Eyyûb (a.s.)a verdiği belâlara tutulma sırrı, bizlere ibret olması ve harfler ve zarflarla ile yazılmış bir kitâp değil, hâlen yazılmış bir kitâp olarak zuhûr etmesi içindir. Çünkü Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.)’ı ilk önce belâya tuttu ve sonra da onun bu belâya sabır etmesine karşı kurtuluş verdi.

Bundan dolayı Eyyûb (a.s.)’ın saâdetli vücûdu bir kitâp oldu ki, onun yazıları, uğradığı belâların halleri ve sabır ve tahammülünün hükümleridir. Bunlar ise hallerden ibârettir. Şu halde hazretin vücûdu hâl ile yazılmış bir kitâp olmuş olur.

Ve o kitâbın içeriğine vâkıf olmak için, bu ümmet-i Muhammedîyye, onu hâlen okurlar. Ya’nî cenâb-ı Eyyûb gibi belâlara düşüp sabrederler ve bu sabırları karşılığında kurtuluş bulurlar ve netîcede de sabır ve rızâda ve mükâfatta Eyyûb (a.s.)’ın makâmına ulaşırlar. İşte sâdece ümmet-i Muhammedîyyeye ibret olması için Hak Teâlâ hazretlerinin bir nebîyy-i zî-şânını belâya düşürmesi şüphesiz ümmet-i Muhammedîyyeyi şereflendirmesi ve ikrâmıdır.

Mesnevî:

Tercüme: “O beyânda sâdık olan Hakk’ın resûlü, bize bu yüzden “rahmet edilmiş ümmet” buyurdu.” Ya’nî bu rahmet edilmiş ümmet ta’bîri, kendilerinden önce gelen nebîler (a.s.) ile, onların ümmetlerinin hallerinin onlara ibret olduğunu belirtmek için kullanılmıştır.

Eyyûb Fassı- Belâları uzaklaştırmak için sebeplere sarılmak hakkında

Şimdi Allah Teâlâ, onun üzerine, ya’nî kendisinden sıkıntının kaldırılması hakkında gerçekleşen duâsıyla berâber, Eyyûb üzerine sabır ile övdü. Böyle olunca biz bildik ki, muhakkak bir kul, kendisindeki sıkıntının ferahlatılması hakkında, Allah Teâlâ’ya duâ ettiğinde, bu duâsı sabrına eksiklik vermez. Ve muhakkak “o, sabredicidir” ve muhakkak “o, ne güzel kuldur”. Nitekim “o dönücüdür” ya’nî sebeplere değil, Allah’a dönücüdür, dedi. Ve oysa bunun indinde sebeple işi Hak işler, çünkü kul ona dayanmaktadır. Çünkü, işlerden bir işi giderecek olan sebepler çoktur ve sebepleri ortaya getiren ise tek bir ayndır. Bundan dolayı kulun, bu elemi sebep ile gideren bir olan ayn’a dönmesi, çok kere ilâhî ilimde sâbit olan şeye uygun olmayan özel sebebe dönmesinden daha iyidir. Şimdi “Muhakkak Allah Teâlâ benim duâma îcâbet etmedi” der. Oysa o duâ etmedi, ancak zamânı ve vakti gelmemiş olan özel bir sebebe meyletti (14).

Ya’nî Eyyûb (a.s) “Rabbehû ennî messeniyed durru ve ente erhamur râhimîn” ya’nî “Rabb’ine muhakkak ki, bana bir sıkıntı isabet etti. Ve Sen, rahmet edenlerin en çok rahmet edenisin.” (Enbiyâ, 21/83) deyip, bedenindeki illetin ve hastalığın giderilmesini istediği halde, Hak Teâlâ hazretleri onu sabır ile methetti.

İşte biz bundan bildik ki, bir kul başına gelen belânın kaldırılması için Allâh’a duâ etse, o sabırsızlık sayılmaz; o yine sâbırdır; ve Hak Teâlâ’nın Eyyûb (a.s.) hakkında buyurduğu “ni’mel abd” (Sâd, 38/44) ya’nî “Ne güzel kuldur!” övgüsü altına dâhil olur; ve cenâb-ı Eyyûb gibi o da övülmüş kullar zümresine girer. Ve nitekim Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.) hakkında “innehû evvâb” (Sâd, 38/44) buyurdu, ya’nî “Kulum Eyyûb sebeplere değil, mübâlağa ile Allâh’a dönücüdür” dedi..

Soru: Yukarıda denilmiş idi ki:”Hak Teâlâ’nın vücûdu, âlemin açığa çıkması ile açığa çıktı.Biz Hakk’ın görünen sûretleriyiz ve Hakk’ın hüviyyeti bu görünen sûretin rûhudur ki, onun tedbîr edicisidir.

Bundan dolayı tedbîr ancak O’ndan olduğu gibi, ancak O’nda oldu. O ma’nâ ile Evvel’dir, sûret ile Âhir’dir ve hükümlerin ve hallerin değişimi ile Zâhir’dir ve tedbîr ile Bâtın’dır.” Oysa sebepler de âlem sûretlerinden birer sûrettir ve onlar da Hakk’ın görünen sûretidir ve Hakk’ın hüviyyeti bu görünen sebeplerin rûhudur ki, onların tedbîr edicisidir. Bundan dolayı sebeplerden geçmek, Hak’tan geçmek değil midir?

Cevap: Cenâb-ı Şeyh. (r.a.) bu soruya cevâben buyururlar ki: Kul, sebep ile Hakk’a dönmüş olsa dahi, o sebep perdesi arkasından fâil olan Hak’tır. Ve bütün âlem sûretleri nasıl ki Hakk’a dayanmakta ise, âlem sûretlerinden bir sûret olan kul dahi öylece Hakk’a dayanmaktadır. Kendisi gibi âlemin bir sûreti olan sebebe dayalı değildir. V

e âlem sûretleri çok olduğu gibi, işlerden herhangi bir işin giderilmesinde etkili olan sebep sûretleri de pek çoktur ve sebepleri ortaya getiren ise bir ayn’dır. Eğer kul, başına gelen bir belâyı sebeplerden bir sebebe teşebbüs ederek uzaklaştırmaya kalkışırsa, mümkündür ki, o sebebin o belâyı uzaklaştırması, veyâhut teşebbüs edilen vakitte etkili olabilmesi, ilâhî ilimde sâbit olmamış bulunur ve bu halde de o sebep, o belânın uzaklaştırılmasına asla te’sîr edici olamaz.

O belânın ne zaman ve vakitte hangi sebep ile uzaklaştırılacağını, ancak tek bir ayn olan bütün sebeplerin sâhibi hakîki sebepleri ortaya getirici bilir. Bundan dolayı kul ilâhi ilimde sâbit olmayan şeye uygun olmayan özel bir sebebe döneceği yerde, bu belâyı herhangi bir sebep ile gideren tek bir ayn olan sebepleri ortaya getirene dönerse, elbet daha iyi olur.

Oysa kul genellikle böyle yapmayıp, ilâhî ilimde sâbit olan şeye uygun olmayan kendisine özel sebebe döner ve onun bu sebebe teşebbüsle berâber, Hakk’a duâ etmesinin etkili olmadığını görüp “Hak Teâlâ benim duâmı kabûl etmedi” der. Oysa o, hakîkatte duâ etmedi. Belki ilâhî ilimde sâbitlik bulan sâbit ayn’ının, isti’dâd lisânı ile Hak’tan talep etmiş olduğu şeye aykırı bir şeyi istedi.

Yâ’nî içi başka, dışı başka talepte bulundu. Veyâhut istediği şey isti’dâdına uygundur; fakat henüz ortaya çıkma zamânı ve zâhir olma vakti gelmemiştir ki, bu varlık âleminde zâhir olabilsin. Bu halde kul ancak ne zamânın ve ne de vaktin gerektirmediği özel sebebe meyletmiş bulunur ve sonra da “duâ ettim de Hak kabûl etmedi” der. Duâ bahsi Şit Fassı’nda ve kazâ ve kader hakkındaki ayrıntılar da Üzeyr Fassı’nda beyân olunmuştur. Oraya mürâcaat buyrulsun.

Eyyûb Fassı- Sabır ve kazâya rızâ gösterme hakkında

Şimdi Eyyûb Allâh’ın hikmeti ile amel etti, çünkü nebî idi. Çünkü bilindi ki, hakîkatte sabır, ba’zı kişilere göre, şikâyetten nefsi hapsetmektir. Oysa bu, bizim indimizde sabır için tanım değildir. ve ancak onun tanımı, Allâh’a değil Allâh’ın gayrına şikâyetten nefsi hapsetmektir. Şimdi muhakkak şikâyet edenin şikâyet etmesinin kazâya rızâ göstermesine eksiklik vermesi düşüncesi ba’zı insanları perdeledi. Oysa böyle değildir. Çünkü kazâya rızâda Allah Teâlâ’ya ve O’nun gayrına şikâyet eksiklik vermez ve ancak gerçekleşen kazâya rızâda eksiklik verir ve oysa bize gerçekleşen kazâya rızâ hakkında bir şey söylenmedi. Ve sıkıntı ise gerçekleşen kazâdır; o, kazânın aynı değildir (15).

Ya’nî Eyyûb (a.s.) bir nebîyy-yi zî-şan olduğu için, işin hakîkâtini bilip, ilâhi hikmetin gereği üzere, belâ vaktinde sabretti ve belirli olan vakti gelince de, illetin def’ edilmesi için duâ etti. Ve sıkıntının ferahlatılması hakkında Hakk’a duâ etmek sabıra eksiklik verir, denilmesi, zâhir âlimleri ve tahkîk makâmına ulaşamayan seyr-i sülûk ehli denilen ba’zı kişilere göre, sabrın şikâyet etmekten nefsi hapsetmek olduğu şeklinde bilindiği içindir.

Oysa bizim indimize, ya’nî tahkîk ehli indinde, sabrın ta’rîfi böyle değildir. Bizim indimizde sabrın ta’rifi “Allâh’a değil, Allah’ın gayrına şikâyetten nefsi hapsetmektir.” Ya’nî bir kul bir belâya tutulduğunda, onun eleminden Hakk’a şikayet ederse sabrına zarar vermez. Ancak Hakk’ın gayrına şikâyet etmeyip, nefsini zaptetmelidir. Eğer o kimse tutulmuş olduğu belâdan kendi gibi âciz bir kula şikâyet ederse, ona sabredici denilmez. Allâh’a şikâyet sabra zarar verir diyen ba’zı kimseleri perdeleyen şey budur ki, onların bakışında şikâyet eden şikâyet etmekle ilâhî kazâya râzı olmamış olur.

Ya’nî onlar şikâyet eden kimseye, şikâyet ettiği vakit, ilâhî kazâya râzı olmamış gözüyle bakarlar ve onların bu bakışları kendilerini işin hakîkatinden perdeler. Oysa işin hakîkatı böyle değildir. Çünkü gerek Allâh’a ve gerek Hakk’ın gayrına olan şikâyet, şikâyet edenin kazâya râzı olmasına eksiklik vermez. Belki şikâyet eden kimse, bu şikâyeti ile kazâya değil, gerçekleşmiş olan kazâya râzı olmamış bulunur. Oysa bize gerçekleşen kazâya râzı olun diye söylenmedi ve tutulduğumuz sıkıntı ise gerçekleşmiş kazâdır. Bu da kazânın aynı değildir. Kazâ başka, makzî ya’nî gerçekleşen kazâ başkadır.

Bilinsin ki: Kazâ, Üzeyr Fassı’nda îzâh edildiği üzere, Allâh’ın eşyâda hükmüdür ve Allâh’ın eşyâda hükmü, Allâh’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin miktârı üzerinedir ve Allâh’ın eşyâda ilmi de bilinmiş olan nefislerinde ne hal üzere sâbit idiyseler, o bilnenlerin Hakk’a verdikleri şeyin miktârı üzerinedir.

Ve Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde buyururlar ki: “Kazâ makzînin ya’nî gerçekleşen kazânın gayrıdır; ve kazâ sâbit ayn’ların isti’dâdına dönük olan kadere uygun îcâd hükümlerinden ibârettir. Bundan dolayı kazâ, Hakk’ın fiili sıfatlarındandır ve ona rızâ farzdır ve niçin şöyle böyle kazâ etti diye Hak’tan şikâyet etmek haramdır. F

akat makzîye ya’nî gerçekleşen kazâya râzı olmak mutlaka farz değildir; belki küfür ve diğer günâhlar gibi, kazâ eserlerinin kendisinden çıkışından dolayı, mükellefin râzı olmayıp şikâyet etmesi zarûrî ve vâciptir. Mesnevî:

Tercüme: “Kazâ olması cihetinden küfre râzıyım; bu rızâ, bizim çekişmemiz ve fenâlığımız yönünden değildir.”

Bu izâhlardan anlaşıldığı üzere, bir belâya tutulan kimse “Yâ Rabb, bu belâyı def’ et!” diye duâ edebilir ve bu duâ Allah’a şikâyettir. Onun bu şikâyeti sabrına mâni’ olmadığı gibi, Hakk’ın kazâsına râzı olmaması da demek değildir. Şikâyetçi ancak gerçekleşmiş kazâ olan belâya râzı olmamış olur ve biz gerçekleşen kazâya râzı olmakla emrolunmadığımızdan, bu râzı olmamak ayıp olmaz.

Örnek: Doktor bir hastaya fenâ kokulu bir ilâç içirmek istese, hasta doktorun bu hükmü ile ezâ duyar. Fakat onun bu hükmünün hikmet gereği olup, kendisindeki hastalığı gidereceğini bilir. Hasta bunu bilmekle berâber: “Aman doktor bey, bu ilâç pek fenâ kokuyor, benim ona tahammülüm yoktur. Ricâ ederim hastalığın giderilmesi için bu ilâçın yerine bana kullanımı daha kolay bir ilâç ver!” diye şikâyet etse, bu şikâyet doktorun hükmünden ve kazâsından değildir. Belki hasta gerçekleşmiş kazâ olan ilâca râzı olmamış olur.

Eyyûb Fassı- Belânın kaldırılmasını istemek; Zekî ol, iyi anla! Söz bitti

Ve Eyyûb (a.s.) bildi ki, sıkıntının kaldırılması hakkında muhakkak Allah Teâlâ’ya şikâyet etmekten nefsin engellenmesinde ilâhî kahıra mukâvemet vardır ve o da şahsı ile olan cehâlettir ki, Allah Teâlâ onu, nefsinin ondan elem duyduğu bir şeye düşürdüğünde, bu çektiği elemin giderilmesi husûsunda Allah Teâlâ’ya duâ etmez; belki ona yakışan, tahkîk ehli indinde yakarmak ve kendisinden bunun giderilmesinde Allah’tan istemektir. Çünkü keşf sâhibi olan ârif indinde bu, Cenâb-ı İlâhî’den olan gidermedir. Çünkü Allah Teâlâ, mu­hakkak nefsini ezâ olunmakla vasfetti. Bundan dolayı “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” ya’nî “O kimseler ki Allah’a ve Resûl’üne eziyet ederler” (Ahzâb, 33/57) dedi. Ve bundan daha büyük hangi ezâ vardır ki, Allah Teâlâ seni, ondan veyâhut bilmediğin bir ilâhî makâmdan gafletin ânında, bir belâya tutar, tâ ki sen O’na dönesin. Bundan dolayı O da senden onu kaldırsın da, senin hakîkatin olan muhtaçlığın geçerli ola. Netîcede de, senden onun kaldırılması hakkında, O’na talebin sebebiyle, Hak’tan ezâ kalmış ola. Çünkü sen O’nun görünen sûretisin. Oysa sen bu belânın giderilmesinde O’na dönücü değilsin* (16).

Ya’nî Eyyûb (a.s.) kendisine gelen hastalığın kaldırılması hakkında Allah Teâlâ hazretlerine şikâyetten nefsini tutma husûsunda, Allâh’ın kahrına karşı koymak ve mukâvemet etmek olduğunu bildiğinden, hastalığın giderilmesi hakkında Hakk’a duâ etti ve ilâhî kahıra mukâvemet ise, kişinin cehâletinden kaynaklanır ve cehâlet ile vasıflanmış olan bir kişiyi, Allah Teâlâ bir belâya tutup o kimsenin nefsi o belâdan elem duysa, kendisine elem veren bu belânın giderilmesini Hak’tan talep etmez.

Çünkü belâya düşmesindeki gâye nedir ve kendisinden belânın kaldırılmasına çalışmak, kimin hakkında çalışmaktır bunu bilmez. Bundan dolayı bu, uygun bir tavır değildir. Belki tahkîk ehli olan kimse indinde o kimseye yakışan şey, yalvarmak ve kendisinden bu belânın giderilmesini Hak’tan talep etmektir. Çünkü keşf sâhibi olan ârif-i billah indinde, kulun o belâyı kendi nefsinden gidermesi, Cenâb-ı İlâhî’den gidermek olur.

Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de: “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesinde “Allâh’a ve Resûl’üne ezâ eden kimseler” diyerek, ilâhî nefsini “ezâ olunmakla” vasfetti ve Hakk’ın “ezâ olunmak” gibi mahlûklara âit sıfatla vasıflanması, sıfatlar ve isimler i’tibârı iledir. Zâtı i’tibârı ile bu gibi hálk edilmişlere âit sıfatlardan münezzehdir ve hattâ ahadiyye zâtı i’tibârı ile kendi sıfatlarından bile tenzîh olunur.

Çünkü ahadiyyet mertebesinde bütün sıfatlar ve isimler mahv ve helâktedir; fakat sıfatlar ve isimler mertebesinde böyle değildir ve âlem sûretlerinden herbir sûret, Hakk’ın taayyün etmiş bir ismidir; ya’nî o sûretle taayyün etmiş bir isimdir ve sen o sûretlerden bir sûretsin ve senin hüviyyetin ve bâtının o isimdir ve sen o ismin zâhirisin. Bundan dolayı senin sûretinden ezâ duyucu ve elem duyucu olan Hak’tır ve sen nefsinden belânın giderilmesine çalıştığın vakit, o belâyı Hak’tan gidermeye çalışmış olursun.

Şimdi sen, Hak’tan veyâhut bilmediğin bir ilâhî makâmdan gaflet ettiğin vakit, ona dönmen için Allah Teâlâ seni bir belâya tutar ve senin dönüşün sebebiyle o belâyı senden kaldırsın da, hakîkatin olan muhtaçlığın ve acz ve kulluğun geçerli ola ve netîcede de, o belânın kaldırılması hakkında olan talebin üzerine, yukarıda bahsedildiği ve îzâh olunduğu şekilde, sen onun görünen sûreti olduğun için, Hak’tan ezâ kalkmış ola ve hâl böyle iken sen bu belânın giderilmesinde Hak Teâlâ’ya dönmeyip ben belâya sabredeceğim, diye ilâhî kahıra mukavemette bulunasın; Hakk’a bundan daha büyük hangi ezâ vardır?

Bundan dolayı sen, sana gelmiş olan belânın kaldırılması için Hakk’a mürâcaat etmediğin vakit, senin taayyününden ve görünme yerinden o belâ ile elem duyucu olan Hakk’a ezâ etmiş olursun. Bu ise çok büyük bir ezâdır. Böyle olunca belâ ehli Hakk’a yakarmalı ve niyâz etmeli ve kendi sûretinde taayyün etmiş olan Hakk’a ezâdan sakınıp “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” ya’nî “Allâh’a ve Resûl’üne ezâ eden kimseler (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesi ifâdesi altına dâhil olmamalıdır.

Nitekim âriflerin ba’zısı acıktı, ağladı. Bu ilimden zevki olmayan bir kimse onu azarlayarak bu konu hakkında söyledi. Böyle olunca ârif dedi ki: “Ancak beni ağlamam için acıktırdı. Gûyâ der ki, benden onun kaldırılması hakkında, O’ndan istekte bulunmam için, beni sıkıntıya düşürdü. Ve bu, benim sabredici olmama eksiklik vermez (17).

Ya’nî belâlara düşmekten gâyenin ne olduğunu ve kendisinden belânın kaldırılmasına çalışmanın kimin hakkında çalışmak olduğunu bilen âriflerden ba’zılarının karnı acıktı ve bu açlığın verdiği elemden dolayı ağladı. Ve bu yüksek fassta beyân buyrulan bilgi konusunda zevk sâhibi olmayan ya’nî bizzat yaşayarak hakîkatini idrâk etmemiş bir kimse o ârifi azarlayarak:

“Niçin Hakk’ın belâlarına karşı sabretmiyorsun?” dedi. O ârif de ona cevâben:

“Hak Teâlâ beni ağlamam için acıktırdı. Hak Teâlâ hazretleri gûyâ bana der ki: “Ben seni açlık elemine onun için tuttum ki, o elemin kaldırılması hakkında benden istekte bulunasın. Ve sen benim kulumsun; muhtaçlık ve acz, senin zâtının gereğidir. Bana ihtiyâcını arz et ki, kulluğun sâbit olsun.” Bundan dolayı benim O’ndan dilenmem, sabredici olmama eksiklik vermez, dedi.

Şimdi biz bildik ki, muhakkak sabır, nefsi Allâh’ın gayrısına şikâyetten tutmaktır. Ve “gayr” ile kastım, Allah’ın vecihlerinden özel bir vecihtir; ve muhakkak Hak Teâlâ Allah’ın vecihlerinden özel bir vechi ta’yin etti; ve o da “hüviyyetinin vechi” olarak isimlendirilir. Bundan dolayı o, sıkıntının kaldırılması hakkında “sebepler” denilen diğer vecihlerden değil, bu vecihten duâ eder; ve oysa o, kendi nefsinde işin ayrıntılanışı yönünden onun gayrı değildir. Şimdi ârifin, kendinden zararın kaldırılması hakkında Hakk’ın hüviyyetinden istekte bulunması, sebeplerin hepsinin özel yönden onun aynı olmaktan onu perdelemez (18).

Ya’nî bir kimse başına gelen bir belâdan Allâh’a şikâyet ederek kaldırılması için duâ ederse, onun bu şikâyeti sabrına zarar vermez. Fakat Allah’tan gayrısına şikâyet ederse, o kimseye sabredici denmez.

Soru: Bütün mevcûtlar Hakk’ın görünen sûretleridir. Bundan dolayı vücûdda Hakk’ın gayrı bir şey yoktur ki, ona şikâyet olunsun. Şu halde Allâh’ın gayrısına şikâyet nasıl düşünülebilir?

Cevap: Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu soruya cevâben buyururlar ki: Ben “Allâh’ın gayrı” demekle ilâhî vecihlerden özel bir vechi kastederim. Ve bu ta’bîr ile kasıt, ister birimsel ister bütünsel olsun, taayyünler ile kayıtlanmış olan taayyün etmiş hüviyyettir; yoksa mutlak olan hüviyyet değildir.

Ve Hak Teâlâ hazretleri, kulun duâ etmesi için ilâhî vecihlerinden özel bir vechi ta’yîn ve tahsîs etti; ve o özel vecih de “hüviyyetinin vechi” olarak isimlendirilir ki, ilâhî vecihlerin hepsini toplamış olan “mutlak hüviyyet”in vechidir; ve o vech “Allah” ismidir. Bundan dolayı kul, zararın kaldırılması hakkında Hakk’a duâ edeceği vakit “Yâ Allah!” deyip, o özel veche yönelir; yoksa Allah’ın gayrı denilen ilâhî özel vecihlerden birisine yönelmez; ya’nî “sebepler” denilen diğer vecihler ile istekte bulunmaz ve duâ etmez.

Ve oysa diğer vecihler denilen sebepler, o özel vechin hüviyyetinden gayrı değildir. Çünkü sebepler kendi nefsinde hüviyyet husûsunun ayrıntılanmışıdır. Ya’nî mutlak hüviyyetin vechi olan “Allah” ismi, bütün vecihlerin, ya’nî bütün isimlerin ayn’ıdır ve bu özel vechin bütün vecihlerde ayrıntılanışı, ya’nî “Allah” isminin bütün isimler ile ayrıntılanışı, kendi nefsinde ayrıntılanmasıdır.

Ne kadar isimler varsa hepsi Allah isminin altında bulunmaktadır. Bu ismi, Rezzâk, Raûf, Atûf, Mu’tî, Vehhâb ve diğerleri gibi isimleriyle ayrıntılandırır isen, Allah isminin kendi nefsinde ayrıntılanması olur. Bundan dolayı Allâh’ın gayrısına şikâyetten nefsi tutmak, ilâhî vecihlerden özel bir vecih olan mutlak hüviyyetin vechine meyletmek demek olur. Ya’nî “Allah” toplayıcı ismine meyletmek olur.

İşte bu îzâhlardan anlaşılır ki, ârif, kendi nefsinden zararın kaldırılması hakkında Hakk’ın hüviyyetinden istekte bulunduğu vakit, diğer vecihler denilen sebeplerin hepsinin Hakk’ın aynı olduğunu bilir. Ve bütün vecihlerde, o özel vechi, ya’nî hüviyyetin vechini müşâhede eder; ve diğer vecihleri görmekle hüviyyetin vechinden perdelenmez. Çünkü ârifin bakışında gayrılık yoktur.

Fakat ârif olmayan kimsenin bakışında gayrılık mevcûttur. Örneğin kerîm olan zengin bir şahıs, bir fakîre ihsân etse, ârif o şahsı ilâhî isimlerden bir ismin taayyün etmiş sûreti ve ilâhî vecihlerden bir vech bildiği ve o isim, toplayıcı ismin kapsamı altında bulunduğu için, onu Hakk’ın aynı görür; ve o ihsânı Hak’tan bilir. Fakat ârif olmayan, bu bilgiden perdeli oluşuyla, o şahsı Hakk’ın gayrı ve o ihsânı o şahıstan bilir. Sonuç olarak ârif, ayrıntılı oluştan ve toplu oluştan perdeye düşmez.

Ve bu bir sırdır ki, sırların üzere emîn olan Allah’ın kullarından, edeb sâhiplerinden başka kimse, onun yolunun bağlısı olmaz; çünkü Allah için “emînler” vardır ki, Allah’dan başka onları kimse bilmez; ve onların ba’zısı, ba’zısını bilir (19).

Bu bahsedilen hakîkatler, ya’nî bir belâya tutulduğu zaman, o belâ ve zararın kaldırılması hakkında “hüviyyetin vechi” olarak isimlendirilen özel veche ve toplayıcı isim olan “Allah” ismine yönelerek “Allah’ın gayrı” ve “sebepler” denilen ilâhî özel vecihlerden birisine yönelmekle istekte bulunmamak ve fakat, sebeplerin hepsinin Hakk’ın aynı olduğunu bilmek ve sebepler ismi altında bulunan bu diğer vecihleri görmekle berâber, hüviyyettin vechinden perdelenmemek bir sırdır ki, bu sırrın yolunda ancak ilâhî sırlara vâkıf olan ve “emîn” ve Hak’la bütün hallerinde ve işlerinde edeb üzere bulunan Allah’ın kulları müdâvim ve bağlısıdır.

Ve bu sırlara devâmlılık üzere riâyette bulunan onlardır. Ve Allâh’ın bu gibi sırlarını emânet ettiği kullar vardır ki, onları ancak yine kendisi bilir; ve onların ba’zısı, ba’zısını bilir. Ya’nî Hakk’ın bildirmesiyle bu gibi “emînler” birdiğerini de bilirler.

Bir gün üstâd-ı ekremim Mesnevî-han Mehmed Es’ad Dede Efendi (r.a.) hazretlerinin Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nde, yatağa esîr oldukları bir sırada, nûr saçarak parlayan huzûrlarında oturuyor idim. Yanlarında ilâç şişeleri dizili idi. Fikrimden şu geçti: “İlâhî, senin gâfil kulların hasta oldukları vakit, başlarının ucuna ilâç şişelerini dizip onlardan şifâ isterler. Görünen sûrette âriflerin de böyle yapıyor; bunları ayırmak ne kadar güç bir iştir!”

Bu fikrin gelişi tâkiben Hazret (k.s.) hemen mübârek ellerine ilâç şişelerinden birini alıp fakîre hitâben: “Bunlar örtüdür; şifâ Hak’tandır” buyurdular. Onların bu hitâbları, sebeplerin hepsinin Hakk’ın aynı olduğunu ve sebepleri görmekle hüviyyetin vechinden perdeye düşmemek lâzım geldiğini ihtâr ederek ve ârif ile gâfilin farkını fakîre anlatmak idi.

Ve muhakkak biz sana nasîhat ettik. Şimdi sen onunla amel et ve Allah Sübhânehû ve Teâlâ’dan iste! (20).

Ya’nî biz bu yüksek fassta sabrın ne demek olduğunu ve bir belâya tutulduğun vakit, o zararın kaldırılması hakkında ne yolda hareket etmek lâzım geldiğini ayrıntılı olarak beyân ederek sana nasîhat ettik. Ey edeb yolunda yürümek ve Allâh’ın “emîn” kullarından olmak isteyen ârif, sen bu nasîhatler ile amel et!

Ve kendinden zararın kaldırılması hakkında hüviyyet vechinin perdeleri olan sebeplere meyletmeyip bütün ilâhî vecihleri toplamış olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinden iste!

Ve ilâhî kahıra mukâvemet gibi bir cehâletten yakanı kurtar! Ve netîcede kulluğun dolayısıyla acz ve muhtaçlığın sâbit olsun. Beyt:

Tercüme: “Her ne kadar ma’rifet nakti, bizim deryâmız ise de, kulluk ve acz ve hayret bizim makâmımızdır.”

Mesnevî: Tercüme:

“Senin şükürden aczin tam şükür olarak geldi. Bu konunun hakîkatinde zekî ol, iyi anla! Söz bitti…”

Bitişi: 26 Nisan 1917 Perşembe gecesi, ezânî saât 03.00