BU FASS HÂLİDİYYE KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “SAMEDİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bilinsin ki, “Samed”in iki ma’nâsı vardır. Birisi “boşluğu olmayan şey”e derler. Nitekim “Bu masmûd değildir” derler ki, “içi boş değildir” demektir. Diğeri “maksad” ve “ilticâ yeri”dir. Nitekim İhlâs sûresinde “Allâhus samed” (İhlâs,112/2) buyrulmuştur. Hâlid bin Sinân (a.s.) Îsâ (a.s.)’dan sonra, (S.a.v.) Efendimiz’in şerefli gönderilişlerine yakın bir zamanda olarak Aden tarafında ortaya çıktı.
Kavmi önemli işlerinde ona ilticâ eder ve yönelirler ve Hak Teâlâ onun duâsının bereketleriyle üzerlerinden belâları kaldırır idi. Fakat onun emrine muhâlefet ettikleri için kavmi arasında nebîliği ortaya çıkmadı.
İşte bu sebeple (S.a.v.) Efendimiz Hâlid (a.s.)’ın nübüvvetine i’tibâr etmeyip “Benim ile Meryem oğlu arasında başka bir nebî yoktur” buyurdu. Çünkü cenâb-ı Hâlid, vefât edip Berzah hallerini müşâhede ettikten sonra, ilâhî emir ile tekrâr dirilerek berzahî nebîlik ile zâhir olacağını iddiâ etti.
Ve vefâtından kırk gün sonra kabrine kast ve ilticâ ederek kazmalarını kavmine ve evlâdına vasiyet etti. En büyük evlâdı, Araplar arasında, ölünün kabrinin kazılmasının ayıplanmayı gerektirecek bir hâl olduğunu ve eğer kabri kazılsa halk tarafından kendilerine “mezar hırsızı evlâdı” lakabı verilip, bundan da nefislerine âr bulaşacağını beyân ile kabrin kazılmasına muhâlefet ederek onun vasiyetini hiçe saydılar.
Bundan dolayı kavmi bütün önemli olan işlerde ona mürâcaat ve ilticâ ettikleri için ve cenâb-i Hâlid vefât ettikten sonra kavmine ve evlâdına kabrine kasd ve ilticâ etmelerini vasiyet ettiği için, Samed ismine görünme yeri oluşu dolayısyla “samediyye hikmeti” Hâlidiyye Kelimesine tahsîs edildi.
Ve Hâlid bin Sinân (as.)’ın hikmetine gelince: Muhakkak o da’vâsı ile berzahî nebîliği gösterdi. Çünkü muhakkak o, ancak ölümden sonra Berzah’ta olan şey ile haber vereceğini iddiâ etti. Böyle olunca kendisinin gömüldüğü yerden çıkarılmasını ve soru sorulmasını emr eyledi; tâ ki Berzah’taki hükmün, dünyâ hayâtı sûreti üzere olduğunu haber versin. Bununla dünyâ hayâtlarında haber verdikleri şeyde şeyde resûllerin hepsinin doğruluğu bilinsin. Şimdi Hâlid’in gâyesi, herkese rahmet olması için, resûllerin getirdiği şeye bütün âlemin îmân etmesi idi. Çünkü muhakkak o, nebîliği, Muhammed (s.a.v.)’in nebîliğine yakın zamanda olmakla şereflenen oldu. Ve bildi ki, Allah Teâlâ (S.a.v.) Efendimiz’i “Rahmeten li’l-âlemîn” (Enbiyâ, 21/107) olarak gönderdi (1).
Bilinsin ki, dünyevî oluşumdan ayrıldıktan sonra sonra rûhların bulunacağı Berzah, soyut rûhlar ve somut cisimler arasındaki “berzah”tan farklıdır. Çünkü vücûdun inişlerinin ve çıkışlarının mertebeleri devirseldir. Ve dünyevî oluşumdan önceki mertebe, iniş mertebelerindendir ki, öncelikle vasıflanmıştır.
Ve sonraki Berzah ise çıkış mertebelerinden olup sonralıkla vasıflanmıştır. Ve sonraki Berzah’ta rûhlara katılan sûretler, önceki “berzah”ın sûretlerinin tersine olarak, bu dünyevî oluşumda yapılmış olan amellerin sûreti ve fiillerin netîcesidir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar: Mesnevî:
Tercüme: “Her bir hayâl ki gönülde yer tutar, mahşer gününde bir sûret olacaktır. Senin vücûduna gâlip bulunan bir sîrete mahsûs olan sûret ile haşr edilmen kaçınılmazdır. Mahşer gününde her bir arazın bir sûreti vardır ve her bir araz sûretinin sırası vardır; ne zamanki senin elinden bir mazluma zulüm erişir, o zulüm bir ağaç olur, ondan zakkum yetişir. Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup senin nefsini tutarlar.” Ve “Benim ümmetim on sınıf üzerine haşrolur. Ba’zıları maymun ve ba’zıları domuz sûreti üzere ilh…” hadis-i şerîfi bu ma’nâyı beyân buyurur .
Bundan dolayı her iki Berzah’taki sûretler birdiğerinin aynı değildir. Fakat âlem sûretlerinin örneğini içinde bulundururak, maddî olmayan ve rûhânî ve nûrânî cevherden bir âlem olması husûsunda her iki Berzah ortaktır. Ve Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye‘nin üç yüz yirmi birinci bölümünde açıkça beyân buyururlar ki:
“Bu Berzah önceki “berzah”tan başkadır. Önceki “berzah”da olan şeyin şehâdet âleminde açığa çıkma imkânından dolayı ona “imkânî gayb” ve ikinci Berzah’ta olan şeyin şehâdet âlemine dönmesinin muhâl olmasından dolayı ona da “muhâl gayb” denilir. Ve önceki “berzah”ın tersine olarak ikinci Berzah’ı keşfeden kimseler azdır.
Bunun için bizden çok kimseler, önceki “berzah”ı müşâhede ederler ve dünyevî âlemde olacak hâdiseleri bu “berzah”ı keşfetmiş olmakla bilirler. Oysa ölülerin hallerini keşfetmeye kâdir olmazlar. V’Allâhü’l-alîmü’l-habîr.” (Dâvûd-ı Kayserî -kuddise sırruhû- Şerhi).
Şimdi “muhâl olan gayb” olarak isimlendirilen Berzah’ın keşfedicileri az olduğu için, insanlar bu husûsta gelen nebîlerin haberlerini kabûl etmeyip vehim ile karışmış olan cüz’i akıllarının hükmüne tâbi’ olarak âhiret hallerini, kimi bütünüyle inkâr eder ve kimi te’vîl eder ve kimi reenkarnasyonunun olduğunu söyler.
İşte rahmeten-li’l-âlemîn olan (S.a.v.) Efendimiz’in gönderilme zamanlarına yakın bir zamanda ortaya çıkan Hâlid (a.s.), bütün insanların bu husûsta gelen nebîlerin haberlerini tasdîk etmeleri için, ölüp bu Berzah’ta olan halleri gözüyle görüp müşâhede ettikten sonra, ilâhî emir ile tekrâr dirilerek, oradaki hükmün dünyâ hayâtının sûreti üzere olduğunu haber vermeyi istedi.
Ve kendisinin berzahî nebîlikle zâhir olacağını iddiâ ederek, öldükten sonra kabrinin kazılıp, kendisinden Berzah hallerinin sorulmasını vasiyet etti. Fakat kavmi onun vasiyetini tutmadılar, zâyi’ ettiler. Eğer halkın his gözüyle olan bakışları karşısında böyle bir hal gerçekleşseydi, tabi’ki bu hâdiseyi inkâr etmeye mecâlleri kalmaz ve zarûrî olarak îmân ederler ve Hâlid (a.s.)’ın gâyesi olan insanların büyük bir çoğunluğunun îmân etmesi mes’elesi de hâsıl olmuş olur idi.
Ve Hâlid resûl değil idi. Şimdi Muhammed (s.a.v)’in resûllüğünde bu rahmetten çok çok nasîp hâsıl olmasını diledi. Oysa teblîğ ile me’mûr olmadı. Bundan dolayı halk hakkında ilimde çok kuvvetli olmaları için, bundan haz bulmayı murâd etti. Böyle olunca kavmi onu zâyi’ ettiler. Ve Nebî (a.s.) onun kavmini “Onlar zâyi’ oldular” diye vasfetmedi; belki onları “Onlar nebîlerini murâdına ulaştırmayışları yönüle zâyi’ ettiler” diye vasfetti. Şimdi acabâ Allah Teâlâ onu niyetinin mükâfatına eriştirdi mi? Şüphe ve muhalefet yoktur ki, muhakkak onun için niyetinin mükâfatı vardır. Belki şüphe ve muhalefet, murâd edilen şeyin mükâfatındadır ki, onun gerçekleşmesini temennî etmek, vücûdda onun gerçekleşmesi ile aynı şey olur mu, yoksa olmaz mı? (2).
Ya’nî Hâlid (a.s.) sâbites ayn’ı i’tibârı ile resûl ise de, varlıksal vücûdda henüz resûllükle gönderilmiş olmadığından,teblîğe me’mûr olmadığı halde,hakkında “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn” ya’nî “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 21/107) ve “Ve mâ erselnâke illâ kâffeten lin nâsi” ya’nî “Biz seni ancak bütün insanlar için gönderdik” (Sebe’, 34/28) âyet-i kerîmeleri şerefle ulaşan Muhammed (s.a.v)’in resûllüğünde, bu genel rahmetten çok çok nasip hâsıl olmasını murâd etti.
Böyle olunca şimdiye kadar, hiçbir kimsenin yapmadığı şekilde Berzah hallerini müşâhede ederek bu hallerden haber vermek sûretiyle, halk hakkında ilimde çok kuvvetli olmaları için, Berzah’ta, o genel rahmetten kendisine nasip verilmesini istedi. Oysa bu hal, o hazretin nasîbi değil idi. Bundan dolayı kavmi onu zâyi’ ettiler. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, gönderilmelerinden sonra Hâlid (a.s.)’ın kızıyla buluştuğunda, ona hitâben “Merhabâ, ey kavmi kendisini zâyi’ eden nebînin kızı!” buyurdular.
(S.a.v.) Efendimiz, Hâlid (a.s.)’ın kavmini “Onlar zâyi’ oldular” diye vasfetmedi; belki “Onlar, onu murâdına ulaştırmamakla ve onun vasiyetini tutmamakla nebîlerini zâyi’ ettiler ” diye vasfetti.
Şimdi acaba Allah Teâlâ Hâlid (a.s.)’ı genel dönük hidâyeti murâd etmekten ibâret olan kast ve niyetinin mükâfâtına eriştirdi mi yoksa eriştirmedi mi?
Ve şüphe ve görüş ayrılığı yoktur ki, Hâlid (a.s.) için bu kast ve niyetin mükâfâtı vardır; şüphe ve görüş ayrılığı ancak murâd edilmiş olan genele dönük hidâyetinin mükâfâtındadır ki, acabâ o murâd edilen şeyin vücûdda gerçekleşmemekle berâber sâdecde gerçekleşmesini arzû etmek aynı şey olur mu, olmaz mı? Ya’nî niyetin mükâfâtı amelin mükâfâtı derecesinde midir, değil midir? Şüphe ve görüş ayrılığı bundadır.
Çünkü muhakkak şerîat hükümlerinde birçok yerlerde aynı olduğunu te’yîd eden şey vardır. Namaz için cemâate gelen gibi ki, cemâate yetişemeyip kaçırır. Şimdi onun için cemâate hâzır olan kimsenin mükâfâtı vardır ve fakir olmakla berâber, servet ve mal sâhiplerinin yapmış oldukları hayırlı fiillerden üzerine oldukları şeyi temennî eden gibi. Şimdi onun için, onların mükâfâtına benzer bir mükâfât vardır. Fakat onların niyetlerinde veyâ amellerinde, onların sâdece mükâfâtları benzer. Çünkü muhakkak onlar amel ve niyet arasını birleştirdiler (3).
Şerîat hükümlerinde aynı oluşu, ya’nî niyet ile amel arasında mükâfâtın aynı olduğunu gösteren hâdîs-i şerîflerden birisi budur ki, (S.a.v.) Efendimiz buyurur: “Bir kimse güzelce abdest alıp mescide gittikten sonra, insanları namazı edâ etmiş bulsa, Allâh Teâlâ o kimseye, hâzır olup namaz kılan kimsenin mükâfâtını verir.” Demek ki cemâatle namazı edâ etmeye niyet edip de muvaffak olamayan kimsenin kazanacağı mükâfât, cemâatle namazı edâ eden kimsenin kazandığı mükâfâta eşittir.
Ve aynı şekilde (S.a.v.) Efendimiz buyururlar: “Allah Teâlâ bir adama ilim ve mal verir; o kimse de ilmi ile amel ve malı ile sadaka verir. Bir adam da der ki: Eğer Allah Teâlâ bana da ona verdiği şeyin benzerini verse, onun yaptığını yapardım. Şimdi onların ikisi de mükâfâtta eşittir.” Oysa birisi hem niyet etti ve hem de amel etti. Diğeri ise yalnız temennî etti.
Bundan dolayı bunların arasında görünüşte eşitlik olmaması gerekir. Çünkü niyetle amelin birlikte olması yalnız niyetin olması gibi değildir. Çünkü hayırlı bir amele niyet eden kimse engelleyici sebeplerin araya girmesiyle, o ameli yapmaya muvaffak olmayabilir. Onun için hadis-i şerîfte “Mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır” buyrulmuştur. Ve hattâ ba’zı hallerde bir kimsenin niyeti hayırlı bir amele olduğu halde, o niyeti kuvveden fiile getirmeye teşebbüs ettiği sırada arzûsunun ve niyetinin tersine olarak hayırlı değil de şer olan bir amel şeklinde de ortaya çıkabilir. Bundan dolayı hayırlı amele niyet ile berâber, ona muvaffak olmak başkadır.
Ve Nebî (a.s.v.) her ikisi ve her ikisinden birisi hakkında açık ve kesin haber vermedi. Ve gözüken budur ki, her ikisinin arasında eşitlik yoktur. Ve bunun için, Hâlid bin Sinân tebliğ etmeyi talep etti; tâ ki kendisi için iki husûs arasında birleştiricilik makâmı geçerli olsun; bundan dolayı iki yön üzerine hâsıl ola (4)
Ya’nî (S.a.v.) Efendimiz yukarıda zikredilen hadis-i şerîflerde cemâate yetişemeyerek namazını cemâatle kılamayan ve zenginin hallerini görüp hayırlar yapmayı temennî eden fakîr için hem niyet ve hem de amel mükâfâtının hâsıl olacağını ve niyet ile amel mükâfâtlarından birisinin verileceğini açık ve kesin olarak haber vermedi.
Belki cemâate hâzır olup namazı kılana mükâfât verileceğini mutlaklık üzere beyân buyurdu. Ya’nî cemâatle namazı edâ eden kimsenin niyetine karşılık verilen mükâfâtın mı, yoksa hem niyetin ve hem de amelin mükâfâtının mı verileceğini açıkça buyurmadı. Ve aynı şekilde temennîde bulunan fakîr ile sadaka veren zenginin mutlaklık üzere mükâfâtta eşit olduğunu beyan buyurdu. Bu eşitlik niyette mi, yoksa hem niyet ve hem de amelde mi; bunu açık ve ksin olarak bildirmedi.
Ve gözüken niyetin mükâfâtı ile amelin mükâfâtı arasında eşitlik bulunmamasıdır. Ve işte bu eşitlik olmadığı için Hâlid bin Sinân (a.s.), niyet ile amel arasında kendisine birleştiricilik makâmının hâsıl olması için nebîlik teblîğini ve berzahî nebîlik ile zâhir olup bu husûstaki haber vermeyi talep etti. Böyle olunca kendisine hem niyet ve hem de amel mükâfâtı hâsıl olur. Eğer niyetle amel mükâfâtları arasında eşit oluş olsa idi; o hazret yalnız niyetle yetinip, berzahî nebîlik ile zâhir olmak için külfeti tercîh buyurmaz idi.
Bitişi: 8 Mart 1918; Cum’a Gecesi, ezânî sâat 03.00