BU FASS HÂRÛN KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “İMÂMİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bilinsin ki: Dâvûd Fassı’nda da izâh edildiği üzere her bir halîfe “imâm”dır; fakat her bir “imâm” halîfe değil, belki ba’zı imâmlar halîfedir. Bundan dolayı “imâmlık” ve “halîfeliği” toplamış olan bir kimseye “halîfe” denildiği zaman, imâmlık, halîfeliğin bir ismi olmuş olur. Nitekim, buradaki imâmlık da, böylece halîfeliğin bir ismidir.İmâmlık Hak tarafından ya vâsıtasız veyâhut vâsıtalı verilir.
Hârûn (a.s.)’da bu iki kısım imâmlığın her ikisi de sâbit oldu. Çünkü, Mûsâ ve Hârûn (a.s.) müşterek olarak kılıç ile zâhiri güç ile gönderildiler. Ve kılıç ile gönderilen her bir resûl Hakk’ın halîfelerinden bir halîfedir ve ülü’l-azmdendir. Diğer taraftan Hârûn (a.s.)’ın imâmlığı, Mûsâ (a.s.) tarafından kendisine verilen halîfeliği de kendisinde bulundurmuştur.
İşte Hârûn (a.s.) vâsıtasız ve vâsıtalı olan iki kısım imâmlığı taşıdığı için, “imâmiyye hikmeti” Hârûn Kelimesine ilişik kılındı. Müşâhede etmek ve ihsân mertebesine ulaşılmayınca imâmlık mertebesine nâil olunmayacağı yönüyle, bu “imâmiyye hikmeti”, “ihsâniyye hikmeti”ni tâkiben beyân edildi.
Bilinsin ki, muhakkak Hârûn (a.s.)’ın vücûdu, “Biz ona (ya’nî Mûsâ’ya) rahmetimizden birâderi Hârûn’u nebî olarak hibe ettik” (Meryem, 19/53) sözüyle, çok çok rahmetli hazretten idi. Bundan dolayı, onun nebîliği çok çok rahmetli hazretten oldu. Şimdi muhakkak o yaşça Mûsâ’dan daha büyük ve Mûsâ da nebîlikte ondan dah büyük idi. Ne zamanki Hârûn’un nebîliği rahmetten oldu, bunun için kardeşi Mûsâ (a.s.)’a “yâ ibn-i ümm ya’nî ey anamın oğlu” dedi. Bundan dolayı ona baba ile değil anne ile seslendi. Çünkü rahmet, baba için değil, anne için hükümde daha çoktur ve eğer bu rahmet olmaya idi, terbiye etmeye sabretmez idi. Daha sonra “lâ te’huz bi lıhyetî ve lâ bi re’sî” ya’nî “Sakalımı ve saçımı çekme” (Tâhâ, 20/94) ve ”fe lâ tuşmit biyel a’dâe” ya’nî “düşmanlarımın yüzlerini güldürme” (A’râf, 7/150) dedi. Şimdi bunun hepsi rahmetin nefeslerinden bir nefestir (1)
Ya’nî Hârûn (a.s.)’ın vücûdu, “Ve vehebnâ lehü min rahmetinâ ehâhu hârûne nebîyyâ” (Meryem, 19/53) ya’nî “Biz rahmetimizden Mûsâ’ya; kardeşi Hârûn’ı nebî olarak hibe ettik” âyet-i kerîmesi gereğince, rahamût ya’nî çok çok rahmetli hazretten idi ve “rahamût” rahmetin mübâlağasıdır. Nitekim, melekler âlemine “melekût” ve mücerredler âlemine de “ceberût” denilir.
Ve Hz. Hârûn’un nebîliği ancak rahmetten doğmuş idi. Çünkü Mûsâ (a.s.) karakter olarak haşîn ve dîn yönünden aşırı katı idi. Konuşması da çok açık ve anlaşılır değildi. Hz. Hârûn ise, güzel ve sâkin bir ahlâk ve açık ve anlaşılır bir lisân sahibi olduğundan, karakteri ve açık ve anlaşılır konuşması ile da’vet işinde kendisine yardımcı olması ve da’vetin daha iyi anlaşılabilmesi için, Mûsâ (a.s.) kardeşi Hârûn (a.s.)’ın da’vette iştirâkini Hak’tan talep etti. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de cenâb-ı Mûsâ’dan naklen beyân buyuruluyor:
(Tâhâ, 20/25-35)
“Kâle rabbişrah lî sadrî. Ve yessir lî emrî. Vahlül ukdeten min lisânî. Yefkahû kavlî. Vec’al lî vezîren min ehlî. Hârûne ahî. Uşdud bihî ezrî. Ve eşrikhu fî emrî. Key nusebbihake kesîrâ. Ve nezkureke kesîrâ. İnneke künte binâ basîrâ.”
“Rabbim benim göğsümü genişlet.” dedi. Ve bana işimi kolaylaştır. Ve dilimden düğümü çöz. Sözlerimi idrâk etsinler. Ve âilemden bana bir yardımcı kıl. Kardeşim Hârûn. Onunla, gücümü artır. Ve onu, işimde bana ortak kıl. Seni, çok tesbîh etmemiz için. Ve Seni, çok zikredelim. Muhakkak ki Sen, bizi görensin.”
Bundan dolayı Hz. Hârûn’un da’vet işinde ve nebîlikte iştirâki Hz. Mûsâ’ya Hak’tan rahmet oldu. Ve Hz. Hârûn cenâb-ı Mûsâ’dan yaşça büyük idi. Fakat nebîlik i’tibârı ile Hz. Mûsâ, ondan büyük idi. Çünkü onun nebîliği asâleten ve Hz. Hârûn’un nebîliği ise iştirâken idi.
Bundan dolayı Hz. Hârûn, küçük kardeşi olan cenâb-ı Mûsâ’ya kardeşlik rahmeti kâidesince, nebîlikle iştirâk etmesinde önce de rahîm idi. Fakat nebîliğinin olmayışı dolayısıyla davette yardımcı değil idi. Onun için Mûsâ (a.s.) “Ve eşrikhu fî emrî” (Tâhâ, 20/32) ya’nî “Onu benim da’vet işimde ortak kıl!” münâcâtıyle Hak’tan da’vet işinde de onun kendisine yardımcılığını talep etti.
Bundan dolayı Hârûn (a.s.)’ın vücûdu hem hálk ediliş olarak hem de da’vet olarak Hz. Mûsâ’ya rahmet oldu. Ve cenâb-ı Hârûn’un nebîliği, rahmet hazretinden gerçekleştiğinde, kardeşi Mûsa (a.s.)’a “Yâ ibn-i ümm” ya’nî “Ey anamın oğlu” diyerek annesinin aracılığı ile hitâp etti. Ana ve baba bir kardeş oldukları halde Hz. Hârûn’un babası vâsıtasıyla seslenmeyip de bu şekilde hitâp etmesi, kendi vücûdunun rahmet hazretinden olmasından dolayıdır.
Çünkü tabîî rahmetlerin en mükemmeli, annelik rahmetidir. Ve çünkü rahmet hükümde baba için değil, ana için daha çoktur. Ve eğer o tabîî rahmet, anada mevcût olmasaydı, çocuğunu terbiye etmek gibi, gâyet ağır bir vazîfenin yerine getirilmesine sabretmezdi. Çünkü gece uykularını fedâ etmek ve onun vakitli vakitsiz kirlerini temizlemek ve türlü eziyetlerine tahammül etmek, ancak merhametin üste çıkmasıyla olur. Bu tabîî merhamet olmasa, annenin bu azâba tahammül etmesi imkânsızdır.
İşte Hârûn (a.s.) zâtî ve tabîî rahmet ile kendisine ülfet etmiş olan annesinin ismiyle Hz. Mûsâ’ya hitâp ettikten sonra: “Sakalımı ve saçımı tutma!” (Tâhâ, 20/94) ve “Düşmanlarımı güldürme!” (A’râf, 7/150) dedi. Çünkü Mûsâ (a.s.) Tûr’a gidip kavmin içinde bulunmadığı zaman, Tâhâ sûre-i şerîfesinde beyân buyurulduğu üzere, Benî İsrâil, Sâmirî’nin i’mâlâtı olan buzağıya tapmaya başlamışlar ve Hârûn (a.s.) Benî İsrâil arasına nifak düşeceği korkusuyla onları buzağıya tapmaktan men’ etme konusunda aşırı bir şekilde üstelememiş ve Hz. Mûsâ’nın dönüşünü beklemiş idi. Mûsâ (a.s.) Tûr’dan döndüğü zaman, Benî İsrâîl’i bu halde görünce gazab edip:
“Bunları bu halden niçin men’ etmedin? “diye kendisinden yaş olarak büyük olan cenâb-ı Hârûn’un saçını ve sakalını tutup çekmiş idi. Bundan dolayı cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ”nın gazabına karşı, rahmetin gereklerinden olan ma’nâlar ile hitâp etti. Şu halde onun bu sözü Mûsâ (a.s.) için, rahmânî rahmet nefeslerinden bir nefes oldu.
Ve bunun sebebi, levhâlardan, onun iki elinde olan şeye bakmakta sebât etmeyişidir ki, ellerinden onları attı. Eğer onlara sâbit bir bakış ile baksaydı, onlarda hüdâ ve rahmeti bulur idi. Şimdi hüdâ, bu gerçekleşen olaydaki husûsun beyânı idi ki, Hârûn’un kusurunun olmadığı bir şeyden dolayı Mûsâ’yı öfkelendirdi. Ve rahmet, kardeşine idi. Şimdi büyüklüğü ve ondan daha yaşlı olması ile berâber, kavminin önünde onun sakalını tutmaz idi. Bundan dolayı bu, Hârûn’dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu; çünkü Hârûn’un nebîliği Allah’ın rahmetindendir. Böyle olunca ondan ancak bunun benzeri çıkar (2).
Burada gerek A’râf sûresinde ve gerek Tâhâ sûresinde haber verilen olayın özet olarak beyânı gerekti. Bilinsin ki, Mûsâ (a.s.) Tûr’a gittiği zaman, onun ümmetinin fertlerinden biri olan Sâmirî, keşf yolu üzere, ata binmiş olduğu halde Cebrâîl (a.s.)’ın cisimlenmiş sûretini müşâhede etmiş ve onun atının bastığı yerden bir avuç toprak almış idi. Sâmirî, Sâmire kabîlesine mensûp Mûsâ b. Zafer isminde bir şahıstır.
Daha sonra bu şahıs, Hz. Mûsâ tarafından vekîl olarak bırakılan Hârûn (a.s.)’a mürâcaatla “Beni İsrâîl, Mısır’dan çıkışlarından önce, kıbtîlerden düğün ve bayram için ödünç aldıkları küpe, gerdanlık ve bilezik v.s. benzeri değerli eşyâları aralarında alıp satıyorlar. Bu hal ödünç alınmış mallarda tasarruf demek olup bu şekilde devâm etmesi uygun değildir. Bunların hepsini toplayıp yakalım” dedi. Hârûn (a.s.) bu meşrû’ teklîfi uygun buldu.
Bu değerli eşyâların hepsini toplayıp Sâmirî eritti ve kendisinin kuyumculukta ustalığının da olmasıyla bu ma’denden bir buzağı şekli i’mâl etti. Ve eritme işlemi esnâsında aldığı bir avuç toprağı o eriyiğe karıştırdı. O buzağıdan ses çıktı. Çünkü Sâmirî Hz. Cibrîl’in hayât sıfatının mazharı olduğuna keşf yoluyla vâkıf olmuş olduğundan, onun atının bastığı yerde de bu hayât sırrının sirâyet etmesini idrâk etmiş idi. Benî İsrâîl’in senelerden beri ünsiyyet alışmış oldukları putperestlik meylinden istifâde ederek Beni İsrâil’e “İşte bu sizin ve Mûsâ’nın ilâhıdır” diye onları dalâlete düşürdü ve ayarttı ve onlar da bu buzağıya tapmaya başladılar.
Hârûn (a.s.) her ne kadar onlara “Ey insanlar, bu buzağı sebebiyle fitneye düştünüz; buna tapmayın, sizin Rabb’iniz Râhmân’dır. Bana tâbi’ olun; ve benim emrime itâat edin!” dedi ise de onlar: “Biz Mûsâ dönünceye kadar, mutlaka buzağıya tapmaya devâm edeceğiz” diye cevap verdiler.
Mûsâ (a.s.) Tûr’da iken Hak Teâlâ hazretleri ona: “fe innâ kad fetennâ kavmeke min ba’dike ve edallehümüs sâmiriyy” (Tâhâ, 20/85) ya’nî “Senden sonra biz kavmine fitne ilkâ ettik ve Sâmirî onları dalâlete düşürdü” buyurdu. Mûsâ (a.s.), gazab ve hüzün ile kavmine dönüp olanları gördüğünde:
“Benden sonra ne fenâ amel ettiniz” deyip Tûr’dan getirdiği Tevrât levhâlarını hiddetle elinden yere attı. Ve cenâb-ı Hârûn’un saçından ve sakalından tutup çekti. Hârûn (a.s.) da yukarıda anlatıldığı şekilde Mûsâ (a.s.)’ın gazabına karşı rahmetin gereklerinden olan ma’nâlar ile hitâp edip cevâp verdi. Rivâyet edilir ki Tevrât levhaları parçalara ayrılmış olarak yedi parça idi. Cenâb-ı Mûsâ’nın hiddetle elinden atmasından sonra altı parçasını yerden kaldırdı ve bir parçası yerde kaldı.
“Ve lemmâ sekete an mûsel gadabu ehazel elvâha, ve fî nushatihâ hüden ve rahmetün lillezîne hüm li rabbihim yerhebûn” ya’nî “Ve Mûsâ’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. Onun (bir) nüshasında hüdâ ve rahmet vardır. Ve o, Rab’lerinden korkan kimseler içindir” (A’râf, 7/154) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu şekilde, Hz. Mûsâ’nın gazabı geçtiğinde, yere attığı levhaları yine eline aldı. Ve bu kalan levhalarda hüdâ ve rahmet yazılı idi.
Şimdi Hz. Mûsâ’nın kardeşi cenâb-ı Hârûn’a karşı olan gazabının gözükmesinin sebebi, elinde olup yere attığı levhaların içeriğine dikkâtli bir bakışla bakmaması oldu. Çünkü fikri, ilâhi haberler üzerine kavminin dalâlet hâli ile meşgûl idi. Ve fikir bir şeyle meşgûl olduğu zaman, göz gördüğü şeye tamâmıyla konsantre olmaz.
Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) eğer levhalara dikkâtli bir bakış ile baksa idi, levhalarda yazılı olan hüdâ ve rahmeti görür ve Hârûn (a.s.) üzerine gazab sıfatıyla gözükmezdi. Çünkü levhalarda yazılı olan hüdâ Hz. Mûsâ’yı gazablandıran gerçekleşen olaydaki husûsun beyânı idi. Ve gerçekleşen olaydaki husûs ise Hz. Hârûn’un Benî İsrâîl’i dalâlete düşürmekten yana suçsuz olması idi.
Çünkü kavminin Sâmirî tarafından dalâlete düşürüldüğü Hak tarafından kendisine haber verilmiş ve şu halde, cenâb-ı Hârûn’un bu husûsta aslâ bir katkısı olmamış ve hüdâ yolu ise hakedenlerin cezâlandırılmasını gerektirmiş iken, Mûsâ (a.s.)’ın levhalara dikkatle bakmayıp hüdâyı görmemesi gazab göstermesine sebep oldu. Ve aynı şekilde levhalarda yazılı olan rahmet dahi kardeşine olan rahmet idi. Eğer levhalara dikkâtle baksaydı, kavminin huzûrunda kendinden daha yaşlı olan cenâb-ı Hârûn’un büyüklüğü ile berâber sakalından tutmaz idi.
Bundan dolayı bu “Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma!” (Tâhâ, 20/94) ve “Benim düşmânlarımı güldürme!” (A’râf, 7/150) sözü cenâb-ı Hârûn’dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu. Çünkü Hz. Mûsâ’nın bu tutup çekmesi sebebiyle onun düşmanlarının cenâb-ı Mûsâ’ya ileri geri konuşmaları muhtemel idi. Cenâb-ı Hârûn, Mûsâ (a.s.)’ın düşmanlarının kendi yüzünden gülmelerini istemedi. Bu, Hz. Mûsâ’ya onun şefkâtidir. Ve Hârûn’un nebîliği Allâh’ın rahmetinden olduğu için, Hz. Mûsâ’ya levhalarda olan rahmet ile konuştu ki, ondan ancak rahmet ve şefkate bağlı bir söz çıkar.
Daha sonra cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ’ya: “haşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâîle” (Tâhâ, 20/94) ya’nî “Ben senin Benî İsrâîl arasına nîfak düşürdün demenden korktum ki, sen beni onların nîfakına sebep kılarsın” dedi. Çünkü buzağıya tapmak onların arasına ayrılık düşürdü. Sâmirî’ye tâbi’ olarak ve ona taklît ederek, onlardan buzağıya tapanlar oldu. Ve bunun hakkında kendisine sorulmak üzere, Hz. Mûsâ’nın onlara dönüşüne kadar, buzağıya ibâdet etmekte tereddütte olanlar oldu. Bundan dolayı Hârûn (a.s.), onların arasındaki ayrılık kendisine bağlanır diye korktu (3).
Ya’nî Hz. Mûsâ, cenâb-ı Hârûn’a “yâ hârûnu mâ meneake iz reeytehum dallû. Ellâ tettebiani, e fe asayte emrî” (Tâhâ 20/92-93) ya’nî “Ey Hârûn, mâdem ki sen onların dalâlete düştüklerini gördün; bana tâbî olmaktan seni engelleyen ne idi? Yoksa bana âsi mi oldun?” dediğinde, Hârûn (a.s.) “yebneumme lâ te’huz bi lihyetî ve lâ bi re’sî” (Tâhâ, 20/94) ya’nî “Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma!” dedikten sonra “innî haşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâîle” (Tâhâ, 20/94) ya’nî “Gerçekten ben, senin, “İsrâiloğulları arasında fırkalar oluşturdun” demenden korktum” dedi.
“Sen beni onların nîfakına sebep kılarsın” sözü, Kur’ân-ı Kerîm’de cenâb-ı Hârûn’dan nakledilen sözlerden biri değildir; Fusûs‘un ibâresidir.Hz.Şeyh (r.a.) “ferrakte beyne benî isrâîle” ya’nî “İsrâiloğulları arasında fırkalar oluşturdun” sözünü îzâh için söylemiştir.
Çünkü Sâmirî buzağıyı i’mâl ettiği zaman Beni İsrâîl’e: “hâzâ ilâhuküm ve ilâhu mûsâ” (Tâhâ, 20/88) ya’nî “İşte bu sizin ve Mûsâ’nın ilâhıdır” demiş ve Benî İsrâîl fikren iki fırkaya ayrılarak, bir fırkası ânında Sâmirî’ye tâbi’ olup onu taklîd ederek buzağıya tapmaya başlamış ve bir fırkası da Hz. Hârûn’un engellemesi üzerine “Kâlû len nebreha aleyhi âkifîne hattâ yercia ileynâ mûsâ” (Tâhâ, 20/91) ya’nî “Biz Mûsâ bize dönünceye kadar her halükârda ona tapmaya devâm edeceğiz” deyip buzağının hakikâten kendilerinin ve Mûsâ’nın ilâhı olup olmadığını, Hz. Mûsâ’nın dönünce kendisinden sormak şartıyla buzağıya ibâdette duraklamışlar ve tereddüt etmiş idi.
Ya’nî bir kısmı şeksiz şüphesiz ve bir kısmı da şüphe ile o yapılan ilâha taptılar. Bu ise, kavgayı ve hattâ kan akmasını gerektirebilecek bir fırkalaşma idi. Hârûn (a.s.)’ın nebîliği Allâh’ın rahmetinden olduğu için “innemâ futintüm bihî ve inne rabbekümür rahmânu fettebiûnî ve etîû emrî” (Tâhâ, 20/90) ya’nî “Bu buzağı sebebiyle fitneye düştünüz; oysa sizin muhakkak Rabb’iniz Rahmân’dır.
Bana tâbi’ olun ve benim emrime itâat edin!” demekle yetinip aralarında kavga çıkmasından ve kan akmasından ve bu şekilde çok büyük ayrımların olmasından korktuğundan dolayı engellemesinde aşırıya gitmedi ve onlara olan bu hitâbı da rahmeti barındırmaktadır. Çünkü “inne rabbekümullah” ya’nî “Rabb’iniz Allah’tır” demedi, “rabbekümür rahmânu” ya’nî “Rabb’iniz Rahmân’dır” dedi. Çünkü “Allah” bütün isimleri toplamış olduğundan kahır ile de tecellî edici olur ve “Rahmân” ise, rahmetle tecellî edicidir.
Ve Mûsâ (a.s.) işi, Hârûn’dan daha iyi bilirdi. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ’nın kendisinden gayrı bir şeye ibâdet olunmamasını kazâ eylediğini bildiğinden dolayı, buzağıya tapanların ne şeye ibâdet ettiklerini bildi. Ve Allah Teâlâ bir şeye hükmetmiş olmasın ki, illâ o şey gerçekleşmiştir. Böyle olunca Mûsâ’nın, kardeşi Hârûn’a öfkesi, onun inkârında ve daha geniş düşünmemesindeki husûstan dolayı oldu. Çünkü ârif, Hakk’ı her şeyde müşâhede eden, belki onu her şeyin “ayn”ı gören kimsedir. Şimdi Mûsâ, her ne kadar yaşça ondan küçük idiyse de, Hârûn’u ilim terbiyesi ile terbiye ederdi (4).
Ya’nî Mûsâ (a.s.) “yâ hârûnu mâ meneake iz reeytehum dallû” ya’nî “Ey Hârûn, mâdem ki sen onların dalâlete düştüklerini gördün” (Tâhâ, 20/92) hitâbıyla Hârûn (a.s.)’ın saçını ve sakalını tuttu ve onun gazabı görünüşte buzağının ilâh olmasını inkâr yoluyla oldu.Ve nitekim Hârûn (a.s.) da, Hz. Mûsâ’nın gıyâbında buzağının ilâh olmasını inkâr etmiş idi. Ve zâhir ilmine göre onun ilâh olmasını inkâr etmek pek normal bir haldir.
Fakat Mûsâ (a.s.)’ın, işin hakikâtini Hz. Hârûn’dan daha fazla bilişi yönüyle, cenâb-ı Hârûn’un buzağıya ibâdeti inkâr ettiğini gördüğü ve bu ise hakîkât ilmine aykırı olduğu için, gazabının bâtınî sebebi bu idi. Çünkü Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ’nın kendisinden gayrı bir şeye ibâdet olunmamasına hükmettiğini bildi. Bundan dolayı buzağıya tapanların ne şeye taptıklarını bildi. Ve Allah Teâlâ neye hükmetmiş ise o şey muhakkak olur. Onun hükmünün tersinin ortaya çıkması ihtimâli yoktur.
Oysa Allah Teâlâ “Ve kadâ rabbüke ellâ ta’budû illâ iyyâhu” ya’nî “Rabb’in kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine hükmetti” (İsrâ, 17/23) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, kendisinden başka bir şeye ibâdet olunmamasına hükmetti.
Soru: Denildi ki: “Allah Teâlâ kendisinden başkasına ibâdet olunmamasına hükmetti ve onun hükmettiği şey muhakkak olur.” Oysa mecûsîler ateşe ve putperestler taştan ve tahtadan i’mâl ettikleri birtakım süretlere ve diğer kavimler de hayâl ettikleri sûretlere taparlar. Bu hal ilâhî hükmün gerçekleşmesinin tersine değil midir?
Cevâp: Nûh Fassı’nda îzâh edildiği ve ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, bütün eşyâ ilâhî isimlerin görünme yerleridir. Ve onların vücûdu, mutlak vücûdun kayıtlanmasından ve taayyününden ibârettir. Bundan dolayı putperestlerin taptıkları putlar dahi Hakk’ın mutlak vücûdunun kayıtlanması ve taayyünü olduğundan putperestler, onlara tapmakla Hakk’ın dışında birşeye tapmış olmazlar. Çünkü vücûdda O’ndan gayrı bir şey yoktur. Bundan dolayı ibâdet eden biri, ibâdet için hangi bir şeye yönelse, o ibâdet, hakikâtte Allah Teâlâ’ya dönük olur. Onların küfrü ancak mutlak olan Hakk’ı kayıtlamaktan ve sınırlamaktan kaynaklanmaktadır. İşte Sâmirî tarafından ilâh olarak edinilen buzağıya ibâdet dahi bu türdendir. Şu halde ne şeye ibâdet olunursa olunsun, Allah Teâlâ’nın kendisinden gayrısına ibâdet olunmaması hakkındaki hükmüne aykırı bir hâl gerçekleşmez.
Şimdi Mûsâ (a.s.)’ın kardeşi Hârûn (a.s.)’a karşı olan azarlaması onun buzağıya ibâdet edilmesine olan inkârından ve daha geniş düşünememesinden olan husûstan dolayı oldu. Çünkü ârif olan kimse Hakk’ı her şeyde görür ve belki Hakk’ı her şeyin “ayn”ı olarak müşâhede eder. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.), ondan yaşça küçük olmakla berâber, daha ârif olduğu için, Hârûn (a.s.)ı ilim terbiyesi ile terbiye eder idi.
Soru: Hârûn (a.s.) nebîlik işinde Mûsâ (a.s.)’ın ortağı olduğu halde, Benî İsrâîl buzağıya ibâdet ettikleri vakit, onun onlara inkârı ve buzağı ibâdetini havsalasına sığdıramaması, hâlin hakikâtine vâkıf olmamayı îcâb eder. Oysa bundan bir nebîyy-i zîşâna ilâhî bilgide noksanlık isnâd edilmesi lâzım gelir?
Cevap: Üzeyr Fassı‘nda da geçtiği üzere, nebîlik velâyetin zâhiri ve velâyet, nebîliğin bâtınıdır. Ve bir nebîye risâlet ilminden ümmetinin isti’dâdı kadar verilir; ne fazla ve ne de noksandır. Bundan dolayı risâlet ilminde nebîlere noksan isnâd edilmesi aslâ câiz değildir. Nitekim, Hârûn (a.s.)’ın buzağı ibâdetine inkârı nebîliği dolayısıyla kemâldir. Fakat hakikât ilmi, ki nebîler (aleyhimû’s-selâm) buna velâyet yönleriyle vâkıf olurlar, bu ilâhî bilgiye vâkıf oluşlarının olmayışı câiz olur ve Kur’ân-ı Kerîm’de beyân buyurulan Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm) kıssası bu câiz olmanın delîlidir. Ve nebîler (aleyhimü’s-selâm) “Tilker rusulü faddalnâ ba’dahüm alâ ba’din” ya’nî “İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine faziletli kıldık” (Bakara 2/253) âyet-i kerîmesi gereğince bir kısmı diğerleri üzerine faziletli olduklarından, Mûsâ (a.s.) yaşça küçük olmakla berâber, hâlin hakikâtine Hârûn (a.s.)dan daha ârif idi.
Ve bunun için Hârûn, ona dediğini dedikde, Sâmirî’ye döndü. Ona “Kâle fe mâ hatbuke yâ sâmiriyy” (Tâhâ. 20/95) yânî “Ey Sâmirî, murâdın nedir?” dedi ki, buzağı sûretine tahsîs ederek dalâlete düşürmekten yaptığın şeyde şânın nedir? Ve kavmin değerli takılarıyla bu heykeli yapmandan murâdın nedir? Tâ ki malları yönünden onların kalblerini ele geçirdin, demektir. Çünkü İsâ (a.s.) Beni İsrâîl’e: “Ey Benî İsrâîl, her insanın kalbi malının tarafındadır. Bundan dolayı siz mallarınızı semâda farz edin ki, kalbleriniz semâda olsun” dedi. Oysa ancak kalbler, bizzat tabîî bir şekilde ona mâil ya’nî meyilli olduğundan dolayı mala “mal” denildi. Böyle olunca kalbde ona ihtiyaçtan dolayı, o mal kalblerde çok büyük bir istenilendir (5).
Ya’nî Mûsâ (a.s.) Hârûn (a.s.)ı ilim terbiyesi ile terbiye ettiği için, cenâb-ı Hârûn Hz. Mûsâ’ya onun gazabına karşı “yebneumme lâ te’huz bi lıhyetî” ya’nî “Ey annemin oğlu! Sakalımı ve başımı tutup çekme” (Tâhâ, 20/94) sözünü söylediği zaman, Mûsâ (a.s.) Sâmirî’ye dönüp ona: Ey Sâmirî şânın ve murâdın nedir?” ya’nî “Mutlak İlâh’ın ibâdetinden özellikle buzağı sûretinde kayıtlı ilâha ibâdetine geçmen olan bu putta murâdın nedir?
Ve kavmin değerli takı ve ziynetlerinden bu heykeli, ya’nî kesîf cismi yapmandan amacın nedir? Tâ ki onların kalblerini mallarından dolayı ele geçirdin” dedi. Çünkü insanın kalbi malının bulunduğu tarafa meyillidir. Sâmirî de buzağıyı Benî İsrâîl’in elindeki değerli takılardan i’mâl ettiği için, onların kalbleri malları olan buzağı tarafına meyletti. Çünkü İsâ (a.s.) Benî İsrâîl’e hitâben:
“Her bir insanın kalbi, malının bulunduğu taraftadır. Böyle olunca siz mallarınızı semâda, ya’nî yücede farz edin; tâ ki kalbleriniz semâya, ya’nî yüceye, meyilli olsun” buyurdu. “Semâ”dan kasıt, ilâhî isimler semâsı ve “mal”dan kasıt da, isimlerin hazînelerinde gizli olan ilâhî tecellîler ve lütuflardır.
Oysa mala “mal” denilmesi ancak kalblerin bizzât, tabîî bir şekilde ona meylilli olmasından dolayıdır. Nitekim, “mâl canın yongasıdır” atasözü meşhûrdur. Bundan dolayı kalbde mala ihtiyâç hissi bulunduğu için, o mal kalblerde çok büyük bir istenilendir.
Bosnevî ve Ya’kûb Han nüshalarında ???? ?????? ???? ??????? ve Kâşânî, Bâli Efendi ve Dâvûd-ı Kayserî ve Tevîl-i Muhkem nüshalarında ???? ???????? şeklinde yazılıdır. Bu şekillere göre ma’nâ: “Oysa mala “mal” denilmesi, ancak kalblerin bizzât ibâdetle ona meyilli olmasından dolayıdır” olur. Çünkü mala meyledip onun tasarrufu altında bulunanlar mâlın kullarıdır. Ve mala kulluk etmeyi kabûl ile Hakk’ın ibâdetinden uzaklaşanlar pek çoktur.
Ve sûretlerin dâimiliği yoktur. Bundan dolayı eğer Mûsâ, onu yakmakla acele hareket etmese idi, buzağı sûretinin bozulması kaçınılmazdır. Şimdi onun üzerine gayret üstün geldi; onu yaktı. Daha sonra o sûretin külünü denize savurdu ve ona “İlâhına bak!” dedi. Şimdi onun ilâhî görünme yerlerinden bir yer olduğunu bildiğinden dolayı, tenbîh yoluyla öğretmek için, ona “ilâh” dedi. “Biz onu elbette yakarız” (Tâhâ 20/97) dedi (6).
Ya’nî Beni İsrâîl kesîf sûretlerin hiç birisinde dâimilik olmadığını ve bundan dolayı, o sûretlerden birisi olan buzağının sûretinin de fânî olduğunu bildikleri halde, sâdece mallarından i’mâl edilmiş olduğu için, kalbleri o sûrete meyledip taptılar. Ve pek tabîîdir ki sûretlerin dâimi-liği yoktur. Eğer Mûsâ (a.s.) o buzağı sûretini yakıp imhâ etmek husûsunda acele etmeseydi bile, âlemin diğer sûretleri gibi mutlakâ o sûret dahi ergeç kendi kendine bozulup gidecek idi.
Fakat Mûsâ (a.s.) üzerine gayret üstün geldiği için, onun imhâ edilmesi husûsunda acele edip o sûreti ateşte yaktı. Ve yaktıktan sonra onun külçe külçe olan külünü denizin içine savurdu. Çünkü Benî İsrâîl’in isti’dâdı “tenzîh”i gerektirmekteydi. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat dahi tenzîh üzerine idi. Ve tenzih ise, Kur’ân’ın ilmini değil, Furkân’ın ilmini gerektirir. Ve Kur’ân ilmi tenzîhde teşbîhi ve teşbîhde tenzîhi gerektirir.
İşte Mûsâ (â.s.)’ın meşrebinde tenzîh gâlip olmakla, kendisine gayret ya’nî buzağı sûretinin Hakk’ın gayrı olduğu ve Hakk’ın o sûretten münezzeh bulunduğu düşüncesi üstün gelerek, o sûretin imhâ edilmesinde acele etti ve onu yaktı. Ve Mûsâ (a.s.)’a bu tenzîh ve gayret üstün gelmekle berâber, buzağı sûretinin ilâhî görünme yerlerinden bir görünme yeri olduğuna da ilmi var idi. Fakat bu teşbîh yönü gâlip değil idi. İşte bu hakîkati de tenbîh yoluyla öğretmek için Sâmirî’ye hitâben “vanzur ilâ ilâhikellezî zalte aleyhi âkifen, le nuharrikannehu” (Tâhâ, 20/97) ya’nî “Israrla taptığın ilâhına bak ki, biz onu elbette yakarız” dedi. Ve o buzağı sûretini “ilâh” ile isimlendirdi. Ve onun buzağı sûretini yakmasının hikmetine gelince:
Çünkü Allah Teâlâ’nın onu insana itâatkâr kılışı yönüyle, insanın hayvâniyyeti için, hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf vardır. Ve bu husûs böyle iken halbuki buzağının aslı hayvândan değildir. Bundan dolayı itâat etmesinde hayvandan daha fazla kolaylığı vardır. Çünkü hayvanın gayrıdır. Onun için irâde yoktur. Belki iş, onun hiç i’tirâzı olmaksızın kendisinde tasarruf eden kimsenin hükmüyledir (7).
Ya’nî Allah Teâlâ’nın, hayvanın hayvâniyyetini insana itâatkâr kılışı yönünden, insanın hayvâniyyeti için hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf vardır. Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı” (Câsiye, 45/13) ya’nî “Göklerde ve yerde olan mahlûkâtı sizin için emre âmâde kıldı” buyurur. İnsan türü yeryüzündeki mahlûkların hepsinde tasarruf etmekle berâber, gökte uçan kuşları da hükmüne itâatkâr kılar.
Ve günümüzde görüldüğü üzere bilimdeki ilerlemeler sebebiyle gökte uçar ve sun’i bulutlar oluşturur. Ve insan-ı kâmilin ve his ehlinden olan noksan insanın yerde ve gökte başka türlü tasarrufları dahi vardır ki, erbâbının ma’lûmudur.
Buzağı üzerindeki tasarrufa gelince: Onun aslı hayvan cinsinden değildir. Ma’denden ibâret olan ziynetlerden yapılmış bir sûrettir ve hayvanın gayrıdır. Bundan dolayı insanın elinde hayvândan daha fazla emre âmâdedir. Çünkü onun hayvan gibi irâdesi olmadığı için, insan onu ne şekil ve vaziyete koysa, aslâ kendisinden aykırı bir şey gözükmeksizin onun tasarrufuna tâbi’ olur.
Bundan dolayı ma’denlerin boyun eğme ve teslimiyet husûsunda hayvandan daha fazla kolaylığı vardır. Oysa insanın hayvâniyyeti, hayvanın hayvâniyyetinde de tasarruf ederse de, hayvanın irâdesi olduğu için, insanın tasarrufuna muhâlefet eder. Ve insan, hayvanı birtakım âletler ve aldatmaca ve tuzaklar ile zabtedip, onu kendi irâdesi çerçevesinde hareket etmeye bırakmaz.
İşte insanın hayvâniyyeti, hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf edici olunca, aslı hayvan cinsinden olmayan buzağı üzerinde elbette onun hiçbir i’tirâzı olmaksızın istediği şekilde tasarruf eder; çünkü o ma’dendir. Bundan dolayı Mûsâ (a.s.) hayvan hakkında revâ görmeyeceği bir tarz ile ya’nî yakmak sûretiyle buzağıyı imhâ etti. Gerçi Mûsâ (a.s.) onu kırıp parçalamak sûretiyle de imhâ edebilirdi. Fakat yakarak imhâ etmeyi uygun gördü. Çünkü Mûsâ (a.s.), nûrânî tecellîyi âteş süretinde müşâhede etmiş idi. Ve ona ateş sûretinden gördüğü ağaçtan “innî enallâhu” ya’nî “Muhakkak ben Allah’ım” (Kasas. 28/30) hitâbı gelmiş idi. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur. Beyt:
Tercüme:
“Sen ol bir nûrsun Mûsâ’ya derdin
Hudâyım ben, Hudâyım ben, Hudâyım”
Ve diğer bir beyt-i şerîflerinde de kendilerine olan bu tecellîye işâret olarak buyururlar. Beyt:
Tercûme:
“Ateşten ağacı gördüm, dedi: “Ben işte cânânem”
Beni çağırdı âteş gâlibâ İmrân’ın Mûsâ’sıyem
Düşüp tîhe belâ çektim ve tattım menn ü selvâyı
Tamam kırk yıl ki Mûsâ gibi sahrâlarda dönmekteyem”
İşte Mûsâ (a.s.), bu sebebe dayanarak ateşi buzağı sûretine Mûsâllat etti ve yakıp külünü denize savurdu. Ve bu fiili ile Hak Teâlâ hazretlerinin böyle bir tecellîsi gerçekleştiğinde sûrî çoklukların buzlar gibi eriyeceğini ve maddesel zerrelerin hepsinin kül gibi savrulup yok olacağını gösterdi. Nitekim ölüm dediğimiz hal, bunun her an gördüğümüz apaçık şâhididir.
Çünkü ölüm, zâtî tecellîdir. Ölüm korkusu ile titreyenler, ancak bizim gibi vehmî vücûdunun kendi malı olduğunu zannedenlerdir. Bu vehimden kurtulup hakîkî mû’min bulunan evliyâullah ise bu tecellînin isteklileridirler. Nitekim hadis-i şerîfte “Ölüm mü’mine en kıymetli hediyedir” buyurulmuştur.
Ve hayvana gelince, o irâde ve garaz sâhibidir. Bundan dolayı ba’zen, ba’zı itâat ettirmede ondan istenileni yapmama gerçekleşir. Şimdi ondan bunun kuvveti gözükecek olursa, insanın ondan istediği şey için, ondan dikbaşlılık gözükür ve eğer onun bu kuvveti olmazsa, yâhut hayvanın garazına uygun olursa, ondan onu istediği şey için kabûl edici olarak boyun eğer. Nasıl ki insan, Allâh’ın onunla yükselttiği şeyde, ondan umduğu mal yönünden, kendisinin benzerine boyun eğer. Öyle mal ki ba’zı hallerde ondan “ücret” olarak söz edilir. Ve onun sözünde “ve refa’nâ ba’dahüm fevka ba’dın derecâtin li yettehıze ba’dühüm ba’dan suhriyyen” (Zuhrûf 43/32) yâ’nî “Biz onların ba’zısını ba’zısının dereceleri üzerinde yükselttik; tâ ki onların ba’zısı ba’zısının emrinde çalışmayı kabûl etsinler” buyrulmuştur. Şimdi onun benzeri olan kimse, ona insâniyyetinden değil, ancak hayvâniyyetinden itâat edici olur. Çünkü iki benzer zıttırlar. Bundan dolayı onu, mal veyâ mevkî ile derece olarak daha yüksek olan, insâniyyeti ile itâatkâr eder. Ve bu diğeri ona, insâniyyetinden değil, ya korkudan ya da tamah ederek hayvâniyyetinden itâatkâr olur. Şu halde kendi benzeri olan ona itâatkâr olmadı. Kara hayvanları arasında uyuşmazlıktan gerçekleşen şeyi görmez misin? Çünkü onlar benzerdirler ve benzerler zıtlardır. Ve bunun için “ve refea ba’daküm fevka ba’dın derecâtin” ya’nî “ba’zınızın derecelerini diğer bir kısmınızın üstüne yükseltti”(En’âm 6/165) dedi. Böyle olunca o, onun derecesinde onunla berâber değildir. Bundan dolayı, itâat ettirme dereceler yönünden gerçekleşti (8).
Ya’nî ma’denlerde irâde olmadığı için, hiç i’tirâz etmeden kendisinde tasarruf eden kimsenin hükmüne tâbi’ olur. Hayvana gelince, onda irâde ve garaz olduğundan, kendisinde tasarruf etmek isteyen kimsenin ba’zı tasarruflarına ba’zı zaman muhâlefet eder. Bundan dolayı hayvan, kendisinde mevcût olan irâde ve garazı göstermek için, kendisinde kuvvet bulacak olursa, insanın irâdesine karşı dikbaşlılık eder.
Örneğin ba’zı atlar vardır ki, ancak sâhibinin üstüne binmesine izin verir; onun dışındakilerin binmesi irâde ve garazına uygun değildir. Eğer ona yabancı bir kimse binmek ister ve onu zaptedemeyecek kadar da acemi olur ise, o at irâde ve garazını göstermek için kendinde kuvvet bulacağından, o yabancıya karşı dikbaşlılık edip üstüne bindirmez. Ve eğer hayvanda irâde ve garazını gösterecek kuvvet bulunmazsa, ya’nî yabancı binici, usta olup o atı zaptedebilirse veyâhut insanın garazı, hayvanın garazına uygun olur ise, ya’nî ancak sâhibinin binmesine izin veren o ata sâhibi binecek olursa, hayvan kabûl edici olarak boyun eğer ve itâatkâr olur.
Nitekim, Allah Teâlâ hazretleri bir insanı “mevkî” gibi zâhirî ve “ilim” gibi bâtınî bir derece ihsânıyla yükseltir. Ve derecesi yükseltilmiş olan bir insana, onun benzeri olan diğer bir insan, ondan mal ve ilim umduğu için, boyun eğici olur ve onun tasarrufu altına girer ve o umulan mala ba’zı hallerde “ücret” ta’bîr edilir.
Ya’nî bir mevkî sâhibine hizmetkâr olan bir kimse mal karşılığında onun emrine boyun eğer ki, bu halde o mala “ücret” ismi verilir. Ve umulan mala ba’zı hallerde ücret ismi verilmez. Örneğin bir kimse kendisiyle münâsebeti bulunan mevkî sâhibi veyâ zengin bulunan bir adama, bana ihsân eder veyâ ihtiyâcım olduğu bir zamanda bana borç verir düşüncesiyle onu gücendirmemek için emrine itâat eder.
Ve bu derece yüksekliği Hak Teâlâ hazretlerinin “ve refa’nâ ba’dahüm fevka ba’dın derecâtin li yettehıze ba’dühüm ba’dan suhriyyen” (Zuhrûf, 43/32) ya’nî “Biz onların ba’zısını ba’zısının dereceleri üstüne yükselttik; tâ ki onların ba’zısı ba’zısını itâat edilen edinirler” sözünde beyân buyurulmuştur
Şimdi mevkî sâhibi olan bir insana, kendi gibi bir insan olan kimsenin itaât etmesi, o tâbi’ olan şahsın insâniyyeti yönünden değil, belki hayvâniyyeti yönünden kaynaklanır. İnsâniyyeti yönünden tâbiî olmak ve tâbiî olunmak mümkün değildir. Çünkü her iki insan birdiğerinin benzeri ise de başka başkadır. Ve birdiğerinden başka olan iki benzer ise zıttırlar. Ve iki zıt ise, “İki zıt birleşmez” kâidesince bir arada olmazlar.
Bundan dolayı kadri ve derecesi mal ve mevkî ile daha yüksek olan kimse, diğer şahısları insâniyyeti ile itâat ettirir ve ona tâbi’ ve itâat etmiş olanlar ise, insâniyyetleri yönünden değil, belki korkudan ve tamah ederek hayvâniyyetleri yönünden itâatkâr ve tâbi’ olurlar. Böyle olunca bir insan kendi gibi olan bir insana tâbi’ olmamış ve boyun eğmemiş olur. Her ne kadar perde ve gaflet ehli, bir insanın diğer insana tâbi’ olduğunu zannederlerse de, bu tâbi’ olmak ve tâbi’ olunmak mes’elesinin iç yüzü bahsedildiği şekildedir.
Kara hayvanları arasındaki uyuşmazlığı görmüyor musun? Hiçbirisi diğerinin tasarrufu altına girmek istemez ve aralarında her an kavga eksik değildir. Çünkü birisi diğerinde tasarruf etmek ister, diğeri ise ona karşı dikbaşlılık eder. Çünkü onlar hayvâniyyette birdiğerinin benzeridir ve benzer olanlar ise birdiğerinin zıttıdırlar. Meğer ki iki hayvanın garaz ve irâdeleri birdiğerine uygun düşsün; o zaman biri diğerine boyun eğici olur.
Ve örneğin dişi hayvan irâde ve garazına uygun düştüğü zaman, erkek hayvanın münâsebetine müsâade eder; aksi halde dikbaşlılık eder. Ve birdiğerinin benzeri olup zıt olanlar, birbirine boyun eğmedikleri için, Hak Teâlâ hazretleri insana hitâben “ve refea ba’daküm fevka ba’dın derecâtin” (En’âm, 6/165) ya’nî “Allah Teâlâ ba’zınızı ba’zınızın dereceleri üzerine yükseltti” buyurdu. Böyle olunca tâbi’ olan tâbi’ olunanın derecesinde onunla berâber değildir ve tâbi’ olunan derecede tâbi’ olandan daha yüksektir. Bundan dolayı itâat ettirme, dereceden dolayı gerçekleşir.
Ve teshîr ya’nî itâat ettirme iki kısım üzerinedir. Biri itâat ettiren için murâd olan itâat ettirmedir ki, itâat eden şahsı itâat ettirmede zorlayıcıdır. Her ne kadar insâniyyette onun benzeri ise de, efendinin köleyi itâat ettirmesi gibidir. Ve her ne kadar onun için benzer iseler de, sultanın idâresi altındakileri itâat ettirmesi gibidir. Şimdi onları derece ile itâat ettirdi. Ve diğer kısım, hâl ile itâat ettirmedir. İdâresi altında olanların meliki itâat ettirmeleri gibidir ki, onlardan zulmü men’ etmekte ve onların himâyelerinde ve onlara düşmanlık eden kimsenin öldürülmesinde ve onların mallarını ve nefislerini onların üzerine, onun muhâfazasında, onların emriyle kâimdir. Ve bunun hepsi idâre altındakiler tarafından hâl ile itâat ettirmedir ki, meliklerini bunlarda itâat ettirirler. Ve hakîkatte “mertebenin itâat ettirmesi” olarak isimlendirilir. Şimdi mertebe onun üzerine bunlar ile hükmetti. Böyle olunca meliklerden ba’zısı kendi nefsi için çalıştı ve onlardan ba’zısı bu işe ârif oldu. Bundan dolayı bildi ki, mertebe ile kendi idâresi altındakilerin itâat ettirmesindendir. Şimdi onların değerlerini ve haklarını bildi. Böyle olunca Allah Teâlâ, bunun üzerine ona, işe bulunduğu hâl üzere ârif olan âlimlerin mükâfatını ücret olarak verdi. Ve Allah Teâlâ kullarının işlerinde olduğundan dolayı, bunun benzeri mükâfat, Allah üzerine olur. Şimdi âlemin tamâmı onun üzerine itâat ettirilen ismi verilmesi mümkün olmayan Hakk’ın zâtını itâat ettiricidir. Ve Hak Teâlâ “külle yevmin hüve fî şe’nin” (Rahmân, 55/29) ya’nî “O her anda bir iştedir” buyurdu (9).
Ya’nî “teshîr-itâat ettirme” iki kısım üzerine olur: Bir kısmı, itâat ettiren kimseye isnâd olunan itâat ettirmedir ki, kendisine itâat eden ve tâbi’ olan şahsı itâat ettirmesinde zorlayıcıdır. Ya’nî bu kısım itâat ettirme, zorlayıcı itâat ettirmedir. Nitekim, bir köle insâniyyette efendisinin ve idâre altındakiler de pâdişahlarının benzeri iseler de efendi kölesine ve pâdişâh idâresi altındaki fertlerden birisine bir şey emrettiği ve teklîf ettiği zaman, onlar zorunlu olarak kendi keyif ve irâdelerini terk ederler ve köle efendisinin, idâre altındakiler de pâdişâhının irâdesine tâbi’ ve itâatkâr olurlar.
Bundan dolayı efendi kölesini ve pâdişâh idâresi altındakileri derece ile itâat ettirirler. Ve itâat ettirmenin diğer kısmı, hâl ile itâat ettirmedir. Bu da idâre altındakilerin pâdişâhı itâat ettirmesi gibidir ki, pâdişâh idâresi altındakilerden zulüm ve cefâyı engellemek ve onları himâye etmek ve idâresi altındakilere düşmanlık eden milletler ile savaşmak ve onların mallarını ve canlarını muhâfaza etmek husûslarında idâresi altındakilerin emriyle kâimdir.
Bu sayılan işlerin hepsi, idâre altında olanlar tarafından hâl ile itâat ettirmedir ki, pâdişâhlarını bu işlerde itâat ettirirler. Ve pâdişâh bu husûslarda idâresi altındakilerin itâat edeni ve tâbi’idir. Bu itâat ettirme zâhirde hâl ile itâat ettirme ise de, hakîkatte mertebenin itâat ettirmesidir ve bu mertebe de saltanat mertebesidir. İşte bu saltanat mertebesi pâdişâhın üzerine bahsedilen bu işlerin hepsiyle hükmetti. Ve pâdişâh da kendi saltanat mertebesinin gereğine tâbi’ ve itâatkâr oldu.
Şimdi pâdişâhlardan ba’zısı kendi nefsi için çalıştı. Ya’nî idâresi altındakilerin mal ve canları korunsun ve onların mallarından ve servetinden istifâde edeyim ve idârem altındakiler kuvvetli olsun, onlar vâsıtasıyla iç ve dış düşmanlarımdan intikâm alayım ve azimü’ş-şân bir pâdişâh olup kimseler bana karşı çıkmaya cesâret edemesin” diyen bir pâdişâh kendi nefsi için çalışır.
Ve pâdişâhlardan ba’zısı bu işe ârif olarak, kendi mertebesi ile idâresi altındakilerin bu itâat ettirmesinde olduğunu ve bundan dolayı onların değerlerini ve haklarını bildi. Bu takdirde Allah Teâlâ hazretleri onun bu irfânı üzerine o pâdişâha, işin hakîkatine ârif olan âlimlerin mükâfatını mükâfat olarak verdi.
Ve Allah Teâlâ kullarının işlerinde ve fiillerinde ve amellerinin sûretlerinde tecellî edici olduğu için, onlarda Hakk’ı müşâhede eden ve kulların zâhiri dolayısıyla, Hak Teâlâ’nın itâat ettirmesinde bulunduğunu bilen böyle bir ârif sultânın mükâfatı Allah üzerinedir. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri, kullarının işleri ve onların ihtiyaçlarının yerine getirilmesi üzerinedir. Bir kimse nefsinin istemesinden dolayı olmayıp ancak Allah için bununla kâim bulunursa, şüphesiz böyle bir kimsenin mükâfâtı Allah üzerine olur.
Şimdi âlemin tamâmı Hakk’ın zâtını itâat ettiricidir. Fakat âlem Hakk’ın zâtını itâat ettirmekle berâber O’na “Müsahhar” ya’nî “Tâbi olan” ismini vermek mümkün değildir. Ve Hak Teâlâ “külle yevmin hüve fî şe’nin” (Rahmân, 55/29) yâ’nî “O her anda bir iştedir” buyurdu. Bu şân ise, ancak kullarının işleridir.
Bilinsin ki, diğer fasslarda da birçok kere beyân buyurulduğu üzere hakîki vücûd, ancak Hakk’ın bir olan latîf vücûdundan ibârettir. Bu hakîkî latîf vücûd sonsuz isimleri dolayısıyla, kesâfet mertebelerine tenezzül edip muhtelif sûretler ile taayyün etmiş ve kayıtlanmıştır. Bundan dolayı kulların işlerinde vücûd ve hakîkat yönünden tecellî edici olan ancak Hak’tır; aslâ ortada gayr yoktur.
Gayrılık ismi onun taayyün ve kayıtlanması yönünden olur. Ve İlyâs Fassı’nda “Vücûd”un etken ve edilgen kısımlarına kısımlanmış olduğu beyân edilmiş idi. Ya’nî Hakk’ın bir olan ayn’ı bir i’tibâr ile “etken” ve bir i’tibâr ile “edilgen”dir. Âlem Hakk’ın zâhiri olup edilgendir ve Hak ise âlemin bâtını olup etkendir. Bundan dolayı itâat ettiren ve itâat ettirilen ancak Hakk’ın kendi nefsidir ve gayr yoktur ki Hak, onun itâat edeni olsun.
Örnek: İnsanın şahsı bir olan ayn’dır ve insanın bâtını onun endîşesidir ve zâhiri onun cismidir. Ve bu zâhir cisim, endîşesiyle harekettedir. Ve bâtını “Kalk yazı yaz!” demedikçe, zâhir eli kalemi alıp yazı yazmaz. Bundan dolayı bâtını etken ve cismi edilgen olmuş olur. Çünkü bâtını zâhirinde te’sîr eder. Bununla berâber gerek etken ve gerek edilgen o şahsın bir olan ayn’ıdır. İşte bunun gibi insanın zâhiri olan cismi, bâtını olan endîşesinin itâat edeni ve tâbi’idir; ve bâtını olan endîşesi de zâhiri olan cisminin itâat ettireni ve tâbi’ olunanıdır. Şu halde itâat ettiren ve itâat ettirilen, ancak şahsın bir olan ayn’ından ibârettir. Burada gayrın vücûdu yoktur.
Şimdi Mûsâ’nın buzağı üzerine Mûsâllat olması gibi, buzağıya tapanlar hakkında, buzağı üzerine Mûsâllat olarak sözünü geçirmek ile Hârûn’un engellemeye kuvvetinin olmayışı, her bir sûrette ibâdet olunması için vücûdda Allah’tan zâhir bir hikmet oldu. Ve her ne kadar bu sûret, bundan sonra bozulup yok olursa da; ancak onun ibâdet edenleri indinde ilâhlık elbisesi giydikten sonra ortadan kalktı. Ve bunun için ancak ya bir ilâh edinerek ibâdet olunduğu veyâhut itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet olunduğu halde, nevi’lerden bir nevi’ geriye kaldı. Böyle olunca akıl erdiren kimse için bu ibâdetin yapılması lâzımdır. Oysa âlemden bir şeye, ancak kulun indinde yükseklikle kuşandıktan ve onun kalbinde bir derece ile belirdikten sonra ibâdet olundu. Ve bundan dolayı Hak, bize “Refîu’d-derecât ya’nî Dereceleri yükselten” olarak isimlenen oldu ve “Refîu’d-derece ya’nî Derece yükselten” demedi. Bundan dolayı bir olan ayn’da dereceleri çoğalttı. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ muhtelif çokluktaki derecelerde ancak kendisine ibâdet olunmasını kazâ etti. Şöyle ki her bir derece, ilâhî bir görünme yerini verip onda ibâdet olundu. Ve kendisinde ibâdet olunan en büyük görünme yeri “hevâ”dır. Nitekim Hak Teâlâ “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu” ya’nî “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Câsiye, 45/23) buyurdu. Şimdi o, ma’bûdun en büyüğüdür. Çünkü bir şeye ancak onun sebebiyle ibâdet olunur. Oysa ona, ancak zâtı ile ibâdet olunur. Ve onun hakkında ben derim: (10).
Ya’nî Mûsâ (a.s.) buzağı üzerine fiilen Mûsâllat olup onu yakarak imhâ etti. Fakat Hârûn (a.s.), Benî İsrâîl’i buzağıya tapmaktan söz ile men’ etti. Ve Mûsâ (a.s.) gibi, onun üzerine fiil ile Mûsâllat olup buzağıya tapanlar hakkında hükmünü geçirmeye gücü yetmedi. Ve cenâb-ı Hârûn’un bu husûstaki kudretinin yokluğu, Allah Teâlâ’ya her bir sûrette ibâdet olunmuş olması için, vücûdda bir hikmet olmak üzere zâhir oldu .
Nitekim (Sallallahû aleyhi ve sellem) Efendimiz Ve’n-Necm sûre-i şerîfesini okudukları sırada, saâddetli lisânlarından “Ve tilke’l-garâniku’l-ulâ, ve inne şefâatahünne le-türcall” ya’nî “Bunlar yüce kuğulardır ve elbette onların şefaatleri umulur” sözü çıkmakla orada hazır olan Kureyş putperestleri: “Muhammed (s.a.v.) bizim putlarımızı da methetti” deyip, sûre-i şerîfenin sonundaki secde âyeti okunduğunda, mü’minler ile berâber secdeye vardılar. Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Şerîf’de bu ma’nâyı beyânen buyururlar:
Tercüme: “Putu methetmek avâmın tuzağı içindir. İşte “tilke’l-garâniku’l-ulâ” sözünü böyle bil!”
Gerçi o ibâdet olunan sûret, bozulur ve yok olur. Fakat o sûret ancak ona ibâdet eden ibâdet ehlinin indinde ilâhlıkla giyindikten sonra yok olur. Ve nitekim buzağının sûreti, Beni İsrâîl’den ona tapanların indinde, ilâhlıkla giyindikten sonra, Mûsa (a.s.) tarafından yakılma sûretiyle bozuldu ve yok oldu.
Şimdi mutlak olan Hakk’ın bir olan zâtının, letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzül edip isimleri dolayısıyla ulvî ve süflî bütün sûretlerle taayyün edişi ve onlarda açığa çıkışı yönüyle, Allah Teâlâ’ya âlem sûretlerinden her bir sûrette ibâdet olunması lâzım geldiği için, mahlûk türlerinden ibâdet olunmayan bir mahlûk kalmadı.
Bundan dolayı putperestlerin ağaca ve taşa ve güneşe ve aya ve yıldızlara ve hayvanlara ve buzağı gibi sûretlere tapmaları gibi, ona ya ilâh edinmek sûretiyle ibâdet olundu veyâhut halkın mallarına ve mevki’ye ve makâma tapmaları gibi, itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet olundu. Şu kadar var ki, itâat ettirme ibâdetine “ibâdet” denilmesi halk indinde âdet olmadı. Yoksa bir kimsenin kalbinde, hangi şeyin muhabbet ve saltanatı zâhir olmuş ise, o kimse o şeyin kuludur.
Örneğin, kalbi mal muhabbetiyle itâatkâr olan “mâlın kulu” ve mevki’ muhabbeti ile itâatkâr olan “mevki’nin kulu” ve nefsinin muhabbeti gâlip olan “nefsin kulu” ve kâfirlerin muhabbeti gâlip olan “kâfirlerin kulu”dur. Ve her bir kul kendi ma’bûduyla berâberdir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Kişi sevdiği ile berâberdir” buyurulur.
Şimdi her sûrette Hakk’ı akleden ve düşünen kimse için, Hakk’ın her bir sûrette ya ilâh edinme ibâdeti veyâ itâat ettirme ibâdeti ile ma’bûd olması ve ona o sûretlerde ibâdet olunması lâzımdır. Çünkü itâat ettirme ve itâat ettirilme, varlık mertebelerinin hepsi arasında olmaktadır. Ve mevcûtlar ve belki Hak ile hálk arasındaki irtibât, ancak bu itâat ettirme ve itâat ettirilme sebebiyledir. Çünkü irtibât için muhtaçlık lâzımdır. Ve muhtaçlık ise, itâat ettirme ve itâat ettirilmeyi gerektirir.
Oysa âlem sûretlerinden olan bir şeye, ancak o şey, kullarının indinde yükseklikle kuşandıktan sonra ve onun kalbinde bir derece ile belirdikten sonra ibâdet olundu. Çünkü her derecede zâhir olan ma’bûdlardan bir şeyin kulu vardır. Ve o derecede hakîkat üzere ma’bûd olan ise, ancak Hak’tır. Bundan dolayı o derecede olan kulun indinde Hak yükseklikle kuşandıktan sonra ibâdet edenler, o şeye ibâdet eder.
İşte âlem sûretlerinden kendisine ibâdet olunan şeylerin her birisi, ona tapan kimsenin kalbinde yücelikle kuşanıp bir derece ile belirdikten sonra, ibâdet olunduğu için Mü’min Sûresinde olan “Refîud derecâti zül arşi, yulkir rûha min emrihî alâ men yeşâu min ibâdihî” ya’nî “Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından dilediğinin üzerine bir rûh ulaştırır” (Gafir, 40/15) âyet-i kerîmesinde, Hak Teâlâ azîmü’ş-şân zâtını “Refîu’d-derecât ya’nî Dereceleri yükselten” olarak bildirdi ve “Refîu’d-derece ya’nî Derece yükselten” demedi.
Bundan dolayı Allah Teâlâ kendi vücûdu olan bir olan ayn’da, dereceleri çoğalttı ve yüksekliği derecelere mahsûs kıldı. Eğer “Refîu’d-derece ya’nî derece yükselten” buyurmuş olsa idi, yüksekliği bir dereceye tahsîs buyurmuş olurdu. Oysa hâlin hakîkati yüksekliğin derecelere mahsûs olmasıdır. Çünkü muhakkak Allah Teâlâ, muhtelif çokluktaki derecelerde kendisinden dışında bir şeye ibâdet olunmamasına hükmetti. O yönle ki her bir derece bir ilâhî görünme yerini gerektirdi ve Hakk’a o derecede ibâdet olundu. Ve kendisinde Hakk’a ibâdet olunan görünme yerlerinin en büyüğü ve a’lâsı “hevâ”dır ya’nî istek ve arzûdur.
Nitekim Hak Teâlâ Câsiye Sûresinde “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu” (Câsiye, 45/23) ya’nî “Hevâsını kendisine ilâh edinen kimseyi görmez misin?” buyurdu. Böyle olunca “hevâ” ma’bûdun en büyüğüdür. Çünkü bir şeye ancak hevâ sebebiyle ibâdet olunur. Çünkü kulun kalbinde meyil ve muhabbet olmadıkça, o ibâdet eden, ibâdet ettiği şeye yönelmez. Oysa hevâya, yine kendi zâtı, ya’nî hevânın nefsi ile ibâdet olunur.
Bundan dolayı âlem sûretlerinden herhangi bir sûrete, ister ilâh edinerek ibâdet ve ister itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet olunsun, sebebi “hevâ”dır. Şu halde hevânın yine kendi zâtı ile kendine ibâdet olunur. Şu kadar ki hevâ, sûretsiz bir ma’nâ olduğu için bâtındır; onun “ayn”ı zâhir değildir; ancak ma’bûdlar sûreti ile zâhir olur. Ve hevâ hakkında ben şöyle derim:
iir: Hevâ hakkı için, muhakkak hevâ, hevâ sebebidir. Şimdi eğer kalbde hevâ olmasa idi, hevâya ibâdet olunmaz idi (11).
Bilinsin ki, Hak Teâlâ hazretleri hadîs-i kudsîde “Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim” buyurmuştur.
Şu halde bütün mertebelerde ve o mertebelerin görünme yerlerinde Hakk’ın açığa çıkmasına sebep olan kendi muhabbeti olmuş olur. Ve bu muhabbet, ilâhî küllî bir muhabbettir. Ve onun görünme yerlerinin her birerlerinde gözüken muhabbet ise, cüz’î muhabbettir. Ve bu cüz’î muhabbetin sebebi ise, o küllî muhabbettir. Ve eğer bu ilâhî küllî muhabbet, insanın kalbinde ve bâtınında bulunmasaydı, nefs mertebesinde açığa çıkan hevâya ibâdet olunmaz idi.
Çünkü nefs mertebesinde zâhir olan hevâ, kalb mertebesinde ve bâtında olan hevânın aynıdır. Gayrı oluşları ancak mertebenin ihtilâfı i’tibârı iledir. Ma’nânın harflere ve sözlere irtibâtı gibi. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) ilâhî muhabbete and verip “Hakk’ın kendi muhabbeti olan hevâ, cüz’î hevânın sebebidir. Ve eğer ilâhî hevâ kalbde olmasa idi, görünme yerlerinde görünen hevâya ibâdet olunmaz idi” buyururlar.
Ve yine Hz. Şeyh-i Ekber Fütûhât-ı Mekkiyye’de buyururlar ki: “Ba’zı keşiflerimde, hevâyı, ilâhlıkla zâhir, kendi arşı üzerinde oturmuş ve onun bütün ibâdet edenleri onu ihâta edip indinde vâkıf oldukları halde müşâhede ettim. Ve ben varlıksal sûretlerde o hevâdan daha büyük bir ma’bûd müşâhede etmedim .”
Allâh’ın eşyâya olan ilmini görmez misin? Ne mükemmeldir. Allah Teâlâ, hevâsına ibâdet eden ve onu ilâh edinen kimse hakkında, ilmi nasıl tamamladı. Bundan dolayı “ve edallehullâhu alâ ilmin” (Câsiye, 45/23) ya’nî “Allah Teâlâ onu ilim üzere dalâlette bıraktı” buyurdu; oysa dalâlet “hayret”tir. Ve tamamlama ve kemâle erdirme budur. Beyânı budur ki: Ne zamanki Hak gördü ki, ibâdet eden, ancak kendi hevâsına ve hevâsının tâatına teslimiyeti sebebiyle ibâdet etti; o şeyde ki o ona, hevâya ibâdet eden şahısların ibâdetinden olduğu halde, onunla emreder. Hattâ onun Allâh’a ibâdeti dahi aynı şekilde hevâdan oldu; çünkü onun için bu mukaddes cenâbta hevâ (ki onun muhabbeti ile olan irâdedir) olmasa idi, Allâh’a ibâdet etmez ve O’nu gayr üzere tercîh etmezdi. Ve aynı şekilde âlem sûretlerinden bir sûrete ibâdet edip onu ilâh edinen kimse, onu ancak hevâ ile ilâh edindi. Böyle olunca ibâdet eden kendi hevâsının saltanatı altında olmaktan kurtulmuş değildir. Ondan sonra ne zamanki Hak Teâlâ gördü ki, ma’bûdlarda ibâdet edenler çeşitlenir; şimdi bir emre ibâdet edici olan onun gayrısına tapan kimseyi kâfir görür. Ve kendisinde az çok bir bilgi oluşan ibâdet edici, hevânın birlikteliğinden ve belki hevânın ahad oluşundan ya’nî tekliğinden dolayı hayrete düşer. Çünkü o her bir ibâdet edicide bir olan ayn’dır. Bundan dolayı Allah Teâlâ onu dalâlette bıraktı. Ya’nî her bir ibâdet edenin ancak kendi hevâsına ibâdet etmesi ve ister meşrû’ emre tesâdüf etsin ister etmesin, kullukta ancak kendi hevâsının, eşit seviyede onu kullanması ile, ilim üzere hayrete düşürdü (12).
Lokmân Fassı’nda izâh edildiği üzere “ma’lûm ya’nî bilinen”, “şey”den daha kapsamlıdır; ve “şey”in ilk mertebesi “ma’lûm ya’nî bilinen”in ikinci mertebesinden başlar ve “şey”in ikinci mertebesi, kesîf şehâdet âlemidir.
Bundan dolayı Hakk’ın eşyâya olan ilmi, isimsel ve sıfatsal ilimdir ki, bunun ayrıntıları da örnekler vermek sûretiyle Şît Fassı‘nda geçti. Şimdi Allâh’ın eşyâya olan ayrıntılı ilmini görmez misin? O ilim, ne mükemmel bir ilimdir! Ve Allah Teâlâ hevâsına ibâdet eden ve hevâsını ilâh edinen kimse hakkında ilmi nasıl tamamladı? Ve bu tamamlamaya işâret olarak:
“ve edallehullâhu alâ ilmin” (Câsiye, 45/23) ya’nî “Allah Teâlâ onu ilim üzere dalâlette bıraktı”
buyurdu. Oysa dalâlet, “hayret”tir. Ve hevâsına ibâdet eden ve onu ilâh edinen kimse hakkında ilmin tamamlanması ve kemâle erdirilmesi dalâlet olan “hayret” iledir. Ve ilmin “hayret” ile tamamlanması şu şekildedir ki: ne zamanki Hak Teâlâ ayrıntılanmış vücûdda gördü ki, ibâdet eden, hevâya ibâdet eden şahısların ibâdeti cinsinden olarak hevâsının emriyle ibâdet ettiği şeyde ancak kendi hevâsına ve hevâsının tâatına teslimiyeti sebebiyle ibâdet etti.
Hattâ ibâdet edenin Allâh’a ibâdeti bile, aynı şekilde hevâdan meydana geldi. Çünkü ibâdet edenin ateşten kurtulmaya veyâ derecelere ulaşmaya veyâhut nefsî kemâlâtlara veyâ Hakk’ın sıfatlarına veyâhut zâtına muhabbeti gibi bir muhabbet ile istemeden ibâret olan hevâsı, o ilâhî mukaddes cenâbtan olmasa idi, Allah Teâlâ’ya ibâdet etmez ve Hakk’ı “gayr” ta’bîr edilen görünme yerleri üzerine tercîh etmez idi.
Ve aynı şekilde Hakk’ın mâsivâsı i’tibâr olunan âlem sûretlerinden bir sûrete ibâdet edip, onu ilâh edinen kimse de, o sûreti, ancak hevâ ile ilâh edindi. Şu halde ibâdet eden, dâimâ hevâsının saltanatı altında mahkûmdur. Her neye ibâdet ederse etsin mutlakâ hevâsı sebebiyle ibâdet eder.
Bu görüşten sonra, ne zamanki Hak Teâlâ, ma’bûdlarda ibâdet edenlerin çeşitli olduğunu gördü, böyle olunca, emirlerden bir emre ibâdet eden her bir ibâdet edici, kendisinin ibâdet ettiği emirden gayrı bir emre ibâdet eden kimseyi kafîr görür ve inkâr eder.
Örneğin, müslüman nasrânîyi, ve nasrâni müslümanı ve güneşe tapan hayvana tapanı vb… inkâr eder. Bu hal ilâh edinme ibâdetinde böyle olduğu gibi itâat ettirme ibâdetinde de böyledir. Örneğin “mâlın kulu” “mevki’nin kulu”nun yolunu ve hayât tarzını inkâr eder. Nitekim ticâret ehli, mevki’ ehlinin hâlini beğenmez.
Ve kendisinde az çok bilgi ve bir uyanıklık oluşan ibâdet edenler ise, hevânın bütün ibâdet edenlerde birlikte olmasından ve belki hevânın ahad oluşundan ya’nî tekliğinden dolayı, ma’bûdlar arasından bir ma’bûdu seçip onu ibâdete tahsîs edemeyişi yönüyle, bu çeşitli mâ’bûdlar arasında hayrete düşer. Çünkü her bir ibâdet edici hevâsına tapar ve “hevâ” ibâdet edenlerin hepsinde bir olan ayn’dır.
İşte Hak Teâlâ ayrıntılanmış vücûdda bu hallerin böyle olduğunu gördüğü ve imtihâna dayanan ilim ile bildiği için, kendinde azıcık bilgi oluşan ibâdet ediciyi dalâlete düşürdü. Ya’nî o ibâdet ediciyi, ilim üzere hayrete düşürdü. Çünkü o ibâdet edici bildi ki, her bir ibâdet eden ancak kendi hevâsına ibâdet eder.
Ve kullukta o ibâdet edeni kullanan ancak kendi hevâsıdır. Onun bu hevâsı ister meşrû’ emre tesâdüf etsin,ister etmesin farketmez.Örneğin itâat ettirme ibâdetinde bir kimse “kadının kulu” olur; onun bu hevâsı kendisini nikâh ile dört kadın almaya veyâhut çeşitli câriye alıp menfâatlenmeye sevk eder. Bu ise meşrû’ bir iştir.
Bundan dolayı onun hevâsı meşrû’ emre tesâdüf eder. Ve bir diğeri “kadının kulu” olur. Fakat başkasının nikâhı altında bulunan kadınlar ve câriyelerle menfâatlenmeye meyleder ki, bu hal zinâ olduğu için, o ibâdet edicinin hevâsı gayr-i meşrû’ emre tesâdüf etmiş olur. Fakat her iki sûrette de o ibâdet edenleri eşit seviyede kendi hevâları kullanmıştır.
Ve mükemmel olan ârif, kendisine ibâdet edilen her bir ma’bûdu, Hak için görünme yeri gören kimsedir. Ve bunun için onların hepsini taş, ya da ağaç, ya da hayvan, ya da insan, yâhut yıldız, ya da melik özel ismi ile berâber “ilâh” olarak isimlendirdiler. Bu, onun hakkında şahsiyyetinin ismidir. Ve ulûhiyyet ya’nî ilâhlık bir mertebedir ki, ibâdet eden onun için kendi ma’bûdunun mertebesi olduğunu hayâl eder. Oysa o, bu ibâdet edene özel görünme yerinde bu ma’bûd üzere yalnız kalmış olan bu ona özel ibâdet edicinin gözü için hakîkat üzere Hakk’ın görünme yeridir. Ve bunun için, ârif olan ba’zı kimseler, cehâletten söylenmiş olan “mâ na’budühüm illâ li yukarribûnâ ilallâhi zülfâ” (Zümer, 39/3) ya’nî “Biz putlara ancak, bizi Hakk’a yaklaştırmaları için ibâdet ediyoruz” dediler. Bununla berâber onlara “ilâhlar” dediler. Hattâ “E cealel âlihete ilâhen vâhıden, inne hâzâ le şey’un ucâb” (Sâd, 38/5) ya’nî “Muhammed (a.s.) bu ilâhları bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu acâip şeydir!” dediler. Şimdi onlar onu inkâr etmediler. Belki onu acâip buldular. Çünkü onlar sûretlerin çokluğu ile ve ilâhlığın o sûretlere bağlanması ile vâkıf oldular. Bundan dolayı Resûl geldi ve onları onların bu sûretlerin taş olduğuna ilimlerinden dolayı“mâ na’budühüm illâ li yukarribûnâ ilallâhi zülfâ” (Zümer, 39/3) ya’nî “Biz putlara ancak, bizi Hakk’a yaklaştırmaları için ibâdet ediyoruz” sözlerinde inanışları ve kendilerince ispât ettikleri ve onların şehâdetleriyle bilinen ve gözle görülmeyen bir olan ilâha da’vet etti; ve bundan dolayı “kul semmuhüm” (Ra’d, 13/33) ya’nî “Onları isimleriyle zikredin!’” sözüyle onları ibâdetlerinden men’ etmede, onların üzerine delîl kâim oldu. Bundan dolayı onlar o sûretleri, ancak gerçekten onlara mahsûs olduğunu bildikleri o isimler ile isimlendirirler (13).
Ya’nî mükemel olan ârif o kimsedir ki, gerek ilâh edinme ibâdeti ve gerek itâat ettirme ibâdeti ile ibâdet edilen her bir ma’bûdu, Hakk’ın isimlerinin ve sıfatlarının açığa çıktığı birer görünme yeri görür. İşte her bir ma’bûd Hakk’ın bir görünme yeri olduğu için, taşa, ağaca, hayvanlara, insana, yıldıza ve melike vesâir eşyâya tapan kimselerin hepsi, bu taptıkları şeylerin kendilerine mahsûs olan taş, ağaç gibi isimlerini zikretmekle berâber, bir de “ilâh” olarak isimlendirdiler.
Örneğin mecûsîlere “Bu taptığın ne şeydir” denilse, “Ateştir” der. “O halde niçin buna taparsın?” denilse “Ma’bûddur” diye cevap verir. Bu taş, ağaç, ve ateş, onların şahsiyyetlerinin ve taayyünlerinin ismidir. Ve ilâhlık, muhtelif şeylere tapan ibâdet edicilerin o eşyâda hayâl ettikleri ilâhlık mertebelerini toplamış olan yüksek bir mertebedir. Her bir ma’bûdun ibâdet edicisi, ilâhlık mertebesinin, kendi ma’bûdunun mertebesi olduğunu ve kendi ma’bûdunun, o mertebede taayyün etmiş olduğunu ve ilâhlık mertebesinin, kendi ma’bûdunda taayyün etmiş olduğunu hayâl eder.
Oysa o ibâdet edicinin hayâl ettiği ilâhlık mertebesi, hakîkatte mutlak ilâhlık mertebesi değildir. Belki bu kayıtlı ma’bûd, o ma’bûd üzerine yalnız kalmış olan bu ona özel ibâdet edicinin kesîf cisminin gözü için Hakk’ın bir görünme yeridir ki, o ibâdet edici, kesîf şeyler içinden bu görünme yerini seçerek, ona tapar.
İşte bahsedilen hakîkatten dolayı, bunun böyle olduğunu idrâk eden ba’zı putperestler “Biz taştan ve ağaçtan yaptığımız, putlara bizi Allâh’a yaklaştırsın diye ibâdet ediyoruz” dediler ki, bu söz, cehâletten söylenmiş sözdür; ya’nî işi hakîkat üzere bilmeyen kimselerin sözüdür.
Çünkü puta tapan aklı biraz çalışanlardan ba’zıları, elleriyle yaptıkları putlara “İlâhtır” dedikten sonra düşündüler ki, âlemde “ilâh” dedikleri şeyden başka birçok şeyler mevcûttur. Eğer bu taptıkları şey kendilerine mahsûs bir İlâh olsa, diğer şeyler nedir? Ve bunlarda tasarruf edici olan kimdir? Çünkü kendilerinin ilâhının muhîtinde tasarruf edemez. Bundan dolayı karar verdiler ki, bir hakîkî ilâh vardır. Bu taptıkları ma’bûd onun sembolüdür ki, kendilerini bu hakîkî ilâha yaklaştırır. Şu halde cehâlet ile söz söylemekle berâber, o putlara “ilâh” dediler; hattâ dediler ki:
“Resûl türlü türlü olan ilâhları bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu acâip şeydir” (Sâd, 38/5). Bundan dolayı bu sözleriyle onlar Resûl (a.s.)’ın da’vet ettiği bir olan ilâhı inkâr etmediler. Belki bu bir olan ilâha da’veti acâip buldular. Çünkü putperestler sûretlerin çokluğu ile ve ilâhlık mertebesinin o çokluk sûretlerine bağlanması ile vâkıf oldular.
Çünkü putperestlerden her bir topluluğun taptığı put başka başkadır. Kiminin putu insan ve kiminin putu hayvan şeklinde ve kiminin putu ağaçtan ve kiminin taştandır. Ve her topluluk diğerinin “ilâh” edindiği putu kabûl etmeyip onun ilâhlığını inkâr eder. Bundan dolayı meydanda ilâh edinilen bu kadar ma’bûdlar mevcût iken Resûl (a.s.)’ın bir olan ilâha da’vetini acâip buldular. Hakîkatte de türlü türlü olan bu ilâhlar bir ilâh olmaz; çünkü bir olan ilâh, türlü türlü ilâhlardan edinilmiş değildir. Bu da’vet mutlak ilâha da’vet idi.
Şimdi Resûl geldi ve onları bu bir olan ilâha da’vet etti. Bu öyle bir vâhid ya’nî bir olan ilâh idi ki, putperestlerin taptıkları sûretlerin taştan i’mâl edilmiş olduğunu bildikleri için “Biz onlara bizi Allâh’a yaklaştırsın diye tapıyoruz” (Zümer, 39/3) sözleriyle ona inandıklarını beyân etmişler ve kendilerinde onu ispât etmişlerdi. Ve bu bir olan ilâh onların bu şehâdetleriyle bilinmiş ve fakat görülmemiş idi. Ve işte bu ibâdet ediciler, putlarının taştan i’mâl edildiğini bildikleri için Hak Teâlâ “kul semmuhüm” (Ra’d, 13/33) ya’nî “Ey Resûlüm, sen onlara de ki, ilâhlarınızı isimleriyle zikrediniz!” buyurdu. Ve bu söz ile taştan i’mâl edilmiş olan putlara ibâdet etmekten onları men’ etmekte, Hak tarafından onlar üzerine delîl kâim oldu.
Çünkü onlar ma’bûdlarını isimleriyle zikretseler, taş, ağaç, ay, yıldız, güneş, âteş vb… gibi kendilerine mahsûs olan isimlerini zikretmeleri gerekir. Bunlar ise tabi’ki ibâdete lâyık değildirler. Bu bahis hakkında Nûh Fassı‘nda da îzâhlar mevcût olduğundan oraya da mürâcaat buyurulsun.
Fakat bu husûsa bulunduğu hâl üzere ârif olanlar, putlara ibâdet edenlerin bu sûretlerden onların varlıksal ayn’larına ibâdet etmeyip, ancak onlardan ârif oldukları tecellî sultânının hükmü ile, onlarda Allâh’a ibâdet ettiklerine olan ilimleriyle berâber, sûretlerden ibâdet edilen şeye inkâr sûretiyle gözükürler. Çünkü muhakkak onların ilimde mertebeleri, îmân ettikleri resûlün hükmünden dolayı o vaktin hükmü ile olmalarını onlar üzerine verir ki, onlar o sebeple mü’minler olarak isimlendirildiler. Şimdi onlar vaktin kullarıdır. Ve tecellî edici olan Hakk’a kendisi için ilim olmayan inkârcılar, onu bilemedi ve nebîden ve resûlden ve vâristen kemâle ermiş olan ârif ise ondan onu örttü. Böyle olunca vaktin resûlünün onlardan sakınmasından dolayı, vaktin resûlüne tâbi’ olarak ve Allâh’ın “Kul in küntüm tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkümullâhu” ya’nî “De ki: Allah’a muhabbet ederseniz bana tâbi’ olun; Allah Teâlâ sizi sevsin“ (Âl-i İmrân, 3/31) sözüyle Allah’ın kendilerine muhabbetini istediklerinden dolayı, onlara o sûretlerden sakınma ile emretti (14).
Ya’nî işin hakîkatini ilâhî ilim ve rabbâni keşif ile anlayan kerem sâhibi zâtlar, taştan, ağaçtan ve ma’denden yaptıkları putlara ibâdet eden şahısların, bu sûretlerin varlıksal ayn’larına, ya’nî zâhiri kesîf vücûdlarına tapmadıklarını ve ancak o sûretlerden anladıklarını tecellî sultânının hükmü ile bu sûretlerde tecellî edici olan Allâh’a ibâdet ettiklerini bilirler.
Bunun böyle olduğunu bilmekle berâber, o ârifler ibâdet edilen putların sûretlerini inkâr sûretiyle gözükürler. Çünkü, onların ilimde olan mertebeleri, îmân etmiş oldukları resûlün hükmüne tâbi’ olarak, ilâhî görünme yerlerinden bir görünme yeri olan vaktin hükmü gereğince hareket etmelerini gerektirir. Ve onlar resûle tâbi’ oldukları için kendilerine “mû’minler” denildi.
Çünkü onların tâbi’ oldukları vaktin resûlü, getirdiği şerîat gereğince o sûretlere tapanları inkâr etti. Ve ümmetini kayıtlı ilâhtan, mutlak olan ilâha da’vet etti. Çünkü kayıtlı her ne kadar hakîkati yönünden mutlakın aynı ise de, zâhiri yönünden kendi mertebesinde mutlakın aynı değildir. Bundan dolayı ikilik üzerine kurulmuş olan şerîat gereğince elbette putlara tapanların inkârı lâzım gelir.
Bundan dolayı ârifler vaktin kullarıdırlar. Çünkü Hak her bir vakitte bir tecellî ile tecellî edicidir ve vaktin resûlû, hükmü gâlip olan o tecellî üzerine olduğu gibi, ona tâbi’ olan ârifler de, bu gâlip olan hüküm çerçevesinde hareket ederler. Resûl halkı o vakitte tecellî eden Hakk’a da’vet eder. Bundan dolayı ârifler vaktin resûlüne tabi’ olup onun şerîatı gereğince putlara tapanları inkâr etmekle berâber, hakîkati dolayısıyla her görünme yerinde Hakk’ı ârif olurlar.
Ve işi hakîkat üzere bilmeyen ve şerîatın zâhirine sarılmak ile yetinen putları inkâr eden mü’min ise putlar dediği görünme yerlerinde Hakk’ın açığa çıktığını bilmediği için, onlarda tecellî edici olan Hakk’ı bilemedi. Ve nebî ve resûl ve onların vârisi cinsinden olan kemâle ermiş ârifler, kayıtlıdan mutlaka yönelme isti’dâdını taşıyan kimseleri kemâle erdirmek için, putların sûretlerinde tecellî edici olan Hakk’ı örttü.
Böyle olunca vâris cinsinden olan kemâle ermiş ârif putlara ibâdet eden perde ehlinin o sûretlerden sakınmalarını emretti. Çünkü vaktin resûlü o sûretlerden sakındı ve o sûretlerde Hakk’a ibâdet edilmesi husûsunu men’ etti. Ve kemâle ermiş ârifler de, Allâh’ın kendilerine muhabbet etmesini çok istediklerinden dolayı resûle tâbi’ olarak böyle yaptılar. Çünkü Allah Teâlâ:
“Kul in küntüm tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbib-kümullâhu” (Âl-i İmrân, 3/31) ya’nî “Ey nebîyy-i zî-şânım, de ki! Eğer siz, Allâh’a muhabbet ederseniz, bana tâbi’ olun; Allah Teâlâ sizi sevsin” âyet-i kerîmesinde ilâhî muhabbeti, Resûl’e tâbi’ olmaya bağladı.
Şimdi Resûl (a.s.) ilâha da’vet etti ki, ona muhtâc olunur ve icmâl yönünden bilinir ve görülmez. Ve “Gözler O’nu idrâk etmez” (En’âm, 6/103) belki şeylerin ayn’ında lütfundan ve sirâyet etmesinden dolayı, “O gözleri idrâk eder” (En’âm, 6/103). Şimdi gözler, kendilerinin cisimlerini ve zâhir sûretlerini tedbîr edici olan rûhlarını idrâk etmediği gibi, onu idrâk etmez. Bundan dolayı o latîftir. Bâtınları ve zâhirleri habîrdir ya’nî haberlidir ve “hibret” zevktir ve “zevk” tecellîdir ve tecellî sûretlerdedir. Böyle olunca, sûretler lâzımdır. Ve Hak lâzımdır ve onu gören kimsenin kendi hevâsıyla ona ibâdet etmesi lâzımdır, eğer anladın ise. Ve yolun gidişi Allâh’adır (15).
Ya’nî Resûl (a.s.) ümmetini mutlak ilâha da’vet etti. Ve onun da’vet ettiği ilâh öyle bir mutlak ilâhtır ki “Samed”dir, ya’nî her şeyin vücûdu ona muhtaçtır. Ve onun zâtı ayrıntılanma ve kayıtlanma âlemi olan mâddiyyât âleminde görülmeyip icmâl ve mutlaklık yönüyle bilinir.
Ve onun letâfetinin kemâlinden ve eşyânın ayn’larında bu letâfetiyle sirâyet etmesinden dolayı “Gözler O’nu idrâk etmez” (En’âm, 6/103). Belki her şeyde letâfetle sirâyet edici olduğu için, “O gözleri idrâk eder” (En’âm, 6/103). Nitekim, insanın kendi cesedini ve kesîf olan zâhiri sûretini tedbîr edici olan rûhu mevcût iken, insanın gözü bu rûhu idrâk etmez.
İşte, gözlerin onu idrâk edememesi de böyledir. Bundan dolayı Hak latîftir ve zâhirleri ve bâtınları habîr ya’nî haberlidir. Ve latîf oluş ve habîr oluşa bağlı izâhlar Lokmân Fassı‘nda geçti. Ve “hibret ya’nî habîr oluş” zevk ile ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanması ile oluşur; ve “zevk” ise tecellîdir; ve tecellî de sûretlerde oluşur. Şu halde Hakk’ın tecellîsi için sûretlerin vücûdu lâzımdır ve sûretlerde tecellî edici olmak için Hakk’ın vûcüdu mutlak lâzımdır.
Bu takdirde sûretlerde tecellî edici olan Hakk’ı onlarda müşâhede eden kimsenin kendi hevâsı ve nefsî meyli ile Hakk’a ibâdet etmesi gerekir. Sonuç olarak Latîf’in müşâhedesi onun tecellîsi vâsıtası ile olur. Ve tecellînin gerçekleşmesi için de bir kesîf mahall lâzımdır. O kesîf mahall de sûrettir.
Örnek: Zihne gelen bir ma’nâ latîf olduğu için his gözü ile görülmez; o ma’nânın kesîf bir mahallde tecellî etmesi lâzımdır. O kesîf mahall de kağıt üzerine mürekkeble yazılan harflerin sûretleri ve kelimelerdir. Kelimelerin kesîf sûretleri cesetler ve ma’nâları da onların rûhları gibidir. Mesnevî:
Tercüme: “Rûm elçisi dedi: Ey Hz. Ömer, ne hikmet ve ne sır idi ki, o sâfî olan rûh bu bulanık olan mahalde hapsoldu. Saf olan su, çamurun içinde gizlenmiş, sâfi can bedenlere bağlanmıştır. Hz. Ömer (r.a.) buyurdu: Sen derin bahis açıyorsun. Ma’nâyı harflere bağlıyorsun. Hür olan ma’nâyı harf ve ses ile hapsettin. Rüzgârı sen harfe bağladın”.
Şimdi mâdem ki sûret olmayınca latîf olan Hakk’ın müşâhedesi mümkün değildir, o halde, sûrete bir meyil lâzımdır ve o meyil ise hevâdır. Bundan dolayı müşâhedeli ibâdet ancak nefsî meyil ile olur. Bundan dolayı bir şeye ancak hevâ ile ibâdet olunmuş olur.
Eğer bizim bu yüksek fassta beyân ettiğimiz hakîkatleri anladın ise bu böyledir. Yolun îzâhı ve hakîkatin beyânı Allah üzerinedir. Ve yolun nihâyeti bütün ilâhî isimleri toplamış olan ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesine çıkar.
Bitişi: 18 Şubat 1918 Pazartesi gecesi ezânî sâat 05.00