BU FASS İLYÂS KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “ÜNSİYYET HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bilinsin ki, cenâb-ı İlyâs rûhânî mizâcı dolayısıyla melekî sûretler ve cismânî mizâcı dolayısıyla da beşerî sûretler mizâcına mensûp olduğundan, rûhânî sûreti yönünden rûhânî sûretler olan melekler ile ünsiyyet edip aralarında olan ortak hüküm sebebiyle onların rûhânî mertebelerinde, onlar ile arkadaşlık etti.
Ve cismânî sûreti yönünden de, cismânî sûretler olan insanlar ile ünsiyyet edip, tabiî unsursal sûretlerde onlar ile olan ortaklık dolayısıyla onlar ile uyum sağladı. Bundan dolayı Hz. İlyâs, iki sûreti topladı ve iki âlem arasında berzah olmaklıkla açığa çıktı.
Şimdi “rûh” ile, “nefs” dediğimiz madde beden, hakîkatte bir olan şeyden ibârettir. Aralarındaki fark, latîflik ve kesîflikten başka bir şey değildir. Kesîflik mertebesinde rûha “nefs” ve kuvvetlerine de tabîî kuvvetler denilir. Bozulma ve fenâ husûsu ancak bu elementsel kesîf madde bedene isâbet eder. Nitekim, buhar ile buz hakîkatte bir şeydir. Aralarındaki fark, latîflik ve kesîflikten ibârettir. Bulut, su ve buz buhardan başka bir şey olmadığı halde, her mertebede isimleri değişir.
Ve latîf olan buharın, buzun cismine bağlantısı açıktır. Bu bağlantı dâhil olma ve birleşme sûretiyle değildir; çünkü dâhil olma ve birleşme biri diğerinden başka olan iki şey arasında olur. Şu kadar ki buzun latîflik kazanması, sûretinin bozulmasından sonra mümkün olur. Fakat kesîf olan insanın madde bedeninin latîflik kazanması, mutlaka madde beden sûretinin bozulmasını gerektirmez; sûret devam etmekte iken latîflik husûsu oluşur. O madde beden artık tasvîr edilmiş rûhtur. İşte bu madde beden latîflik kazanarak rûh mertebesine dayandığında onun için ölüm yoktur.
Ve rûhun bedene bağlantısı ta’biri bu izâhlardan anlaşılır ve böyle madde bedenden bu şehâdet mertebesinde rûhsal eserler açığa çıkar. Nitekim, evliyâullâhın büyüklerinin menkıbelerinde aynı zamanda muhtelif mahallerde bulunmak ve muhtelif sûretlerde gözükmek gibi pek çok hallerin gerçekleştiği nakledilmiştir ki, bunların hepsi rûhun şânındandır. Ve böyle bir kimsenin tabîî kuvvetleri, rûhânî kuvvetlerinde mahvolur ve helâkte olur.
Bununla berâber halkın bakışlarında madde beden sûreti görülüyor olduğundan, bu yönden kesâfet ehli ile ünsiyyet eder ve uyum sağlar. Ve latîfliği ve rûhanîliği yönüyle de letâfet ehli olan melâike-i kirâm ile ünsiyyet ve arkadaşlık eder. Nitekim, Hızır ve Îsâ (aleyhime’s-selâm)’ın halleri budur. Şu kadar vardır ki, Hızır (a.s.)’ın beşerî sûreti üzerine meleksel sûreti gâlip olduğundan insanların gözlerinden gizli kaldı. Sûret devam etmekte iken latîflik kazanılması husûsunu akıl ile idrâk etmek mümkün olmaz. Bunu, madde bedenleri tasvîr edilmiş rûh olan kerem sâhibi zâtlar zevkan ya’nî bizzat yaşayarak bilirler. Mesnevî:
Tercüme: “Şimdi kıyamet ol, kıyameti gör! Her şeyi görmek için bu şarttır.”
Beyt:
Yok ol! Bilmek dilersen bilmek oldur
O ol, bulmak dilersen bulmak oldur
Meselâ ateşte kıpkırmızı olan demir parçası, kesîf sûreti mevcût iken ateşin vasfı ile vasıflanmış olur. Kendisine temâs edeni yakar. O bu halde iken hem demirdir, hem de ateştir.
Mesnevî:
Tercüme: “Demir ateşin renk ve tabîatından muhteşem olduğunda o, ben ateşim ben ateşim, der.”
İşte İlyâs (a.s.) da meleksel oluşum ile insansal oluşum arasında böylece berzah gibi olup, her iki tarafın hükümlerini toplamış oldu.
İlyâs, İdrîs (a.s.)’dır ki, Nûh’dan önce nebî idi. Allah Teâlâ onu yüce mekâna yükseltti. Şimdi o feleklerin kalbinde sâkin idi. O da güneştir. Daha sonra Baalbek beldesine gönderildi. Ve “Baal’ bir putun adıdır. Ve ‘Bek” o bölgenin sultânıdır. Ve “Baal” denilen bu put sultâna mahsûs idi (1)
Hûd Fassı’nda beyân edildiği üzere, Hz. Şeyh (r.a.) nebîlerin rûhlarını (aleyhimü’s-selâm) müşâhede etmiş idi. Hakîkati yönüyle gerçekleşen bu müşâhedeye dayanarak bu yüksek fassta İlyâs (a.s.)’ın İdrîs (a.s.) aynı olduğunu beyân buyurur.
İdrîs Fassı‘nda îzâh edildiği üzere, cenâb-ı İdrîs aşırı riyâzâttan dolayı tabîî beşerî sıfatlardan sıyrılıp çıkarak madde bedenden ve onun hükümlerinden soyundu ve latîfleşip rûhânî sıfatlar ve nûrânî yapı ile bâkî kaldı. Bundan dolayı onun kesîf nefsinin yapısı nûrlanmış rûhunun yapısına dönüştü. Ve sûreti de rûhânî yapısına uygun olan nûrânî misâlî sûrete dönüştü.
İşte bu hâli ile semâvî rûhların en şereflisi olan Güneş feleğinin rûhâniyyeti mertebesine yükseldi. Çünkü Cenâb-ı İdrîs (a.s.) on altı sene yiyip içmedi ve uyumadı. Tabi’ki kesîf bedeni; latîf olup kendisine rûhâniyyet üstün geldi. Güneş feleği kendi sistemini oluşturan gezegenlere göre kutub mahalli ve dünyâmıza göre dördüncü felektir.
Şöyle ki: Birincisi Dünyâ dönencesi, ikincisi Venüs dönencesi, üçüncüsü Merkür dönencesi ve dördüncüsü onların kutbu olan Güneş’tir. Ve cismâniyyetle Güneş feleğine yükselmek madde beden ile mümkün değildir. Ve yükselmenin olduğu farz edilse, cismi yakar ve vücûdun kesâfetini yok eder.
Çünkü Güneş küresi, Dünyâ küresi gibi katı bir cisim değil, akışkan ateş veyâ ateş buhârı hâlindedir. O makâma ancak rûhen yükselmek mümkündür. Çünkü latîf rûh, kesîf cisim gibi ateşte yanıp erimez. Bunun açık delîli latîfleşen evliyâullahın ateşte yanmamasıdır.
İşte İdrîs (a.s.) letâfetinin kemâlinden kutub mahallinden ibâret olan yüce mekâna yükseltildi. Daha sonra “Emîrin putu” ma’nâsına gelen “Baalbek” beldesine resûl olarak indi. Nitekim, gelecek zamanda İsa (a.s.) da böylece inecektir. Fakat bu inişten tenasüh ya’nî reenkarnasyon vehmine düşülmesin.
Çünkü reenkarnasyon, rûhun bir bedenden ayrılmasından sonra araya zaman girmeksizin, diğer bir bedene bağlanmasından ibârettir. Ve bu inanışa göre rûhun maddesel bedene bağlantısı dâimidir. Oysa İdrîs (a.s.)’ın İlyâs ismiyle inişi böyle değildir. Belki İlyâs (a.s.), yüce mekândan tasavvur edilmiş rûh hâlinde olarak inen İdrîs (a.s.)’dır.
Ve İdris olan İlyâs, “hâcet” ma’nâsına gelen “lübânet”ten “Lübnân” diye isimlendirilen dağın infilâkı ve ateşten bir at olarak gösterildi ve onun işâretinin hepsi ateşten idi. Şimdi ne zamanki atı gördü, üzerine bindi; ondan şehvet düştü. Böyle olunca şehvetsiz akıl oldu. Bundan dolayı nefsânî arzuların kendisine bağlandığı şeye onun için bağlantı devamlılığı kalmadı (2).
Ya’nî Lübnân Dağı yarılıp İlyâs (a.s.)’a ateşten bir at sûreti gösterildi. “Lübnân” ismi “lübânet”ten türemiştir ve “lübânet”, hâcet ma’nâsına gelir. Ve Lübnân Dağı Beyrût civârında bulunmaktadır. Ve dağın yarılıp içinden ateşten at sûretinin çıkması misâl âleminde gerçekleşti. Bundan dolayı his âlemine uygun olan ma’nâ ile ta’bir etmek gerekir. Ve onun ta’bîri şudur ki:
“Dağ” Hz. İlyâs’ın cismânî taayyününe işârettir. Ve “dağın infîlâk etmesi”, aşırı riyâzatla o kesîf taayyünün yarılmasına işârettir. “Yarılan yerden ateşten at çıkması”, cenâb-ı İlyâs’ın görünme yeri olduğu hâs ismi gereğince kendi taayyününden çıkan amellerin sûretidir. “Çıkan ata binmesi” hedeflenen menzile ulaşmak için o sâlih amellere binmesinin sûretidir. Çünkü nebîler (aleyhimü’s-selâm)den her birisinin kendisine mahsûs bir mezhebi ve özel bir yolu olup, bu yola göre de bir “bineği” vardır. Ve bu husûsiyyet de onun zâtî isti’dâdı gereğincedir.
Nitekim cenâb-ı Şeyh (r.a.) Sâlih Fassı’nda “Merkûb olan yânî binilmiş olan şeylerin âyâtı, âyâttandır ve bu da mezheblerde farklılıktan dolayıdır” buyururlar. Bu bahsin detayları orada geçmiştir. “Atın ateşten olması” Hz. İlyâs üzerine şevkin harâretinin gâlip gelmesi ve kudsü nûrun onu istîlâ etmesinin sûretidir. Ve “işâretin ateşten olması”, ya’nî dağın ateşten ve atın da ateşten tasvîr edilmiş oluşu, Hz. İlyâs’ın taayyününün ve amellerinin letâfetinin kemâline işârettir; çünkü dört unsurun en latîfi “sıcaklık”tır.
Şimdi cenâb-ı İlyâs o bineği gördüğü zaman, üzerine bindi ve ondan şehvet düştü. Çünkü şehvet, bu kesîf taayyünün gereklerindendir. Oysa o latîfleşmiş idi. Bundan dolayı cenâb-ı İlyâs şehvetsiz soyut akıl oldu. Bu sebepten dolayı nikâh şehveti ve gazab ve kibir ve haset gibi nefsânî arzûların bağlandığı şeye, o hazretin bağlantısı kalmadı. Çünkü bunların mahalli kesîf taayyündür; ve mahal kalmayınca tabi’ki hâl de kalmaz.
Şimdi Hak, İlyas’da münezzeh oldu. Böyle olunca ilâhî bilginin yarısı üzerine oldu. Çünkü akıl kendi nefsiyle yalnız olduğunda, ilimleri kendi bakış açısından alışı yönünden, onun Allah Teâlâ’ya bilgisi, teşbîh üzere değil, tenzîh üzere olur (3).
Ya’nî Hak, akılsal makâm olan cenâb-ı İlyas’da münezzeh oldu. Çünkü Hz. İlyâs, şehvetlerden soyutlanıp salt rûh olarak kaldı. Ve şehvetlerden soyutlanmış olan melekler ve rûhlar ve akılların bilgisi, tenzîh üzerine olduğundan onda da tenzih gözüktü.
Nitekim melekler “ve nahnu nüsebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke” ya’nî “Biz Seni, hamd ile tesbîh ve seni takdîs ediyoruz.” (Bakara, 2/30) dediler. Ve tenzîh ilâhî bilginin yarısıdır. Çünkü akıl, soyut olarak kendi nefsiyle olduğu zaman, ilimleri aklî bakış açısından alır. Bu sebeple de onun Allah Teâlâ’ya bilgisi teşbîh üzerine değil, tenzîh üzerine olur. Nitekim teorisel akla tâbi’ olan zâhir âlimleri de teşbihten ürküp tenzih ederler; ve onların teşbihten zevkleri yoktur.
Ve Allah Teâlâ ona ilâhî bilgiyi tecellî ile verdiği zaman, onun ilâhî bilgisi tam olur. Bundan dolayı tenzîh etmesi gereken yerde, hakîki tenzîh ile tenzîh eder, resmî tenzîh ile değil. Ve teşbîh etmesi gereken yerde de, müşâhedeli ve keşifsel teşbîh ile teşbîh eder ve tabîî ve elementsel sûretlerde Hakk’ın vücûdu ile sirâyet edişini görür. Ve onun için başka bir sûret kalmaz; illâ ki onun “ayn”ını Hakk’ın “ayn”ı görür. Ve bu, Allah tarafından indirilmiş olan şerîat hükümlerinin getirdiği tam ve eksiksiz ilâhî bilgidir; ve vehimlerin hepsi bu bilgi ile hükmetti (4)
Ya’nî Allah Teâlâ, akla ilâhî bilgiyi tecellî ile verdiği zaman, artık o kendi bakış açısından kurtulup ilâhî bilginin yarısı olan tenzîh üzerine olmaz ve teşbîh üzerine de olmaz; belki mutlaklık üzerine olur. Çünkü tecellî ile olan ilâhî bilgi, Hakk’ı kayıtlamaz ve sınırlamaz. Bundan dolayı onun ilâhî bilgisi kemâlde olur.
Şu halde bu akıl, Hakk’ı tenzîh etmesi gereken yerde, resmî tenzîh ile değil, belki hakîkî tenzîh ile tenzîh eder. Ve teşbîh etmesi gereken yerde de, kendisinin müşâhedesi ve keşfi üzerine teşbîh eder; çünkü Hakk’ın vücûdunun hâricinde bir vücûd ve sûret müşâhede etmez ki, Hakk’ı ondan tenzîh etsin. Ve Hakk’ın vûcudundan başka bir vücûd ispât etmez ki, vehmiyle Hakk’ı ona teşbîh etsin. Hak kendi nefsini nerede tenzîh ve teşbîh etmiş ise o da O’nu oralarda tenzîh ve teşbîh eder. Onun tenzîhi akılsal bakış açısının verdiği resmî tenzîh değil, tecellînin verdiği hakîkî tenzîhtir. Ve teşbîhi de müşâhedeli ve keşifseldir, ya’nî müşâhedeye dayanmaktadır. Ve o kimse Hakk’ın vücûdunun tabîî ve elementsel sûretlerde ne yönle sirâyet ettiğini görür ve onun bakışında hiçbir sûret kalmaz ki, o sûretin “ayn”ını Hakk’ın “ayn”ı görmesin; ya’nî her bir sûretin “ayn”ını Hakk’ın “ayn”ı görür.
İşte Hakk’ın kendi nefsini tenzîh ve teşbîh ettiği yerlerde, bu kimsenin Hakk’ı tenzîh ve teşbîh etmesi öyle bir tam ve eksiksiz ilâhî bilgidir ki, Hak tarafından indirilmiş olan şerîat hükümleri bu ilâhî bilgiyi getirmiştir. Ve vehimlerin hepsi de bu ilâhî bilgi ile hükmetmiştir. Ya’nî akılsal bakış açısına tâbi’ olan zâhir ehli ki, vehim kuvveti sâhipleridir, onların hepsi bu ilâhî bilgi ile hükmederler, çünkü vehim, mutlak hakkında kayıtlama ve kayıtlanmış hakkında da mutlaklık ile hükmeder. Ve aynı şekilde mevcûdun yokluğuna ve yok olanın da varlığına hükmeder. Gerçi şerîat hükümleri tenzîh ve teşbîh üzerine gelmiştir; fakat bunlarda arttırma ve azaltma câiz değildir; belki tenzîh içinde teşbîh ve teşbîh içinde de tenzîh etmek lâzımdır. Bu bahsin ayrıntısı Nûh Fassı’nda geçmiştir.
Ve bunun için vehimler, bu insânî oluşumda; üstünlükte akıllardan daha kuvvetli oldu. Çünkü âkıl, her ne kadar onun aklı, ermiş olduğu şeye erdiyse de, onun üzerine vehmin hükmünden ve aklettiği şeyin tasavvurundan dışarı çıkamaz. Şimdi vehim, bu kâmil insânî sûrette çok büyük bir sultandır. Ve indirilmiş olan şerîat hükümleri dahi onunla geldi. Böyle olunca teşbîh etti ve tenzîh etti; tenzîhte vehim ile teşbîh etti ve teşbîhte de akıl ile tenzîh etti. Bundan dolayı tenzîhin küllîsi teşbîhin küllîsine ve teşbîhin küllîsi tenzîhin küllîsine bağlı oldu. Şimdi tenzîhin teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâriç olması mümkün değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ 42/11) dedi. Tenzîh ve teşbîh etti. “Ve hüves semîul basîr” ya’nî “Ve O İşiten’dir, Gören’dir” (Şûrâ 42/ 11) dedi; teşbîh etti (5).
Ya’nî vehim, akılsal idrâk sâhipleri üzerine tenzîh ve teşbîh ile hükmettiği için, insanın madde beden oluşumunda vehimler, akıllardan daha kuvvetli oldu; çünkü akılın aklı, ne kadar kemâle ulaşırsa ulaşsın yine vehmin dışına çıkamaz. Ve âkıl vehmin hükümlerinden kurtulmaz ve onun akılsal idrâkleri vehimsel sûretlerden soyutlanmaz. Bundan dolayı vehim, bu kâmil insânî sûrette çok büyük bir sultandır ve indirilmiş olan şerîat hükümleri mâdemki insan için geldi ve vehim de insan üzerinde çok büyük bir sultandır; şu halde şerîat hükümleri de vehmin hükmüyle indirilmiş oldu. Böyle olunca hem teşbîh ve hem de tenzîh etti. Ya’nî şerîat hükümleri tenzîh makâmında vehim dili ile teşbîh etti. Çünkü vehim ancak algılanabilir sûretlerde ma’nâların bütününün değil bir parçasının idrâkini verir. O vehim, somut ve kendinin dışındakilerden farklı ve cisim ve cisim gibi veyâhut zamâna âit veyâ mekâna âit olmaktan münezzeh olarak hâriçte bir vücûd tasarlar; bu ise teşbîhin aynıdır. Ve aynı şekilde şerîat hükümleri teşbîh makâmında akıl dili ile tenzîh eder; çünkü akıl, vehmin ispât ettiği hissî kuşkulardan bütünsel ma’nâları soyutlar. Bundan dolayı teşbîhin küllîsi tenzîhin küllîsine ve tenzîhin küllîsi teşbîhin küllîsine bağlı oldu. Ve netîce olarak tenzîhin teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâriç olması mümkün değildir. Çünkü senin O’nu tenzîh ettiğin noksanlıkların hepsi, O’nun varlıksal mertebelerde açığa çıkışında O’nun için sâbittir. Oysa bu teşbîhtir ve senin O’nu teşbîh edip O’nun için ispât ettiğin kemâlâtın hepsi ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde ondan kaldırılır, bu da tenzîhtir. Böyle olunca Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ 42/ 11) buyurdu. Ve bu âyette hem tenzîh ve hem de teşbîh etti.
Şöyle ki: “ke mislihî”deki “kâf” harfi kuvvetlendirme olarak sayılırsa, “O’nun benzeri bir şey yoktur” demek olur. Bu ma’nâya göre benzerlik kaldırıldığı için bu tenzîhtir. Ve eğer “kâf” harfi kuvvetlendirme olarak sayılmayıp “benzer” ma’nâsına alınırsa, ma’nâ “O’nun benzerinin benzeri bir şey yoktur” demek olur. Bu ise teşbîhin aynıdır; çünkü ilk önce Hakk’ın benzeri isbât edilir ve daha sonra bir şeyin onun benzerine benzemesi kaldırılır. Şimdi benzerin ispâtı, teşbîh ve bir şeyin benzemesinin o benzerden kaldırılması tenzîhtir. Bu ise tenzîhte teşbîh ve teşbîhte tenzîh olur.
Ondan sonra Hak Taâlâ hazretleri “Ve hüves semîul basîr” ya’nî “Ve O İşiten’dir, Gören’dir” (Şûrâ, 42/11) buyurdu. Bununla da teşbîh etti; çünkü bu söz işitildiği zaman, işiticilikte ve görücülükte Hakk’ın halka benzediği ma’nâsı anlaşılır. İşte bu teşbîhtir. Fakat üst sınıf anlayışa göre bu âyet dahi hem teşbîhi ve hem tenzîhi toplamıştır. Teşbîhi nasıl topladığı anlatıldı. Tenzîhi toplaması da budur ki: “Hüve” ya’nî “O” zamîrinin ilk önce söylenmesi ve “semî ya’nî işiten” ve “basîr ya’nî gören” kelimelerinin ta’rîf harfi (es semî-el basîr) ile gelmesi “yalnız bir şeye mahsûs kılmayı” ifâde eder; ve bu şekilde ma’nâ “İşitici ve görücü olan ancak Hak’tır; başka işiten ve gören yoktur” demek olur. Bu da tenzîhtir.
Ve bu, tenzîh hakkında inmiş olan âyetin en büyüğüdür; ve bununla berâber “kâf” sebebiyle teşbîhten hâriç olmadı. Şimdi O kendi nefsine âlim olanların en âlimidir. Oysa ancak bizim bahsettiğimiz şeyle kendi nefsinden ta’bîr etti. Daha sonra “Senin Rabb’in olan Rabb-i izzet vasfettikleri şeyden münezzehtir” (Sâffat, 37/180) dedi. Oysa onu ancak akılların verdiği şeyle vasfederler. Şimdi kendi nefsini onların tenzîhinden tenzîh etti; çünkü onlar bu tenzîh ile Hakk’ı sınırladırlar. Bu da bunun benzerini idrâkten akılların kusurlu oluşundan dolayıdır. (6)
Ya’nî bu Kerim’de “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun benzeri bir şey yoktur” âyeti tenzîh hakkında inmiş olan âyetin en büyüğüdür. Bununla berâber teşbîh edâtı olan “kâf” sebebiyle teşbîhten hâriç değildir; nitekim yukarıda îzâh edildi.
Şimdi Allah Teâlâ, Hakk’ın nefsini bilen âlimlerin en âlimidir. Ya’nî kendi nefsini kullarının âlimlerinden elbette daha fazla bilir. Oysa Hak Teâlâ hazretlerinin kendi nefsinden beyân buyurduğu şey, ancak akıl vehim hükmüyle olan tenzîh ve teşbîhten bizim bahsettiğimiz şeydir.
Ondan sonra Hak Teâlâ “Senin Rabb’in olan Rabb-i izzet vasfettikleri şeyden münezzehtir” (Sâffat, 37/180) buyurdu. Oysa varlıklar onu ancak akıllarının verdiği vasıf ile vasfederler. Bundan dolayı Hak Teâlâ kendi nefsini hálk edilmişlerin akılları ile yürüttüğü tenzîhten tenzîh buyurdu. Çünkü akıl ile tenzîh edenler Hakk’ı sınırladırlar. Çünkü akıllarıyla tenzîh edenler, “Hak cisim, cevher ve araz vesâire değildir” dediler. Oysa âlemde bunlar vardır.
Örneğin: Hak bir sınır ile sınırlanmış olan cisimden münezzehtir, denildiği zaman; Hak bundan hâriçtir, cismin sınırı biter Hakk’ın sınırı başlar, demek olur; çünkü birdiğerine aykırı olan iki şeyin başka türlü ayırt edilmesi mümkün değildir. Oysa Hak hakkında sınırlama yapmak imkânsızdır. Belki cisim latîf olan mutlak vücûdun sıfatları dolayısıyla kesîflik mertebesine tenezzülünden hâsıl olan izâfî bir vücuttur. Bundan dolayı o latîf ile bu kesîf arasında bir sınır ta’yîn etmek mümkün değildir.
İşte bunun için Hak kendi nefsini hálk edilmişlerin akılsal tenzîhinden tenzîh etti; ve Hakk’ın kendi nefsini böyle tenzîh etmesi, Hakk’ın kendi nefsini idrâk ettiği gibi, akılların idrâk edememesinden dolayıdır. Çünkü beşerî akıllar fikirsel bakışlarıyla kayıtlıdır. Hakk’ın nefsini ancak nûrânî müşâhedesel tecellî ve keşif ile nûrlanmış olan akıllar bilir.
Çünkü bu gibi zâtlar indinde bilinmektedir ki, teşbîh ve tenzîh ancak zâhir ve bâtın dediğimiz iki ilâhî işin birbirine nispeti i’tibârı ile söylenen sözlerdir. Yoksa teşbîh ile tenzîh, Hakk’ın hakîkati için zâtîdir; çünkü Zâhir ve Bâtın isimleri Hakk’ın zâtî işleridir; ve işleri ise O’nun zâtının aynıdır; bundan dolayı Hakk’ın vücûdu hem tenzîhi ve hem teşbihi toplamıştır.
Bu hakîkati ise ancak tahkîk ehli olanlar zevkan ya’nî bizzât hakîkatini yaşayarak ve müşâhedeli olarak bilirler. Fikirsel bakış açısı ile kayıtlı olan akıllar, soru üzerine sorular ile bahis üzerine bahisler îcâd edip mes’eleyi içinden çıkılmaz bir hâle sokarlar.
Daha sonra şerîat hükümlerinin hepsi, vehimlerin hükmettiği şeyle geldi. Bundan dolayı zâhir olduğu bir sıfattan Hakk’ı hâriç bırakmadı. Böyle dedi ve böyle getirdi. Şimdi ümmetler bunun üzerine bildi. Böyle olunca, Hak onlara tecellîyi verdi. Şu halde verâset olarak resûllere katıldı. Bundan dolayı Allâh’ın resûllerinin söylediği şeyle söyleyici oldu. “Allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu“ (En’âm, 6/124) Ya’nî “Allah risâletini nerede kılacağını pek a’lâ bilir.” Şimdi “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah pek a’lâ bilir” ifâdesi iki yönlüdür. Onun için “Rusulullâh” ya’nî “Allâh’ın resûlleri” ifâdesine yüklem oluşla bir yön vardır. Ve “a’lemu haysu yec’alu risâletehu“ ya’nî “risâletini nerede kılacağını pek a’lâ bilir” ifâdesine özne olması ile bir yön vardır; ve iki yönün ikisi de bunda hakîkattır. Bunun için biz tenzîhde teşbîh ile ve teşbihte de tenzîh ile söyledik (7).
Ya’nî bütün şerîat hükümleri, evhâmın hükmettiği şeyle geldi ve evhâmın hükmettiği şey, tenzîh ve teşbîhtir. Bundan dolayı şerîat hükümleri Hakk’ın zâhir olduğu bir sıfattan, Hakk’ı hâriç bırakmadı. Çünkü bir sıfattan Hakk’ın zâhir olması lâzımdır ve O’nun için bu sıfatın sâbitliği, teşbîhin aynıdır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Hak Teâlâ buyurur: “Allâhullezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehümâ fî sitteti eyyâmin sümmestevâ alel arş” ya’nî “O Allah ki; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde hálk etti. Sonra arşa istivâ etti” (Secde, 32/4) ve aynı şekilde “yedullâhi fevka eydîhim” ya’nî “Onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardır” (Feth, 48/10), “Allâhu yestehziu bihim” ya’nî “Allah da onlarla alay eder” (Bakara, 2/15).
İşte bu âyet-i kerîmelerdeki “istivâ” ve “el” ve “alay” teşbîhî sıfatlardır. Görülüyor ki şerîat, evhâmın hükmettiği teşbîhle geldi. Ve şerîat hükümlerinin tenzîhi de, akılların işin hakîkatini idrâk husûsundaki kusûrundan dolayıdır. Bunun için Hak kendi nefsini akılların tenzîhinden tenzîh buyurdu.
İşte şerîat hükümleri tenzîh ve teşbîhte böyle dedi ve evhâmın hükmettiği şeyle geldi. Böyle olunca ümmetlerin hepsi, evhâmın hükmettiği şeyle gelen şerîat hükümleri üzerine bildi, ya’nî vehmin gereği ile bildi ve netîcede de Hak, o ümmetlerin kâmillerine tecellîyi verdi. Ve Hak ilâhî bilgiyi, tecellî ile verdiği vakit kâmil olan kimsenin ilâhî bilgisi de kâmil olur. Ve o kâmil verâset yolu ile resûllere katılır.
Bundan dolayı resûller ne söyledi ise, onlar da onu söylerler ve resûllerin söylediği şey ise, evhâmın hükmettiği şeydir. Çünkü şerîat hükümleri evhâmın hükmettiği şeyle gelmiştir. Ve şerîat hükümlerinin evhâmın hükmettiği şeyle geldiği “Allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu“ (En’âm, 6/124) Ya’nî “Allah risâletini nerede kılacağını pek a’lâ bilir” âyet-i kerîmesinde de görülmektedir; çünkü bu âyette olan “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah pek a’lâ bilir” sözünde iki yön vardır: Birisi “yüklem oluşu” diğeri de “özne oluşu”dur.
Şöyle ki, bu âyet-i kerîmenin öznelik yönü şöyledir:
(En’âm, 6/124)
“Ve izâ câethüm âyetün kâlû len nü’mine hattâ nu’tâ misle mâ ûtiye rusulullâhi, allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu”
“Onlara bir âyet geldiğinde Allah’ın resûllerine gelenin benzeri gelmedikçe îmân etmeyiz; derler. Allah risâletini nerede kılacağını bilir.”
Bu ma’nâya göre “allâhu” kelimesi “özne” ve “a’lemu” ya’nî “pek a’lâ bilir” kelimesi “yüklem”dir. İşte yönlerden birisi budur.
Yüklemlik yönüne gelince “Ve izâ câethüm âyetün kâlû len nü’mine hattâ nu’tâ misle mâ ûtiye” cümlesi bir tam cümledir. Onu tamamlamak için başka kelime ilâvesine gerek yoktur. Ve ma’nâ şöyle olur: “Onlara bir âyet geldiğinde, gelen şeyin benzeri bize gelmedikçe îmân etmeyiz dediler.”
Bundan dolayı “rusulullâhi” ya’nî “Allah’ın resûlleri” ifâdesi bu cümlenin dışında kalır. Oysa “rusulullâhi” ya’nî “Allah’ın resûlleri” cümlesi noksan bir cümledir, tamâm olmak için bir yüklem ister. İşte bunun yüklemi de “Allâhu a’lemu” ifâdesindeki “Allâhu”dur. Şu halde ibâre şöyle olur: “Rusulullâhi, Allâhu, hüve a’lemu haysu yec’alu risâletehu” ya’nî “Allah’ın resûlleri, Allah’tır. O risâletini nerede kılacağını çok iyi bilir.” Şimdi bu cümlede “rusulullâhi” ”özne” ve “Allâhu” onun yüklemi olmuş olur. Ve “a’lemu” ya’nî “çok iyi bilir” kelimesi de gizli özne olan “hüve”nin yüklemi bulunur.
“Allâh’ın resûlleri, Allah’tır” demek, Allah, resûllerin hüviyyeti olması ve resûllerin, Allâh’ın sûreti olması i’tibârı ile, rusülullah Allah’tır demek olur. Nitekim Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri “Beni gören Hakk’ı görür” buyurdu. Çünkü resûllerin her biri insan-ı kâmildir. Ve insan-ı kâmil “Allah” toplayıcı isminin görünme yeridir. Ve “Allah” ismi, bütün ilâhî isimleri toplayıcı olunca insan-ı kâmil de bütün ilâhî isimlerin görünme yeri düşer.
İşte “Allah âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfinde beyân buyurulan “âdem”den kasıt, insan-ı kâmildir. Çünkü isimlerin toplanmışlığına görünme yeri oluşundan dolayı Hakk’ın sûretidir ve Hak onun hüviyyetidir. Şimdi Hakk’ın resûllerin hüviyyeti ve resûllerin Hakk’ın sûreti oluşu yönüyle “(hüve) a’lemu haysu yec’alu risâletehu” En’âm, 6/124) ya’nî “O risâletini nerede kılacağını çok iyi bilir” ifâdesi, tenzîhde vehim ile teşbîhin aynı oldu. Çünkü Allah Teâlâ resûllerin hüviyyetini kendi hüviyyetinin yerine koydu.
Bahsedilen bu iki yönden öznelik yönü âlimler arasında meşhûr olan ve okunuş esnâsında hemen zihinlerde oluşan yöndür. Yüklemlik yönü ise, zâhir âlimleri tarafından kolaylıkla kabûl edilecek bir yön değildir. Fakat işin aslında Hakk’ın sözüdür. Ve Hak resûllerin hüviyyeti ve resûllerin Hakk’ın sûreti olduğuna “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkin-nallâhe remâ” ya’nî “Ve attığın zaman da sen atmadın lâkin atan Allah idi” (Enfâl, 8/17) ve benzeri Kur’ân âyetleri şâhittir. Ve bu sözde her iki yön de hakîkattir. Ya’nî bir yönü mecâz ve bir yönü de hakîkat değildir.
Fakat “atma âyet”inde, zâhir ehli Allâh’ın atmasını mecâz sayarlar. Hakîkat ehli indinde ise atan Hak’tır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: İşte bu iki yönün hakîkat olmasından dolayı biz, tenzîhde teşbîh ve teşbîhde tenzîh ile söyledik. Ya’nî Hakk’ın hüviyyeti resûllerin hüviyyetinin aynı olunca, resûllerde olan teşbîh, Hakk’ın hüviyyetinde olan tenzîh için ve Hakk’ın hüviyyetinde olan tenzîh de, resûllerde olan teşbîh için sâbit olur.
Ve bunu böyle bildirdikten sonra biz eleştirenin ve taklîtçinin gözü üzerine perdeleri salıverir ve örtüleri çekeriz. Her ne kadar Hakk’ın tecellî ettiği sûretlerin ba’zısından oldular ise de. Fakat sûretlerin isti’dâd farkları ve hakîkatte bir sûrette olan tecellînin, o sûretin isti’dâdı hükmüyle olduğunun belli olması için, biz örtmek ile emrolunduk. Bundan dolayı o sûretin hakîkatinin ve gereklerinin verdiği şey tecellîye bağlanır. Bu yüzden lâzımdır; uykuda Hakk’ı gören kimse gibi ki, bu inkâr olunamaz; ve şüphe yoktur ki muhakkak Hak, onun “ayn’ıdır (8)
Ya’nî tenzîhte teşbîhin ve teşbîhte tenzîhin ne demek olduğunu bildirdikten sonra, biz eleştirenin, ya’nî akılsal bakış açısı ve delilleri ile delîl getiren kimsenin ve taklitçinin, ya’nî taklit edici olan mü’minin gözü üzerine algılamaya mâni’ olan perdeleri salıveririz ve akılsal mâni’ler olan örtüleri çekeriz. Gerçi eleştiren ile taklitçinin her birisi, Hakk’ın kendilerinde tecellî ettiği sûretlerden birer sûrettir ve Hak onlarda tecellî edici ve zâhir ve şehîd ve hâzırdır.
Fakat biz indirilmiş olan şerîat hükümleri gereğince örtmek ile emrolunduk, tâ ki sûretlerin isti’dâdları arasında fark olduğu ve bir sûrette tecellî edici olan Hakk’ın, o sûretin isti’dâdı hükmünce açığa çıktığı belli olsun. Çünkü sûretler ilâhî isimlerin görünme yerleridir ve ilâhî isimler de birdiğerinden farklıdır.
Bundan dolayı onların gerekleri olan isti’dâdlar da birbirinden farklıdır; ve Hakk’ın isimlerinin görünme yerleri olan sûretlerde açığa çıkması, o isimlerin gerekleri olan isti’dâdlar îcâbındandır. Böyle olunca o sûretin hakîkatinin ve gereklerinin verdiği şey, tecellî edici olan Hakk’a bağlanır. Bu mes’eleyi ancak Hakk’ın kendisine isti’dâdının sûretinde tecellî ettiği kimse zevkan ya’nî bizzat yaşayarak bilir. Bundan dolayı nefsine bağladığı şeyi ona mensûp kılar ve bu tecellî ile sûretler arasındaki üstünlük ve farklılığı müşâhede edip Hakk’ı hem teşbîh ve hem de tenzîh eder.
Ve tecellîde sûretlerin isti’dâdlarının açığa çıkması lâzımdır. Ve rü’yâda ilâhî sûretlerden bir sûretin görülmesi bu mes’ele gibidir. Ârif rü’yâda gerçekleşen bu görüşten uyanıklık hâlinde olan şeyi de bilir. Çünkü uyanıklık hâli hakîkatte rü’yâ hâlidir.
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz “En-nâsü niyâmün ve izâ mâtû, intebehû” “İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar” buyururlar ki, bunun ayrıntısı Yûsuf Fassı’nda geçti. Ve aynı şekilde Hz. Şeyh-i Ekber efendimiz “Muhakkak var edilmişler hayâldir; o da hakîkatte Hak’tır” buyururlar. Bunun ayrıntısı da Süleyman Fassı‘nda geçti. Şimdi rü’yâda bir kimse Hakk’ı görse, o kimse Hakk’ı görmüştür; bu inkâr olunmaz. Nitekim (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz “Rabb’imi gâyet güzel genç sûretinde gördüm” buyurur; ve Hak şüphesiz bu görülen sûretin “ayn”ıdır.
Şimdi Hakk’ın kendisinde tecellî ettiği o sûretin gereçleri ve hakîkatleri Hakk’a tâbi’ olur; bundan sonra, ondan diğer bir husûsa geçilir ki, aklen onu tenzîh gerekir. Şimdi onu ta’bîr eden kimse keşif veyâ îmân sâhibi olursa, ondan yalnız tenzîhe geçmez; belki onun tenzîhten ve o sûrette açığa çıkan şeyden, ki teşbîhtir, hakkını ona verir. Şimdi “Allah” kelimesi, işâreti anlayan kimse için tahkîk üzere, küllî mertebeden ibârettir ki, o da etken olan ilâhî isimler topluluğunu ve edilgen olan imkân dâhilindeki görünme yerlerini toplamış olan ulûhiyyet mertebesidir. (9)
Şimdi bir kimse Hakk’ı bir sûrette rü’yâsında görse, Hakk’ın tecellî ettiği o sûretin gereçleri ve hakîkatleri Hakk’a bağlanır; ve o sûretin gereçleri, şekil ve duruş ve vücûd gibi şeylerdir ki, bunların hepsi Hakk’a tâbi’dir. Bu ise teşbîhin aynıdır. Daha sonra bu rü’yâyı ta’bîr eden kimse akıl ve görüş sâhiplerinden ise, o sûretten geçip der ki: “Hak sûretten münezzehtir. Bu sûretten kasıt, uygun olan şu ve şu ma’nâlardır.”
Bundan dolayı sûretten soyutlanmış tenzîh için, farkına varmaksızın sınırlamayı ve belki soyut ma’nâlar ve akıllar gibi sûretleri olmayan şeyler sebebiyle teşbihi gerekli kılar. Ve eğer ta’bîr eden keşif ve ayân veyâhut taklîd ve îmân sâhibi ise, Hak’tan sûreti kaldırmakla tenzîh etmez. Belki o tenzîhin hakkını verir. Ya’nî o sûreti, Hak Teâlâ hazretlerinin tecellî ettiği sûretlerden bir sûret sayar. Fakat Hakk’ı, o sûretle kayıtlamaz. O kimse Hakk’ı ne o sûrete sınırlar ve ne de bütün sûretlerden soyutlar; ve o kimse der ki: “Hak zâtı dolayısıyla akılsal ve misâlî ve duyusal sûretlerden münezzehtir. Çünkü akıllar ve vehimler O’nun zâtını idrâkten âcizdir.
Fakat isimleri ve sıfatları ve âlemler mertebelerinde açığa çıkışı dolayısıyla, o sûretten münezzeh değildir.” Bundan dolayı tenzîh ve teşbîh ile söyleyici olup ta’bîrinde her iki makâmın hakkını verir. Böyle olunca “Allah” kelimesi işâreti anlayan kimseye göre tahkîk üzere küllî mertebeden ibârettir. Ve o küllî mertebede etken olan ilâhî isimleri ve imkân dâhilinde olanlar mertebesinde isimlerden edilgen olan görünme yerlerini toplamıştır; bu da ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesidir. Çünkü mutlak olan zâtın, bu mutlaklık mertebesinde “Allah” ismiyle isimlendirilmesi ve O’nun bu isimle kayıtlanması câiz değildir; çünkü o mertebede ilâhı olan yoktur.
Metinde geçen “Şimdi “Allah” kelimesi, işâreti anlayan kimse için tahkîk üzere, küllî mertebeden ibârettir ki” ibâresi Ya’kûb Han ve Bosnevî nüshâlarına göre alınmıştır. Dâvûd-ı Kayserî, Kâşânî ve Bâlî ve Te’vîlü’l-Muhkem nüshâlarında geçen ifâdeye göre ma’nâ “Şimdi “Allah” tahkîk üzere işâreti anlayan kimse için ibâredir”. Ya’nî “Allah” kelimesi, hakîkatte işâreti anlayan kimse için her şeyi kabûl edici olan genel ibâredir, demek olur. Ve bu iki metinden ilki ayrıntılı, ikincisi icmâldir. Aralarındaki fark budur. Ve “Allah” kelimesindeki îzâh, yukarıda zikredilen “Rusulullâhi, Allâhu, hüve a’lemu haysu yec’alu risâletehu” ya’nî “Allah’ın resûlleri, Allah’tır. O risâletini nerede kılacağını çok iyi bilir” sözüne bağlantılıdır.
Çünkü “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah çok iyi bilir” ifâdesinin, biri “yüklemlik” ve diğeri “öznelik”ten ibâret olan iki yönü vardır; ve bu iki yönün hakîkat olduğu ve tenzîh ile teşbîh arasında olduğu yukarıda anlatıldı. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) şimdi de bu anlatılan ma’nânın netîcesini beyân ederek: “Allâhu a’lemu” ya’nî “Allah çok iyi bilir” deki “Allâhu” sözü, hakîkatte, işâretten anlayan kimse için bir ibâredir ki, üstü kapalı olarak onda resullerin sûretinde açığa çıkmış olan Hakk’ın hakîkati bulunmaktadır, buyurur. İşte “Allâhu” ibâresinin işâreti budur. Ve bu işâret önceki metne göre yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldı.
Ve bu hikmetin rûhu ve özü: Muhakkak iş, etken ve edilgen olarak kısımlara ayrılmıştır ve onlar iki ibâredir. Ve etken her şekilde ancak Allah’tır ve edilgen her şekilde ve herhalde ve her hazrette ancak âlemdir. Şimdi bir erişen eriştiğinde, her şeyi ona uygun olan aslına kat! Çünkü erişen şeyin, ebeden bir asıldan fer’ olması kaçınılmazdır. İlâhî muhabbet kuldan çıkan nâfilelerden oldu. Şimdi bu, edilgen arasında bir eserdir. Hak, bu ilâhî muhabbetten dolayı, kulun işitmesi ve görmesi ve kuvvetleri oldu. Bundan dolayı bu, kararlaştırılmış bir eserdir ki; şerîata göre sâbit oluşundan dolayı, eğer mü’min isen sen onu inkâr edemezsin (10)
Ya’nî bu “ünsiyyet hikmeti”nin rûhu ve özeti şudur ki: Vücûd birdir; o da Hakk’ın vücûdudur. Ve bu vücûd i’tibâr olarak iki kısma ayrılmıştır. Birisi etken ve diğeri edilgendir. Bundan dolayı “Allah” dediğimiz zaman, bu genel ibâreden birdiğerine karşılık iki ibâre olduğunu anlarız ki, birisi fiilî mertebeden ibâret olan etken ve diğeri, fiili kabûl edici mertebeden ibâret olan edilgendir. Ya’nî bir mertebede kendisinden fiil çıkar ve diğer mertebede o çıkan fiili kabûl eder.
Örnek: Bir şahıs sağ elinde bulunan bir parayı sol eline aktardığında, sağ el aktarma fiilinin fâili ve sol el de bu aktarma fiilinin kabûl edicisi olur. Oysa bu almak vermek bir vücûdda gerçekleşir. Bundan dolayı bir olan bu vücûdda iki i’tibâr olur ki, birisi etken olan verme, diğeri edilgen olan almadır. Şu halde edilgen dahi vücûdun aynı olmuş olur.
Diğer bir örnek: İnsanın zâhiri ve bâtını vardır. Çünkü insanı târif etmek istediğimiz zaman “konuşan hayvan” deriz. “Hayvan” onun zâhiri ve “konuşma” bâtınıdır. Şimdi insanın konuşan nefsi ki, bâtını olduğu için görünmez; işte bu konuşan nefs insanın zâhirinde etkendir. Çünkü insanın zâhiri olan a’zâları ve organları, konuşan nefsinin hükmüyle hareket eder.
Örneğin insanın bâtını, “Haydi kalk, falan yere git; orada sana şu fayda vardır” der. O kimse de kalkıp oraya gider. Tabi’ki oraya bedeniyle gider. İşte onun zâhiri olan cisim edilgen olur. Demek ki insanın vücüdu tek bir ayn iken onda biri etken ve diğeri edilgen olmak üzere iki i’tibâr vardır.
İşte bunun gibi, âlemin vücûdu Hakk’ın zâhiri ve Hak, âlemin vücûdunun bâtını ve hüviyyetidir. Ve her ikisi tek bir ayn olan ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinin iki i’tibârıdır. Bundan dolayı her şekilde etken ancak Allah’tır. Ve her şekilde ve her halde ve bütün hâzır olunan mertebelerde edilgen olan da, ancak âlem dediğimiz Hakk’ın zâhiridir. İşte vücûd işinin etken ile edilgen olarak kısımlanması bu “ünsiyyet hikmeti”nin rûhu ve özü oldu. Çünkü ancak bu kısımlama, Hak’la âlem arasındaki münâsebeti anlatır.
Soru:Cenâb-ı Şeyh-i Ekber(r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’den naklen Zekeriyyâ Fassı’nda “Muhakkak eser, mevcût için değil, ancak yok hükmünde olan için olur ve her ne kadar mevcût için olursa da yok hükmünde olanın hükmü dolayısıyladır” buyurmuş idi. Oysa burada eserin izâfî vücûd ile mevcût olan âlem hakkında olduğunu beyan buyurur. Bu iki ifâde birdiğerine aykırı olmaz mı?
Cevap: Zekeriyyâ Fassı’nda örnek ile izâh edildiği üzere, eserin yok hükmünde olan için olması ahadiyyet ya’nî teklik mertebesine göredir. Çünkü ahadiyyet mertebesinde ahadiyye ya’nî teklik zâtının bütün bağıntıları kendi zâtında mahvolmuş ve helâk olmuş ve yok hükmündedir.
Bundan dolayı burada te’sîr, işbu yokluksal bağıntıların, vücûda isti’dâdları dolayısıyla, bağıntıların sâhibi olan Hak’tan vücûd talep ettikleri zaman, Hak tarafından “Kün ya’nî Ol!” sözünün çıkışını gerektirmekten ibârettir. Ve “Kün ya’nî Ol!” sözününü çıkışından ibâret olan eser, her ne kadar Hakk’ın vücûdu için sâbit olur ise de, bu sâbitlik, yok hükmünde olan bahsedilen bağıntıların hükmü dolayısıyladır.
Buradaki te’sîr ise, vâhidiyyet ya’nî birlik mertebesine göredir. Ve Hak, isimleriyle ve sıfatlarıyla vâhid ya’nî birdir; ve bu mertebede ismi “Allah”tır. Ve bu ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi, etken olan bütün ilâhî isimleri ve imkân dâhilinde olanlar mertebesinde isimlerden edilgen olan bütün görünme yerlerini toplamıştır. Bundan dolayı burada te’sir, etken isimlerden, edilgen görünme yerlerinedir. Böyle olunca iki ifâde birdiğerine aykırı olmaz. İlk ifâde başka bir hakîkati ve ikinci ifâde ise diğer bir ilâhî bilgiyi bildirmiş olur.
Şimdi sana bir erişen, ya’nî Hakk’ın te’sîri eriştiği zaman, sen her şeyi kendi aslına kat! Örneğin vücûd ve ilim ve kudret gibi ilâhî kemâlât erişirse, bunlar ilâhî hazretten erişmiş olacağından, sen o kemâlâtı kendi aslı olan ilâhî hazrete kat! Ve fakirlik ve âcizlik ve açlık ve susuzluk gibi varlıksal noksanlıklar erişirse, bunlar imkân dâhilindekiler âleminden erişmiş olacağından sen, noksanlıkları kendi aslı olan âleme bağla!
Çünkü erişen şeyin ebeden bir asıldan fer’ olması kaçınılmazdır. Ya’nî erişen şey, etken veyâ edilgen olan bütünsel aslından bir fer’ olur; ve her ikisinin aslı da yukarıda bahsedildiği üzere Hak’tır.
Ve eğer “Hakk’ın edilgen olması nasıl olur?” diyecek olursan, nâfilelerle yaklaşma hadîsini iyi incele! Çünkü kul tarafından gerçekleşen nâfileler, Hak’ta te’sir edip Hakk’ın muhabbetini gerektirici olur. İşte Cenâb-ı Şeyh (r.a.) örnek olarak verip buyururlar ki: İlâhî muhabbet kul tarafından gerçekleşen nâfilelerden kaynaklandı.
Böyle olunca ilâhî muhabbetin erişmesi, nâfilelerden ibâret olan etken ile, Hak’tan ibâret bulunan edilgen arasında oluşan bir eserdir. Ve Hak bu ilâhî muhabbetten dolayı, kulun işitmesi ve görmesi ve kuvvetleri oldu: Bu eser şerîat lisânının söylediği kararlaştırılmış bir eserdir ki, sen şerîata îmân etmiş isen bunu asla inkâr edemezsin ve eğer inkâr edersen sana mû’min denmez, çünkü şerîatı inkâr etmiş olursun.
Ve selîm olan akla gelince, şimdi o, ya tabîî görünme yerinde ilâhî tecellî sâhibidir, şu halde bizim dediğimiz şeyi âriftir; veyâhut müslüman bir mü’mindir ki, ona îmân eder. Nitekim, kuvvetli gelen hadîs ile ulaştı. Şimdi vehim sultânının, bu şekilde geldiği şeyden bahseden âkıl üzerine hükmetmesi kaçınılmazdır; çünkü ona inanmıştır. Ve mü’min olmayana gelince, vehim üzerine vehim ile hükmeder. Böyle olunca fikirsel bakış açısı ile hayâl eder. Hakîkatte o rü’yâda bu tecellînin verdiği şeyi Allah üzerine muhal gördü. Oysa bunda vehim, kendi nefsinden gâfil olduğu için, şuûrunun olmayışı yönünden kendisinden ayrılmış değildir (11).
Ya’nî selîm akıl ki, bozuk inanışlardan sâfî ve aslî fıtratı ve ezelî letâfeti üzerine olan kalptir. Böyle bir kalp sâhibi olan kimse ya tabîî görünme yeri olan insan sûretinde ilâhî tecellî sâhibidir. Ya’nî bu insana âit madde beden oluşumunda ve tabîî sûretinde keşif ve açılım sâhibidir. Şu halde, o kimse, bizim dediğimizi bilir ki ve biz “uykuda ve uyku dışında Hakk’ın sûretlerde açığa çıkışını beyan etmiş ve vücûd işi etken ve edilgene kısımlanmıştır ilh… demiş idik”; işte o kimse keşif ve müşâhede ile bu dediklerimizin hakîkatini bilir.
Veyâhut o selîm akıl sâhibi, tecellî sâhibi olmayıp resûllere ve keşif ehline teslîm ve onların emirlerine boyun eğici olur ve bu vasıfta olan kimse, müslüman bir mü’mindir. Bundan dolayı bizim dediğimizin hakîkatine keşif olarak ve müşâhede olarak vâkıf olmasa bile îmân eder. Nitekim Ebû Said el-Hudrî (r.a.)’den rivâyet olunan uzun bir kuvvetli hadîste Hakk’ın sûretlerde değişkenliği beyân buyrulmuştur:
“Kıyâmet gününde Rabbü’l alemin Tebâreke ve Teâlâ hazretleri pek aşağı bir sûrette tecellî edip “Ben sizin Rabbinizim” der O’nu görenler “Biz senden Allah’a sığınırız ve biz Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayız” derler. Bu hâl iki veyâ üç defa gerçekleşir. Nihâyet Allâhü Zü’l-Celâl hazretleri onların inanışlarının sûretlerine göre tecellî buyurur. Bu halde “Sen bizim Rabbimizsin” derler.”
İşte keşif ve açılım sâhibi bunu zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayıp idrâk ederek bilir ve müslüman mü’min de böyle olduğuna îmân eder. Bundan dolayı Hak gerek uyku âleminde ve gerek uyanıklık âleminde sûretlerde tecellî edicidir.
Şimdi Hakk’ın süretlerde değişkenliğini haber veren Resûl’e îman eden âkıl ki, Hakk’ın rû’yâda gördüğü sûrette tecellî ettiğinden bahseder; bu sûrette onun üzerine elbette vehim sultânı hükmeder ve Hakk’ın sûretlerde tecellîsine îman etmiş olduğundan vehim lisânı ile teşbîh eder ve akıl lisânı ile de tenzîh eder.
Ve resûller ile şerîat hükümlerine îman etmemiş kimselere gelince, bunlar sırf vehim ile karışık akıl sâhipleri olduğundan vehim üzerine vehim ile hükmeder. O kimse fikirsel bakış açısı ile hayâl eder ki, rü’yâda kendisine tecellînin verdiği sûreti Allah Teâlâ üzerine muhal gördü. Ya’nî fikirsel bakış açısı ile hayâl edip der ki:
“Bana rü’yâda gözükmüş olan bu sûrette Hakk’ın tecellîsi muhaldir.”
Gerçekten aklının gereği olan bu tenzîhte isâbet eder. Fakat işin aslında Hakk’ın bütün sûretlerde tecellî edici oluşu ve resûller ile şerîat hükümlerinin getirdiği şeyin vehim ile teşbih etmekten ibâret bulunuşu yönüyle, vehim olarak teşbîh etmesi lâzım gelirken, vehmin bu hükmünü, bozuk vehim ile iptâl eder.
Bundan dolayı vehim üzerine vehim ile hükmetmiş olur; çünkü şerîat hükümlerine îman etmediğinden bu çukura düştü. Oysa, kendi nefsinden gâfil olduğu için, o farkına varmaz; ammâ vehim ondan ayrılmış değildir. Ya’nî rü’yâsında gördüğü şeyi Hakk’ın şânına uygun değildir diye hayâl etti. Bundan dolayı o sûretten tenzîh ile hükmetti ve o gördüğü şeyi vehme yükledi ve ondan yüz çevirdi. Bununla berâber vehim kendisinden ayrılmadı. Belki bu hükûm kendisinde hâkim olan vehmindendir.
Fakat nefsinden gâfil olduğu için böyle olduğuna vâkıf değildir. Eğer nefsini bilseydi, böyle hükmetmezdi; belki hükmettiğine aykırı ve rü’yâda gördüğü sûrete uygun olarak hükmederdi. Çünkü gerek kendi nefsi ve gerek başkasının nefsi, Hakk’ın hüviyyetinin gayrı değildir. Bütün yurtlarında Hakk’ın hüviyyetin-den hâriç hiçbir şey yoktur.
Ve Hak Teâlâ’nın “ed’ûnî estecib leküm” ya’nî “Bana duâ ediniz ki size îcâbet edeyim” (Mü’min, 40/60) sözü bundandır. Hak Teâlâ “Ve izâ seeleke ibâdî annî fe innî karîbun ucîbu da’veted dâi izâ deâni” ya’nî “Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, yakınım. Bana duâ edilince, duâ edenin duâsına îcâbet ederim” (Bakara, 2/186) buyurdu. Çünkü îcâbet eden ancak kendisinden isteyen olduğu vakitte olur; her ne kadar duâ edenin ayn’ı, îcâbet edenin ayn’ı ise de. Şimdi sûretlerin farklılığı açıktır. Onlar hiç şüphesiz iki sûrettir ve bu sûretlerin hepsi, Zeyd’in a’zâsı gibidir. Şimdi bilinmektedir ki, muhakkak Zeyd, şahsen bir hakîkattir ve muhakkak onun eli, ayağının ve başının ve gözünün ve kaşının sûreti değildir. Böyle olunca Hak, çok olan birdir. Sûretler ile çoktur, “ayn” ile birdir; ve hiç şüphesiz “ayn” ile bir olan insan gibidir. Ve biz şüphe etmeyiz ki muhakkak Amr, Zeyd değildir; Hâlid de değildir; Ca’fer de değildir; ve muhakkak bu bir olan ayn’ın şahısları vücûd olarak bitimli değildir. Şimdi insan, her ne kadar “ayn” ile bir ise de, o, sûretler ve şahıslar ile çoktur (12)
Ya’nî Hak Teâlâ hazretlerinin “Bana duâ ediniz; size îcâbet edeyim” (Mü’min, 40/60) buyurması bu türdendir. Ya’nî vücûd işinin etken ve edilgene kısımlandırıldığını gösterir. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ “Benim kullarım sana benden sorarlar. Şimdi ben yakınım. Bana duâ ettiği vâkit, duâ edenin duâsına îcâbet ederim” (Bakara, 2/186) buyurdu.
Burada tabi’ki bir duâ edenin, bir de duâya îcâbet edenin mevcût olması lâzımdır. Kul duâ ettiğinde, onun duâsı Hakk’a te’sir eder. Bu halde Hak edilgen olur. Ve Hak kulun talebini yerine getirdiğinde Hak etken ve kul edilgen olur. Bundan dolayı vücûd işinde bu iki i’tibâr olmadıkça fâil oluculuk ve fâilin fiilini kabûl edicilik ortaya çıkmaz. Şu halde îcâbet eden, ki fâildir, ancak kendisi tarafından ulaşacak bir ihsânı kabûl edecek bir duâ eden olmadıkça îcâbet edici olmaz. Her ne kadar duâ eden kulun hüviyyetinin, îcâbet eden Hakk’ın hüviyyeti oluşu yönüyle, duâ eden kulun “ayn”ı hakîkatte, îcâbet eden Hakk’ın “ayn”ı ise de, bu i’tibârda ikilik mevcûttur.
Ve sûretlerin farklılığı âşikârdır bunda aslâ gereksiz boş sözlere mahal yoktur. Ve duâ eden zâhir, îcâbet eden de bâtın olmaları i’tibâriyle, şüphesiz bir olan vücûdun ayrı ayrı iki sûretidir. Ve bu sûretlerin hepsi, örnek olarak Zeyd’in a’zâsına benzer; çünkü bu sûretlerin hepsi Hakk’ın bir olan vücûdunda zâhir olmuş ve onun üzerindedir; bundan dolayı Hakk’ın a’zâsı gibidir.
Örneğin Zeyd şahıs olarak bir olan hakîkattir. Elinin sûreti ayağının sûretine ve kaş ve gözünün sûretleri de diğer a’zâlarının sûretine benzemez. Fakat Zeyd’in vücûdunun, bu a’zânın tamâmından ibâret oluşu yönüyle, Zeyd a’zâsının aynıdır. Fakat bir uzvu diğer uzvunun aynı değildir. Demek ki Zeyd a’zâlarının sûretlerine göre çok ve şahsının “ayn”ına göre birdir. Şu halde Zeyd çok olan birdir.
İşte Hak dahi “ayn” ile bir ve a’zâlarının sûretleri ile çok olan insan gibidir. Ve aynı şekilde insan kavramı “ayn” ile bir ve kişiler ile çoktur. Çünkü insan denildiği zaman, zihne ilk olarak gelen şey, onun Zeyd, Amr, Hâlid ve diğerleri gibi kişilerinin sûretleri değil, belki tek bir ma’nâdan ibâret oluşudur. Bundan dolayı insan “ayn” ile birdir ve onun kişilerinin sûretleri ise vücûd olarak bitimli değildir; ve onun bu bitimsiz olan kişileri birdiğerinin aynı değildir.
Ve eğer sen mü’min isen muhakkak kesinlikle bildin ki; hakîkatte Hak Teâlâ kıyâmet gününde bir sûrette tecellî edip bilinir. Daha sonra ondan bir sûrete dönünce bilinir. Oysa O, tecellî edicidir; her bir sûrette O’nun gayrı yoktur ve bilinmektedir ki bu sûret, o diğer sûret değildir. Şimdi sanki bir olan ayn ayna makâmında durmuş oldu. Bundan dolayı bakan, onda Hak hakkında kendince tasarladığı inanışın sûretine baktığında, onu bilir ve ona tasdîk eder; ve onda kendince tasarladığı inanışından ayrı bir şeyi görmesi tesâdüf ettiğinde, onu inkâr eder. Nitekim ayna içinde kendi sûretini ve başkasının sûretini görür. Şimdi ayna, bir olan ayn’dır; ve görenin gözünde sûretler çoktur. Oysa ayna için sûretlerde bir yön ile eser mevcût olmakla ve bir yön ile eser mevcût olmamakla berâber, aynada bir bütün olarak ondan bir sûret yoktur. Şimdi onun için olan eser, küçüklük ve büyüklükten ve uzunluk ve genişlikten şekli değiştirilmiş olduğu halde, sûreti yansıtmaktadır. Bundan dolayı eser, ölçüdedir ve bu eser ona âittir. Ve ondan olan bu değişimler, ancak aynaların ölçülerinin farklılığından dolayı oldu (13).
Ya’nî Hakk’ın sûretlerde değişkenliğine dâir olan kuvvetli nebevî hadîse îmân ettin ise, kesin bir şekilde bildin ki, Hak Teâlâ kıyâmet gününde bir sûrette tecellî eder ve o sûrette bilinir.
Daha sonra bu sûretten başka bir sûrete döner; bu kere de o sûrette bilinir. Oysa her iki sûrette de tecellî edici olan ancak Hak’tır ve her bir sûrette O’ndan başka tecellî edici olan yoktur. Ve bu bilinmektedir ki, Hakk’ın birinci def’ada tecellî ettiği sûret, ikinci def’ada tecellî ettiği sûret değildir; ya’nî bu iki sûrette başka başkadır.
Böyle olunca Hakk’ın aynı olan bir olan ayn, bir ayna gibi olmuş olur. Şu halde Hak hakkında kendisine hâs bir inanış sâhibi olan bakıcı, ayna gibi olan bu bir olan ayn’da Hak hakkındaki inanışının sûretine baktığı zaman, “Bu sûret tam benim inanışıma uygundur” deyip Hakk’ı bu sûrette bilir ve onu tasdîk eder ve o bir olan ayn aynasında, tesâdüfen kendi inanışının dışında bir şey görse, kendisine hâs inanışına uygun olmadığı için, onu inkâr eder. Oysa Hakk’ın ayn’ı olan bir olan ayn bir ayna gibidir ki, bu aynada bütün inanışların sûretleri basılmıştır.
Bu ona benzer ki, bir kimse aynaya bakar. O ayna içinde kendi sûretini gördüğü gibi başkalarının sûretlerini de görür. Ayna bir olan ayn’dır; fakat görenin gözünde birçok sûretler vardır. Bununla berâber aynanın içinde görülen o sûretlerin hiçbirisi, hakîkî bir sûret değildir; çünkü bu sûretler aynanın içinde değildir.
Bununla berâber o sûretlerde aynanın bir yön ile te’sîri vardır ve bir yön ile de yoktur. Aynanın sûretlerde te’sîri budur ki: Bir kimse aynaya baktığı zaman, eğer o ayna küçük veyâ büyük veyâ uzun veyâ enli ise, yansıyan sûretler de aynanın gereklerine tâbi’ olur. Örneğin çukur veyâ tümsek bir aynaya bakılsa, insanın sûretini şişman ve kısa boylu ve yassı başlı veyâ ince uzun bir halde gösterir. Oysa bakanın şekli böyle değildir. İşte bu aynanın sûrette te’sîridir.
Ve aynanın sûretlerde te’sîrinin olmayışı budur ki, onda yansıyan sûretlerde kendisinin aslâ dâhil olacağı bir yerin bulunmamasıdır. Çünkü bakan aynanın karşısında durmadıkça onda kendiliğinden bir sûret gözükmez. Şu halde ayna bir yön ile etken ve bir yön ile de edilgendir. Ve aynı şekilde gören de aynaya karşı hem etken ve hem de edilgendir. Şimdi mâdemki ayna yansıyan sûretleri değiştirilmiş olduğu halde yansıtıyor; bu te’sir aynanın ölçülerinden oluşan bir te’sirdir; ve bu te’sîr aynaya âit olup aynaların ölçülerinin farklılığından oluşur.
Şimdi verilen örnekte, bu aynalardan bir aynaya bak; hepsine birden bakma! Ve o, Hakk’ın zât olması yönünden senin bakışındır. O âlemlerden ganîdir; ve ilâhî isimler yönünden, o zamanda, aynalar gibi olur. Bundan dolayı senin nefsin hangi ilâhî isme bakarsa veyâhut her kim bakarsa, bakana, ancak o ismin hâkikati belli olur. Şimdi eğer anladın ise, o husûs böyledir. Böyle olunca panikleyip üzülme ve korkma; çünkü Allah Teâlâ, yılanı öldürmek üzerine bile olsa, cesur olunmasını sever, oysa yılan, senin nefsinden başkası değildir; ve yılan, sûreti ve hakîkati ile kendi nefsi için yılandır. Ve bir şey kendi nefsinden öldürülmez; her ne kadar duyularda sûret bozulur ise de. Çünkü ilâhî sınır, onu muhafaza eder ve hayâl onu yok etmez (14).
Ya’nî yukarıda bahsedilen aynalar örneğinde, şekilleri değişik yapan aynalara bakmaktan vazgeç de, her bir sûreti aslî hâlinde yansıtan bir aynaya bak! Ve senin o bakışın Hakk’ın zât oluşu yönünden olan bakışındır. Çünkü sûretleri değişmiş olarak gösteren aynalar, ilâhî isimler aynalarıdır; ve herbir sûreti aslî hâlinde gösteren bir aynada zâtî ahadiyyet ya’nî teklik aynasıdır ki, herbir ismin ezelde isti’dâdının sûreti ne ise aslâ değiştirmeksizin onu yansıtır.
Eğer isimlere bakarsan, her birisi bir ayna mesâbesinde bulunan o isimlerin görünme yerlerinde Hakk’ın bir olan vechini türlü türlü görürsün; ve bu görüş senin hâtırına ayrılık verir. Fakat içinde bütün sûretler görülmekte olan zâtî ahadiyyet ya’nî teklik aynasına bakarsan, Hakk’ın bir olan vücûdunun sûretini birlik üzere görürsün. Hakk’ın zât oluşu yönüyle olan bu bakışın netîcesinde, Zât’ın âlemlerden ganî olup hiçbir sûret ve şekil altına girmeye muhtâç olmadığını ve zâtî ahadiyyet aynasında görünen âlem sûretlerinin ancak Zât’ın işleri olan isimleri i’tibârı ile zâhir olduğunu anlarsın. Eğer ilâhî isimler yönünden Hakk’ın vücûduna bakarsan, herbir isim bir ayna mesâbesinde olduğundan, Hak aynalar gibi olur.
Şimdi senin nefsin veyâ başkalarının nefsi, hangi bir ilâhî isme bakarsa, bakışında o isme mahsûs olan hakîkat gözükür. Örneğin Rezzâk ismine bakıldığında, hakîkatinin gereğinin rızıklandırma ma’nâsı olduğu ve Şâfî ve Cebbâr ve diğer ilâhî isimlerin hakîkatlerinden başka bir hakîkati bulunduğu belli olur. Bundan dolayı eğer bahsedilen hakîkatleri anladın ise, Hak hakkındaki husûsun böyle olduğuna aslâ şüphen kalmadı. Şu halde panikleyip üzülme ve korkma; fenâ-fillâh ile nefsini öldürmeye çalış! Ve “Mûtû kable en temûtû” ya’nî “Ölmeden önce ölünüz!” yüce emrine uy!
Bu bahsettiğimiz Hakk’a âit bilgilere ulaşma yolunda, belâlara sabret! Çünkü senin vücûdun ve nefsin sâbit ayn’ının sûretidir. Ve sâbit ayn’ın zâtî ahadiyyet aynasında taayyün etmiş olan bir ismin gölgesidir; ve hâs ismin de zâtî işlerden bir iştir; ve işler ise zâtın aynıdır. Bundan dolayı zât, senin hakîkatindir. Şimdi senin hakîkatin zât mertebesinden tenezzül ede ede şehâdet mertebesine kadar gelmiştir; ve her bir yurda tenezzülünde o yurdun gereklerine göre bir taayyün kisvesine bürünmüştür.
Eğer bu şehâdet yurdunda basît elementlerden dokunmuş bir kisveye bürünen hakîkatin, bu kisveden soyunup bu maddesel sûretten ayrılırsa, yok olacağım diye korkma! Hakîkatine, bu kesîf elbiseyi çıkardığın anda, nakledileceği yurdun gereklerine göre bir latîf taayyün elbisesi giydirirler. Nitekim Mevlânâ (r.a) buyururlar. Mesnevî:
Tercüme: “Ma’denlik mertebesinden öldüm ve bitki oldum. Bitki mertebesinden de öldüm, hayvân ile berâber oldum. Hayvanlıktan öldüm ve âdem oldum. Şu halde ölmekten ne korkayım? Ne vakit ölmekten noksan oldum? Diğer hamlede beşer mertebesinden ölürüm, melekler arasından kanat ve baş çıkarmak için. Bir kere de melek mertebesinden kurban olurum; o şey ki vehme gelmez, o olurum. Şu halde ben yok olurum; yok ise erganûn gibi bana söyler ki: “Biz Allah’a dönücüleriz”.
Ya’nî taayyünün yokluğundan ibâret kendi aslıma ulaşırım. Kendi hakîkatim, taayyünsüz olan Zât deryâsına dalıp helâk olduktan sonra, taayyünsüz olarak , erganûn gibi bana “Biz Allah’a dönücüleriz” (Bakara, 2/156) der.
İşte mâdem ki hakîkatin, her yurdunda bir taayyün elbisesi ile açığa çıkıyor, şu halde nefsinin sûretini şiddetli mücâhede ile kaldırmak husûsunda yiğit ol; çünkü (Sallallâhü aleyhi ve Sellem) Efendimiz “Yılanın öldürülmesi üzerine bile olsa Allah Teâla yiğitliği sever” buyurdu. Yılan ise, senin nefsinden başka bir şey değildir. Çünkü yılan senin madde beden vücûdunu nasıl sokup zehirle bozarsa, nefs dahi, zemmedilmiş sıfatları ile senin ma’nânı öylece zehirleyerek, ebedî ma’nevî hayâtına ulaşmaktan men’ eder.
“Nefsin öldürülmesinden” kasıt, tabi’ki intihâr etmek değildir. Belki ehlullâh’ın “kırmızı ölüm” dedikleri ölümdür ki, bu da nefsin arzûlarına muhâlefet ederek sıfatlarını izâle etmekten ibârettir. Nefis sıfatlarından pâk olunca, Hakk’ın sıfatları ile vasıflanır ve kesâfeti letâfete dönüşür. Nitekim bu yüksek fassın baş tarafında îzâh edilmiştir.
Bundan dolayı nefs yılanını bu şekilde öldürmeye çalış! Ve yılan kendi nefsi için sûreti ve hakîkati i’tibârı ile yılandır. Eğer öldürülse meydanda kalan cismânî sûretine yine yılan derler; ve hakîkati hayvansal rûh olduğu için, hakîkati i’tibârı ile yılandır. Bundan dolayı yılan, sûreti yönünden öldürülse, hakîkati yönünden bâkî kalıp öldürülmüş olmaz. Bunun gibi senin nefsin de, zemmedilmiş sıfatlarından öldürülmüş olsa ve tercihli ölüm ile ölse, ilâhî hakîkî hayât ile diridir.
Bundan dolayı bir kimsenin her ne kadar histe mevcût olan görünen sûreti bozulsa bile, kendi zâtından ve hakîkatinden öldürülemez. Çünkü hadd, ya’nî ilâhî ilim, onu zabteder; ve hayâl, ya’nî misâl âlemi, onu izâle etmez. Sonuç olarak senin hakîkatin üzerine beliren sûretinden sûrî ölüm ile sebebiyle ayrılsan, ancak senin zâhirin yok olur; ve sen Hakk’ın bakâsıyla ebeden bâkî olursun.
Çünkü sen Hakk’ın bir olan vücûd aynasında basılı olan sâbit ayn’ının sûretisin. Zâhirin fânî olunca hakîkatin Hakk’ın vücûdu ile bâkîdir. Bu da senin için fenâ değil bakânın da kendisidir. Böyle olunca bu maddesel sûretinden soyunduğumda yok olacağım diye panikleyip üzülme ve korkma!
Ve iş bunun üzerine olduğunda, bu, zâtlar üzerine emînlik ve izzet ve muhafazadır. Çünkü sen, haddlerin bozulmasına kâdir değilsin. Ve bu izzetten daha büyük ne izzet vardır? Bundan dolayı sen, vehim ile öldürdüğünü hayâl edersin. Oysa, ilâhî sınırlar içinde olan sûret akıl ve vehim ile ortadan kalkmadı. Ve buna delîl “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” ya’nî “Ey Habîbim attığın zaman sen atmadın, velâkin Allah Teâlâ attı” (Enfâl, 8/17) dır. Göz ise, ancak algıda kendisi için atma sâbit olan Muhammed (s.a.v)’in sûretini idrâk etti. Oysa o, bir sûrettir ki, Allah Teâlâ ilk önce atmayı ondan kaldırdı; sonra onun için devâmında ispât etti. Ondan sonra bunu kaldıran bir ifâde ile muhakkak Muhammed (s.a.v)’in sûretinde ancak atıcı olan Allah’a dönüş yaptı; ve buna îmân edilmesi lâzımdır (15).
Ya’nî iş, bir kimsenin her ne kadar algılarda mevcût olan zâhiri sûreti bozulsa bile, kendi zâtından ve hakîkatinden öldürülemeyip ilâhî ilmin onu zaptetmesi ve misâl âleminin onu izâle etmemesi merkezinde olunca, nefsin öldürülmesi kişilerin ve hakîkatlerin üzerine, mutlak yok olmaktan emînlik ve izzet ve muhafaza olmuş olur. Çünkü sen onun zâhiri sûretini bozmakla ilâhî ilimdeki sûretini bozamazsın. Ve bu izzetten daha büyük hangi izzet vardır?
Şimdi sen nefsini Hakk’ın zâtında öldürdüğünü ve fânî ettiğini ve yâhut başka birisini herhangi bir şekilde öldürdüğünü ve yok ettiğini hayâl edersin. Bu ancak senin vehminden kaynaklanan bir hükümdür; yoksa senin onun hakîkatini yok etmeye ve izâleye aslâ gücün yetmez.Hiç hadde, ya’nî ilâhî ilimde, mevcût olan sûret, akıl ve vehim ile ortadan kalkar mı?
Örnek: Bir ressam gâyet usta bir şekilde bir sûret düşünüp onu resimlese ve bir kimse o tabloyu ateşe atıp yaksa, o kimsenin yok ettiği şey ancak algılarda mevcût olan tablodan ibârettir. Ressamın ilminde mevcût olan o tablonun sûreti bâkîdir. Ressam dilerse o tablonun bin mislini daha tasvîr eder. Oysa o kimse vehmiyle resmi yok ettiğini ve izâle ettiğini hayâl eder. Onun akıl ve vehmi ile ressamın ilmindeki sûret elbette yok olmaz.
Ve bunun böyle olduğunun delîli “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) ya’nî “Ya Habîbim, attığın vakitte sen atmadın; velâkin Allah Teâlâ attı” âyet-i kerîmesidir. Oysa Muhammedî atıcıya bakan göz, ancak kendisi için atma fiili sâbit olan Muhammedî sûreti idrâk eder.
Muhammedî madde beden ise, bir sûrettir ki, Allah Teâla âyet-i kerimede “ve mâ remeyte” ya’nî “sen atmadın” ifâdesiyle atmayı ilk önce ondan kaldırdı; daha sonra âyet-i kerîmenin devâmında atma fiilini “iz remeyte” ya’nî “attığın zaman” ifâdesiyle Muhammedî sûret için ispât etti; ve ifâdenin sonunda da istidrâk ya’nî önceki ifâdeden kaynaklanan vehmi kaldıran edât olan “velâkin” kelimesiyle Muhammedî sûrette atan Allah’a dönüş yaptı. Mü’min olan kimsenin elbette bu âyet-i kerîmeye îmân etmesi gerekir. Çünkü Hakk’ın sözüdür.
Şimdi bu etkene dikkât et, hattâ Hakk’ı Muhammedî sûrete indirdi. Ve Hak kendi nefsini kullarına bununla haber verdi. Bundan dolayı bizden hiçbir kimse ondan bunu demedi; belki O kendi söyledi. Oysa O’nun haberi doğrudur. Dediği şeyin ilmini ister idrâk et, ister etme, farketmez; ona îmân zorunludur. Şu halde, sen ya âlimsin veyâhut mü’min müslümansın. Hakîkatte “Sebep kendisinin sebebi olan sonucun sebebi olmaz” diye aklın sebep üzerine hükmeder oluşu, akılsal bakış acısının fikri yönünden sana onun zaafına işâret eden şeydendir. Oysa tecellî ilminde ancak bu vardır ve o da “Hakîkatte sebep, kendisinin sebebi olan sonucun sebebi olur”dur (16)
Ya’nî atıcı olan etkene dikkat et ki, fiilini görünme yerlerinde açığa çıkarmak için Hakk’ı nasıl Muhammedî sûrete indirdi. Çünkü yukarıda izâh edildiği üzere, vücûd husûsu etken ve edilgene kısımlanmış idi. Çünkü âlemin vücûdu Hakk’ın zâhiri ve Hak, âlemin vücûdunun bâtını ve hüviyyetidir. Ve her ikisi de bir olan ayn olan ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinin birer i’tibârıdır. Şu halde etken ve edilgen bir vücûddan ibâret olmuş olur. Ve bu kısımlanma Hak’la âlem arasındaki münâsebeti ta’yîn eder. Şimdi Hak Bâtın ismi ile etken ve Zâhir ismi ile edilgendir.
İşte Muhammedî taayyün ve sûret Zâhir isminin görünme yeri olup, zâhirliği dolayısıyla “atma” fiili bu sûretten açığa çıktığında, bil ki, bu etken olan Hakk’ın Muhammedî sûrete inmesidir. Ve Hak “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) ya’nî “Ya Habîbim, attığın vakitte sen atmadın; velâkin Allah Teâlâ attı” âyet-i kerimesinde kendi nefsini, kullarına bu iniş ile haber verdi; yoksa bu hali biz kullar zümresinden hiçbir kimse söylemedi; bunu bize haber veren Hak’tır ve O’nun haberi elbette doğrudur.
Kendi nefsini Muhammedî sûrette atıcı kıldığını bildiren Hakk’ın sözünün sırrını aklın ister alsın, ister almasın, farketmez. Ona her şekilde îmân zorunludur. Eğer bu ifâdenin ma’nâsını hakikâti ile idrâk edersen, sen âlimsin ve eğer idrâk etmez isen mü’min müslü-mansın, ya’nî taklîdî îmân sâhibisin. Ve eğer işittiğin sözün sırrını aklın almazsa, bilesin ki akıl, fikirsel bakış açısı yönünden vehim ile karışıktır ve eşyâyı hakîkati üzere idrâk husûsun-da zayıftır ve aklın zaafına işâret eden şeyden birisi de budur ki:
Akıl, sebep üzerine hükmedip der ki; “Sebep kendi sonucu için sonuç olmaz”. İşte aklın hükmü budur; onun bu hükmü açıktır, asla saklı birşey yoktur. Oysa tecellî ilminin verdiği budur ki: “Muhakkak sebep kendinin sebebi olan sonucun sebebi olur”. Çünkü sebep, ahadiyye ya’nî teklik Zât’ıdır.
Sonuç, yok hükmünde sâbit olan, ya’nî potansiyel olarak sâbit olan şeydir; çünkü yok hükmünde sâbit olan şeyin vücûda getirilmesini gerektiren Hakk’ın vücûdudur ve bu yok hükmünde sâbit olan şey, ancak Hakk’ın vücûdu ile mevcût olur. Şu halde yok hükmünde sâbit olan şeyin vücûda getirilmesinde sebep, Hakk’ın vücûdudur ve sâbit olan şey ise sonuçtur. Ve sebebin kendi sonucu için sonuç olmasına gelince, o da şu şekilde olur:
Yok hükmünde olan sâbit ayn’lar(ki sebep olan ahadiyye ya’nî teklik zâtının sonucudur) isti’dâd ve kabiliyyetleri ile ilâhî ilimde sâbitlikleri hâlinde, sebep olan ahadiyye ya’nî teklik zâtından kendilerinin vücûda getirilmesini talep ederler. Çünkü sonuç olan sâbit ayn’ların talepleri olmasa idi,onların sebebi olan ahadiyye Zât’ı onları vücûda getirmezdi; ve ahadiyye Zât’ı olmasa idi, onun sonucu olan sâbit ayn’lar da mevcût olmaz idi.
Bundan dolayı vücûda getirici olan Hakk, mevcûdun vücûda getirilmesinde sebep olduğu gibi, Hakk’ın vücûda getirmesine sebep de, sâbit ayn’ların kendi isti’dâdları ile Hak üzerine hükmedip vücûda getirilmeyi O’ndan talep etmesidir. Çünkü Üzeyr Fassı’nda izâh edildiği üzere, her hâkim, hükmettiği şeyle hükmettiği şeyde üzerine hükmedilendir.
Şu halde sebep, sebep olmakla berâber, kendi sonucunun da sonucu olur. Ve aynı şekilde sonuç dahi, sonuç olmakla berâber, kendi sebebinin sebebi olur. Diğer bir ta’bîr ile ahadiyye Zât’ı hem sebep ve hem de sonuç olduğu gibi, sâbit ayn’lar da hem sonuç ve hem de sebep olur. İşte tecellî ilminin verdiği “Hakîkatte sebep, kendinin sebebi olan sonucun sebebi olur” sözünün izâhı budur.
Örnek: Usta bir ressam tarafından yapılan bir tablonun sebebi, o ressamın vücûdudur; çünkü ressamın vücûdu olmasa, o tablo vücûd bulmazdı. Şu halde ressamın vücûdu sebep ve tablonun vücûdu da o sebebin sonucudur. Fakat mevcût olan ressamın bağıntılarından bir bağıntı olan ressâmlık sıfatı olmayıp da bu sıfat ondan bir tablo yapıp açığa çıkarmasını isti’dâd dili ile talep etmese, o mevcût şahıstan bu tablo açığa çıkmaz idi.
Bundan dolayı tablonun vücûda gelmesine sebep olan şey, kendi mûcidinden vücûdunun açığa çıkarılmasını talep etmesidir. Bu şekilde tablo sonuç iken, açığa çıkarma işinin sebebi olur. Ve bu şekilde sebep olan ressamın vücûdu, açığa çıkarma işinde kendinin sebebi olan sonuç olan tablonun sebebi olmuş olur.
Ve aklın onunla hükmettiği şey, fikirde soyutlanma ile geçerlidir ve kuramsal delîlin ona verdiği şeyin tersine olarak işi gördüğü zaman, onun bunda gâyesi “Hakîkatte ayn’ının bu çoklukta bir olduğu sâbit olduktan sonra, o bu sûretlerden bir sûrette bir sonuç için sebep oluşu yönünden, kendi sonucuna sebep olması halinde sonuç olmaz; belki hüküm, sûretlerde onun geçişi ile geçmiş olur; bundan dolayı kendi sonucu için sonuç olur ve sonucu da onun için sebep olur” demesidir. İşi olduğu hâl üzere takdîr edip kendisi fikirsel bakış açısıyla vâkıf olmadığı zaman, onun gâyesi budur. Ve iş, sebep olmaklık hakkında bu mesâbede olduğu zaman, bu dar husûsun dışındakilerde, akılsal bakış açısının genişliğine senin zannın nedir? (17).
Ya’nî’ akıl fikirsel bakışında, sebep ile sonuç arasındaki bağıntıdan soyutlanarak hükmederse, bu hükmettiği şey geçerlidir. Eğer fikirsel bakış sebep ve sonuç sayılarının birbirine eşit olmadığı ma’nâdan, ya’nî sebep ile sonuç arasındaki bağıntıdan soyutlanmazsa aklın hükmü “Sebep, kendi sonucu için sonuç olmaz” kâidesinden ibâret olur. Çünkü akıl, fikirsel bakışta der ki:
İlk şeyin vücûdu ikinci şeyin vücûduna bağlı değildir; bundan dolayı ikinci şey, nasıl ilk şeyin vücûduna sebep olur ve ilk şey de ikinci şeyin nasıl sonucu olabilir? Aksi kabûl edilse devir lâzım gelir ve örneğin “Tavuk yumurtadan ve yumurta tavuktan hâsıl olur” devrine benzer. İşte fikirsel bakışa dayalı olan mantıksal kâidelere göre aklın hükmü budur. Çünkü fikirsel bakış soyutlanmadığı takdirde akıl, sebebin vücûdu ile sonucun vûcüdunu ayrı ayrı ispât eder.
Şu halde tabi’ki birinin vücûdunun önce ve diğerinin vücûdunun ondan sonra olması gerekir. Ve bu şekilde de ikincinin vücûdu birincinin vücûduna bağlı olur. Fakat fikirsel bakıştan soyutlanmış olarak akıl ile hükmeden kimse, sebebin zâtı ile sonucun zâtını iki farklı mertebede açığa çıkmış olan bir şeyden ibâret bulur ve sebep ile sonucu o bir olan şeyin bağıntılarından ibâret bilir.
Ve aklını fikirsel bakıştan soyutlayan âkıl, işi, kuramsal delîlin verdiği netîcenin tersine olarak tecellî ile gördüğünde, onun bu hükümde gâyesi şu söz olur ki: “Haydi, vücûda getirici zât olan “ayn”ın bu çokluksal sûretlerde bir olduğunu ispât ve teslim edelim. O bir olan ayn mâdemki bu sûretlerden bir sûrette herhangi bir sonuç için sebep oluyor.
Böyle kendi sonucuna sebep olup dururken, artık o sonuç olmaz; belki o bir olan ayn bir sûrette bir sonuç için sebep olup, onun üzerine sebep olmaklıkla ve onun sonucuna da sonuç olmaklıkla hükmolunup dururken, sonucun sûretine geçmekle kendindeki sebep olmaklık hükmü kalkıp yerine sonuç olmaklık hükmü kâim olur. Ve onun sonucundaki sonuç olmaklık hükmü de sebep olmaklık hükmüne geçer.
İşte sebep ancak bu şekilde kendi sonucu için sonuç ve onun sonucu da aynı şekilde bu halde kendisinin sebebi olur. “İşte o âkıl, işi hakîkati üzere takdîr edip fikirsel bakışıyla vâkıf ve ona tâbi’ olmasa, bu bahsedilen hüküm, onun ulaşmış olduğu son nokta olur. Eğer takdîr mertebesinden geçip, ilâhî tecellîye nâil olmakla müşâhede mertebesine ulaşsaydı, bu hüküm onun son noktası olmazdı. Fikirsel bakıştan soyutlanmış olan geçerli aklın hükmü sebep olmaklık hakkında bu mesâbede olunca, bu dar olan mahallin dışında bir yerde akılsal bakışın genişliğine senin zannın ne derece vardır? Var kıyâs et!
Şimdi resûllerden (sallavâtullâhi aleyhîm) daha üstün akıl yoktur ve muhakkak onlar cenâb-ı ilâhiden haber ile getirdiklerini getirdiler. Böyle olunca aklın ispât ettiği şeyi ispât ettiler ve aklın, idrâkine yeterli olmadığı ve kendince olmayacak görüp tecellîde tasdîk ettiği şeyi de getirdiler. Bundan dolayı akıl, tecellîden sonra kendi nefsiyle yalnız kaldığında, gördüğü şeyde hayrete düşer. Şimdi eğer Rabb’in kulu olursa aklı O’na çevirir ve eğer kendi bakış açısının kulu olursa, Hakk’ı onun hükmüne çevirir ( 18)
Ya’nî resûller (aleyhimü’s-selâm) gönderildikleri ümmetin her bir ferdinden daha akıllıdır. Oysa onların cenâb-ı ilâhîden getirdikleri haberlerde üç şey vardır:
Birisi aklın ispât ve kabûl edebildiği;
Diğeri de aklın idrâkinde yetersiz olduğu şeydir. Ve aklın idrâkinde yetersiz olduğu şeyler teşbîhi içinde barındıran Kur’ân âyetleri ve hadîs-i şerîflerdir ki, bunlar da: “Allâhu yestehziu bihim” ya’nî “Allah da onlarla alay eder” (Bakara, 2/15) ve “İnnallâheş-terâ minel mü’minîne enfüsehüm” ya’nî “Muhakkak Allah, mü’minlerden nefislerini satın almıştır” (Tevbe, 9/111) ve “yedullâhi fevka eydîhim” ya’nî “Onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardır” (Feth, 48/10) gibi Kur’ân âyetleri ve “maraztu fe lem tu’dini ve reca’tu fe lem tat’ımni” ya’nî “hasta oldum ziyâretime gelmedin ve aç kaldım beni doyurmadın” ve benzeri hadîs-i şerîflerdir. Gerçi teşbîhi içinde barındıran sıfatları işittiği zaman doğru bir akıl onları imkânsız görmez; fakat idrâkinde yeterli değildir.
Üçüncüsü de kuramsal delîllerine aykırı olduğu için aklın imkânsız gördüğü şeydir ki, akıl ancak tecellîde ona tasdîkte bulunur. Ya’nî duyular âleminden gâib olup o şeyin hakîkati ilâhî tecellî ile ona açılır ve bu zamanda gördüğü şeye tasdîkte bulunur. Çünkü akıl o yurdun hükmü altına girer.
Örneğin bir kimse rü’yâsında deniz üstünde yürür ve havada uçar. Oysa duyular âleminde bunların gerçekleşmesi akla aykırıdır. Fakat duyular âleminden kaybolup uyuyan kimse kendi nefsinde bu hallerin gerçekleştiğini görmekle rü’yâ ve hayâl yurdunda aklı bu tecellîye tasdîkte bulunur; çünkü olmuştur, aslâ inkâr edilecek yeri yoktur.
Ve ne zamanki bu tecellînin hükmü gidip akıl duyular mertebesine geri döner ve kendi nefsiyle yalnız kalır, bu tecellîde gördüğü şeyde hayrete düşer. Hayret sebebi bir yurdun hükmünün diğer yurdu örtmesinden ibârettir.
Şimdi kendisine tecellî gerçekleşen kul, Rabb’in kulu ise, ya’nî o kulun vücûdunda hâkim olan Rab ise, Rabb’ine çevirir ve bu sûrette de akıl Rabb’in tecellîsine tâbi’ olur. Ve eğer fikirsel bakışın ve aklının kulu ise, onun vücûdunda o bakışı ve aklı hâkim olacağından, Hakk’ı fikirsel bakışının hükmüne çevirir. Örneğin
“El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tükellimünâ eydîhim ve teşhedü ercülühüm bimâ kânû yeksibûn” (Yâsin, 36/65) ya’nî “Biz o günde ağızlarını mühürleriz; kazandıkları şeyi bize elleri söyler ve ayakları şâhitlik eder” âyet-i kerîmesini, fikirsel bakış sâhibi olan filozoflar işittikleri vakit, eğer âhireti inkâr etmeyenlerden iseler: “Et nasıl söz söyler, ayak nasıl şâhitlik eder? Belki el ve ayak üzerinde alâmet peydâ olup söz makâmına durur.
Nitekim, bu âlemde bir kimsenin ağzı ve bıyıkları yağlı olsa ve yemek eseri bulunsa, o kimse konuşmaksızın, onun ağzı yemek yediğine şâhitlik eder” derler. Ve bu haberi te’vil ederler. Çünkü elin ve ayağın konuşması aklın tavırlarının dışında bir şeydir. Onlar ise aklın kuludurlar. Bundan dolayı bu haberi akıllarının hükmüne tâbi’ kılarlar. Eğer Rabb’in kulu olsa idiler, bu haberi te’vilsiz kabûl ederlerdi. Çünkü bu şehâdet yurdu onları, âhiret yurdunun hükmünden örtmüştür. Çünkü şehâdet yurdunda el ve ayak söz söylemez.
Ve bu, ancak dünyâda âhiret oluşumundan perdeli olarak bu dünyevî oluşumda oldukça olur. Çünkü ârifler, onların üzerinde dünyâ hükümlerinden geçerli olan şeyden dolayı, onlar dünyâda gûyâ dünyevî sûrette açığa çıkarlar. Oysa Allah Teâlâ onları, kendi bâtınlarında âhiret oluşumuna döndürdü. Bu gereklidir. Bundan dolayı onlar sûret ile bilinmezler; ancak Allah Teâlâ’nın, örtüleri basîretinden açtığı kimse için bilinmez değildirler. Şu halde onlar idrâk etti. Şimdi ilâhî tecellî yönünden, ârif-i billâhtan bir ârif yoktur, illâ ki o; âhiret oluşumu üzere olduğu halde bu dünyâda haşrolunmuş ve kabrinden çıkarılmış oldu. Böyle olunca o, bunda ba’zı kullarına Allah’tan bir inâyet olarak, görülmeyen şeyi gördü ve müşâhede olunmayan şeyi müşâhede etti (19)
Ya’nî bu hayret veyâ Hakk’ı aklın hükmüne çevrimek, bu dünyâ yurdunda olduğu müddetçe olur. Çünkü bu yurdun hükmüyle âhiret oluşumundan perdelenmiştir. Dünyâ, âhirete âit müşâhedelere perde olur. Eğer dünyâda olduğu halde, ondan perde kalkıp âhiret oluşumunda olan şeye müşâhedeli vâkıf oluş ile vâkıf olursa, tecellîden dolayı idrâk ettiği şeyde, artık aklın çekişmesi kalmaz.
Ve bu şekilde de ne Hakk’ı aklın hükmüne çevirir ve ne de hayrete düşer; çünkü ârifler dünyâda dünyevî sûrette dünyevî sıfatlar ile açığa çıkarlar. Onları gören perde ehli, kendileri gibi dünyâdan zannederler; çünkü yemek, içmek ve uyumak ve evlenmek gibi bu dünyevî oluşumun hükümleri onların üzerinde geçerlidir.
Onun için Kur’ânı- Kerîm’de “ve terâhüm yenzurûne ileyke ve hüm lâ yubsırûn” (A’râf, 7/198) ya’nî “Yâ Habîbim, sen onları, sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler” buyrulur. Çünkü perde ehli olan Kureyş kâfirleri, Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’in taayyün etmiş sûretlerine bakıp beşer olmaklık husûsunda kendilerine benzer görürler ve Muhammed (s.a.v) Efendimiz’in bâtından habersiz bulunurlar idi. Mesnevî:
Tercüme: “Nebîler ile eşitlik da’vâsında bulundular; evliyâyı kendileri gibi zannettiler. Dediler ki: İşte bizde beşer, onlar da beşerdir. Biz ve onlar uyku ve yemeğe bağlanmışız. Onlar körlükten bunu bilmediler ki, arada sonsuz bir fark vardır. Bu taraftaki yemek yer, bütün darlık ve haset olur; o ise yemek yer, hep Ahad’ın nûru olur. Pâk olanların işini kendine kıyaslama, çünkü “şîr (arslan)” ve “şîr (süt)” yazımda birbirine benzer.”
Fakat ma’nâlarında çok büyük fark vardır. Birisi latîf gıdâ olan “süt” ve diğeri “yırtıcı arslan”dır. Bundan dolayı onların zâhirleri dünyevî sıfatlar ile vasıflanmış olmakla berâber, Allah Teâlâ onları bâtınlarında âhiretsel oluşuma döndürdü. Ve onlar için bu dünyâ yurdunda âhiretsel oluşum üzerine açığa çıkmak gereklidir. Aksi halde ârif olmazlardı. Şimdi mâdemki onların zâhirleri dünyevî sıfatlar ile vasıflanmıştır; şu halde onlar sûret i’tibâriyle genel bakışlarda bilinmezler.
Halk onları bilemezler. Onları bilenler, basîret gözlerinden, Hak Teâlâ hazretlerinin örtüleri açtığı kimselerdir. Bunları ancak onlar idrâk edebilirler. Bundan dolayı ilâhî tecellî yönüyle dünyâ yurdunda iken, âhiret oluşumu üzere haşrolmayan ve kabrinden çıkarılmış olmayan bir ârif-i billâh yoktur. Bu ârif-i billâh, avâmın görmediği şeyi görür ve müşâhede etmediği şeyi müşâhede eder. Bu dünyâ âleminde iken ârifin âhiret oluşumu üzere peşin olarak haşrolunması ve neşrolması, Allah Teâlâ’dan ba’zı kullarına inâyettir.
Dünya Yurdunda Haşr ve Neşr:
Bilinsin ki, ârifin kalbine zâtî ilâhî tecellî eriştiğinde, onun vücûdu, bu ilâhî tecellîde erir gider. Ve fenâ-fillâh dedikleri hal budur; ve bu hal “Mûtû kable en temûtû” ya’nî “Ölmeden önce ölünüz!” gereğince ölmeden önce ölmektir. Bu hâlin ardından ârifin maddesel vücûdunun hükmü düşer ve hakkânî vücûdda zâhir olur ki, bu da fenâdan sonra bakâdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ hazretleri
“İnnallâhe lâ yagfiru en yuşreke bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike li men yeşâu” ya’nî “Muhakkak ki Allah, O’na şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimse için bağışlar” (Nisâ, 4/48) buyurur.
İşâret lisânı ile yüksek ma’nâsı budur ki: “Hakîkatte Allah Teâlâ, izâfî vücûdunu kendisine has bağımsız bir vücûd zannedip, Hakk’ın bağımsız olan vücûdu karşısında ispât ile kendi vücûdunu Hakk’a ortak koşan kimsenin o kulluksal vücûdunu hakânî vücûdu ile örtmez. Ve bunun dışında olup bu izâfî vücûdun şânından noksanlıkları ve zemmedilmiş şeyleri, kulun ezelî isti’dâdının örtmesi gerektiği takdirde, bu yön ile ilâhî bilinen olan kulun sâbit ayn’ı gereğince, örtmeye ilâhî irâde bağlanır.”
Şimdi ârif-i billâh “Senin vücûdun bir günahtır ki, diğer bir günah ona kıyâs bile edilmez” ifâdesine göre, kendi vücûdunu Hakk’ın vücûduna ortak koşmaz; ve Hak Teâlâ da tam bir kerem ile ona tecellî buyurmakla, kulluksal vücûdu hakkânî vücûdda erir gider. Nitekim Mevlânâ (r.a.) efendimiz bu makama işâret olarak buyururlar. Beyt:
Tercüme: “Kıyâmet davulunu çaldılar; haşr sûrunu üflediler. Ey ölüler, vakit geldi; yeni haşr erişti. Kabirlerdekiler yeniden dirilip zâhir oldu; sînede olan şeyler ayrılıp meydâna çıktı. Sûrun âvâzı geldi; rûh maksada ulaştı.”
Ve Şemsî-i Sîvâsî (k.s.) buyurur. Beyt:
“Mûtû kable en temûtû” sırrına mazhar olan
Haşr u neşri bunda gördü sûrun üflenmesi olmadan
İlâhî sıfatların tecellîsi ile kulun sıfatlarının mahvolması, örnek olarak bir demirin ateşte kıpkırmızı olmasına benzer. Bu şekilde ateşte kızan demir, yine demirdir; fakat onun demirlik sıfatını ateşin sıfatı örtmüştür. O anda o demir “Ben ateşim” dese doğru söyler. Bu bahsin ayrıntıları İbrâhîm Fassı’nın başlarında geçti. Kulun vücûdu hakkânî vücûdda örtülüp gizlendiği zaman, bu dünyevî oluşumda, âhiret oluşumu üzere haşrolunmuş olur.
Çünkü kulluksal vücûdunun helâk olduğu bir gün olması dolayısıyla bu vakit, onun büyük kıyâmetidir ve Hak’la birleştiği gündür. Bundan dolayı onun haşr günüdür. Ve hapiste olduğu beden kabrinden neşredilip ilâhî tecellînin bahşettiği ma’rifet sâyesinde Hak hakkındaki kendine has inanç kaydından kurtulur ve mutlaklığın kapladığı sahaya uçar.
Şimdi kim ki bu İdrîs olan İlyâs’ın hikmetine vâkıf olmayı isterse ki Allah Teâlâ onu iki oluşumda inşâ etti; Nûh (a.s.)dan önce nebî idi; daha sonra yükseltildi ve bundan sonra re’sûl olarak indirildi; Allah Teâlâ onun için iki mertebe arasını birleştirdi. Aklının hükmünden şehvetine insin ve mutlak hayvan olsun; tâ ki ins ve cinnin dışında her bir dâbbenin keşfettiği şeyi keşfetsin. İşte bu vakitte o hayvâ-niyyeti ile tahakkuk edici olduğunu bilir ve onun alâmeti, iki alâmettir: Birisi bu keşiftir; böyle olunca kabrinde kimin azâp içinde ve kimin ni’met içinde olduğunu görür ve ölüyü diri ve susanı söyleyici ve oturanı yürüyücü görür. Ve ikinci alâmeti ise dilsizliktir; şu yön ile ki, eğer o kimse gördüğünü söylemek istese söyleyemez. İşte bu zamanda hayvâniyyeti ile tahakkuk etmiş olur. Bizim bir öğrencimiz var idi ki, bu keşf, onun üzerine dilsizlik korunmadan hâsıl olmuş idi; bundan dolayı hayvâniyyeti ile tahakkuk edici olmadı (20).
Ya’nî Nûh (a.s.)’dan evvel nebî olup göğe yükseltilen İdrîs (a.s.) daha sonra İlyâs ismiyle resûl olarak Baalbek beldesine gönderildi. Allah Teâlâ onun için biri nebîlik ve diğeri resûllük üzere iki mertebe arasını birleştirdi. Şimdi kim ki İlyâs (a. s.)’ın hikmetine vâkıf olmak isterse, aklının hükmünden, ya’nî gökten nefis ve şehvet mahalline, ya’nî yere insin ve mutlak hayvan olsun.
Ya’nî eşyâda tasarruf etmek husûsunda aklı yetmeyip rahmânî vâridâtlara boyun eğmiş olan hayvan gibi olsun. Tâ ki akılları tasarruf işinde yeterli olan sekaleynin, ya’nî ins ve cinnin dışında olan her bir dâbbenin keşfettiği şey, ona da açılmış olsun. Ve bu bir makâmdır ki, İlyas (a.s.)’ın rûhâniyyeti onda müşâhede edilir ve bu açılım esnâsında hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk etmenin nasıl olduğu bilinir ve cismânî şehvetler ve tabîî lezzetlerden kesilme ile tekrar soyutlanmış akıl makâmına geçmeye lâyık olur. Ve bu hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk etmenin alâmeti ikidir:
Alâmetin birisi, kabristan ziyâretine gittiği zaman, kabrinde kimin azâp içinde ve kimin ni’met içinde olduğunu müşâhede eder ve ölüyü berzâhî hayâtı ile diri olarak görür. Ve susanı da melekûtî rûhânî kelimeler ile konuşur görür. Ve oturanı, ma’nevî ve misâlî hareket ile yürüyücü görür.
Bu keşfin ikinci alâmeti de, (h harfinin üstün okunuşu ile –ha- ve r harfinin de üstün okunuşu ile –re- okumakla) “hares”, ya’nî dilsizliktir. O yön ile ki gördüğü şeyi söylemek istese, söyleyemez. İşte bunlar hayyâniyyetle tahakkukun alâmetleridir.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki: “Bizim bir öğrencimiz vardı, ona bu keşif hâsıl oldu fakat dilsizlik alâmeti olmadığından keşfen olan müşâhedelerini his dili ile söylerdi; bu sebepten hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk edici olamadı “
Mesnevî-i Şerîf’in üçüncü cildinde beyân buyrulur ki: Bir kimse Mûsâ (a.s.)’dan kara hayvanların ve kuşların lisanlarına vâkıf kılınmasını ricâ etti. Mûsâ (a.s.) da o şahsa: “Bu senin için zararlı bir şeydir; bundan vaz geç!” buyurdu ise de o kimse ısrârında devâm etti. Nihâyet ilâhi emir ile tavuk ve horoz ve köpek gibi hayvanların lisânını anlamak isti’dâdını bahşeyledi. Sabahleyin hizmetçi sofrayı silkeledi; o kimse de tecrübe için hayvanların yanına gitti. Horoz bir ekmek parçasını kaptı; köpek horoza hitâben: “Sen bana zulmediyorsun; sen hubûbâtı yiyebilirsin ben yiyemem, benim nasîbim ekmektir, haydi git” dedi.
Horoz: Gam yeme, yarın efendinin atı ölecek; doyuncaya kadar atın etinden yersin, bütün köpeklere de bayram olur.
Efendi bunu işitip anlar, hayvanı satar. Ertesi gün yine ekmek silkerler, horoz yine kapar.
Köpek: Ey horoz, bu ne kadar yalan, hani efendinin atı ölecekti? Sen hem zâlim ve hem de yalancısın.
Horoz: At öldü, ama başka yerde öldü; çünkü efendi atı sattı. O ziyânı başkasına yükledi. Fakat yarın katırı ölecek, işte o zaman köpeklere ziyâfet olur.
Efendi bunu işitince katırı da satar. Velhâsıl horoz, daha sonra kölenin öleceğini haber verdi. Efendi onu da satar. Nihâyet efendinin öleceğini haber verir. Efendi bu haberden allak bullak olup feryâd ve ağlama ile Mûsâ (a.s.)’a mürâcaat eder.
Bu kıssada Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz birçok nasîhatler ve hakîkatler beyân buyururlar. Burada kasıt hayvanların keşfini beyândır. Buradaki horozun keşfini köpeğe haber vermesine gelince Mesnevî-i Şerîf’in beyânı Fusûs’a aykırı değildir.
Çünkü Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin “Hayvan gördüğünü söylemez” buyurması his lisânına göredir; yoksa hayvan kendi misâl âleminde rûhu ve ma’nâsı ile konuşmaktadır. Çünkü hayvan da bir ismin görünme yeridir. Ve ilâhî isimlerden hangi bir ismi alsan onda bütün isimler bulunmaktadır. Böyle olunca Mütekellim ismi de ilâhî isimlerden olduğundan, hayvanın görünme yeri olduğu isimde, bu isim de dâhil olmuştur. Bu ilâhî bilgiyi iyi tetkîk et.
Ne zamanki Allah Teâlâ beni bu makâmda ikâme etti; ben küllî bir tahakkuk ile hayvâniyyetimle tahakkuk edici oldum. Şimdi ben görür idim ve müşâhede ettiğim şeyle konuşmayı ister idim; konuşamazdım. Bundan dolayı ben kendim ile konuşmayan dilsizlerin arasını fark etmez idim (21).
Küllî tahakkuktan kasıt, hem keşif ve hem de dilsizliktir. Eğer keşif olup da lisân susmayıp konuşursa, hayvâniyyet makâmı ile küllî tahakkuk gerçekleşmez.
Şimdi bizim bahsettiğimiz şeyle tahakkuk ettiği zaman, tabîata âit madde kaydından soyunarak salt akıl olmaklığa geçer. Bundan dolayı birtakım işleri müşâhede eder ki, onlar tabîî sûretlerde açığa çıkan şeyin asıllarıdırlar.Böyle olunca bu hükmün tabîî sûrette nereden açığa çıktığını zevkî ya’nî bizzat hakîkatini yaşama ilmi ile bilir (22)
Ya’nî sâlik bahsedilen hayvâniyyet makâmı ile tahakkuk ettiğinde, kesîf olan tabîî maddeler ve unsurların katkısı olmaksızın salt akıl olmak lâtîf mertebesine geçer. Ya’nî kendisini tabîat kayıtlarından temizlenmiş olan salt akıl mertebesinde bulur ve o zaman anlar ki, idrâk denilen şeyin vücûdu, bu madde bedendeki beynin teşekküllerinden kaynaklanan bir husûs değil imiş. Belki tabîî sûretlerde açığa çıkan çeşitli hükümler, tabîatsal sûretlere inen sâbit ayn’ların ma’nâları imiş.
İşte sâlik bu mertebeye geçtiğinde tabîî sûretlerden olan birtakım işlerin bu yön ile asıllarını müşâhede eder ve zevkî ilim ile bilir ki, bir olan hakîkat olan mutlak vücûd, ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde zâtın aynıdır ve sâbit ayn’lar mertebesinde idrâk edilen sırf ma’nâdır ve akıllar mertebesinde de salt akıldır ve nefs mertebesinde de nefstir; ve hayvâniyyet mertebesinde hayvandır ve bitki ve ma’den mertebelerinde de bitki ve ma’dendir.
Sonuç olarak o sâlik Hakk’ın mutlak vücûdunun latîflik mertebesi olan ahadiyyet makâmından kesîf mertebelere inişlerinin sûretini ve ulvî ve süflî âlemlerde ve şerîf ve hasîs ve azîm ve hakîr olan eşyâda açığa çıkma esaslarını ve bundan dolayı Hakk’ı, vücûd mertebelerinin hepsinde müşâhede edip zevkî ya’nî bizzat hakîkatinin yaşanması ilmi ile bilir.
Beyt-i hakîr:
Güllerde çimenlerde bütün işvelenirsin
Her gamzede her bir müjede şîvelenirsin
Âlem seni puthânede mescidde ararken
Her zerrede bir şân ile sen cilvelenirsin
Şimdi cenâb-ı Şeyh (r.a.) İlyâsî hikmete vâkıf olmayı, sâlikin kendi hayvâniyyetiyle tahakkuk etmesine bağlı kıldı. Çünkü İdrîs (a.s.) ilk başta aşırı riyâzat ile salt akıl makâmına, ya’nî kesîf beşerî mertebeden lâtîf melekî mertebeye yükseldi ve mele-i a’lâda Hakk’ın müşâhedesi mertebesine ulaştı.
Ondan sonra Baalbek beldesine gönderilen cenâb-ı İlyâs sûretinde salt akıl mertebesinden şehvet mertebesi olan cismânî kesâfet mertebesine indi ve en aşağı âlemde Hakk’ın müşâhedesi ve onunla tahakkuku derecesine nâil oldu. Bundan dolayı sâlik kendi aklının hükmünden şehvet makâmına inip mutlak hayvan olmadıkça İlyâsî hikmeti zevkan ya’nî bizzat hakîkatinin yaşayarak bilemez.
Soru: Aşırı riyâzâtla salt akıl makâmına çıkan İdrîs (a.s.)’ın taayyün eden sûreti, Baalbek beldesine inmiş olan İlyâs (a. s.)’ın aynı mıdır; yoksa gayrı mıdır?
Cevap: İdrîs ve İlyâs (aleyhime’s-selâm) ayn ve hakîkat cihetinden birdir ve birdiğerinin aynıdır. Ve sûrî taayyün ve şahsi zuhûr yönünden iki kimsedir ve birdiğerinin gayrıdır; çünkü bir olan ayn olan Hak isimleri dolayısıyla çokluk sûretlerinde zâhir olur. Ve mâdemki çokluk sûretlerinde zâhir olan bir ayn’dır; bundan dolayı onun zâhir olduğu sûretlerden her bir sûretin “ayn”ı, diğer bir sûretin veyâ sûretlerin “ayn”ının aynıdır; ve bir olan ayn’ın zâhir olduğu o sûretler arasında aykırılık bulunması dolayısıyla da her bir sûretin’ “ayn”ı, diğer bir sûretin veyâ sûretlerin “ayn”ının gayrıdır.
Şimdi muhakkak tabîatın rahmânî nefesin aynı olduğu üzerine keşif olunursa, muhakkak kendisine çok çok hayırlar verildi. Ve onunla berâber eğer bizim bahsettiğimiz şey üzerine yetinirse, o halde aklı üzerine hâkim olan ilâhî bilgiden bu kadarı ona yeter; bundan dolayı âriflere katılır (23).
Ya’nî hayvâniyyet mertebesi ile tahakkuk edip kesîf olan tabîî ve unsursal maddelerin katkısı olmaksızın salt akıl olmak latîf mertebesine geçen ve kendisini tabîî kayıtlardan temiz olan salt akıl mertebesinde bulan sâlike, tabîatın, rahmânî nefesin aynı olduğu açılsa bu sâlîke çok çok hayır verilmiş olur. Çünkü bu mertebede, bu açılım ba’zı meşreblere hâsıl olur ve ba’zı meşreblere de hâsıl olmaz. Meşrebler çeşitli olduğu için ba’zı zâtlar Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin yüksek keşiflerine aykırı sözlerde söylemişlerdir.
Bu cümleden olarak İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât‘ının otuz birinci mektûbunda yazar ki; “Hak ehli arasında karar kılınmış olduğu üzere Hak teâlâ’nın ihâtası ve yakınlığı ilmîdir ve Hak Sübhânehû hiçbir şey ile birleşmiş değildir. Zorunlu olan vücûd imkân dâhilinde olan vücûd ile birleşmez; Hak Sübhânehû ve Teâlâ benzersiz ve nasılsızdır; ve âlem baştan başa benzerler ve nasıllar dağı ile vasıflanmıştır. Benzersiz benzeri olanın aynı demek, Vâcib Teâlâ’ya imkân dâhilinde olanın gayrı değildir, demektir. Kadîm asla sonradan olanın aynı olmaz. Çünkü hakîkatlerin değişmesi akıl olarak ve şerîat olarak muhaldir ve birini diğeri üzere yüklemenin sıhhati aslen ve re’sen muhaldir. Acâiptir ki Şeyh Muhyiddîn (r.a.) ve onun tâbi’leri Zât-ı vâcib Teâlâ’ya “mutlak mechûl” derler; ve hiçbir hükümle hüküm verilen bilmezler. Bununla berâber zâtî ihâta ve zâtî berâberlik yakınlığı ispât ederler. Bu ise ancak Zât-i Teâlâ ve Tekaddes üzerine hüküm ve cesârettir. Bundan dolayı doğru olan, ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin buyurdukları ilmî yakınlık ve ilmî ihâtadır.”
İşte bu ifâdeler Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer efendimizin irfan meşreblerine aykırıdır, fakat ihtilâf meşrebtedir. Ve şüphe yok ki İmâm-ı Rabbâni’nin meşrebi hazret-i Şeyh-i Ekber’in yüksek meşrebinden aşağıdadır.
Şimdi rahmânî nefesin tabîî sûretlerde ve tabîî sûretlerin de rahmânî nefeste açığa çıkışı yönüyle, rahmânî nefesin tabîî sûretlerin aynı olduğu sâlike açılırsa ona tam bir ilâhî hikmet verilmiş olur ve bu hikmet dahi, sonsuz olan varlıksal hálk edilmiş ayn’ların sûretlerini Hakk’ın bir olan vücûdunun çevirmesidir; ve çok çok olan hayır ise Hakk’ın bir olan vücûdudur.
Ve rahmânî nefes, Şuayb Fassı‘nın başlarında ve Îsâ Fassı’nda geçti; ayrıntıları oradan anlaşılır. Ve eğer sâlik bizim bahsettiğimiz şey üzere salt akıl makâmıyla yetinir ve tabîî sûretlerde zâhir olan muhtelif hükümlerin, tabîî sûretlere inen sâbît ayn’ların ma’nâları olduğu ona açılmaz ise, kuramsal aklı üzerine hâkim olan ilâhî bilgiden bu kadar bilgi ona yeter ve bu kadar bilgiyle dahi ârifler zümresine katılır.
Ve bunun indinde “Fe lem taktulûhüm ve lâkinnallâhe katelehüm” ya’nî “Onları siz öldürmediniz ancak öldüren Allah’tı” (Enfâl, 8/17) ilâhî kelâmını zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak ârif olur. Ve onları ancak demir ve vurucu âletler ve bu sûretleri hálk eden öldürdü. Bundan dolayı hepsinin bir araya gelmesiyle öldürme ve atma gerçekleşti. Şimdi işleri asıllarıyla ve sûretleriyle müşâhede eder. Şu halde tam olur. Eğer nefsi müşâhede ederse tamâm ile kâmil olur. Bundan dolayı gördüğü şeyin aynını Allah’tan gayrı görmez. Şimdi göreni görülenin “ayn”ı görür ve bu kadar kâfidir. Ve Allah Teâlâ muvaffak eden ve Hâdî’dir (24).
Ya’nî sâlik kuramsal aklı üzerine hâkim olan yukarıda anlatılmış olan ilâhî bilgiyi öğrendiği zaman, tabîatın ancak Rahmân olduğunu zevkan ârif olur.Ve bundan dolayı “Fe lem taktulûhüm ve lâkinnallâhe katelehüm” (Enfâl, 8/17) ya’nî “Îmân ehli kâfirleri öldürmediler; velâkin onları Allah Teâlâ öldürdü” âyet-i kerîmesi ki, tabîatın ancak Rahmân olduğuna delîldir; bunun ma’nâsını zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak anlar.
Oysa vücûdlarında fikirsel bakış açılarına dayalı olan akılları hükmeden felsefe ehli buna ihtimal vermezler ve zâhir âlimleri bu hükmü vermekten korkarlar. Çünkü Hakk’ı imkân dâhilindeki vücûddan tam bir şiddetle resmî tenzîh ile tenzîh etmek vehimlerine uygun gelir. Sırf tenzîh ise, Hakk’ı sınırlamaktır. Çünkü bir şey bir şeyden tenzîh edilince ikisinin sınırları ayrılmış olur. Bundan dolayı vücûdlarında aklı hâkim olan kimseler yarım ilâhî bilgi sâhibidirler.
Fakat aklın kulluğundan kurtulan ve Allah Teâlâ tarafından aklına tecellî ile ilâhî bilgi ihsân edilen kimse, Hakk’ı tenzîh etmesi gereken yerde, resmî tenzîh ile değil, hakîkî tenzîh ile tenzîh eder ve tecellînin verdiği ilâhî bilgi gereğince Hakk’ın vücûdunun dışında bir vücûd ve sûret müşâhede etmeyip belki tabîatın Rahmân’ın “ayn”ı olduğunu zevkan bildiğinden, teşbîh etmesi gereken yerde de, kendinin müşâhedesi ve keşfi üzerine Hakk’ı teşbîh eder. İşte buna binâen zikrolunan âyet-i kerîmenin ma’nâsını zevkan anlar.
Çünkü küfür ehlini savaş esnâsında ancak demirden yapılmış silahlar ve top ve tüfek gibi diğer âletler ve bir de vurucu ve atıcı olan mü’minlerin sûretleri ve mü’minlerin sûretlerini hálk eden Hak, öldürdü. Bundan dolayı “öldürmek” ve “atmak” bunların tümüyle birden gerçekleşti. İşte salt akıl mertebesine yükselip bu mertebeye mahsûs olan tecellînin verdiği ilâhî bilgi ile yetinen sâlik, bu dünyâda ve duyular âleminde gördüğü işleri böylece esaslarıyla ve sûretleriyle müşâhede eder ve bu kadar ilâhî bilgi ile ârifler zümresine katılır; ve ilâhî bilgide tamâm olur, ya’nî noksan ma’rifet olmaz.
Fakat sâlik salt akıl makâmına yükseldikten sonra hayvâniyyet makâmı olan şehvet makâmına iner ve rahmânî nefesin tabîî sûretlerin “ayn”ı olduğunu müşâhede ederse, önceki makâmda tahsîl ettiği tam ma’rifet ile berâber kâmil olur, ya’nî ma’rifette kemâl sâhibi olur ve ma’rifetin son noktasına ulaşır. Bu kâmil olan tam ma’rifet sâyesinde, gördüğü şeyin “ayn”ını görmez; ancak Allâh’ı görür. Ya’nî tayyün etmiş sûretleri görmez, belki her sûrette zâhir ve taayyün edici olan Hakk’ın bir olan vücûdunu görür. Abdullah Balyânî hazretleri ne güzel buyurur! Rubâî:
Tercüme: “Her an Hakk’ı başın iki gözü ile görmedikçe, dâimâ O’nu müşâhede talebinden vazgeçmem. Hak, baş gözü ile görülemez derler. Söyleyen onlardır, ben her an böyleyim.”
Şimdi bu müşâhede sâhibi, göreni görülenin “ayn”ı görür. Ya’nî gören, ki kendi nefsidir, görülenin “ayn”ı görür ve bu sûrette de gören ve görülen ve müşâhede eden ve müşâhede olunan bir şey olur. Nitekim, Hallâc-ı Mansûr (k.a.s.) hazretleri bu makâma işâretle buyurur: Beyt:
Tercüme: “Aynda olan bu ayn, sen misin yoksa ben miyim? İkilik ispâtından seni ve beni tenzîh ederim.”
Ve Mahmûd Şebüsterî (k.s.) Gülşen-i Râz‘larında bu ma’rifeti şu beyitlerde böyle buyururlar. Beyt:
Tercüme: “Yokluk ayna, âlem yansıma ve insan da yansımanın gözü gibidir; onda şahıs gizlidir. Sen yansımanın gözüsün ve Hak da gözün nûrudur. Şu halde, göz ile görülen şeyi kimin gözü görmüş olur?”
Örneğin şahıs aynaya bakar, o şahsın yansıması aynada görünür. Aynaya yansımış olan sûret, bakan şahsın sûreti olduğundan, görende ne var ise görülen olan yansımada da o mevcûttur. Ve asıl olan göz, görenin gözü olduğundan yansıyan sûretin elbet gözü de görülen olur. Ve görenin gözünde görülenin yansımasının sûreti nasıl basılı ise, görülen yansımanın gözünde de, görenin sûreti tamâmı ile basılıdır.
Şimdi aslî sûretin gözü, nasıl ki kendi yansımasının sûretine bakıcı ise, yansımanın gözü de öylece asıl göz ile yine o asla bakıcıdır. Bundan dolayı gören, kendi kendine bakar. İşte bu örnekte olduğu şekilde bu müşâhede sâhibi, ki aynaya yansıyan görücünün sûreti mesâbesindedir, onun müşâhedesi görücü olan Hakk’ın müşâhedesidir. Bundan dolayı Hak kendi kendine bakar ve netîcede de gören görülenin ayn’ı olur.
İşte “ünsiyyet hikmeti”nin dayandığı bu kadar ilâhî bilgi, sâlikin kâmil tam ma’rifet sâhibi olması için kâfîdir. Zevkan ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak bu mertebeye ulaşamayan sâlikin himmeti yüksek olursa, Allah Teâlâ hazretleri onu bu mertebeye ulaşmaya muvaffak eder ve ona bu ilâhî bilgide doğru yolu gösterir. Velhamdulillahi alâ zâlike; İşte bu anlatılanlar üzere gerçekten hamd Allah içindir.
23 Eylül 1917; sabah ezânî sâat 02.50; Pazar günü.