ÂDEM KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN İLÂHİ HİKMETİN BEYANI OLAN FASSTIR
Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimiz Allah indinden desteklenmiş ve tertemiz muhammediyye şeriatı ile bağlı bulunduğu halde, pâk peygamber yolunun izinden giderek edeb diliyle Allah indinden desteklenmiş olan ve başkalarına da destek olan ve tertemiz muhammediyye şeriatı ile bağlanmış olup başkalarını da bağlayan kulların zümresinden olmaklığı Allâhü zü’l-Celâl Hazretleri’nden ricâ eder. Ve bu dünyevî oluşumda (S.a.v.) Efendimiz’in ümmetinden olup bütün hallerde ona tâbi olduğu gibi, ahirete âit bütün geçitlerde ve ilâhi mertebeler’de o Hazret’in seçkinleri zümresinin içinde olmasını ümît ettiğini beyân buyurur.
Şimdi ahadiyyet mertebesinden hakîkat-i muhammediyye vâsıtasıyla, Mâlik olan Hakk’ın hâlis kulu olan Cenâb-ı Şeyh-i Ekber efendimizin pâk kalbine, bu Fusûsu’l-Hikem’den ilk önce ilkâ ve vahy olunan şey Âdem Kelimesinde mevcût olan “ilâhi hikmet”in beyânında olan fasstır.
“İlâhi hikmet”in Âdem Kelimesine tahsîs edilmesindeki sebep budur ki: İlâhiyyet Hakk’ın bütün isimleri ve sıfatlarını toplamış olan bir mertebenin ismidir. Ve Âdem, kemâlât âleminin anahtarıdır. Eğer Âdem olmasa idi, ulûhiyyet mertebesinin kendisinde bulunan isimler ve sıfatlar kemâliyle açığa çıkmaz idi. Çünkü “İlâhiyyet” “ilâhı olan” olmayınca açığa çıkmaz. Ve âlemde Âdem’in dışındaki görünme yerlerinin hiçbirisinin taayyünü, bu toplanmışların açığa çıkmasına müsâit değildir. O görünme yerinde ilâhiyyet’ten açığa çıkan şey, ancak onların hâs Rabbi olan ismin rubûbiyyet ve ulûhiyyetinden ne kadar payı varsa, o kadardır.
Şimdi, âlem Rahmân isminin görünme yeri olduğu ve “etteenni miner Rahmân” ya’nî “teenni Rahmân’dandır” kriterince âlemdeki açığa çıkışlar kemâl bulma kaidesine tâbî olup, kemâl bulmanında derece derece olması yönüyle mahlûkların en mükemmeli ve mevcûtların en şereflisi olan Âdem en sonra geldi. Bundan dolayı Âdem, bu var olan sûret türlerinin sonu ve mühürleyicisi oldu. Ve onda mevcûtların tamamının netîceleri ve özü ve esasları mevcût oldu. Ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli Âdem’in vücûdu ile husûle geldi. Çünkü ilâhi isimlerin tamamı bâtında hatırlama mertebesinde iken, Âdem bunların tamamının sûretine görünme yeri ve ayna oldu. Beyt:
Tercüme:
“Hakîki muhabbet edilen kendi sûretini açığa çıkarmayı murât etti.
Âdem’in su ve çamur muharebe meydanında çadır kurdu.
Kendi cemâlini seyretmek için topraktan ayna yaptı:
kendi yansımasını gördü.
Kıskanmaktan hepsini alt-üst etti.”
İşte “ilâhi hikmet”in Âdem Kelimesine tahsîsindeki sebep budur.
“Fass” bir şeyin esası ve özü manâsınadır. Ve yüzüğün fassı yüzüğü süsleyen şeydir, yâni yüzüğün taşıdır ki, onun üzerine sâhibinin ismi yazılır.
“Hikmet” ile “kelime”nin manâları baştaki önsöz’de îzâh edildi.
Ne zaman ki Hak Sübhânehû ve Teâlâ sayılması mümkün olmayan güzel isimleri yönünden onların “ayn”larını görmeyi diledi; (ve eğer dilersen, vücûd ile vasıflanmış olmasından dolayı kendisindeki sonsuz tecellîleri barındıran âlemlerde kendi “ayn”ını görmekliği ve onunla kendi sırrının, kendine görünmesini diledi dersin). Çünkü bir şeyin kendi nefsine kendi nefsi ile bakması, o şeye ayna gibi başka şeylerde kendi nefsine bakması gibi değildir. Çünkü, ona kendi nefsi bakılmakta olan mahallin verdiği bir sûrette görünür. Öyle ki bu mahallin vücûdu olmaksızın ve onun ona tecellîsi bulunmaksızın, ona sûret görünmez idi. Oysa Hak Teâlâ âlemin tamamını, mükemmel olmakla berâber kendisinde rûh olmayan ceset vücûdu olarak hálketmiş idi. Bundan dolayı bulanık bir ayna gibi idi. Ve ilâhî hükmünün şânındandır ki, muhakkak o, bir mahalli ancak “ilâhi üfleme” olarak ifâde edilen ilâhî rûhu kabûl edici olarak düzenledi. O da ancak sonsuz ve kesintisiz olan dâimi tecellînin feyzini kabûl etmek için düzenlenen bu sûretten isti’dâdın hâsıl olmasıdır. Ve ancak kabûl edici kaldı. Ve kabûl edici ise, ancak onun akdes feyzinden olur. Böyle olunca işin tamamı, ondan çıktığı gibi, ona geri döner. Şimdi iş, âlem aynasının cilâsını gerektirdi. Bundan dolayı Âdem, bu aynanın cilâsının aynı ve bu sûretin rûhu oldu (1)
Bilinsin ki, ahad olan zâtın bütünsellik yönüyle altı mertebesi vardır. Ve parçalar yönünden mertebelerine son yoktur:
Birincisi: “Taayyünsüzlük”, “mutlaklık” ve “sırf zât” mertebesidir. O mertebenin bu isimler ile isimlendirilmesi öğrenmek isteyenlere anlatmak içindir. Yoksa sırf zât bütün sıfat ve vasıf ve isim bağlantısından münezzeh olduğu gibi, mutlaklık kaydı ve taayyünün olmayışı kavramından dahi mukaddestir. Ve bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin aslıdır. Onun üstünde hiçbir mertebe yoktur, belki bütün mertebeler onun altındadır. Ve zâtın bütün bağıntıları ve işleri ve onun mertebelerinin tamamı kendinde saklı ve gizlidir. Ve zât, zâtiyyeti yönünden âlemlerden ganî olduğundan tecellîden de ganîdir. Onun tecellîsini gerektiren şey, zâtında gizli ve saklı olan bağıntı ve işleridir. Eğer kendisinde bu bağıntılar ve işler olmasa idi, zât ebediyyen tecellî etmez idi. Ve bütün bağıntılar ve işler, zâtta helâk ve mahv olduğundan onlar bu mertebede sırf zâtın aynıdır. İrâde dahî diğer bağıntılar gibi onun bir bağıntısı olduğundan Hak, ahadiyyet mertebesinde irâdi değildir. Ve irâde denilen bağıntı ise zâtın “ayn”ıdır. Ve bu mertebe, latîf’in daha latîfinin daha latîfi olduğundan ve kesîf’in kesîfi olan bu şehâdet âlemine ve esfel-i sâfilîne reddolunmuş bulunan insanın fikri bu mertebeye göre en kesîf bulunduğundan fikir ile sırf zâtın idrâki mümkün değildir. Onun için hadîs-i şerîfte “Allah’ın zâtını tefekkür etmeyiniz” buyrulmuştur.
İkincisi: “Vâhidiyyet” mertebesidir. Bu mertebenin hâsıl oluşu, sırf zâtta gizli ve helâkta olan bütün bağıntıların, yâni sıfatların isti’dâd dili ile açığa çıkma isteğinde bulunmalarından ve zâtın da onları kendi haps oldukları yer olan ahadiyyet mertebesinden salıvermek için nefeslendirmesinden dolayıdır. İşte bu nefeslendirme ile o sıfatların sûretleri ilâhî ilimde mevcût olur. Bu nefeslendirme, zâtın kendisinde, yine kendisine, kendi zâtı ile olan tecellîsinden ibârettir. Ve bu tecellîye “akdes feyz” derler. Ve ilim mertebesinde mevcût olan sıfatların sûretleri, Hakk’ın zâtının bunlarla taayyününden ibârettir. Ve bu mertebenin ismi “Allah”tır. “Vahidiyyet” denilmesi bütün isimlerin “Allah” küllî ismi altında toplanmış olmalarından dolayıdır.
İlim mertebesinde taayyün etmiş olan bu sûretlere, “a’yân-ı sâbite” derler; ve “ilâhi hakîkatler” olarakta ifâde ederler. Çünkü ilâhi sıfatların sûretleridir; ve imkân dâhilinde olanların hakîkatleri ve dayanaklarıdır. İşte bu mertebede zâti irâde de, diğer bağıntılar gibi, zâtta haps olunmuşluktan salındığından sırf zât, irâde sıfâtı ile tecellî eden olmakla, bütün bağıntıların sûretleri, bu irâde sıfâtı altında “ilâhî ilim” mertebesinde taayyün etmiş olurlar. Ve “irâde”, zâtın açığa çıkmaya ve çıkarmaya meyl ve arzusundan ibârettir.
Bu husûstaki ayrıntılar Dâvûd Fassının sonlarında ve Lokmân Fassının başlarında gelecektir. Bu vâhidiyyet mertebesi, ahadiyyet mertebesine göre latîf’in latîfi olan Hakk’ın zâtının bir mertebe, kesîfleşme buyurmasından başka bir şey değildir. Ve sırf zât bu mertebenin bâtını, vâhidiyyet mertebesi ise, sırf zâtın zâhiri olur.
Üçüncüsü: “Ruhlar mertebesi”dir. Bu mertebe mutlak zâtın ilim mertebesinden bir derece daha kesîfleşmesinden ibârettir. Öyle ki, ilim mertebesinde mevcût olan her bir ilmi sûret, bir bâsît cevher olarak bu mertebede zâhir olur. Ve bu bâsît cevherler şekil ve renk ve zaman ve mekân ve yırtılma ve yapışmadan soyuttur.
Bu bir âlemdir ki, duyulara âit işâretler ile anlatmak mümkün değildir. Bu mertebede her bir rûh, kendisini ve kendi benzerini ve kendi kaynağı olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini idrâk etmektedir. Bu âleme “emr âlemi”, “gayb âlemi”, “ulvî âlem” ve “melekût âlemi” derler.
Bu mertebe mutlak zâtın ayrılık ve gayrılık türünden hâriçte açığa çıkmasıdır. Bu ayrılık ve gayrılık, latîf olan buharın bir mertebe yoğunlaşarak bulut olmasına benzer. Ve rûhlar âlemi vâhidiyyet mertebesinin zâhiri, vâhidiyyet mertebesi ise onun bâtınıdır. Şu halde, rûhlar mertebesine göre ahadiyyet mertebesi, bâtının bâtını olmuş olur.
Dördüncüsü: “misâl âlemi” mertebesidir. Bu mertebede de mutlak zâtın ayrılma ve bölünme ve yırtılma ve yapışma kabûl etmeyen sûretler ve biçimler ile hâriçte açığa çıkmasıdır. Ve bu âleme “misâl âlemi” denilmesinin sebebi budur ki, rûhlar âleminde bulunan her bir ferdin cisimler âleminde bürüneceği bir sûretin benzeyeni bu âlemde zâhir olur. Ve bir grup ona “hayâl” derler. Çünkü bunları idrâk edebilen hayâl etme kuvvesidir. Ve misâl âlemine “berzah âlemi” ve “latîf terkipler” de derler. Ve tasavvuf ehli terimlerinde rûhlar âlemi ve misâl âlemini birleştirip “melekût âlemi” derler. Ve misâl âlemi rûhlar âleminden cisimler âlemine ulaşan “mukaddes feyz”in vâsıtasıdır. Ve rûhlar ile cisimler arasında berzahtır. Ve berzah olması sebebiyle her iki âlemin hükümlerini toplamıştır ki, onlar da zâhir ve bâtınıdır.
Yâni misâl mertebesi rûhlar mertebesinin zâhiri ve cisimler mertebesinin bâtınıdır. Şu halde mutlak zât misâl mertebesine göre bâtının bâtının bâtını olur. Ve bu mertebe, gayb ve şehâdet arasında ayırıcı çizgidir. Ve madde bileşimi cisimlerin aynı olmadığı gibi, aklî soyut cevherin de aynı değildir. Yâni rûhlar âlemi ile cisimler âleminin gayridir. Rûhlara göre kesîf ve cisimlere göre latîftir. Şu kadar ki, cismânî cevher ile aklî soyut cevhere benzemesi vardır. Cisimlere benzemesi budur ki, cisimlerin nasıl eni ve boyu ve derinliği varsa, misâl alemine âit sûretlerin de eni ve boyu ve derinliği vardır. Ve onu ölçmek ve göz ile görmek mümkündür. Aynaya yansımış olan sûret gibi. Rûhlara benzemesi budur ki, rûhlar nasıl nûrânî ve lâtif ise misâl âlemine âit sûretler de latîf ve nûrânîdir. Ve lâtîf ve nûrânî oluşundan dolayı el ile tutulmaz ve bıçakla kesilmez ve parçalara ayrılamaz. Rüyâda görülen sûretler bu âlemdendir.
Beşincisi: “Şehâdet mertebesi”dir. Bu mertebe de mutlak zâtın ayrılma ve bölünme ve yırtılma ve yapışma kabûl eden cisimlerin sûretleri ile hâriçte açığa çıkmasıdır. Onun için bu âleme “olma ve bozulma âlemi” derler. Çünkü cisimlerin sûretleri bir taraftan oluşur ve bir taraftan bozulur. Ve bu cisimler âleminin bâsît elementleri oksijen, klor, sodyum, karbon, bakır taşı, altın, gümüş vb. gibi yetmiş küsur elementten ibârettir.
Muhtelif sûretler bu elementlerden bazılarının muhtelif ölçülerde bir dîğeriyle karışımından oluşur.Bu elementlerin genel olarak sûretinin üç hâli vardır. Onlar da gaz, sıvı ve katı halleridir. Detayları fizik ve kimyâ kitaplarında mevcûttur. Tasavvuf ehli, canlı cisimlerin dört esas üzere bulunduğunu beyan ederler ki, bunlar da havâ (gaz), su (sıvı), toprak (katı) ve ateş (ısı)ten ibârettir.
Bu cisimler âlemi diğer mertebelerin hepsinden daha kesîf ve en açığa çıkmış olanıdır. Ve ahadiyyet mertebesi bu mertebeye göre bâtınların bâtınlarının bâtınıdır. Ve cisimler âleminde açığa çıkan her bir sûretin hakîkati, vâhidiyyet mertebesinde sâbit olan aynlardır. Ve her birisinin rûhlar âleminde birer rûhu vardır. Bundan dolayı cisimler âleminde gerek cemâd, gerek bitki ve gerek hayvan olsun, rûhu olmayan bir sûret yoktur. Çünkü, her bir sûret bir ismin görünme yeridir. Ve onu idâre eden rûh o isimdir. “Cemâd”a cemâd denilmesi kendi taayyününün rûha âit eserleri açığa çıkarmaya müsâit olmamasındandır.
Cisim sûretleri derece derece kemâl bularak kendisinde rûha âit eserler açığa çıkacak taayyünü kazanır; ve sonuçta en mükemmel sûret olan insâna âit sûrette rûha âit eserler en âşikâr olarak açığa çıkar. Fakat dikkât edilsin ki, bu mertebelerde görülen değişmeler ve başkalaşmalar mutlak zâtın değildir. Her bir mertebede mutlak zât, zâtiyyeti üzere kâimdir. Başkalaşma ve değişmeler, ancak onun sonradan olmuş olan sıfatlarındandır. Meselâ, buhârın zâtı latîftir. Bir mertebe yoğunlaşınca bulut olur. Bir derece daha yoğunlaşınca su ve yine yoğunlaşınca buz olur. Her bir mertebede buhar zâtiyyeti üzere mevcûttur.
Çünkü başkalaşan şey buharın zâtı değildir; onun zâtında mevcût olan sonradan olma sıfâtıdır. Eğer buhârın zâtı başkalaşmış olsa idi buzun eriyip su ve derece derece buharlaşarak bulut ve bulutun tekrâr latîfleşerek buhar olmaması lâzım gelir idi. Çünkü bozulan şey başka bir şey olur ve aslına karışamaz ve geri dönemez. Meselâ şarabın içine tuz konsa, bozulup sirke olur. Zâtı bozulduğundan, artık şarap olamaz.
Altıncısı: Hazret-i insan toplayıcı mertebesidir. Bu mertebe de aynı şekilde mutlak zâtın en mükemmel bir görünme yerinde açığa çıkmasıdır. Ve bu en mükemmel görünme yeri de Âdem türüdür. Ve tasavvuf ehli his ve şehâdet âlemi ile “hazret-i insan”ı birleştirip “nâsût” derler. Ve işte bu mertebe cismâni ve nûrâni ve vahdeti ve vâhidiyyeti mertebelerin tamamını toplamış olan bir tecellî ve bir en son elbisedir. Ve insan ilâhi sûret üzere mahlûk olduğundan bütün isimleri toplamış olan “Allah” mübârek isminin görünme yeridir. Ve insan, kâmil ve kâmil olmayan olarak iki kısımdır. Her ikisi de bu mübârek ismin görünme yeridir. Fakat nebîlerden ve evliyâdan ibâret olan insan-ı kâmil sâfîyeleşme yoluyla kaynağına döndükleri ve kendi var zannedilmiş olan varlıklarından fânî oldukları yönle diğer insan fertlerinden bu kemâl ile ayrılmışlardır. Yâni bu ikrâm sahibi zâtlar Hak-perest ve geriye kalan insan fertleri ise kendini-peresttir Nitekim Mevlânâ (r.a.) buyurmuşlardır:
Tercüme:
Her kim ki eleste kapılmıştır
Tâ ahd-i “eles”ten o mesttir
Bağlanmış ayağı derd evinde
Can vermek için küşâde-desttir
Kendinden o fânî Dost’la bâkî
Hayret ki, o yoktur ve vardır
Bu zümredir ancak ehl-i tevhîd
Gerisi cihanda kendini-peresttir
Ve her mertebe ve taayyün ilâhi isimlerden bir ismin görünme yeridir. Ve insan “Allah” küllî isminin görünme yeridir. Ve bütün ilâhi isimler, parçaların bütünün altında mevcût olmaları gibi, zât ismi ve bütün sıfatları toplamış olan “Allah” küllî isminin altında mevcûttur. Ve “Allah” ismi, nasıl ki hakîkatte ve mertebede isimlerin hepsinin üzerine önde ise, “Allah” mübârek isminin görünme yeri olan insâni hakîkatin de görünme yerlerinin hepsinin zâtından ve hakîkatinden önde olması lâzım gelir. Bundan dolayı insâni hakîkat görünme yerlerinin hepsinin hakîkatlerini toplamış ve mertebelerin hepsini ihâta etmiştir. Ve insan mertebesinden hâriç hiçbir şey yoktur. Nitekim Hz. Emîrü’l- mü’minîn, esedullâhi’l-gâlib Ali İbn Ebî Tâlib (k.A.v.) Efendimiz “hazret-i insan”ın bu toplayıcılığından haber verip buyururlar:
Tercüme: “Senin ilâcın sende olduğu halde bilmiyorsun. Ve hastalığın senden olduğu halde görmüyorsun. Ve sen küçük bir cüsse olduğunu zannedersin, halbuki en büyük âlem sende toplanmıştır. Ve sen öyle bir açık kitâpsın ki, gizlenmiş olan şey onun harfleriyle açığa çıkar. Ve sen vücûdsun ve vücûdun nefsisin. Ve sende mevcût olan şey toplanıp sayılmaya gelmez. Senin hârice ihtiyâcın yoktur. Kâinât kitâbında yazılmış şeyler hep senden çıkar.”
Şimdi, hazret-i insan mertebesi taayyün bakımından ahadiyyet mertebesinden en uzak ve esfel-i sâfilîn olur.
Nitekim Hak Teâlâ buna işâreten:
“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm; Sümme redednâhu esfele sâfilîn” ya’nî “Andolsun Biz insânı en güzel sûrette hálk ettik, sonra da onu esfeli sâfilîne reddettik” (Tin, 95/4-5) buyurur. Ve mutlak zât insan mertebesinde taayyün bakımından en zâhir ve hakîkat bakımından bâtınların bâtınlarının bâtını olmuş olur. Ve insan varlık ağacının meyvesi ve zât cemâlinin aynası derecesinde bulunduğundan, var etmenin maksat ve amacına âit sebep insan’dan ibâret bulunur.Bu ön bilgi anlaşıldıktan sonra metnin ma’nâsını anlamak kolaylaşır. Şöyle ki: Bütün izâfelerden münezzeh olan mutlak zât, kendi vücûdunda gizli ve helâkta olan ve parçaları yönünden bir araya toplanıp sayılmaya gelmeyen güzel isimleri i’tibârıyla, bu isimlerin “ayn”larını görmeyi dilediği zaman, ilâhî emir ayna derecesinde olan âlemin cilâsını gerektirdi. Bundan dolayı Âdem, rûhu ve aklı ve nefsi ve cesedi yönünden, bu âlem aynasının cilâsının ayn’ı oldu.
Çünkü Âdem’in rûhu rûhlar âleminin ve aklı akıllar âleminin ve nefsi nefsler âleminin ve cesedi cisimler âleminin cilâsıdır. Ve Âdem mükemmel olarak hálk edilmiş bir cesed olan âlemin rûhu oldu. Çünkü Hak Teâlâ Hazretleri ruhâniyet âlemine Âdem’in rûhu ile ve akıllar âlemine onun aklı ile ve nefsler âlemine onun nefsi ile ve cisimler âlemine onun cesedi ile yardım eder. Bundan dolayı Âdem bu tesviye edilmiş cesedin rûhu olmuş olur. Ve işte Âdem’in en sonra hálk buyrulmasının sebebi ve hikmeti budur.
Şimdi Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli Âdem’in vücûdu ile olunca sen istersen dersin ki:
“Mutlak zât sayılması mümkün olmayan güzel isimleri bakımından (sırf zâtı bakımından değil, çünkü zâtı yönünden tecellî olmaz) yokluktan sonra vücûd ile vasıflandığı için ilâhî emri barındıran toplayıcı varlıkta “ayn”ını görmekliği ve onunla kendi sırrının kendine görünmesini dilediği, yâni kemâliyle açığa çıkmaya irâdesi bağlandığı vakit, ilâhî emir âlem aynasının cilâsını gerektirdi. Âdem bu aynanın cilâsının ayn’ı oldu.“
Çünkü toplayıcı varlık daha önce izâfî yokluk ile vasıflanmış iken, daha sonra izâfî vücûd ile vasıflanmış oldu; ve vücûd emrini içine aldı. Çünkü toplayıcı varlık küllî vücûd ile vasıflanmıştır ve küllî vücûd ile vasıflanmış olan şeyde, aynların açığa çıkması ve tecellîsi dahi küllîdir. Bundan dolayı mutlak zât, toplayıcı varlık görünme yerinde küllî taayyün ile taayyün etmiş olmuş olur.
Soru: Allah Teâlâ, zâtı ve sıfatları ile ezelîdir. Ve insânî âlemin var edilmesinden önce kendi zâtını ve sıfatlarını bilir ve görür. Bundan dolayı kendi “ayn”ını görmek için neden bir görünme yerine lüzûm görsün?
Cevap: Evet, Hak Teâlâ Hazretleri zâtı ve sıfatları ile ezelîdir. Ve zâtını ve sıfatlarını bildiğine ve gördüğüne şüphe yoktur. Fakat bu biliş ve görüş, kendi zâtını kendi zâtında bilmek ve görmektir. Bundan dolayı toplayıcı varlıkta isimlerinin aynlarını görmeye ilâhi irâdesi bağlanmazdan önce, isimlerini ve sıfatlarını, kendisinin zâti bağıntıları ve gaybi işleri olarak görür idi. Bunun için zâtında olan isimlerinin ayn’larının hükümlerini ve eserlerini hâriçte olan toplayıcı varlıkta görmeyi diledi.
Çünkü bir şeyin kendi nefsini, bir görünme yerinin aracılığı olmaksızın, kendi nefsi ile görmesi, o şeye ayna gibi olan başka şeyde, kendi nefsini görmesine benzemez. Gerçi toplayıcı varlık mutlak zâtın bir tenezzül ve tecellî mertebesi olması i’tibârıyla, Hakk’ın zâtı bu toplayıcı varlıkta dahi isimlerin ayn’larından ibâret olan kendi nefsini, ahadiyyet mertebesinde kendi nefsini gördüğü gibi, görür. Velâkin, iki görüş arasında fark vardır. Daha önce, öz olarak görür idi. Toplayıcı varlık mertebesine tenezzülünde ayrıntılı görür. Öz ile ayrıntı arasında fark olduğu açıktır.
Örnek: Dünya güzeli bir kadın kendisinin yerinde bir fizik ve güzellik ve yüze sahip olduğunu, ömrü boyunca aynaya bakmamış olsa, yine bilir ve görür. Fakat bu biliş ve görüş, kendi zâtını, kendi zâtında bilmek ve görmektir ki, öz olarak bilmek ve öz olarak görmektir. Hiç bakmamış olduğu ayna kendisine verilip bunda mevcût olan yerinde fiziğini ve güzelliğini ve yüzünü gördüğünde kendisinde daha önceki ilim ve görüşten başka bir ilim ve görme zevki oluşur. Ve öz ayrıntıya dönmüş olur.
Diğer örnek: Kendisinde ressâmlık ve hattâtlık ve mimârlık sıfatları bulunan bir kimse, hiç resim yapmamış ve yazı yazmamış ve binâ inşâ etmemiş olsa dahi, kendinde bu sıfatların olduğunu ve bu sıfatlarla berâber zâtını bilir ve görür; bu özdür. Ne zaman ki bir resim levhası yapar ve yazı yazar ve bir binâ inşâ eder, o resim ve yazı levhalarında ve inşâ ettiği binâda zâtında potansiyel olarak mevcût olan bu sıfatları ayrıntılı olarak bilmiş ve görmüş olur. Ve bu eserler bu sıfatların aynası derecesinde bulunur. Bundan dolayı daha önceki biliş ve görüşü ile sonraki biliş ve görüşü arasında fark ortaya çıkar.
Ve “başka şeyde olan görme”de, şeye kendi nefsi, kendisine bakılmakta olan mahallin verdiği bir sûrette görülür. Eğer bu mahallin vücûdu olmasa ve şeyin o mahalle tecellîsi bulunmasa, o şeye sûret görünmez idi. Yâni daha önceki örneklerde îzâh edildiği şekilde, bir kimsenin kendi sûretini seyretmesi, ancak aynanın vücûdu ile mümkün olur.
Çünkü ayna o kimseye daha önce görünmeyen bir sûreti gösterir. Bundan dolayı o kimsenin nefsi, o kimseye, kendisine bakılmakta olan aynanın verdiği bir sûrette görünür.
Ve başka şeyde sûretin görünmesi iki şeyden oluşur: Birisi mahall, diğeri bakanın mahalle tecellîsidir. Eğer mahall olan ayna tamâmıyla cilâlı ve parlak ise, bakanın sûreti onda kemâliyle görünür. Değil ise bakana aynanın isti’dâdına göre bir sûret görünür. Ve aynı şekilde ayna tümsek veyâ çukur veyâ tümseklik ve çukurluk ile karışık ise, ona karşılık olmak sûretiyle tecellî edici olan bakana kendi sûreti türlü türlü görünür.
Gerçi bu aynalarda görünen sûrette bakanın sûretidir. Velâkin kendisine bakılmakta olan aynalarda bakanın sûretini kemâliyle gösterebilmek isti’dâdı olmadığından, böyle muhtelif ve noksan olarak göstermiştir. Bundan dolayı uyuşmazlık ve noksan bakanın değil, aynaların isti’dâd ve kabiliyyetlerindedir. Oysa Hak Teâlâ hazretleri âlemin tamamını kendisinde rûh olmayan mükemmel olan bir cesedin vücûdu olarak var etmiş idi. Bundan dolayı âlem bulanık bir ayna gibi idi. Ve ayna bulanık olunca, doğal olarak bakanın sûretini kemâliyle gösteremez.
Ve muhakkak Hak Teâlâ bir mahalli, ancak “ilâhî üfleme” denilen ilâhî rûhu kabûl etmek üzere tesviye etti ki, böyle olması ilâhî hükmü şânındandır. İlâhî rûhu kabûl etmek için mahallin tesviyesi ise, ancak sonsuz ve kesintisiz olan dâimi tecellî feyzini kabûl etmek üzere tesviye olunan sûretten isti’dâdı açığa çıkarmaktan ibârettir.
Yâni Hak Teâlâ rûhsuz bir cesed gibi âlemi var etti. Oysa âlem bu halde kalamazdı. Çünkü Hak Teâlâ bir mahalli tesviye ederse, mutlaka ona rûh üflemek için tesviye eder. İlâhî hükmün şânı budur. Ve toplayıcı varlık olan insandan önce âlem sûretinin tesviyesi, ancak bu sûretten isti’dâdı açığa çıkarmak içindir. Çünkü bu sûret sonsuz ve kesintisiz olan dâimi tecellî feyzini kabûl eder.
İşte bu sebeple Hak Teâlâ âlem sûretinin rûhu olan insanı var etti. Nitekim “ve nefahtü fîhi min rûhî“ ya’nî “ve rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) buyurur. Ve rûh üflenmesi mâden ve bitki ve hayvan hakkında genel ve insan hakkında özeldir. Şu hâlde tesviye, tesviye edilmiş mahallde kabiliyyetin, yâni zâtî olan yapılmamış isti’dâdın açığa çıkmasıdır. Çünkü eğer mahallin vücûdun yapılmış isti’dâdını kabûle zâti isti’dâdı olmasa idi, dâimi feyzi kabûl etmeğe isti’dâdlı olmaz idi.
Örnek: Üzerine koyu bir boya sürülmüş olan bir aynaya sûret aksetmez. O boya aynanın yüzeyinden silinmeli ve onun yüzeyine cilâ verilmeli ki, içinde sûret görünebîlsin. Cilâlanmadan önce onda sûretin görünmesi isti’dâdı yok idi. Cilâdan sonra bu isti’dâd oluştu. Bu isti’dâd yapılmış isti’dâddır. Fakat bir tahta parçasına ne kadar cilâ vurulsa onda aynada olduğu gibi sûretler yansımaz. Çünkü onda aynanın zâtî isti’dâdı yoktur. Ne kadar tesviye olunsa yapılmış isti’dâdı öğrenip bakanın sûretini kabûl edemez.
Diğer örnek: Yeni doğan çocuk konuşamaz. Velâkin onda konuşmaya zâtî isti’dâd vardır. Cismi zaman içinde büyüyüp geliştikçe konuşmaya başlar. Fakat yeni doğan bir hayvan ilk başta konuşamadığı gibi ne kadar büyüse ve ona konuşma öğretilse konuşamaz. Çünkü konuşmaya zâtî isti’dâdı yoktur. Zâtî İsti’dâdın açığa çıkması yapılmış isti’dâdın oluşmasına bağlıdır.
Şimdi tesviye edilmiş mahallde feyzi kabûl eden kabûl ediciden başka var etme haddinden hâriç geriye bir şey kalmadı; yâni âlem var etmenin altına dâhil oldu ve var etmenin altına dâhil olmayan, ancak kabûl edicinin vücûdu kaldı. Ve kabûl edici ise ancak Hakk’ın akdes feyzinden olur. Çünkü tesviye edilmiş mahallde feyzi kabûl eden şey, onun ayn-ı sâbitesinde olan zâtî isti’dâdıdır; bu da yapılmamıştır; yâni var etmenin altına dâhil olmuş bir şey değildir.
Çünkü bu zâtî isti’dâd ahadiyyet zâtında gizli olan bağıntıların gerekleridir; ve bu bağıntılar Hakk’ın aynıdır. Ve kabûl edicinin vücûdu akdes feyzden, yâni zâtî tecellîden oluşur. Yâni Hak ahadiyyet mertebesindee kendi zâtını kendi zâtıyla bilir ki, zâtında gizli sonsuz bağıntılar ve işler mevcûttur ve bunlar açığa çıkma talebindedir. Onların bu taleplerini yerine getirmek için, kendi zâtında, kendi zâtına, kendi zâtı ile tecellî ettiğinde onların sûretleri ilâhî ilimde var olur. Ve Hakk’ın nefsi bu vâhidiyyet mertebesinde bu bağıntıların ilmî sûretleriyle taayyün etmiş olur. Bundan dolayı burada var etme mevzûbahis olamaz.
Bu mertebe isimlerin çokluğundan akdes olduğu için bu zâtî tecellîye “akdes feyz” demişlerdir. Ve her bir tecellîyi kabûl edecek bir mahall lâzımdır ki, o mahal o feyzin kabûl edicisi ve o tecellînin aynasıdır. Bu zâtî tecellînin aynası ve bu akdes feyzin kabûl edicileri a’yân-ı sâbite ve ilmi hakîkatlerdir. Ve bu hakîkatler ise, Hakk zâtının gayri değildir.
Ve yukarıda bahsedilen altılı mertebeden üçüncüden altıncı mertebeye kadar olan mutlak vücûdun tenezzülleri, Hakk’ın “mukaddes feyz”inden olur. Ve“mukaddes feyz” a’yân-ı sâbite isti’dâdlarının gerektirdiği şeylerin hâriçte açığa çıkmasını icâp ettiren isimlerin tecellîlerinden ibârettir. Ve zâtî ve isimlerin tecellîleri hakkındaki îzâhlar ve ayrıntılar Şît Fassı’nda gelecektir.
Şimdi mâdemki kabûl edicilerin başlangıcı yapılmamış olan ilâhi hakîkatler, ve sonu yapılmış olan varlık sûretleridir; ve ilâhi hakîkatler Hakk’ın zâtının ve varlık sûretleri de ilâhi hakîkatlerin aynası olmuştur; ve bunlar da Hakk’ın zâtî tecellîleri ve isimlerinden ibâret bulunmuştur; şu halde emrin hepsi, başlangıcı ve sonu Hakk’tandır. Ve emrin tamamı ondan başladığı gibi, yine ona döner. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ emruhû izâ erade şey’en en yekule lehü kün feyekûn; * Fe subhanelleziy biyedihi melekûtü küllî şey’in ve ileyhi turceûn;” ya’nî “Bir şeyi irâde ettiğinde O’nun emri sadece ona “Ol” demektir. O hemen olur. * O ki Sûbhan’dır. Herşeyin mülkü ve hükümranlığı elindedir. Ve ona döndürüleceksiniz” (Yâsin, 36/82-83).
Kısacası Hak Teâlâ hazretleri kendi bağıntıları ve işleri olan sonsuz isimlerinin “ayn”larını görmeyi dilediği vakit, onların sûretlerinin yansıyabileceği aynanın vücûdu gerekti; bu aynaya gerekli olan eşyâyı hazırladı. Mertebe mertebe şehâdet mertebesine tenezzül etti ve âlemi hálk etti. Ve âlem cilâya isdi’dâdlı bir ayna idi. Onda Âdem’i var etmekle âlem aynasını parlak kıldı. Çünkü Âdem isim tecellîlerinin hepsini kabûle isdi’dâdlıdır. Ve taayyünler âleminde, onun taayyünü gibi mükemmel ve makbûl bir taayyün yoktur.
Ve Âdem denilen görünme yerinde taayyün etmiş olan ancak Hak olduğundan, Hak Teâlâ kendi zâtını Âdem aynasında kemâliyle müşâhede buyurur. Bundan dolayı Âdem bütün mertebeleri toplamıştır. Bu sûrette Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli Âdem’in vücûduyla oluşmuş olur.
Ve melekler de kavim terimlerinde “büyük insan” denilen bu sûretin, yâni âlem sûretinin, bâzı kuvvetlerinden oldu. Böyle olunca melekler o sûret için, insan oluşumundaki rûhâni ve hissi kuvvetler gibi oldu. Ve onlardan her bir kuvvet kendi nefsi ile örtülüdür, zâtından üstününü görmez. Ve muhakkak kuvvetlerde Allâh indinde olan her bir yüksek makâm ve derece için kendi zannında yeterlilik vardır. Çünkü onların indinde, ilâhî tarafa ve hakîkatlerin hakîkati tarafına ve bu vasıfları taşıyıcı olan oluşumda âlem kabûl edicilerinin hepsini, yükseğini, alçağını barındıran küllî tabîatın gerektirdiği şeye dönük olan arasında, ilâhi toplayıcılık hâsıldır (2).
Yâni melekler, evliyâullâhın terimlerinde, “büyük insan” denilen âlem cismi sûretinin bazı kuvvetlerindendir. Çünkü âlem kendisinden var olan insanın vücûduyla berâber bütün herşeyiyle isimlerin tamamına görünme yeri olduğu için ilâhi sûret üzere mahlûktur. Ve âlem cisminin küçük parçası olan insan, ilâhi isimlerin hepsine görünme yeri olarak onun rûhu derecesinde bulunduğu yönle, cismen küçük ve mânen büyüktür. Çünkü mânen âlemi dahi toplamıştır. Bu sebeple evliyâullah, cisim i’tibârıyla âleme “büyük insan” ve Âdem’e “küçük insan” ve ma’nâ i’tibârıyla âleme “küçük insan” ve Âdem’e “büyük insan” der.
Ve cismen büyük insan denilen âlemde, elektrik kuvveti, buhâr kuvveti, çekim kuvveti ve merkezkaç kuvveti gibi birçok tabîat kuvvetleri ve cinni rûhlar ve şeytanî rûhlar gibi bir çok rûhâni kuvvetler olduğu gibi, onun parçalarından olan her bir mahlûkta dahi bitkisel ve hayvânsal kuvvetler ve bunlarda dahi silsileler yönüyle sayısız ve hesapsız muhtelif kuvvetler vardır. Oysa melekler cisme âit duyusal sûretler ile mevcût olan kuvvetlerin ve nefsi kuvvetlerin ve kudsi akla âit kuvvetlerin rûhlarıdır.
Bunlar rabbâni hükümleri ilâhî eserleri, cismâni âlemlere ulaştırırlar. İlâhi nûrlar ile güçlü oldukları için onlara “melek” denilmiştir. Bundan dolayı melekler, âlemin sûretinde mevcût olan kuvvetlerin bazısı olmuş olur. Şu halde melekler, âlemin sûreti için insâni oluşumda olan rûhâni ve hissi kuvvetler gibi oldu.
Ve insandaki rûhâni kuvvetler bâtın duyulardır ki, onlar da “müşterek hissi kuvvetler”, “hayâle âit kuvvetler”, “tefekkür etme kuvveti”, “vehim veren kuvvetler” ve ”hâfıza kuvveti”dir. Ve tabîî rûhuna âit olan “çekim kuvveti”, “zaptetme kuvveti”, “hâzmetme kuvveti”, “koruma kuvveti”, “geliştirme kuvveti”, “oluşturma kuvveti” ve “tasavvur etme kuvveti”dir. Ve hayvânî ve nefsânî rûhuna âit olan ilim,yumuşak huy, ağırbaşlılık, cesaret, adâlet, siyâset, gurur ve reislik gibi kuvvetlerdir.
Hissi Kuvvetler de zâhir duyulardır ki, onlar da: “İşitme kuvveti”, “görme kuvveti”, “koklama kuvveti”, “tadma kuvveti” ve “dokunma kuvveti” denilen beş kuvvetten ibârettir. Ve bu kuvvetler hissedilebilir olan maddi cisimlere bağlı olur.
İşte bu rûhâni ve hissi kuvvetler insanın bedenini idâre ettiği gibi, melekler de âlem cisminin bütün herşeyini idâre edici bulunduğu için âlem sûretinin rûhâni ve hissi kuvvetleri gibi oldu. Nitekim Hak Teâlâ “Fel mudebbirâti emrâ“ ya’nî “emri tedbir edenlere” (Nâziât, 79/5) buyurur.
Ve Hz. Hayyâm bu dörtlükte bu hakîkati kısaca beyân eder: Dörtlük:
Tercüme: “Hak cihânın cânıdır. Ve cihan bütün herşeyiyle bir bedendir. Melâike rûhları ise bu tenin bâtın ve zâhir duyularıdır. Felekler ve unsurlar ve mevcûtlar dahi insâna âit âzâ derecesindedir. İşte tevhîd ancak budur. Ve bunun gayrisi bütün çokluktan ibârettir.”
Ve âlem sûretlerinde olan her bir kuvvet kendi nefsiyle perdelidir. Kendisinden üstün olan başka bir kuvvet görmez. Nitekim akıl kuvveti ile vehim kuvveti, insanın âleminde saltanat iddia ederler. Biri diğerine itaat etmez. Çünkü akıl, delilleri değerlendirme kuvvetiyle, bütün hakîkatleri gereği gibi idrâk ve ihâta ettiğini iddiâ eder.
Oysa İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin şu;
Tercüme: “Akılların idrâkinin nihâyeti bağdır, düğümdür. Ve âlemlerin çalışma gâyesi şaşkınlıktan ibârettir.” beytinde buyurduğu gibi akıl, hakîkatleri idrâkten çok uzaktır. Bununla berâber herkes kendi aklını beğenir. Çünkü her ferdin aklı kendi nefsiyle perdelenmiştir. Ve böylece insan vücûdunda akıl vehme ve vehim de akla tâbî olmak istemez. Ve görme kuvveti bir şeyin görülmesinde gark olduğu zaman kendi nefsiyle perdelenmiş olup, o sırada söylenen sözler işitme kuvvetine te’sîr etmez olur. Ve işitme kuvveti bir sözün işitilmesinden gark olduğu vakitte, görme kuvveti çevresindeki eşyânın seyretme zevkinden perdeli olur. İşte meleklerin Âdem oluşumu hakkındaki çekişmesi dahi bu hakîkate dayanmaktadır.
Ve her bir kuvvet, Allâh indinde her bir yüksek makâm ve derece için kendi zannınca, nefsinde yeterlilik tasavvur eder. Ve kendi nefsinde gördüğü kemâl, diğerlerinin kemâlini görmeğe perde olur. Oysa hâlin hakîkati böyle değildir. Bu ancak bir zan ve tasavvurdan ibârettir. Bunun sebebi budur ki, her bir kuvvet indinde ilâhî tarafa (yâni her bir mevcût için vâsıtasız özel bir yön bulunan ve vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan isimler ve sıfatlar mertebesine) ve hakîkatlerin hakîkati tarafına (yâni mevcût ve izâfi yoklukta olan bütün imkân dahîlindekileri toplamış olan imkâniyye mertebesi) ve bu vasıfları (yâni hakkıyye ve hálk edilmişlik vasıflarını) taşıyıcı olan insan oluşumunda âlem kabûl edicilerinin hepsini (yâni tabîî rûha isdi’dâdlı olan tesviye edilmiş cesedi ve tabîat âleminin elementsel, mâdensel, bitkisel, hayvânsal ve insâna âit bütün kabûl edicilerini) yükseğini (yâni melekleri) ve aşağısını (yâni elementsel cismanî âlemi) içine alan küllî tabîatın (yâni tabîatların aslı olan sıcaklık, soğukluk, ıslaklık ve kuruluğun) gerektirdiği şey arasında ilâhi toplayıcılık vardır. Bu cümleyi îzâh için birâz ayrıntı verilmesi lâzım geldi.
İlâhi toplayıcılığı toplamış olan üç hakîkat vardır:
Birincisi: Vâhidiyyet mertebesidir ki, isimler ve sıfatlar mertebesidir. Ve her bir mevcûda vâsıtasız bu mertebeden özel bir yön vardır. Çünkü en kesîf âlem olan şehâdet mertebesine kadar, bu mertebenin altında bulunan her bir mertebede var olan herhangi bir mevcût, bu mertebede mevcût olan bir ismin görünme yeridir. Ve bu isim, o mevcûdun özel yönüdür; ve o mevcût bu ismin gölgesidir. Gölge ile sâhibi arasında vâsıta olmadığı gibi, o mevcût ile bu isim arasında da vâsıta yoktur.
İkincisi: İmkâniyye mertebesidir. Bu mertebe fiilen mevcût olmuş ve potansiyel mevcût ve fiilen olmayan bütün imkân dâhilinde olan hakîkatleri toplamıştır. Ve bu öyle bir oluş yönüdür ki, rubûbiyetten ayrılıp kulluk ile vasıflanmıştır. Çünkü bir olan hakîkî vücûd vitr(tek) iken, bu imkâniyye hakîkati ile tecellî etmekle çift olmuş ve bir vücûd iki görünmüştür. Bundan dolayı imkâniyye mertebesi bütün çoklukların hakîkatlerini toplamıştır. Ve imkâniyye mertebesi vâhidiyyet mertebesine karşılık olduğu ve bütün bağıntıları ve işleri toplamış olan tek bir vücûdun tenezzülünden başka bir şey olmadığı için tabî ki ilâhi toplayıcılığa sahiptir.
Üçüncüsü: Külli tabîat mertebesidir. Bu mertebe vâhidiyyet mertebesi ile imkâniyye mertebesini birleştirmiştir. Ve madde âlemi bu mertebenin ihâtası altındadır. Bundan dolayı âlem sûretlerinde bir yön ile te’sîr eden ve bir yön ile te’sîr edilendir. Ulûhiyyet bu küllî tabîatın bâtını ve bu mertebe ulûhiyyetin zâhiridir. Çünkü ilâhi isimlerin kesîf sûretleri bu âlemde bu küllî tabîat ile açığa çıkar. Şu halde küllî tabîat hakkıyye ve hálkıyyeyi birleştirmiş olan küllî ilâhi hakîkattir. Ve Hak ile hálkedilen taraflarının kemâli ile zâhirdir.
İşte insâni kuvvetlerden her bir kuvvet ve âlem sûreti kuvvetlerinin bazısı derecesinde olan meleklerden her bir melek, kendi indinde, bahsedilen üç toplayıcılığı müşâhede ettiği için, bu üç hakîkate dönük bulunan her bir yüksek makâm ve dereceye kendi zannında yeterlilik tasavvur eder. Oysa onun bu zannı doğru değildir. Kendisinin üç toplayıcılığı toplamış olması, kemâlâttan ancak husûsî bir kemâlin görünme yeri olması sebebiyledir.
Dîğer tâbir ile ifâde edelim: Her bir kuvvet bir ismin görünme yeridir.
Ve isimde iki işâret vardır:
Birisi zâta, diğeri kendisinin mevzûu olduğu husûsî ma’nâya âittir. Zât bütün isimlerin ve sıfatların toplayıcısı olduğundan zâta işâreti i’tibârıyla hangi bir isim alınsa, onda bütün isimler mevcût bulunur. Ve o isim bu i’tibâr ile toplayıcılığa sahiptir. Velâkin onun görünme yeri, ancak kendisinin aynası olduğu yönle, bu görünme yerinin taayyünü, onda mevcût olan diğer isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâit değildir.
Ve mevzû olduğu husûsî ma’nâ i’tibârıyla her bir isim diğer isimlerden ayrılır. Bundan dolayı bu i’tibâr ile onda toplayıcılık yoktur.
Fakat “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olan insan-ı kâmilin taayyünü bütün isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâit olduğundan, bahsedilen üç hakîkati toplamıştır. Zîrâ toplayıcı isim olan “Allah” bütün isimleri ihâta etmiş olan zâta işâret eder. Ve bu bahsin detayları İdrîs Fassın’da gelecektir.
Ve bunu akıl, düşünce bakışı yoluyla ârif olmaz; belki bu ilmin idrâki, ancak ilâhî keşf ile olur ki, rûhlarını kabûl edici olan âlem sûretlerinin aslının ne olduğu ondan bilinir (3).
Yâni bu küllî tabîat ilmini akıl düşünce bakışı yoluyla bilemez. Bu ilmin idrâki ilâhî keşf ile olur.
Ve âlemde var olan sonsuz sûretlerin aslı nedir?
Ve onlar kendilerinin rûhu olan ilâhi isimlerin te’sîrlerini ne yön ile kabûl ederler?
Ve ahadiyyet mertebesinden şehâdet âlemine tenezzüllerinin esasları nasıldır?
Bunlar hep ilâhî keşf ile bilinir. Düşünce bakışı yoluyla akıllarını kullanan felsefe ehli bu husûsta hayret içindedirler. Nitekim İslâm felsefecilerinden olan Ebû Alî Sînâ, vefâtı zamânında bu yol ile sarf ettiği mesâînin ve icrâ ettiği araştırmaların ve tetkiklerin boş olduğunu ve hiçbir şey tahsîl edememiş bulunduğunu itirâf etmiş ve aşağıdaki beyit ile bu aczini kabûl etmiştir:
Tercüme: “Mahlûkatın günahlarının örtülmesi senin örtmen iledir. Sen’i vasfedenler sıfatından âciz kaldılar. Yâ Tevvâb, bize hakîki tövbe ihsân et; çünkü biz beşeriz. Biz seni ma’rifetin hakkıyla bilemedik.”
Ve felsefecilerin nerede hayrete düştüklerinin ayrıntıları İdrîs Fassın’da gelecektir.
Bilinsin ki, küllî tabîat ulûhiyyet’in zâhire çıkmış hâli olan tek bir hakîkattir. Ve bir diğerine zıt birtakım esaslara sahîp olan tabîat sûretleri, her mertebede, o tek bir hakîkatten açığa çıkıp çeşitli taayyünler ile taayyün eder. Bundan dolayı tabîat ve tabîattan açığa çıkan tabîat cisimlerinin tamamı, hakîkat yönünden tek bir ayn’dır; ve taayyün yönünden çok ayn’lardır. Ve tek bir ayn dahi Hakk’ın hakîkati olan ahadiyye ayn’ıdır. Ve bu tabîat sûretleri tek bir ayn’ın muhtelif taayyünleri olduğu için, taayyünler sahasında mevcût olmayan bir şey, tabîattan açığa çıktığında, veyâhut tabîatta mevcût sûretlerden bir kısmı bozulup yok olduğunda, o tabîat ne eksilir, ne de artar. Ve tabîat ile ilgili ayrıntılar İdrîs Fassı ile İsâ Fassı’nda gelecektir.
Ve küllî tabîatın mertebelerin hepsinde sûretlerin var edicisi olan hakîkatin zâhiri tarafı oluşu yönüyle, sûretler cismânî, aklî, ilmî, hayâlî, zihnî, nûrî, rûhânî ve ilâhî olur. Nitekim sağlam kaynaklı hadîste buyrulmuştur: “Muhakkak Allah Teâlâ, Âdem’i sûreti üzerine hálk etti. Böyle olunca Allah Teâlâ’nın tarafına lâyık nûra âit ilâhi sûreti vardır.“
Şimdi hakîkat ehline göre sûretler, ya ulvî veya süflî olur.
Ve ulviyyette, hakîkî ve izâfî olmak üzere iki kısma ayrılır:
Hakîki ulvi sûretler. Vâhidiyyet mertebesinde taayyün etmiş olan rubûbiyyet isimleri sûretleridir. Bunların maddesi ve ilk cevheri amâ’-i Rab’dır. Ve bu sûretlerin te’sîr edicisi ulûhiyyet zâtının hakîkati olan zâti ahadiyyettir. Ve vâhidiyyet mertebesinin tamamının zâhir tarafı küllî tabîattır.
İzâfi ulvi sûretler. Aklıyye rûhları, müheyyem rûhlar, nefsiyye rûhları ve müheyyem melekler rûhları hakîkatlerinin sûretleridir. Bunların maddesi tecellî nûr’udur.
Süfli sûretler. İmkâniyye hakîkatleri ile cisimler âlemi sûretleridir. İmkâniyye hakîkatlerinin sûretleri imkâniyye mertebesinde taayyün eden ilâhi bağıntılardan ibârettir ki, Rab ve merbûb(Rabbı olan) bağıntıları bu mertebede açığa çıkar. Bundan dolayı imkâniyye mertebesi bütün çoklukların hakîkatlerinin sûretlerini toplamıştır. Ve bunların maddesi amâ’-i merbûb(Rabbı olan)dur. Amâ-i Rab’de taayyün etmiş olan ulvi hakîkatlerin sûretleri bu mertebede merbûbiyyetle(Rabbı olmaklıkla) vasıflanmış olur. Ve imkâniyye mertebesi mutlak misâl ve kayıtlı misâl ve berzah âlemlerindeki sûretleri toplamıştır. Ve bu sûretler cisimler âlemine göre ulvîdir. Ve bu sûretlerin maddesi ve ilk cevheri nefesler ve ameller ve ahlâk gibi arâzlardır. Bundan dolayı bir kimse şerîata uygun sâlih ameller yapsa ve güzel ahlâk ile vasıflansa, bunlar berzah âleminde hûriler ve köşkler gibi cemâli sûretler ile görünür. Ve kötü ameller ve çirkin ahlâktan da ateş ve yılan ve akrep sûretleri oluşur.* (Mesnevi, Cilt 2, 958,1406; Cilt 5. 2211.beyitlere bakınız.(A.A. Konuk)
Cisimler âlemindeki sûretler en sûflî olanlardır. Ve bunların maddesi tamamen cisimdir ki, elementlerden ibârettir. Bunların ulvîsi hafîf olan “ateş” ile “havâ”dır. Ve ateş ile havâ havâsal ve ateşsel rûhların maddesidir. Süflîsi ağır olan katı ve sıvı cisimlerdir. Ve bunlar mâdensel ve bitkisel ve hayvansal sûretlerin maddesidir. İşte “tabîat“ bu sûretlerin hepsini taşıyan bir hakîkattir. Bir yön ile fâil ve bir yön ile fâilin fiilini kabûl edendir. Meselâ tabîatta sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve ıslaklık vardır. Bu dört şey tabîatın gayri değildir. Fakat tabîat sıcaklığı ile kurulukta ve soğukluğu ile ıslaklıkta fâildir ve kuruluk ile ıslaklık fiili kabûl edendir. Demek ki, tabîat bir yön ile fâil ve bir yön ile fâilin fiilini kabûl edendir. Tesîr ve te’sîri kabûl ediş üzerine ne varsa bu örneğe kıyâslansın. Ve kendi rûhlarını kabûl eden âlemin idrâk edilebilir ve hissedilebilir sûretleri aşağıdaki îzâhlar çerçevesinde var olur.
Şöyle ki rûhların hepsi ilk nûr olan “kalem-i a’lâ”nın hakîkâtinde taayyün etmişlerdir. Ondan sonra göklerin ve yeryüzünün hálkedilmesinden önce, “levh-i mahfûz”da o ma’nâları taşıyan harflerin yazılmasıyla ayrıntıya gelir. Fakat bu levh-i mahfûzda yazılmış sûretler ve şekiller belirgin değildir. Daha sonra açığa çıkmaya muhabbetin harâreti ve rûhâni şevkin hareketinin meydana gelmesiyle bu belirgin olmayan sûretler ve şekiller kendilerine tahsîs edilmiş olan âlemlerinde, yâni tabîatlar ve unsurlar âleminde zuhur eder. Onların belirmesi ve zuhur etmesi, yâni cesedlerinin tesviyesi tamâmlandığında bu cesed sûretlerini açığa çıkarıcı mâdenî rûhtan sonra yerden yetişen bitkilere sîrâyet eder. Daha sonra hareketli hayvânî rûha ve en sonra da imkân dâhilindeki yönlerin en mükemmeli üzere, ilâhî zuhûr için, insâni mükemmel rûhun sîrâyeti gerçekleşir.
Örnek: Bir kâtip ilminde olan ma’nâlara sûret vermek için kalemini hokkaya batırır. Kalem ucunun üzerine aldığı mürekkep, o ma’nâları taşıyıcı olan harfleri ihtivâ eder. Fakat kâtip mürekkep yerine soğan suyu kullansa ve bu su ile beyaz kağıt üzerine harfleri yazsa kâğıt üzerinde harflerin şekilleri belirgin olmaz. Ve bu harfler manâların sûretleridir; ve ma’nâlar bu sûretlerin rûhlarıdır. Ve bu ma’nâlar, bu harflerde birleşme ve dâhil olma olmaksızın mevcûttur. Daha sonra bu soğan suyu ile yazılmış olan hârfler ateşin ısısına tutulduğunda, yazılmış olan harflerin rengi kağıdın renginden farklı olarak gözükerek okuyan onları okuyup, o hârflerde açığa çıkan ma’nâları anlar.
Şimdi rûhları kabûl eden âlem sûretlerinin aslı olan küllî tabîat ilminin idrâkı akıl ile değil, ilâhî keşif ile mümkün olur. Akıl ancak kendi nefsini idrâk eder; ve ona ancak kendi nefsiyle kendi nefsinden aldığı şey keşf olur. Çünkü aklın işletici ve hükmedicileri duyulardır. Akıl duyular vâsıtası ile kendinde toplanan husûslara göre hükmeder. Bu ise kendi nefsiyle kendi nefsinden aldığı hükümdür. Bu hükümdeki kapsam alanı ise meydandadır. Onun için düşünce bakışı yoluyla akıllarını kullanan felsefecilerin eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmaları şimdiye kadar mümkün olmadığı gibi, bundan sonra da ebeden mümkün olamayacaktır. Bunlar Hz. Hayyâm’ın buyurduğu gibi öküzden süt sağmak gibi abesle meşgûldürler.
Beyt-i Hayyâm:
Tercüme ve izâh: Onlar ki, akıl ile çalışırlar; yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Düşünmeksizin elbisesi giymeleri, yâni akıllarını terk edip ilâhî keşif sâhipleri olan kerem sâhibi nebîlerin getirdikleri hükümleri kabûl ve onlara tâbî olmaları, daha iyidir. Bu tâbî olma öyle olmalıdır ki, işin hakîkâtinde bugün aklın hükmüyle bir yaprak bile satmamalıdır. Yâni nebîlerin hükümlerini kısıtlı ihâta sâhibi olan akla uydurmaya çalışmak ile îtirâzlarda bulunmamalıdır.
Ve ilâhî keşf toplayıcı varlığın görünme yerinin dışında bir yerde olmaz. Bunlar ise nebîler (aleyhimü’s-selâm) ile Hz. Şeyh-i Ekber ve benzeri (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) gibi onların vârisleri olan kâmillerdir. Çünkü bunlar Allah toplayıcı isminin görünme yeri oldukları yönle, mutlak zâtın tenezzül mertebelerini kendi nefislerinde bizzât hakîkatini idrâk ile müşâhede ederler. Ve söyledikleri ve yazdıkları hep kendi bizzât hakîkatini idrâk ile müşâhedeleridir. Ve onlar bu müşâhede üzerine bilirler ki, küllî tabîat ulûhiyyet’in zâhir tarafı olan tek bir hakîkattir. Ve bu da bütünde sîrâyet etmiş olan ahad zâttan başka bir şey değildir.
Bunun için Hak Teâlâ buyurur: “Ve huvellezî fîs semâi ilâhun ve fîl ardı ilâhun” ya’nî “Gökteki ilâh da yerdeki ilâh da O’dur” (Zuhruf, 43/84) ve resûlinin lisânı ile de “Bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi” deyip bütünde ahad zâtın sîrâyetinin hakîkatini duyurur.
Şimdi bu bahsedilen, “insan” ve “halîfe” olarak isimlendirildi. Onun insâniyyetine gelince, onun oluşumunun genelliğinden ve hakîkatlerin tümünü barındırdığından dolayıdır. Ve o, kendisiyle bakılan gözden, Hakk için gözbebeği gibidir. Ve “göz” ile anlatılmak istenen odur. İşte bunun için “insan” olarak isimlendirildi. Çünkü Hakk, onunla hálk ettiklerine baktı ve onlara rahmet etti (4).
Yâni âlem kuvvetlerinin tümünü yükseğini ve alçağını toplamış olan bu bahsedilene, yâni toplayıcı varlığa, “insan” denildi ki,aslî ismidir. Ve “halife” denildi ki, sonraki ismidir. Ona “insan” denilmesi, oluşumunun genel olmasından ve hakîkatlerin hepsini barındırması ve ihâta etmesinden dolayıdır. Çünkü rûhânî, tabîî ve unsurî olan bütün oluşumlarda onun sîrâyeti olduğu gibi, ulvî ve suflî bütün hakîkatleri barındırır. Âlemde hiçbir hakîkat yoktur ki, onda olmasın. İnsanın zâhirinde âlemin zâhirinde olan ve bâtınında da, âlemin bâtınında bulunan her bir şeyin benzeri vardır. Bundan dolayı insan mevcûtların özeti ve kâinatın özüdür. Çünkü âlem ilâhi sûret üzeredir. Ve insan ise o sûretin toplayıcı numûnesidir.
Ve bu “toplayıcı varlık’” kendisiyle bakılan gözün, Hak için, gözbebeği gibidir. Ve “göz” ile anlatılmak istenen dahi, ancak odur. Ve görme kuvveti görünen şeylerin aynını nasıl gözbebeği ile idrâk ederse, mutlak zâtın kendi tenezzül mertebelerinin tümüne olan bakması da, bu gözbebeği gibi olan insan-ı kâmil ile olur. Yâni görme kuvvetinin algısı olan görmek gözbebeğinin sûreti ile olduğu gibi, Hak için görmek algısı dahi insan-ı kâmilin sûretine âit taayyün ile olur. Ve insan görme kuvvetiyle kendisinin aynı olan vücûduna baktığında oluşan görme algısı, başkasından kazanılmaz. Belki bu algı kendi zâtının kendi zâtına verdiği bir algıdan ibârettir. İşte insan-ı kâmil denilen görünme yeriyle olan ilâhî bakışta böyledir. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin iki yüz yirmi birinci kısmında şöyle buyurur:
Beyt:
Tercüme: “Gayr nerededir? Ve varlıkta bütün “beşer” olarak isimlendirdiğin vücûdun gayrı bir şey yoktur. Çünkü o, aynen ve ilmen varlığın hepsine kapsam olan bir isimdir. Bundan dolayı sen sûretlerden çıkma!”
İşte insan, Hak için gözün göz bebeği gibi olduğundan dolayı, “insan” olarak isimlendirildi. Çünkü Hak insan-ı kâmil ile hálk ettiklerine baktı ve onlara rahmet eyledi. Çünkü insan-ı kâmil âlemin var edilmesine ve onun devamlılığına ve kemâlâtına ezelen ve ebeden dünyâca ve âhiretçe sebeptir.
İlim mertebesinde sebep oluşuna gelince: Hak Teâlâ kendi zâtına zâtıyla tecellî ettiği ve bütün sıfatlarını ve kemâlâtını zâtında müşâhede ettiği ve onları insan-ı kâmilin hakîkatinde müşâhede etmeyi istediği zaman, ilim mertebesinde insan türünün hakîkati olan hakîkat-ı muhammediyye, Hak için, ayna gibi oldu. Ve âlem hakîkatlerinin tümü onun vücûdu ile mevcût oldu. Ve bu hakîkat bütün isimleri toplamış olan “ilâhiyyet” mertebesine karşılık oldu. Daha sonra Hak Teâlâ o hakîkatte bütün isimlere ayrıntılı vücûd verip a’yân-ı sâbite açığa çıktı.
“Ayn”daki sebep oluşuna gelince “Allah ilk önce benim nûrumu hálk etti” hadîs-i şerîfi gereğince nûr-i muhammedîden ibâret olan ilk aklın var edilmesiyle, Hak Teâlâ hâricî vücûdu ilmi vücûda uygun kıldı. Daha sonra ilk aklın içine aldığı diğer mevcûtlar açığa çıktı. Nitekim altılı mertebe bahsinde daha önce beyân edildi.
Kemâlâta sebep oluşuna gelince. Hak Teâlâ insan-ı kâmilin kalbini zâtının ve isimlerinin tecellîlerine ayna kıldı. İlk önce ona, daha sonra onun vâsıtasıyla âleme tecellî etti. Bu hâl, bir aynaya yansıyan nûrun onun karşısında bulunan diğer bir aynaya yansımasına benzer. Şu hâle göre isimlerin ilimde ve “ayn”daki aynları ve onların kemâlâtı ancak insan-ı kâmil vâsıtasıyla husule geldi. Ve insan ilk gâye olunca, tabîidir ki onun hâricîsi vücûdu âlem hakîkatlerinin vücûdunu gerektirir. Bundan dolayı Hak Teâlâ, en son insanı var etmek için, ilk önce âlemin parçalarını var etti. Nitekim buna işâreten, hadîs-i kudsîde: “Levlâke levlâk lema halaktü’l eflâk” yâni “sen olmasa idin yerleri, gökleri hálketmez idim” buyruldu. Ve Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) Efendimiz, Mesnevî-i Şerîf’lerinin dördüncü cildinde bu hakîkati şu yön ile izâh buyururlar:
Mesnevî:
Tercüme “Zâhire göre, o dal budak meyvenin aslıdır. Velâkin bâtına göre, dal budak meyve için vücûd bulmuştur. Eğer meyve meyl ve ümîdi olmasa idi, bahçıvan hiç ağacın kökünü diker miydi? Böyle olunca o ağaç ma’nâ îtibârıyla meyveden doğdu. O meyvenin doğumu her ne kadar sûret îtibârıyla ağaçtan olmuş ise de, bunun için, o ilimlerin sâhibi olan (S.a.v.) Efendimiz: “Biz öne geçmiş olan sonra gelenleriz” işaretini beyân buyurmuştur. Ve yine buyurur ki: “Gerçi ben sûret îtibârıyla Âdem’den doğmuşumdur. Velâkin ma’nâ îtibârıyla ceddin ceddi olarak olmuşumdur. O meleğin secdesi benim için olmuştur. Ve benim için yedinci felek üzerine gitmiştir. Aklın ilki, amelde sonra geldi. O öyle bir akıl ki, ezel vasfı ola.”
İşte bu ezelî müşâhede ve ilmî ve aynî var etme onlara bakıştan ve onların üzerine öz olarak rahmâniyye rahmetinin ve ayrıntılı olarak rahîmiyye rahmetinin feyzlendirilmesinden ibârettir. Çünkü bütün kemâlât vücûd üzerine tertîp edilmiştir. Ve vücûd aslî rahmettir ki, rahmetin türleri ve dünyâ ve âhiret ile ilgili saâdet hep bu aslî rahmete tâbi’dir.
Şimdi o, ezelî olan sonradan meydana gelmiş insândır ve ebedî olan dâimi oluşumdur; ve birleştirici olan ayırıcı kelimedir. Bundan dolayı âlem onun vücûduyla tamâm oldu. Böyle olunca o, âlemden, yüzükteki yüzüktaşı gibidir ki, o, pâdişâhın hazînelerini onunla mühürlediği nakş ve alâmet mahallidir (5).
Yâni toplayıcı varlık olan insan-ı kâmil, sûretiyle sonradan var olmuştur ve rûhi hakîkatiyle ezelîdir. Çünkü ilmi sûretler ilâhî ilimdir; ve ilim ilâhi bağıntılardan bir bağıntı olması îtibârıyla Hakk’ın aynıdır; ve Hak ise ezelîdir. Ve insâni hakîkat sonsuz bağıntıları toplamış olan vâhid zâta karşılık olan ayna gibi olup vâhid zâtın mertebelerin tümüne tenezzülü bu hakîkatle olduğundan ve mertebelerin tümü ise, Hakk’ın vücûdundan ibâret ve Hakk’ın vücûdu ise ebedî olduğundan, insan-ı kâmilin oluşumu dahi ebedîdir. Hiçbir mertebede aslâ fenâ bulmaz.
Ve insan-ı kâmil bir kelimedir ki, zorunlu hükümler ile mümkün hükümlerin aralarını ayırır. Ve kendisi zorunlu ile mümkün arasında berzahdır. Ve berzah olan şeyin iki tarafa da birer yüzü vardır. Bundan dolayı insan-ı kâmil zorunlu hükümler ile mümkün hükümleri birleştirmiştir. Velâkin onun berzah oluşu iki taraftan ayrı olmak ve kendisinin ilâve ayn’ı bulunmak sûretiyle değildir.
Meselâ kelimenin vücûdu sûretle ma’nâ arasında berzahtır. Velâkin kelimenin vücûdu sûret ve ma’nâya göre bir ilâve ayn değildir. Çünkü sûret kelimenin “ayn”ı olduğu gibi, ma’nâ da o sûretten hâriç değildir. Bundan dolayı kelime sûret ve ma’nâyı bir dîğerinden ayıran bir berzah olmakla berâber bunlardan ayrı değildir. Ve sûret ve ma’nâdan fazla olarak bir “ayn”a da sâhip değildir. İşte insan-ı kâmilin vücûdu da bu örneğe uyarlanabilir.
Şimdi Âdem mertebelerin tümüne toplayıcı olduğu ve onun taayyünü bütün ilâhi isimlerin açığa çıkmasına müsâit olduğu için, âlemin vücûdu Âdem’in vücûduyla tamâm oldu. Çünkü Âdem’in vücûdu olmasa idi, âlemin vücûdu rûhsuz bir tesviye edilmiş ceset ve cilâsız bir ayna gibi kalır idi. Bundan dolayı âlemin Âdem’e nispeti, yüzüktaşının yüzüğe nispeti gibidir.
Ve yüzüktaşı nakş ve alâmet mahallidir ki, pâdişâh hazînelerine onunla mühür vurur. Çünkü yüzükten kasıt nakş ve âlamet mahalli olan onun taşı olduğu gibi, âlemden kasıt dahi, hakîkî melik’in ismi olan “Allah” toplayıcı isminin nakş mahalli olan insan-ı kâmil’dir; ve hakîkî melik isimlerinin hazînelerini bu alâmetle muhafaza eder.
Bilinsin ki “O insan ezelî olan sonradan meydana gelmiş ve ebedî olan dâimi oluşumdur” ibâresi altında çok büyük ma’nâlar vardır. Bu beyândan insanın, yalnız yeryüzü üzerinde açığa çıkan insandan ibâret olmadığı açıkça görülür. Çünkü yeryüzünün başlangıcı ve sonu vardır. Bundan dolayı onun üzerinde açığa çıkan insanların da başlangıcı ve sonu vardır. Şu halde yeryüzü üzerindeki insanlar ezelî olan sonradan meydana gelmiş değildir, ebedî olan dâimi oluşumda değildir. Şimdi bu ma’nâyı izâh etmek için bir ön bilgi vermek lâzımdır.
Şöyle ki, Hakk’ın vücûdunun ne başlangıcı, ne de sonu vardır, kadîmdir. Bundan dolayı onun sıfatları ve isimleri dahi kadîmdir. Ve sıfatlarının ve isimlerinin hükümlerinin ve eserlerinin açığa çıkması aslâ durma kabûl etmez. Şu halde, Hakk’ın tecellî etmediği bir ân yoktur. Nitekim, âyet-i kerîmede “külle yevmin huve fî şe’n” ya’nî “O her an yeni bir iştedir”(Rahmân, 55/29) buyrulur. Hak Teâlâ ezelen ve ebeden Hâlık’tır, Rezzâk’tır, Gaffâr’dır, Mümît’tir, Muhyî’dir vb. Bundan dolayı vücûd kadîm olduğu gibi, sonradan var olanların esâsları dahi kadîmdir. Ancak sonradan var olan fertlerin başlangıcı ve sonu vardır. Ve sonradan var olanların esaslarının başlangıcı ve sonu yoktur. Yâni Hakk’ın hálketmediği bir ân yoktur.
Şimdi sonsuz uzay Hakk’ın vücûdunun ayn’ıdır. Ve onda bir taraftan var olan ve bir taraftan bozulan var edilenler ve zâil olanlar hálkedicilik sıfâtının görünme yerleridir. Ve o sonsuz âlemlerin üzerinde ezelen var olan insanların fertleri sonradan meydana gelmiştir. Bundan dolayı insan hem ezelî ve hem de sonradan meydan gelmedir. Ve beşer fertleri ve üzerinde yaşadığı âlemler ecele tâbî olduğu halde onun bu sonsuz âlemler üzerinde sonu olmadan açığa çıkması onun ebedî daimi oluşumu olduğunu gösterir. Ve “oluşum” “sonradan meydana gelmek” ma’nâsındadır.
Bu cümlenin açık ma’nâsı: “Şimdi o, ezelî sonradan meydana gelmiş ve ebedî dâimi sonradan meydana gelmiş olan insandır” demek olur. Şu halde insan, kadîm olan Hakk’ın varlığında ezelden ebede kadar mevcûttur.
Yukarıdaki şerh, kerim olan şerh edicilerin verdikleri ma’nâya göredir. Ve bu kerim olan zâtlar, insanın sonradan meydana gelişi ancak yeryüzüne mahsus olduğu ve şehâdet âleminin ancak bizim âlemimiz olduğu düşüncesiyle bu şekilde şerh etmişler ve insan-ı kâmil sûretiyle sonradan meydana gelme ve rûhi hakîkati ile ezelîdir demişlerdir. Gerçi bu beyân da doğrudur; fakat insâni fertlere göre doğrudur.
Çünkü henüz sûret âleminde açığa çıkmayan her bir ferdin bir rûhi hakîkati vardır. Fakat “insan” kavramının sûret âleminde ezelden beri mevcût olmadığı düşüncesi darlıktır. Çünkü sûret âlemi ilâhi fiillerin aynasıdır. Ve ilâhi fiillerin ezelen ve ebeden durması mümkün değildir. Bundan dolayı bizim âlemimiz yok iken sonsuz uzayda başka âlemlerde insan sûretleri var idi. Bunun delîli ön bilgi cümlelerinde îzâh olunduğu üzere “Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbeh” ya’nî “Gökleri ve yeri hálk etmesi ve orada dâbbeh’den çoğaltıp yayması O’nun âyetlerindendir” (Şûrâ, 42/29) âyet-i kerîmesidir. Hak Teâlâ yerde ve göklerde “dâbbe” cinsinden olan mahlûkatı yaydığını beyân buyuruyor. Ve “dabbe” insanın sûretine de kapsamdır.
Nitekim âyet-i kerîmede, Enfâl sûresinde “İnne şerred devâbbi indallâhis summul bukmullezîne lâ ya’kılûn“ yâni “Muhakkak ki, Allah indinde dabbelerin en şerlisi akılsız olan sağır ve dilsizlerdir” Enfâl, 8/22) “dilsiz ve sağır ve akılsız olan “dabbelerin şerlisi” insan olduğu meydandadır. Ve aynı şekilde diğer bir âyet-i kerîmede de “İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû fe hum lâ yu’minûn” yâni “Allah indinde devâbbın en şerlisi, muhakkak kâfirlerdir, artık onlar imân etmezler” (Enfâl 8/55) buyrulur. “Ve küfreden ve îmân etmeyen “devâbb” ise ancak insandır.”
Esâsen cenâb-ı Şeyh-i Ekber hazretleri Fütûhât’ın 367’nci kısmında hálketme esâsının ezelî ve ebedî olduğunu beyân buyururlar. Nitekim daha sonra büyük kıyâmet bahsinde ayrıntılı anlatılacaktır. Ve cenâb-ı Mevlâna Celâleddîn Rûmî efendimiz dahi Mesnevî- Şerîf’in üçüncü cildinde Dekûkî kıssasında olan beyt-i şerîfinin ikinci mısra’sında bu ma’nâya işâret buyururlar ki, fakîr Mesnev-î Şerîf’e olan âcîzâne şerhimde bu ma’nâyı îzâh ettim. Burada bahsetmek uzun olur.
Ve bu ecilden ona “halîfe” ismini verdi. Çünkü mühür hazîneleri muhafaza ettiği gibi, hálk ettiklerini onunla muhafaza edicidir. Şimdi pâdişâhın mührü onların üzerinde bulundukça, onların açılmasına bir kimse cesâret etmez. Ancak onun izniyle açar. Böyle olunca, âlemin muhafazasında onu halife yaptı. Bundan dolayı kendisinde insan-ı kâmil mevcût oldukça, âlem muhafaza olmaktan zâil olmaz. Onu görmez misin ki, dünyâ hazînelerinden zâil olup kaldırılsa Hak Teâlâ’nın onda muhafaza edeceği bir şey kalmaz. Ve onda olan şey çıkar ve bazısına katılır. Ve iş âhirete nakledilir. Şu halde âhiret hazîneleri üzerine ebedî mühür ile mühürlendi(6).
Yâni insan-ı kâmil isimlerin hepsini toplamış olan “Allah” isminin görünme yeri olduğundan dolayı Hak Teâlâ Hazretleri ona “halife” ismini verdi. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de meleklere hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyrulmuştur.
Çünkü kilitlerin üzerine konulan mühürmumunun üstüne basılan mühür ile hazîneler muhafaza edildiği gibi Hak Teâlâ da, kendisinin isimlerinin görünme yerleri olan hálk ettiklerini insan-ı kâmilin vücûdu ile muhafaza eder. Çünkü mevcût türlerin sûretlerinin devamlılığı, ulûhiyyet hazînelerinden, durmaksızın onlara ulaşan isimlere âit îtâlar ile olur. Eğer bu tecellîler kesilse, âlem sûretleri bir anda buz gibi eriyip mahvolur ve yok olur.
Nitekim Hak Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ ya’nî “Hiçbirşey yoktur ki hazîneleri bizim yanımızda olmasın. Onu ma’lûm bir kader ile indiririz” (Hicr, 15/21) buyurur. Ve bu sûretlerin kemâlât ve eserlerinin devamlılığına sebep olan ilâhi îtâlar ilk önce zamânın vâhidi olan insan-ı kâmilin kalp aynasına inip, daha sonra onun kalbinden âleme yansıma sûretiyle dağıtılır. Ve hakîki pâdişâhın izni olmadıkça, insan-ı kâmilin muhafaza ettiği hazînelerin sırlarına kimse vâkıf olamaz; ve ilâhi hazînelerin tasarrufuna kimse cesâret edemez.
Ve “illâ bi iznihi” deki zamîrin insan-ı kâmil’e dönük olması dahi mümkündür. Bu şekilde ma’nâ: “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olan insan-ı kâmilin izni olmadıkça ilâhi îtâların kaynağı olan hazînelerde hiçbir kimse tasarrufa cesâret edemez, demek olur. Ve insan-ı kâmilin ilâhi hazînelerde tasarrufu asâleten değil, hilâfetendir. Çünkü Hak Teâlâ âlemin muhafazası husûsunda insan-ı kâmili halîfe yaptı. Bundan dolayı âlemde insan-ı kâmil mevcût oldukça, o âlem dâimâ muhafazada kalır.
Sen görmez misin ki, Zâhir isminin görünme yeri olan olan bu kesîf dünyâ âleminde Hakk’ın açığa çıkma ve açığa çıkarması ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünü(isticlâsı), son derece kemâle geldikten sonra, insan-ı kâmilin vücûdu zâil ve onun vücûd mührü dünyâ hazînelerinden kaldırıldığı zaman, artık dünyâ hazînelerinde muhafaza edecek bir şey kalmaz.
Çünkü zâhir sûretler bozulup harâp olur. Ve Zâhir isminin hükümleri Bâtın isminin sahasına nakil olur. Ve kesîf dünyâ âleminde mevcût olan mâden ve hayvân ve insan ve cinn ve göklerde olan melekler âhiret âlemine ihrac olur ve âlemde toplanır. Nitekim Hak Teâlâ “Ve izel vuhûşu huşiret” yâni “vahşiler toplandığı zaman” (Tekvîr, 81/5) buyurur. Ve toplanma ise her bir şey hakkında geneldir. Bundan dolayı âlemden ihrac olan şeylerin bazısı bazısına katılır. Yâni parçalar kendi asıllarına katılmış olur.
Şu halde mâden ve bitki ve hayvân toprağa; ve insan ve cinn ise, kendilerinde üstün gelene göre, ateşe aît parçalar şeytandan ibâret olan ateşe, ve nûra aît parçalar da melekten ibâret olan nûra katılır. Daha sonra nûr insan-ı kâmile katılıp nûrânî âlemde onun mühürleme hakîkati açığa çıkar. Ve insan-ı kâmil görünme yeriyle açığa çıkma işi âhirete nakil olmakla, insan-ı kâmil nûruyla nûra âit âlemin hazînesinin; ve ateşiyle de ateşe âit âlemin hazînesinin, âhiret âlemi üzerine ebedî mühürleme ile mührü olur. Çünkü insan-ı kâmil melek ve şeytanı toplamıştır.
Şu kadar ki, şeytan onda tasarruf edemez; belki o şeytanda tasarruf eder. Velâkin noksan insânda şeytan tasarruf eder. Onun için noksan insânda şeytânlık gâlip olunca âhirete naklinde şeytanın aslından olan ateşe katılır. Ve şeytan Celâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Celâli tecellîlerin mahalli ise cehennemdir. Ve Celâli tecellîler elemi gerektirir. Ve eğer nûrluk gâlip olursa âhirete naklinde meleğin aslı olan nûra katılır.
Nitekim Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar:
Mesnevî:
Tercüme: “Diğer bir hamlede beşer mertebesinden ölürüm, melâike mertebesinden kanat ve baş çıkartmak için.”
Ve nûr Cemâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Cemâli tecellîler mahalli ise cennettir. Ve Cemâli tecellîler lezzeti gerektirir. Ve ahîret oluşumunda bunların mahalli ayrı olduğu halde, dünyevî oluşumda bir aradadır. Bundan dolayı gerek mü’minlerin ve gerek kâfirlerin bu âlemde Cemâli ve Celâli tecellîlerden nasîbleri vardır.
İşte insan-ı kâmil, dünyâ hazînesi üzerine geçici mühür ile ve âhiret hazînesi üzerinde de ebedî mühür ile mühürlenir. Çünkü onun mühürlenmesi, oluşumun geçiciliğine ve ebediliğine tâbi’dir.
Şimdi ilâhi sûrette olan isimlerin hepsi bu insan oluşumunda açığa çıktı. Böyle olunca onun derecesi bu vücûd ile ihâtayı ve toplamayı taşıyıcı oldu. Ve Allah Teâlâ’nın delili melekler üzerine, onunla var oldu. Şimdi dikkat et! Muhakkak Allah Teâlâ sana, senin gayrin ile nasihat etti. Ve bak! üzerine azarlama gelen kimseye nereden azarlama geldi? (7).
Yâni insan-ı kâmil, hakîkî melikin isimlerinin hazîneleri üzerine basılan mührü derecesinde ve toplayıcı ismin nakış mahalli olduğundan, ilâhi sûrette mevcût olan isimlerin tümü bu insan oluşumunda açığa çıktı.
Çünkü padişâhın mühüründe nakşolunmuş olan isim görülünce, bu mühürden o pâdişâhın bütün sıfatlarına ve isimlerine geçiş olur. Bundan dolayı o mühürde pâdişâhın sûretinde mevcût olan isimlerin hepsi açığa çıkar. Ve mühür cismâni sûret îtibârıyla her ne kadar küçük bir cisim ise de, onun ma’nâsı pâdişâhın üstün gelici kuvvetine ve saltanatına uyarı olduğundan kimse onu kaldırmaya cür’et edemez.
İşte dünyâda geçici mühür ve âhirette ebedi mühür ile mühürlenmiş olan insan-ı kâmilin oluşumu dahi böyledir. Bundan dolayı insan-ı kâmilin derecesi bu aynî ve unsurî vücûdu ile, bütün isimlerin ihâtasını ve mutlak zâtın tenezzül mertebelerinin tümünü taşıyıcı oldu.
Ve bu ihâta ve toplayıcılık sebebiyle Allah Teâlâ’nın delili melekler üzerine onunla var oldu. Çünkü “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti.” (Bakara, 2/30) âyet-i kerîmesinde beyan buyurulduğu üzere, Hakk Teâlâ yeryüzünde halîfe edineceğini meleklere haber verdi.
Melekler de: “Ya Rabbî yeryüzünde fesâd eden ve kan döken kimseyi nasıl halîfe edineceksin? Oysa biz sana tesbîh ve hamd ederiz ve seni takdîs ederiz” dediler. Oysa meleklerde bu toplayıcılık ve ihâta bulunmayıp onlar Hakk’ı, görünme yeri oldukları hâs isimleri çerçevesinde tenzîh ve takdîs ettikleri ve ona bu isimler çerçevesinde hamd ettikleri yön ile, diğer isimler ile Hakk’ın tenzîh ve takdîs ve hamd edilmesinden habersiz idiler.
Ne zaman ki Hak Teâlâ’nın: “yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver“ (Bakara, 2/33) hitâbı üzerine Âdem onların bilmedikleri isimlerden haber verince, melekler bu delil üzerine “subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” ya’nî “Sen sübhansın. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur” (Bakara, 2/32) diyerek aczlerini îtîrâf ettiler ve sorularından vazgeçtiler.
Şimdi Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) açığa çıkma ve açığa çıkarma işinde kendi hilkâtlerini yeterli görüp halîfenin gereksiz olduğunu zanneden meleklerin hâlinden ibret alınması için buyururlar ki: “Sen yeryüzünde Allah’ın halîfesi olan insan-ı kâmilin derecesi karşısında edebini muhafaza et! Muhakkak Allah Teâlâ, senin gayrin olan meleklerin hâliyle sana nasîhat buyurdu. Ve bak ki, üzerine azar gelen meleklere bu azar nereden ve hangi sebepten geldi?”
Çünkü Hak Teâlâ onların sorusu üzerine: “Benim bildiğimi siz bilmezsiniz” deyip onları câhil saydı. Ve câhil sayılmak ise şüphesiz azardır. Ve Hz. Mevlâna (r.a) Mesnevî Şerîf’lerinin üçüncü cildinde insan-ı kâmil’e karşı yerine getirilmesi gerekli olan edeb hakkında şöyle buyururlar.
Mesnevî:
Tercüme: “Bu sır söyleyici olan resûller İsrâfîl huylu dinleyici isterler. Onların, pâdişâhlar gibi, bir gururu ve bir kibri vardır. Dünya ehlinden kölelik isterler. Sen onların lâyık oldukları edeb vazîfesini yerine getirmedikçe onların risâletlerinden nasıl istifâde edersin? Sen onların önünde iki kat olarak eğilmedikçe, o emânet sana ne zaman ulaşır? Her bir edep onlara nasıl makbûl gelir? Çünkü onlar mübârek köşkten geldiler.”
Çünkü melâike, bu halîfe oluşumunun verdiği şeye vâkıf olmadı. Onlar hazreti Hakk’ın zâti ibâdetinin gerektirdiği şeye de vâkıf olmadılar. Çünkü hiçbir kimse Hak’tan kendi zâtının verdiği şeyin gayrisini bilmez. Oysa melekler için Âdem’deki toplayıcılık yoktur. Ve onlar, kendilerine mahsûs olan ilâhi isimlerin dışındakilere vâkıf olmadılar. Ve Hakk’ı onlar ile tesbîh ve takdîs ettiler. Oysa onlar, Allah Teâlâ için, kendilerine ilmi ulaşmamış isimler olduğunu bilmediler. Bundan dolayı onlar ile Hakk’ı tesbîh ve takdîs etmediler. Şimdi onların üzerine bizim bahsettiğimiz şey üstün geldi. Ve onların üzerine bu hâl hükmetti. Böyle olunca onlar, oluşumları yönünden “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ” (Bakara,2/30) yâni “Ya Rab, sen yeryüzünde fesât çıkaran kimseyi mi hálk edeceksin?” dediler. Oysa bu çekişmekten başka bir şey değildir. Ve o çekişme, onlardan gerçekleşen şeyin aynıdır. Şu halde Âdem hakkında dedikleri şey Hak hakkında olan şeyin aynıdır.(8)
Yâni melekler bu halîfenin insâni oluşumunun zâhiren ve bâtınen sâhip olduğu ihâta ve toplayıcılığa vâkıf olmadı. Ve böylece onlar Hakk’ın zâti ibâdetinin gerektirdiği şeye de vâkıf olmadılar. Ve zâti ibâdetten kasıt, Hakk’ın zâtında, O’nun isimlerinin hepsiyle ibâdet etmektir.
Bilinsin ki, kul “bir tasarruf edicinin tasarrufu altında bulunan kimse”ye derler. Ve görünme yerlerinden her bir görünme yeri ilâhi isimlerden bir ismin tasarrufu altında olup, o ismin gerekleri kendilerinden çıkmak sûretiyle Hakk’ın zâtına ibâdet ederler. Ve netîcede de, her bir görünme yerinden ancak kendisinin hâs Rabbi olan ismin kemâlâtı açığa çıkar ki, Hakk’ın zâti ibâdetinden gereken şey, o görünme yeri hakkında, ancak bu ismin hükümlerinden ibâret bulunur.
O görünme yeri kendi hâs Rabbi olan o ismin kuludur. Ve görünme yerinin ibâdeti de Hakk’ın zâti ibâdetinden bir parçadır. Çünkü Hakk’ın zâtının bir çok yönlerinden sadece bir yöne dönüktür. Velâkin isimlerin hepsini toplamış olan “Allah” isminin görünme yeri olan insan-ı kâmil, bu a’zam ismin kulu olduğundan onun ibâdeti, zâti ibâdetten bir parça değildir.
Çünkü Hakk’ın zâtının bütün yönlerine dönüktür. İşte melekler bu hakîkate vâkıf olmadılar. Çünkü kendisinde isimleri toplayıcılık olmayan bir kimsenin Hak’tan bildiği ve anladığı şey, ancak kendi zâtının verdiği ilim kadardır. Yâni kendisinin hâs Rabbi olan ilâhî isim ne ise, o kimse Hakk’ı o isim ile kendinde açığa çıktığı kadar bilir. Oysa meleklerde Âdem’in toplayıcılığı yoktur. Onlar “Subbûh, Kuddûs, Tayyib, Tâhir, Nur, Vâhid, Ahad ve Aliyy” gibi kendilerine mahsûs olan tenzîh ve takdîse bağlı ilâhi isimlerden başka ilâhi isimler bulunduğuna vâkıf olmadılar; ve Hakk’ı bu isimler ile tesbîh ve takdîs ettiler. Ve bunu yeterli zannedip Âdem’in hálk edilişinin, kendilerinde olanı tekrar ortaya getirmek olacağı zannına düştüler.
Oysa onlar, Allah Teâlâ’nın başka isimleri de olup, bu isimlere vâkıf olmadıklarını ve bu isimlerle Hakk’ı tenzîh ve takdîs etmediklerini bilmediler. Bundan dolayı melekler üzerine bizim bahsettiğimiz vâkıf olamama gâlip geldi. Ve onlar üzerine diğer ilâhi isimlere ilimsizlik hâli hükmetti. İ’tidâl sınırından çıkıp edeb dâiresini aşarak Hakk’a îtirâz ettiler. Ve kendi nefislerini temize çıkararak Âdem’i kötülediler. Bundan dolayı melekler cüz’-i noksan oluşumları yönünden “yâ Rab, sen yeryüzünde fesât çıkaran ve kan döken kimseyi mi hálkedeceksin?” dediler. Oysa meleklerin bu sözleri ancak çekişmeden ibârettir. Ve çekişme ise fesadın gereğidir. Ve onlardan gerçekleşen îtirâz çekişmenin aynıdır. Şu halde melekler, bu sözleriyle,
Âdem hakkında dedikleri şeyin aynını yapmış oldular. Çünkü onlar, Âdem yeryüzünde fesât çıkarır ve kan döker demişler idi. Oysa fesât çıkarma ve kan dökme, fiilen Hakk’a muhâlefettir. Ve muhâlefet ise îtirâzdır. Ve İtirâzın bulunduğu mahalde fesât oluşur. Melekler böyle demekle Hakk’a söz ile muhâlefet ettiler ve Hakk’ın arzusunun meydana gelmesinin tersine çalıştılar. Bu ise îtirâzdır. Bundan dolayı Âdem’e yükledikleri fesâdın aynını kendileri de yapmış oldular.
Soru: Âdem henüz hálkedilmemiş olduğu halde, melekler Âdem’in fesât çıkaracağına ve kan dökeceğine nasıl hükmettiler?
Cevâp: Bu sorunun cevâbını Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (r.a) Fîhi Mâ-fîh ismindeki mübârek eserlerinde aşağıdaki yön üzere beyân buyururlar: “Buna iki yön ile cevâp verdiler. Biri nakil, diğeri akıl iledir. Nakil olan odur ki, melekler bir kavmin geleceğini ve sıfatlarının böyle olacağını levh-i mahfûzdan okudular. Bundan dolayı ondan haber verdiler. İkinci yön odur ki, melekler akıl yoluyla o kavmin yeryüzünde zuhûra geleceklerini ve kuşkusuz hayvan olacaklarını ve hayvandan bu zâhir olacağını ve her ne kadar onlarda ma’nâ bulunur ve konuşurlar ise de, kendilerinde hayvâniyyet olduğundan çaresiz günah işleyeceklerini ve kan dökeceklerini ve kan dökücülüğün Âdem’î gereç olduğunu düşündüler.
Bir grup başka bir ma’nâ beyân buyururlar: Şöyle ki, melekler hâlis akıl ve sırf hayırdırlar. Ve onların bir işte aslâ tercihleri yoktur. Nitekim rü’yâda bir fiil işlersen, onda tercih kullanmış olmazsın. Eğer uyku sebebiyle küfretsen veyâ tevhîd eylesen veyâhut zinâ etsen şüphesiz sana îtirâz veyâ övgü olunmaz. Melekler uyanık hâlde bu gibidirler. Ve insânlar ise bunun aksinedirler. Onlarda tercih ve heves vardır.
Her şeyi kendi nefisleri için isterler. Ve her şeyin kendilerinin olması için kan ederler. Bu hal ise hayvâni sıfatlardandır. Bundan dolayı melekler, insânlık hâlinin zıddı olarak zâhir oldu. Şimdi her ne kadar orada bir söz ve konuşma mevcût değil ise de böyle dediler diyerek, bu yol ile onlardan haber vermek mümkündür. Onun takdîri böyle olur ki, eğer bu iki birbirine zıt hâl söze gelseler ve kendi hâllerinden haber verseler, böyle olur.
Nitekim şâir der ki: “Havuz, ben doldum der.” Havuz söz söylemez. Onun ma’nâsı budur ki, eğer havuzun dili olsa idi, bu hâl içinde böyle der idi. Her bir meleğin bâtınında bir levh vardır ki, o levhden kendisinin kuvveti kadar âlemin hâllerini ve vuku bulacak şeyleri evvelce okur. Ve okuyup bildiği şeyler, vücûda geldiği zaman, o meleğin Bârî Teâlâ hakkındaki inancı ve aşkı ve mestliği artar. Ve Hakk’ın azametine ve gaybı bilişine hayret eder. Ve onun aşk ve inancının artması ve sözsüz ve ibaresiz hayreti onun tesbîhi olur.
Nitekim mîmâr, bu evi binâ ederken bu kadar kereste ve bu kadar kerpiç ve bu kadar çivi gidecektir diyerek yardımcısına haber verir. Evin inşaası bittiğinde, fazlasız ve noksansız, ancak o kadar malzeme sarf edilmiş olur. Yardımcısının inancı artar. Melekler de bu gibidirler.
Şimdi eğer onların oluşumu bunu vermese idi, Âdem hakkında dedikleri şeyi demezler idi. Oysa onların şuûrları yoktur. Eğer onlar nefslerine ârif olsaydılar, bilirlerdi. Ve eğer bilseydiler, bu sözü söylemekten sakınır ve kendilerini korurlardı. Ondan sonra onlar incitmekle kalmadılar. Belki takdîs ve teşbîhten üzerinde bulundukları şeyle da’vâda daha da ileri gittiler.
Oysa Âdem indinde, meleklerin üzerinde olmadıkları ilâhi isimler vardır. Bundan dolayı onlar Rablerini o isimler ile tesbîh etmediler ve onlardan takdîs eylemediler. Böyle olunca bizim onun indinde vâkıf olmamız ve Allah Teâlâ ile edebi öğrenmemiz için Hak bize bu olanları anlattı.
Şu halde biz onunla tahakkuk ettiğimiz ve ihtiva edici bulunduğumuz şeyi kayıtlayarak da’vâ etmeyelim. Şimdi biz nasıl kesin olarak bu böyledir iddiasında bulunalım? Bundan dolayı hâlimiz olmayan ve ondan bizim ilim üzere olmadığımız şeyi da’vâ ile genelleştirelim? Netîcede onun sebebiyle rezil mi olalım? İşte bu ilâhî târîf edeb sâhibi, eminler ve halîfeler olan kullarını Hakk’ın terbiye ettiği şeydir (9).
Yâni meleklerin bu cüz’i noksan oluşumları Âdem hakkında bu îtirâzı vermeseydi, Âdem hakkında: “Yâ Rab sen yeryüzünde fesâd çıkaran ve kan döken kimseyi hálk edermisin?” demezler idi. Oysa melekler, kendi oluşumlarının gereği olan hâlin üstün gelmesinden dolayı, Hakk’a karşı çekiştiklerinin ve îtirâz ettiklerinin ve netîcede Âdem’e yükledikleri fesâdın kendilerinden de çıkmış olduğunun farkına varmadılar.
Eğer onlar kendi nefslerinin hâs Rabbleri olan ilâhi isimlerin Âdem hakîkatinin ihâtası altında olduğuna ârif olsa idiler, bu küllîyyeti sebebiyle Âdem’in hilâfeti hakedişini bilirler idi. Ve eğer Âdem oluşumunun küllîyyetini bile idiler, onu kötülemekten sakınır ve kendilerini korurlardı. Melekler Âdem’i kötüleyip ve onu incitmekle yetinmediler.
Belki kendilerinin görünme yeri oldukları bazı isimler sebebiyle kendilerinden çıkan tenzîh ve takdîsi yeterli görüp: “ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke” ya’nî “Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz” dediler.“ (Bakara, 2/30) demek sûretiyle da’vâyı artırdılar. Oysa Âdem meleklerin görünme yeri olmadığı birtakım ilâhi isimlerin görünme yeridir. Bundan dolayı melekler, Rabblerin Rabbi olan Allah Teâlâ’yı, Âdem’in görünme yeri olduğu o isimler ile teşbîh ve tenzîh etmediler; ve o isimler ile noksanlardan Hakk’ı takdîs eylemediler.
Çünkü ilâhi isimlerden bâzılarının hükümlerinin açığa çıkması kesâfet âleminin vücûduna bağlıdır. Eğer bu kesâfet âleminde Âdem’in vücûdu olmasa idi, acz ve muhtaç oluş ve günahlar gibi birtakım noksanların açığa çıkma mahalli bulunmaz idi. Çünkü Âdem “Mürîd-irâde eden” isminin dahi görünme yeri olduğundan, kendi irâdesiyle ilâhî emre muhâlefet eder ve ondan birtakım isyân çıkar.
Oysa daha önce fîhi Mâ-fîh’ten alınmış olan cümlelerde de beyân olunduğu üzere, meleklerde tercih yoktur ki, onlardan Hakk’a muhâlefet çıkmış olsun da, sonrasında Gaffûr ve Gaffâr isminin tecellî mahalli olabilsinler. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyrulur: “Eğer siz günah etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi giderip günah eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret talep ederler. Hak da onları mağfiret eyler.”
Beyt:
Âyna-i mağfiret sûret-i isyânadır
Halk günâh etmese, hálk eder âhar İlâh”
Bundan dolayı Âdem meleklerin tahakkuk etmiş olduğu ve olmadığı birtakım ilâhi isimler ile tahakkuk ettiği yönle en mükemmel bir görünme yeridir.
Hakk Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de biz ümmet-i Muhammed’e melâikenin bu çekişmesini ve olup biten da’vâsını anlattı. Tâ ki bu olanları işitip, nefsimiz Hakk’ın icrââtlarına karşı kabûl etmeme da’vâsına teşebbüs etmek istediği vakit, duraksayalım. Ve ilâhi nasîhat ile nasîhatlanmış olarak, Allah Teâlâ’ya karşı, edeb çerçevesinde muâmele etmeği öğrenelim.
Böyle olunca biz ilâhi isimlerden hangileriyle tahakkuk etmiş ve ilimden ve kemâlâttan ve bizzat yaşayarak hakîkatini idrak ettiğimiz ne gibi şeyleri ihtiva etmiş isek onlarla yetinmeyelim. Ve “İşte isimler bizim tahakkuk etmiş olduğumuz kadardır. Ve kemâlât dahi bizden çıkmış olan kadardır” diyerek isimleri ve kemâlâtı kayıtlama iddiasında bulunmayalım.
Hâlin hakîkati bu şekilde iken biz ilâhi isimleri tümüyle tahakkuk eylediğimizi mutlak olarak nasıl iddia edebiliriz? Ve tahakkuk etmediğimiz yönle hâlimiz olmayan ve o kemâlâttan bizim bizzat hakîkatini idrak etme ve hâline âit ilim üzere olmadığımız bir şeyi iddia ile genelleştirelim de, bu genelleşen iddiamız sebebiyle, Allâh indinde ve insanlar indinde rezîl mi olalım? İşte Âdem’in hálk edilişi hakkında melekler tarafından gerçekleşen çekişme ve da’vâ bahsindeki ilâhî târif, Hak Teâlâ Hazretlerinin edeb sâhipleri ve eminler ve halîfeler olan kullarını terbiye ettiği bir şeydir. Buna karşı uyanık olmak lâzım gelir.
Mesnevî:
Tercüme: “Yâ Rab, bu cür’eti kulundan affet! Bu îtirâz sözlerinden tevbe ettim, beni azarlama! Ey yardım dileyenlerin yardım edicisi bize hidâyet eyle! Bizim ilimler ve zenginlik ile iftihârımız yoktur. Kalbi kaydırma, kereme şüphe ettiği halde hidâyet kıldın; kazâ kaleminin yazdığı kötülüğü değiştir! Kâzânın kötülüğünü bizim canımızdan geçir! Bizi safâ ihvânından ayırma! Senin ayrılığından daha acı hiçbir şey yoktur. Senin muhafazan ve himâyen olmaması, dolaşıklıktan başka bir şey değildir.”
Daha sonra hikmete dönerek deriz: Bilesin ki, muhakkak küllî husûslar (her ne kadar onların “ayn”ında onlar için vücûd yok ise de) onlar şüphesiz zihinde idrak edilebilir ve bilinebîlirdir. Şimdi onlar bâtındır; aynî vücûddan zâil olmaz. Ve kendisi için aynî vücûd olan her bir şeyde, onların hükmü ve eseri vardır. Belki o küllî husûs onların, yâni ayni mevcûtların aynlarının gayri değil, “ayn”ıdır. Ve küllî husûslar kendi nefsinde idrak edilebilir olmaktan zâil olmadı.
Bundan dolayı onlar, idrak edilebilirlikleri yönüyle bâtın oldukları gibi, mevcûtların ayn’ları yönüyle zâhirdir. Böyle olunca her bir aynî mevcûdun akıldan kaldırılamayan ve onunla idrak edilebilir olmaktan zâil olacak bir vücûd ile, “ayn”da vücûdu mümkün olmayan bu küllî husûslara dayanağı sâbittir. O mevcût, gerek geçici ve gerek geçici olmayan olsun, farketmez. Geçici ve geçici olmayanın bu küllî idrak edilebilirlik bağıntısı tek bir bağıntıdır.
Şu kadar var ki, bu küllî hûsusa kendisinin verdiği şey sebebiyle, ayni mevcûtlardan bir hüküm âit olur. İlmin âlime, hayâtın diriye bağıntısı gibi. Şimdi hayât idrak edilebilir bir hakîkattir. İlim dahi hayâttan farklı olan bir idrak edilebilir hakîkattir. Nitekim hayât ondan farklıdır (10).
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Âdem Kelimesinde mevcût olan “ilâhi hikmeti” beyân ederken, sırası geldiği için Âdemî oluşum ile meleklerin oluşumu arasındaki farkı; ve meleklerin Âdem oluşumu hakkındaki îtirâzlarını ve meleklerin bilmediği ilâhi isimleri Âdem’in haber vermesi üzerine meleklerin mahcûb olduklarını ve Hakk Teâlâ Hazretlerinin bu olan biteni haber vermekle, “edeb sahibi” ve “emîn” ve “halîfe” olan kullarını terbiye ettiğini îzâh etmişler idi.
Şimdi de buyururlar ki: Biz sırası geldiği üzere bu mârifetleri beyândan sonra yine ilâhi hükme dönerek deriz ki: Hayat, ilim, kudret ve irâde gibi küllî husûsların, her ne kadar aynî vücûdları yok ise de, onlar şüphesiz zihinde idrak edilerek bilinirler.
Çünkü onların farz edelim, kağıt, kalem, hokka gibi aynî vücûdları olmadığı için, “şu hayattır, bu ilimdir ve o kudrettir” diye kendileri duyusal işâret ile gösterilemez. Ve görme duyusu onları göremez. Bundan dolayı onlar akıl gözüyle müşahede edilerek zihinde bilinebîlirler. Şu halde bu küllî husûslar bâtın olmakla berâber aynî vücûddan zâil olmazlar; yâni bu latîf bâtın ma’nâlar kesîf cismâni sûretlere dâimâ bağlı olur. Çünkü sûret ma’nâ ve ma’nâ da sûret ile berâberdir. Ve onların bir dîğerine şiddetli bağları vardır.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin mübârek arzuları, latîf Hakk ile kesîf âlem arasındaki irtibâtı beyândan ibârettir.
İşte kesîf aynî vücûd sahibi olan her bir şeyde, bu küllî husûsların hükmü ve eseri vardır. Çünkü idrak edilebilir husûslardan olan vasıf, bağlanacak bir vasıflanan ister. Vasıflanan olmayınca vasfın kendini göstermesi mümkün değildir. Meselâ uzunluk, genişlik ve derinlik birer vasıftır.
Cisim olmayınca bu vasıflar görünmez. Oysa cismi târîf ederken kendisinde uzunluk ve genişlik ve derinlik olan şeydir deriz. Bu vasıflar ise, cisimden ayrı olmayıp, belki cismin aynıdır. Bundan dolayı o küllî husûs aynî mevcûtlar ayn’larının gayri değil, belki aynıdır. Velâkin bu aynı oluş, mutlak küllî oluş yönünden değildir. Meselâ uzunluk bir küllî mutlak vasıftır.
Elimize uzun bir değnek aldığımızda bunda uzunluk vasfını görürüz. Ve bu uzunluk o değneğin aynıdır. Fakat uzunluğun hepsi bu değnekte bir araya gelmiş değildir. Bir diğerinden daha uzun birçok değnekler vardır. Şu halde bu değnekteki uzunluk cüz’î kayıtlanmış vasıftır. Ve o değnek bu cüz’î kayıtlanmış vasıf olan uzunluğun aynıdır.
Ve küllî husûslar, kendi nefsinde, dâimâ akıl mertebesinde mevcûttur. Bundan dolayı o küllî husûslar, akıl mertebesinde mevcûdiyetleri yönünden bâtın oldukları gibi, kesîf mevcûtların ayn’ları yönünden de zâhirdir. Meselâ uzunluk, genişlik ve derinlik küllî husûslardandır. Bunlar kendi nefislerinde ve zâtlarında, herhangi bir cisme bağlı olmadıkları zaman, akıl mertebesinde dururlar. Ve akıl mertebesinde mevcût oldukları sırada bâtındırlar.
Fakat kesîf olan bir cisme bağlandıkları zaman, duyu mertebesinde açığa çıkarlar. Şimdi mâdemki akıl mertebesinde mevcût olan küllî husûsların bu mertebeden kaldırılması mümkün değildir; ve mademki onları akıl mertebesinden kaldırabilecek bir vücûd ile, duyu mertebesinde bu küllî husûsların aynî vücûd sâhibi olmaları mümkün değildir, şu halde gerek rûhânî âlemde ve gerek his âleminde her bir aynî mevcûdun bu küllî husûslara dayanağı mevcûttur.
Meselâ uzunluk küllî vasfını akıl mertebesinde kaldırmak mümkün değildir. Çünkü bu, küllî bir kavramdır. Birçok uzunluklar türlü cisimlerde açığa çıkmakla, bu küllî kavram yine akıl mertebesinde durur. Bunu oradan ayırmak imkânı yoktur. Ve bu kavramın akıl mertebesinden tamamen kalkıp da his âleminde bir aynî vücûd sâhibi olması da mümkün değildir. Şu halde değnekler, ağaçlar, kuleler, minâreler vb. gibi his âleminde bulunan her bir aynî mevcûdun bu uzunluk küllî kavramına dayanağı mevcût olur. Diğer küllî kavramlar da buna kıyâs olunsun.
Ve küllî husûslara dayanan her bir mevcût, gerek zamanla kayıtlı olan his âlemindeki cismâni sûretler gibi geçici olsun ve gerek zamanla kayıtlı olmayan kadîm veyâ rûhâni mevcûtlar gibi geçici olmayan olsun farketmez. Çünkü geçici ve geçici olmayan mevcûtların bu küllî idrak edilebilir husûsa bağıntısı, tek bir bağıntıdır. Şu kadarki, cismânî ve rûhânî aynî mevcûtlardan her bir mevcûdun, kendi hakîkâtinin ve ayn-ı sâbitesinin verdiği gereklilik neden ibâret ise, onun bu gerektirmesi sebebiyle bu küllî husûsa bir hüküm aît olur. İlmin âlime, hayâtın diriye bağıntısı gibi.
Şimdi “ilim” ile “hayât” bir diğerinden ayrı birer idrak edilebilir hakîkat ve birer küllî kavramdır. Meselâ bir insan, bir de melek düşünelim. Bunların her ikisine de “ilim” bağıntısını bağladığımız için kendilerine “âlim” diyoruz. Fakat ilim, bu iki mevcûdun bildiği kadar değildir. Ancak bunların zâtî isti’dâdları bu idrak edilebilir hakîkat olan ilimden ve bu küllî husûstan ne kadarını bilmelerini gerektirmiş ise, ilim dediğimiz idrak edilebilir hakîkat üzerine o kadar hüküm âit olur. Bu iki mevcûdun ilimdeki seviyeleri bir olmasa bile, idrak edilebilir küllî husûs olan ilme bağıntıları tek bir bağıntıdan ibâret olur. Hayât, kudret, irâde gibi diğer küllî husûslar da bu örneğe kıyâs olunsun.
Daha sonra biz Hak Teâlâ hakkında, muhakkak onun için “ilim” ve “hayât” vardır deriz. Bundan dolayı Hak Teâlâ “Hayy” ve “Âlim”dir. Ve biz melek hakkında dahi muhakkak onun için ilim ve hayat vardır deriz. Bundan dolayı o, hayy ve âlimdir. Ve insan hakkında dahi onun için ilim ve hayat vardır, deriz. O da hayy ve âlimdir. Ve ilmin hakîkati birdir. Hayâtın hakîkati dahi birdir. Ve onların âlim ve hayye bağıntısı dahi bir bağıntıdır. Ve biz Hakk’ın ilmi hakkında muhakkak o kadîmdir; ve insanın ilmi hakkında da muhakkak o sonradan olmuştur, deriz.
Şimdi bu idrak edilebilir hakîkatte görecelik ortaya koyan şeye dikkat et! Ve idrak edilebilirler ile aynî mevcûtlar arasında olan bu irtibâta dikkat et! Şimdi ilim, kendisiyle vasıflanmış olan kimse üzerine onun hakkında, o âlimdir, denilmesini hükmettiği gibi, onunla vasıflanmış olan kimse de, ilim üzerine, sonradan olan hakkında sonradan olma ve kadîm hakkında da kadîmdir, diye hükmetti. Bundan dolayı her birisi kendisiyle hüküm verilen ve üzerine hüküm verilen oldu (11).
Yâni zaman ile kayıtlanmış olmayan Hakk’ın vücûdunda “ilim” ve “hayât” vardır, deriz. Bu bakımdan Hak Teâlâ “Hayy” ve “Âlim” olmuş olur. Ve aynı şekilde zamanla kayıtlanmış olmayan melek hakkında da onun ilmi ve hayâtı vardır, deriz. Bağladığımız bu bağıntı ile o da hayy ve âlim olmuş olur. Bu şekilde zaman ile geçici olan insanın dahi ilmi ve hayâtı vardır, deriz. O da hayy ve âlim olmuş olur.
Oysa bu âlim ve hayylerin ilimdeki ve hayâttaki seviyeleri bir olmamakla beraber, ilim ve hayât sıfatları birer tek bir hakîkattir. Ve ilmin âlime ve hayyin hayâta bağıntısı dahi, bir bağıntıdır. Ancak kendisine ilim ve hayât küllî husûsları bağlanan mevcûtlardan bu küllî husûslara birer hüküm aît olur. O hüküm de budur ki, Hakk’ın vücûdu kadîmdir. Ve Hakk’ın vücûdundan, ilim ve hayât küllî husûsuna aît olan hüküm dahi “kadîm” hükmü olur.
Şu halde, Hakk’ın ilmi ve hayâtı kadîmdir, deriz. İnsan vücûdu ise sonradan olmadır. Bundan dolayı insan vücûdundan bu küllî husûslara âit olan hüküm de “sonradan olma” hükmü olur. Bu halde de, insanın ilmi ve hayâtı sonradan olmadır, deriz. Demek ki, küllî husûsların açığa çıkması mahal sebebiyle oluyor ve mahal onlara bir hüküm veriyor.
Şimdi ey hakîkat tâlibi, basîret gözüyle dikkat et ki, birer idrak edilebilir hakîkatten ibâret olan ilim ve hayât mevcûtlara bağlandığı zaman, kadîm oluş ve sonradan oluşu nasıl ortaya koydu ve yokluklardan ibâret olan idrak edilebilirler ile ayni mevcûtlar arasındaki bu irtibâta hayret bakışı ile bak! Çünkü mevcût olmayan ile mevcût arasındaki irtibât acâîp bir iştir.
Böyle olunca ilim, ilimle vasıflanmış olan kimse hakkında “âlim” denilmesine hükmettiği gibi, ilim ile vasıflanmış olan kimse de, eğer kendisi sonradan olma ise, ilim üzerine “sonradan olma” ve kadîm ise “kadîm” denilmesine hükmeder. Şu halde ilim ile âlimden her birisi hem kendisiyle hüküm verilen ve hem de üzerine hüküm verilen olmuş olur.
Ve bilinir ki bu küllî husûslar, her ne kadar idrak edilebilir ise de, onlar aynî olarak yok ve hükümleri mevcûttur. Nitekim aynî vücûda bağlandığında onlar, üzerine hüküm verilendir. Bundan dolayı mevcûtların aynlarında hükmü kabûl eder; ve ayrıntıyı ve parçalara ayrılıp bölünmeyi kabûl etmez. Zîrâ bu onlar üzerine mümkün değildir. Çünkü küllî husûslar, onlar ile her bir vasıflananda, zâtı ile açığa çıkar.
İnsâniyyet gibi, bu insan türünden her bir şahısta şahısların çoğalması ile çoğalmadı ve parçalara ayrılmadı ve idrak edilebilir olmaktan da zâil olmadı. Ve ne zaman ki aynî vücûdu olanla aynî vücûdu olmayan arasında irtibât mevcût oldu (ve o yokluğa âit bağıntıdır) bundan dolayı mevcûtların bâzısının bâzısına irtibâtı anlaşılmaya daha yakındır.
Çünkü her halükârda onların arasında bir toplayıcı vardır ki, o da ayni vücûddur. Ve burada toplayıcı yoktur. Ve muhakkak toplayıcının olmaması ile irtibât bulundu. Böyle olunca toplayıcının vücûdu ile irtibât daha kuvvetli ve daha haklıdır (12).
Yâni bilinir ve muhakkaktır ki, bu hayât ve ilim gibi olan küllî husûslar, akıl mertebesinde mevcût olduklarından, onların hariçte aynî vücûdları yoktur; velâkin hükümleri hâriçte mevcûttur. Ve her bir aynî mevcût üzerine hükmederler. Nitekim bu hayât ve ilim, aynî vücûd sâhibi olan, varsayalım Zeyd’e bağlandığı ve “Zeyd âlimdir ve hayydır” denildiği zaman, onların üzerine sonradan olma ile hükmolunur; ve Zeydin ilmi ve hayâtı sonradan olmadır deriz. Çünkü bu küllî husûslar sonradan olma olan bir mahalle bağlandı.
Bundan dolayı onlar sonradan olma hükmü ile üzerlerine hüküm verilen olurlar. Ve bu şekilde de ayn’ların gerekleri sebebiyle hükmü kabûl etmiş olurlar. Böyle olmakla berâber, bu küllî husûslar ayrıntı ve parçalara ayrılıp bölünme kabûl etmez. Örneğin “Zeyd ile Amr âlimdir” dediğimiz zaman, akıl mertebesinde mevcût olan ilim küllî kavramının birer parçaları o mertebeden ayrılarak Zeyd’e ve Amr’a bağlandı diyemeyiz, çünkü bu mümkün değildir. Çünkü hayât ve ilim ile vasıflanmış olan Zeyd ile Amr’ın her birinde bu hayât ve ilim zâtıyla açığa çıkmıştır. Bunun için, onların ayrıntılanması ve parçalara ayrılıp bölünmesi mümkün değildir.
Örneğin insâniyyeti alalım: İnsâniyyet akıl mertebesinde mevcût olan küllî bir kavramdır. Bu kavram, bu insan türünden her bir şahısta sirâyet etmiş ve açığa çıkmıştır. Bu sirâyet etme ve açığa çıkma ile berâber, şahısların çoğalması ile çoğalmış ve parçalara ayrılmış olmadı; ve bu kavram akıl mertebesinden de yok olmadı. Yâni Zeyd ve Amr, ayrı ayrı iki şahıs olduğu halde, her birine insandır diye hükmederiz. İnsâniyyet her birisinde zâtıyla tahakkuk etmiş ve açığa çıkmış olmakla berâber, iki kısma ayrılmadı ve bunların şahıslarının çoğalması ile çoğalmış olmadı; ve bunların şahıslarında zâtıyla açığa çıkmakla akıl mertebesinden de yok olmadı.
Ve aynî vücûdu olan şey ile, yokluk bağıntısından ibâret olmasından dolayı aynî vücûdu olmayan küllî husûslar arasında irtibât mevcût olunca, bu irtibâttan şüphesiz mevcûtların bâzısının bâzısına irtibâtı anlaşılır. Çünkü her halükârda mevcûtlar arasında onları toplayan ve bir dîğerine bağlayan bir şey vardır ki, o şey de aynî vücûddur.
Oysa burada, yâni küllî husûs ile aynî vücûd arasında olan irtibâtta toplayıcı yön yoktur. Ve bir toplayıcı olmaksızın küllî husûslar ile aynî vücûdlar arasında irtibât vardır. Şimdi küllî husûslar ile aynî vücûdlar arasında bir toplayıcı olmaksızın irtibât bulununca, aralarında bir toplayıcı bulunan mevcûtların bir dîğerine irtibâtı daha kuvvetli ve daha haklı olur.
Örnek: İnsâniyyet akıl mertebesinde mevcût olan bir küllî husûstur ki, hâriçte onun aynî vücûdu yoktur. Çünkü yokluk bağıntısından bir bağıntıdır. Fakat bu insâniyyet, Zeyd’in ve Amr’ın şahıslarında zâtıyla açığa çıkmıştır. Şu kadar ki, Zeyd ile Amr’ın hâriçte aynî vücûdları vardır. Ve insâniyyetin hâriçte aynî vücûdu yoktur. Oysa aynî vücûd toplayıcıdır. Bundan dolayı insâniyyet ile Zeyd ve Amr arasında toplayıcı yoktur, velâkin irtibât vardır. Eğer irtibât olmasa idi, Zeyd ile Amr’a insandır diye hükmedemeyecek idik. Şimdi bunların arasında aynî vücûddan ibâret olan toplayıcı olmadığı halde irtibât bulununca aynî vücûd sâhibi olan Zeyd ile Amr arasında da irtibât bulunduğuna şüphe yoktur. Çünkü bu aynî vücûd onları toplayıcıdır.
İşte hayât, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin Hakk’ın zâti işlerinden olan ve yokluk bağıntısından ibâret bulunan küllî husûslardan olduğu ve bunların hâriçte aynî vücûdları olmamasıyla berâber aynî vücûd sâhibi olan insan fertlerinde zâtlariyla sirâyet etmiş ve açığa çıkmış bulunduğu yönle, bu küllî husûsların insan fertleri arasında irtibâtları mevcût ve tahakkuk etmiştir. Diğer taraftan insanın her bir ferdi dahi aynî vücûd sâhibidir. Ve bu aynî vücûd ise onları toplayıcıdır.
Bundan dolayı fertler arasında da irtibât açıktır. Örneğin Zeyd’in aynî vücûdu sonradan olmuştur; Amr’ın aynî vücûdu da sonradan olmuştur. Ve aynı şekilde Zeyd âlimdir; Amr da âlimdir. İlim ise Hakk’ın zâti işlerinden parçalara ayrılıp bölünme kabûl etmeyen bir küllî husûstur. Şu halde biz “akıl mertebesinde mevcût olan ilim küllî kavramı Zeyd’e ve Amr’a taksîm edildi de akıl mertebesindeki bu kavramdan bir miktârı eksildi” diyemeyiz. Çünkü aynî vücûd sâhibi değildir ki, küllî husûs parçalara ayrılıp bölünme ve kısımlara ayrılma kabûl etsin.
Böyle olunca Hakk’ın ilmi ile insan fertlerinin ilmi arasında bir irtibât vardır. Şu kadar ki, bağlandığı mahal sebebiyle küllî husûsa bir hüküm ulaşmış olur. O da Zeyd ve Amr sonradan olma olduğu için, onların ilmi dahi sonradan olmadır, hükmünden ibârettir. Ve aynî vücûd, insan fertleri arasında bu küllî husûsları toplayıcı olduğu için, bu toplayıcılık onları bir dîğerine bağlar. Ve bu şekilde de kadîm olan Hakk’ın vücûdu ile, sonradan olma olan hálk edilmişlerin vücûdu arasında irtibât mevcût olur.
Ve şüphe yoktur ki, muhakkak sonradan varolanın var oluşu ve kendisini meydana getiren var ediciye onun ihtiyacı, onun kendi nefsinde imkânından dolayı sâbit oldu. Şimdi onun vücûdu, onun gayrindendir. Böyle olunca o ihtiyac irtibâtı ile bağlıdır. Ve kendisine dayanılmış olanın, zâtından dolayı zorunlu vücûd, kendi nefsiyle vücûdundan ganî, ihtiyaçsız olması lâzımdır. Ve o, bu sonradan olana kendi zâtıyla vücûdu veren zâttır.
Bundan dolayı ona bağlanmış oldu. Ve ne zaman kî zâtıyla onu gerekli kıldı, onunla zorunlu oldu. Ve ne zaman ki onun dayanağı zâtı ile kendisinden açığa çıkan zâta oldu, isim ve sıfâttan her bir şeyden ona nisbet olunan şey de onun sûreti üzerine olmasını gerekli kıldı, zâtî zorunluluk bunun dışında. Çünkü sonradan olan hakkında bu mümkün değildir, eğer ki zorunlu vücûddur; velâkin onun zorunlu oluşu, kendi nefsiyle değil, kendisinin gayriyledir (13)
Yâni şüphe olunmaz ki, sonradan olanın sonradan olmaklığı ve sonradan olanın kendi zâtında vücûdu olmadığı yön ile onu sonradan olma kılan bir var ediciye ihtiyâcı sâbit oldu. Böyle olunca sonradan olanın vücûdu, kendisinin gayrinden husûle gelmiştir. Bundan dolayı sonradan olan, vücûdda kendisinin gayri olan var ediciye, ihtiyac irtibâtı ile bağlıdır.
Örnek: Buharın zâtı bir derece yoğunlaşınca bulut olur. Buharın vücûdu bulutun vücûdundan daha öncedir. Bulutun vücûdu buhara göre sonradan olmadır. Şüphe yoktur ki, bulut kendi zâtında bağımsız vücûd sâhibi olmadığı yön ile, kendisini meydana getiren bir var ediciye, yâni buharın vücûduna muhtaçtır. Şu halde sonradan olma olan bulutun vücûdu, kendisinin gayri olan lâtîf buhârın vücûdundan husûle gelmiştir. Bundan dolayı sonradan olma olan bulut, var edici olan latîf buhâra ihtiyac irtibâtı ile bağlıdır. İşte sonradan olma olan kesîf hálk edilmişlerin kadîm olan latîf Hakk’a irtibâtı bu örneğe uygundur.
Şimdi sonradan olan vücûdda var ediciye dayandığı için, kendisine dayanılmış olanın zâtından dolayı zorunlu vücûd olması, kendi nefsinde vücûdunda ganî bulunması ve vücûdunun başka bir vücûda ihtiyacı olmaması lâzımdır. Eğer böyle olmasa; yâni Hakk’ın vücûdu kendisinin gayri bir vücûda ihtiyac duymuş olsa (yumurta tavuktan ve tavuk yumurtadan çıktı) gibi devir ve (hálk edilmişlerin vücûdu Hakk’tan ve Hakk’ın vücûdu falan şeyden ve falan şeyin vücûdu da falandan vb. çıktı) gibi sonu gelmez silsileler lâzım gelir. Devir ve silsile ise, vücûd işini bir asla ulaştıramayacağından bozuk olur.
Ve kendisine dayanılmış olan bu sonradan olana, kendi zâtı ile vücûd veren zâttır. Böyle olunca sonradan olan, vücûdda, zorunlu vücûd olan kendisine dayanılmış olana bağlanmış oldu. Ve zorunlu vücûd, sonradan olanı kendi zâtı için gerektirince, o sonradan olan, zorunlu vücûdun vücûdu ile zorunlu oldu. Çünkü zorunlu vücûd, sonradan olana vücûd feyzi vermese, açığa çıkmaz idi. Bundan dolayı hâriçte açığa çıkmak için, zorunlu vûcûdun sonradan olana vücûd feyzi vermesi, kendisinin zâtî gereğidir.
Ondan sonra bilinsin ki, muhakkak iş, bizim dediğimiz üzere, onun sûretiyle, onun açığa çıkmasından olduğunda, Hak Teâlâ bizi ilminde sonradan olana bakma üzerine yönlendirdi. Ve muhakkak işâretlerini bize, bizde gösterdiğini anlattı. Bundan dolayı biz, bizim ile, ona delil getirdik. Şu halde biz onu bir vasıf ile vasıflandırmadık, ancak sırf zâtî zorunluluk olanın dışında, biz bu vasıf olduk.
Şimdi ne zaman ki biz onu bizim ile bizden bildik; bize nisbet ettiğimiz her şeyi ona nisbet ettik; ve bununla bize, tercüme lisânları üzere ilâhi haberler ulaştı. Böyle olunca nefsini bize bizim ile vasfetti. Bundan dolayı biz onu, müşâhede ettiğimiz zaman, kendi nefslerimizi müşâhede ederiz. Ve bizi müşâhede ettiği zaman, nefsini müşâhede eder. Ve biz her ne kadar bizi toplamış olan tek bir hakîkat üzerine isek te, şüphe etmeyiz ki, muhakkak biz, şahıs ve çeşit ile çoklarız. Şimdi biz kesinlikle biliriz ki, muhakkak bir farklılık vardır.
Onun sebebiyle şahısların bâzısı bâzısından ayrıldı. Eğer bu olmasa idi, birlikte çokluk olmaz idi. Yine böylece, her ne kadar Hak, bütün yönlerinden kendi nefsini vasfettiği şeyle, bizi vasfetti ise de, bir farklılık vardır. Ve o farklılık, vücûdda ancak bizim ona ihtiyacımız ve imkânımızdan dolayı vücûdumuzun ona bağlılığı ve bizim ona ihtiyac duyduğumuz şeyin benzerinden onun ganî oluşudur (14).
Yâni sonradan olanın emri ve şanı, daha önce izah ettiğimiz yön ile, zorunlu vücûdun sûretiyle onun açığa çıkmasından olunca, Hak Teâlâ hazretleri kendi vücûdunu bilmemiz husûsunda bizi sonradan olana bakmaya yönlendirdi. Ve “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim“ (Fussılet, 41/53) yâni “Biz, işaretlerimizi yakında onlara afakta ve nefislerinde gösteririz” ayet-i kerimesinde, işaretlerini bize bizde gösterdiğini beyan buyurdu. Bundan dolayı biz sonradan olma olan vücûdumuza baktık; ve onda hayat, ilim, sem’, basar, kudret vb. gibi sıfatlar gördük.
Bu sıfatlarımız ile zorunlu vücûda ve onun böyle sıfatları bulunduğuna delil getirdik. Şu halde biz onu bir vasıf ile vasfetmedik, ancak biz o vasfın aynı olduk. Yalnız kendimizi vasfetmediğimiz bir sırf zâtî zorunluluk kaldı. Çünkü biz sonradan olma olduğumuz için, sırf zâti zorunluluk vasfı ile kendimizi vasfetmemize imkân yoktur.
Şimdi biz zorunlu vücûdu, sonradan olma olan vücûdumuz ile, sonradan olma vücûdumuzdan bildiğimiz zaman, kendimize nisbet ettiğimiz her vasfı, ona nisbet ettik; ve büyük enbiyâ hazretlerinin lisânıyla bize bununla ilâhi haberler ulaştı.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“innallâhe semîun alîm” yâni “Muhakkak ki Allah Sem’î’dir (en iyi işitendir), Alîm’dir (en iyi bilendir).” (Bakara, 2/181)
“innenî meakumâ esmau ve erâ” yâni “Muhakkak ki Ben, sizinle beraberim, işitirim ve görürüm” (Tâhâ, 20/46)
“innallâhe semîun basîr” yâni “Muhakkak ki Allah; Sem’î’dir (en iyi işiten), Basîr’dir (en iyi gören)” (Lokman, 31/28)
“Men yutiır resûle fe kad atâallâhe” yâni “Kim Resûl’e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah’a itaat etmiş olur.” (Nîsâ, 4/80)
“ve mâ remeyte iz remeyte” yâni “ Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı” (Enfâl, 8/17)
“fe lillâhil mekru cemîân” yâni “Oysa bütün tuzaklar, Allah’ındır.”(Ra’d,13/42),
“vallâhu hayrul mâkirî” yâni “Ve Allah, (hileye karşı) hile yapanların en hayırlısıdır” (Âl-i İmrân, 3/54),
“ve akradûllâhe kardan hasenen” yâni “ ve Allah’a güzel borç verenler” (Hâdîd, 57/18),
“Ve ekîdu keydâ” yâni “Ve Ben de hile yaparak tuzak kurarım.” (Tarık 86/16)
“Allâhu yestehziu bihim” yâni “Allah da onlarla alay eder” (Bakara,2/15)
“İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” yâni “ Muhakkak ki Allah ve Resûl’üne eziyet edenlere” (Ahzab, 33/57)
gibi bir çok ayet-i kerime “maraztu fe lem tu’dini ve reca’tu fe lem tat’ımni” ya’nî “hasta oldum ziyâretime gelmedin ve aç kaldım beni doyurmadın” gibi de kudsi hâdîs Nebî lisânı üzere ulaşmıştır. Ve aynı şekilde “men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” yâni “nefsine ârif olan Rabbine ârif olur” ve “men ata’ani ata’allah” ya’nî “Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir” gibi hâdis-i şerifler buyrulmuştur.
Soru: İlim, sem’, basar, kudret gibi kemâli sıfatların zorunlu vücûd hazretlerine bağlanması mümkündür. Fakat hile, tuzak, alay etmek ve eziyet, hastalık, açlık ve doyurmak gibi hálk edilmişlik sıfatlarının Hakk’a bağlanması nasıl olur?
Cevap: Biraz yukarıda denilmiş idi ki, sonradan olmuş olanın kendi zatında vücûdu yoktur. Ve onu sonradan olan kılan bir var ediciye ihtiyacı vardır. Bundan dolayı sonradan olmuş olanın vücûdu, kendi vücûdunun gayri olan zorunlu vücûddan husûle gelmiştir.
Çünkü zorunlu vücûdun vücûdu latîf ve sonradan olanın vücûdu ise kesîftir. Ve latîf kesîfin gayridir. Fakat latîften olan kesîfin vücûdu zâtı yönünden o latîfin aynıdır. Ve bu aynı oluş ve gayri oluş daha önce buhar ile bulut örnekleriyle izah edilmiş idi. Şimdi zorunlu vücûd, sonradan olana vücûd feyzi vermese yâni letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzül edip sonradan olma sıfatını o mertebede kazanmasa, hariçte Zâhir isminin hükümleri açığa çıkmaz idi.
Mademki sonradan olanın vücûdu, zorunlu vücûdun vücûdudur, şu halde bu kesâfet mertebesinde açığa çıkan hile, alay etme, eziyet ve hastalık ve açlık gibi sonradan olmuş olanların sıfatlarının dahi taayyün yönünden ona bağlanacağı açıktır. Çünkü bu sıfatlar kesafeti gerektirir. Velâkin Hak, zâtı yönünden bu sıfâlardan münezzehdir. Çünkü kesâfetin gerektirdiği şeylerin letâfetle asla münasebeti yoktur.
Böyle olunca Hak Teâlâ kendi nefsini bize hayat, ilim, sem’, basar, kudret ve irâde gibi bizde olan sıfatlarla vasfetti. Bundan dolayı biz onu âlim oluş, kâdir oluş ve irâde sahibi oluş gibi vasıflar ile müşâhede ettiğimiz zaman, bu vasıflar ile kendimizi müşâhede ederiz. Çünkü yokluk bağıntısından ibaret bulunan bu küllî husûslar, bizlerde zatlarıyla sirâyet etmiş ve açığa çıkmıştır. Ve bizim aynî vücûdlarımız bu küllî husûslara dayanmaktadır. Ve küllî husûslar akıl mertebesinde mevcût olan Hakk’ın işlerinden ibarettir. Ve Hak Teâlâ da bizi bu vasıflar ile müşâhede ettiği zaman, kendi nefsini o vasıf ile müşâhede eder. Çünkü bizim kesîf vücûdlarımız da onun vücûdudur. Bundan dolayı kesîf aynalarda Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini müşâhede eder.
Şimdi Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Hak ile hálk edilmişler arasındaki irtibatı beyan buyurduktan sonra bir îtibar ile aralarındaki farkı îzâh ile derler ki: Biz her ne kadar bizi toplayan ve ihâta eden insâniyyet dediğimiz bir hakîkat üzerine isek te, şüphemiz yoktur ki, biz Zeyd, Amr, Bekir vb. gibi şahıs ve arap, acem, türk ve çerkes vb. gibi çeşit ile çokuz. Ve biz kesinlikle biliriz ki, ortada bir farklılık vardır ki, o farklılık sebebiyle şahısların bâzısı bâzısından ayrılır. O farklılık da bizim zâti husûslarımızdır. Ve zâti husûslarımız da, bizim zâti isti’dâdlarımızdan ibarettir ki, güzellik ve çirkinlik, ilim ve cehâlet gibi işlerimiz bu isti’dâdlara bağlı olur.
Eğer ortada böyle bir farklılık olmasa idi, küll olan birde parçaların çokluğu açığa çıkmaz idi. İşte nasıl ki, tek bir hakîkat olan insaniyyetin ihâtası altında toplanmış olan şahıslar ve çeşitler arasında farklılık mevcût ise, Hak Teâlâ hazretleri hayat, ilim, kudret ve irâde gibi bütün yönlerinden kendi nefsini vasfettiği şeyle bizi vasfetmekle beraber, Hakk’ın vücûduyla hálk edilmişlerin vücûdu arasında öylece bir farklılık vardır. O farklılık da, varlık ile yokluk arasında olan imkâni vücûdumuzdan dolayı vücûdda bizim ona muhtaç olmamızdır. Ve varlığımızın onun varlığına bağlı olmasıdır. Ve mevcût olmamız için bir zorunlu vücûda muhtaç olmamız gibi bir halden onun ganî bulunmasıdır. Çünkü Hakk’ın vücûdu zâtındandır; ve zâtının aynıdır; ve zâtı üzerine ilave değildir. Fakat bizim vücûdumuz böyle değildir; vücûdda biz O’na muhtacız.
Ve Hz. Şeyh-‘ı Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde vücûd hakkında aşağıdaki izâhları beyan buyururlar:
“Bilinsin ki, vücûd işi Hak ve hálk edilmişten ibârettir. O vücûd işi, ya daîmi ve zeval bulmaz sırf vücûddur; yâhut daîmi ve zeval bulmaz sırf imkâni vücûddur veyâ daîmi ve zeval bulmaz sırf yokluktur. Sırf vücûd ezelen ve ebeden yokluk kabûl etmeyen şeydir. Sırf yokluk dahi ezelen ve ebeden vücûd kabûl etmeyen şeydir. Sırf imkân ise, ezelen ve ebeden bir sebeple vücûdu; ve aynı şekilde bir sebeple yokluğu kabûl eden şeydir.
Şimdi sırf vücûd ancak Allah’tır, onun gayri değildir. Ve sırf yokluk ancak muhâldir ve muhâlin gayri değildir. Ve sırf imkân ise, ancak âlemden ibârettir ve âlemin gayri değildir. Ve âlemin mertebesi ise, sırf vücûd ile sırf yokluk arasındadır”
Ne zaman ki sonradan olanın dayanağı, zorunlu vücûdun zâtî gereğinden dolayı, o zorunlu vücûddan açığa çıkmakla, O’na oldu; yâni sonradan olan, açığa çıkmış olduğu zorunlu vücûda dayandı; bu dayanma, zorunlu vücûda nisbet olunan her bir isim ve sıfatta, sonradan olanın o zorunlu vücûdun sûreti üzere olmasını gerektirdi. Yâni Allah Teâlâ Hazretleri zorunlu vücûddur. İnsan ise sonradan olmadır. İnsân vücûdu açığa çıkmada zorunlu vücûda dayanmaktadır ki, daha önce îzâh olundu.
İşte insan bu dayanma sebebiyle Hakk’ın isimleri ve sıfatlarıyla isimlenmiş ve vasıflanmış oldu. Örneğin Hak hayât, ilim, sem, basar, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatlarıyla vasıflanmış; ve bu sıfatlardan açığa çıkmış olan Hayy, Alîm, Semî’, Basîr, Kadîr, Mütekellim ve Mükevvin isimleriyle isimlenmiştir. İnsan da bu sıfatlar ile vasıflandırılmış ve bu isimler ile isimlendirilmiş olunur.
Yalnız zâtî zorunluluk müstesnâdır. İnsan zâtî zorunluluk ile vasıflandırılamaz, çünkü sonradan olmadır. Ve sonradan olanın zâtî zorunluluk ile vasıflanması mümkün değildir. Gerçi sonradan olan işin aslında zorunlu vücûddur. Çünkü sonradan olan, zorunlu vücûdun letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzülünden başka bir şey olmadığı yönle onun gayri değildir. Velâkin, kesîfin vücûdu latîfin vücûduna muhtaçtır. Bundan dolayı sonradan olanın zorunlu oluşu, nefsiyle değil, gayrin vücûduyla olmuştur. Ve zâti zorunlulukta sonradan olanın ayağı yoktur.
Şimdi bu sebeple, Hak için kendisinden evveliyyet istifâde etmiş olan ezel ve kıdem mümkün oldu; o da öyle bir evveliyyettir ki, onun için yoktan vücûda başlama vardır. Bundan dolayı o “Evvel” olmakla berâber ona nisbet olunmaz. Ve işte bunun için onun hakkında “Âhir” denildi. Şimdi onun evveliyyeti kayıtlı vücûd evveliyyeti olsa idi, kayıtlı olan için “Âhir” olması mümkün olmaz idi. Çünkü mümkün için bitiş yoktur. Çünkü imkân dâhilinde olanların sonu gelmez, onlar için bitiş yoktur. Belki işin tamamı, bize bağlandıktan sonra, ona döndüğü için, o “Âhir” oldu. Böyle olunca o, evveliyyet ayn’ında “Ahir” ve âhiriyyet ayn’ında “Evvel” dir (15).
Yâni kulun ihtiyacından ve Hakk’ın zâtıyla ganî oluşundan ibaret olan bu farklılık sebebiyle, Hak için ezelî oluş ve kadîm oluş geçerli oldu. Fakat bu ezelî oluş ve kadîm oluş öyle bir ezelî oluş ve kadîm oluştur ki, bunlardan kayıtlı evveliyyet istifâde eder. Ve bu istifâde etmiş olan evveliyyet, kendisi için yoktan vücûda başlama olan evveliyyettir.
Çünkü yoktan var olmağa başlamaktan ibaret olan evveliyyet ile vasıflanmış olan bizim ilmi vücûdlarımızdır. Çünkü ilâhi irâde açığa çıkmayı gerektirdiğinde, ilk önce ilâhi ilimde bizim hakîkatlerimiz mevcût oldu. Şimdi bizim bu hakîkatlerimize ve a’yân-ı sâbitemize göre Hak Teâlâ evvel olmakla berâber, mutlaklık mertebesinde, ona evveliyyet bağlanamaz. Çünkü mutlaklık mertebesinde bütün bağıntılar mahv olmuş ve yok hükmünde olan şeylerdir. Ve zamanlar ve vakitlerin izâfi vücûdlarına bağlı olan sonradan olma ve kadîm olma gibi bağıntılardan Hakk’ın mutlak vücûdu münezzehdir. Ve izâfi vücûdların başlaması kendisinden olduğu için, bu vücûdlara göre “Evvel’ denildiği gibi, yine bu vücûdların sona ermesiyle geriye kalan yine kendisi olduğu için,
Hak Teâlâ hakkında “Âhir”dir denildi. Eğer Hakk’ın evveliyyeti aynî vücûd sâhibi olmak sûretiyle kayıtlı olan evveliyyet olsa idi, aynî vücûd sâhibi olan kayıtlanmışlar için Âhir olması mümkün olmaz idi. Çünkü imkân dâhilindekilerin bitişi yoktur; çünkü sonu gelmezdir.
Soru: Sonradan olan mevcûtların bitişi olmayıp sonu gelmez olunca, âlem sûretlerinin ebedî olması ve bu âlem sûretlerinin bozulmasından ibâret olan en büyük kıyametin olmaması lazım gelmez mi?
Cevap: Bilinsin ki, imkân dâhilindeki vücûd yalnız üzerinde yaşadığımız dünyâdan ibâret değildir. Belki dünyâ imkân dâhilindeki vücûddan bir zerre gibidir. Çünkü sonsuz uzay denilen saha mutlak vücûdun ayn’ından ibârettir. Ve mutlak vücûd ezelen ve ebeden nefes-i rahmânisiyle nefeslendirmektedir. Ve bu nefeslendirme vücûdun zâti gereği olup irâdesi değildir.
Bundan dolayı açığa çıkma sırf zâtın gereğidir. Şimdi bu nefeslendirme netîcesinde sonsuz uzayda, yâni mutlak vücûdda öbek öbek yayılan nefes-i rahmâni sonsuz âlemlerin heyûlâsıdır. Ve bu nefeslendirme, zâtın kendi zâtında, yine kendi zâtına, kendi zâtı ile olan bir tecellîsidir. Ve nefes-i rahmâni zâtın “ayn”ıdır. Ancak, latîf zâtın tenezzül ile, nefesini kesîfleştirmesinden ibârettir.
Nitekim Ebu’l-Hasan Gûrî hazretleri buyurur:
“Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zatı ki, nefesini [nefsini] latîf kılıp ona Hak dedi ve nefesini [nefsini] kesîf kılıp ona da hálk edilmişler dedi.”
Bu nefes-i rahmâni âlî iken, yâni sırf zâtın nefeslendirmesinin ardından latîfliğinin kemâlinden sûretsizdir; kesîfleştikçe soğuyarak ve katılaşarak şekiller ve sûretler kazanır. Nitekim insanın nefesi çok soğukta bir cam üzerine üflendiğinde çıkış anında sıcaklıktan latîf ve sûretsiz iken yoğunlaştıkça soğuyarak ve katılaşarak cam üzerinde çiçekli buzlar oluşturur. Ve o buzlardaki şekiller nefesin ayn’ıdır. Nefes-i rahmâni de nefeslendirme anında böylece latîf olup derece derece parlak bulut haline gelir ve âlemlerin ilk maddesi olur.
Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Îsâ Fassı’nda:
“Nefesin aynında olan herşey, gece karanlığının sonundaki ışık gibidir” beyt-i şerîfiyle bu hakîkate işâret buyururlar ki, inşâallah orada şerh olunur.
Şimdi uzayda öbek öbek yoğunlaşan ve soğuyan parlak bulutlar ilk devrelerinde dumandan başka bir şey değildirler. Nitekim âyet-i kerîmede “Sümmestevâ iles semâi ve hiye duhânun” ya’nî “Sonra duman halinde olan semaya yöneldi.”(Fussılet, 41/11) buyrulur. Daha sonra bunların kendi merkezleri etrafındaki dönmelerinden oluşan merkezkaç kuvveti sebebiyle, bir takım küreler ayrılıp onlardan koparak güneş halinde kalan merkezin etrafında yörüngeleri üzerinde dönerler. Nitekim ayet-i kerimede işaret buyrulur: “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma” ya’nî “İnkâr edenler, semaların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi?” (Enbiya, 21/30).
Şimdi uzayda meydana gelen parlak bulut kütlelerinin her birisi güneşleriyle berâber birer sistem olup bunları görüp saymak bizler için mümkün değildir. Yalnız teleskop vb.âletler vâsıtasıyla görülebilenler hakkında tespit yoluyla gök bilimciler tarafından ayrıntılı beyânlar olunabilmektedir. Ve bu âlemlere hakîkat ehli indinde “simsime âlemi”denilir. Ve “simsime” ibâre ve beyâna sığmayan ma’rifet demektir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’de bu âlemlerden bâzılarının hallerini beyan buyurmuşlar ve: “Her şeyi ki, akıl onu işbu dünyâ yurdunda imkânsız görür, biz onu o arzda mümkün bulduk. Ve bildik ki, akıllar kusurludur” demişlerdir. Çünkü bizim aklımız, üzerinde yaşadığımız dünyâdaki tabîat kanunlarını bile tamamıyla kavramaktan âcizdir. Bu dünyânın tabîat kanunları hâricinde kalan diğer âlemlerin tabî olduğu kanunlara vâkıf olmak nasıl mümkün olabilir?
Şimdi “yedi kat gökler” ifâdesi bizim güneş sistemimize bağlı olan bir beyândan ibârettir. Ve âyet-i kerîmede “Ve lekad halaknâ fevkakum seb’a tarâika” ya’nî “Ve andolsun ki Biz, sizin üzerinizde yedi yol hálk ettik”(Mü’minûn, 23/17) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulan “yol”lar her biri bir felekten ibaret olan yedi gezegenin yörüngeleri olup bu konudaki îzâhlar İdris Fassı’nda gelecektir. Nefes-i rahmânînin nefeslendirmesi zâti gereklilik olan açığa çıkmaya dayandığından ve açığa çıkma ve ma’rifet kemâli ise, ilâhi sûretin ancak bir endâm aynasında görünmesiyle oluşabileceğinden, bu sonsuz âlemlerin her birerleri birer endâm aynası gibi oldu.
Mutlak Hakk her birerlerinde ilâhi sûretini müşâhede buyurur. Fakat bu müşâhede uzaktan ve kendi vücûdunun haricinde olan bir şeye bakarak olan müşâhede türünden değildir. Belki zerrelerin tümünde bizzât açığa çıkma ve hâzır olma ile olan zevkıyye müşâhedesidir. “Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr ve huvel lâtîful habîr“ ya’nî “Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, lâtiftir, herşeyden haberdardır.”(En’âm, 6/103).
Çünkü latîf zât eşya sûretleriyle kesîfleşince, onlarda kesâfet sebebiyle açığa çıkan hâller ve işler, müşahede etme ve hâzır olma zevki ile latîf zâtın bilineni olur. Onun için âyet-i kerîmede”Latîf” ve “Habîr” buyrulmuştur. Çünkü “hibret-bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek” zevkî ilimdir. Ve “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Hálk eden bilmez mi? Ve O; Lâtif’tir, Habîr’dir.” (Mülk, 67/14) âyet-i kerîmesi de aynı yüksek ma’nâyı bildirir.
Velâkin bu âlemlerin her biri ayna olmakla berâber kemâliyle parlak değildir. Nitekim âlemin bulanık bir ayna olduğu daha önce belirtilmiş idi. İlâhi sûretin yansımasını kemâliyle kabûl edecek ve en açık bir sûrette gösterecek ayna bu âlem üzerinde insandır; ve insan ilâhî nümûnedir. Bizim güneş sistemimizde dünyânın insan türüne tahsis edildiği “Vel arda vedaahâ lil enâm” yâni “Ve arzı mahlûklar için meydana getirdi” (Rahmân, 55/10) âyet-i kerîmesinden anlaşılır. Yâni yeryüzünün hálk edilişinden maksat üzerinde Âdem’in açığa çıkmasıdır, demek olur.
Diğer gök cisimlerinde bitki ve hayvân türünden başka mahlûklar olduğu:
“Ellâ yescudû lillâhillezî yuhriculhab’e fîs semâvâti vel ardı” ya’nî “Nasıl secde etmezler Allah için ki, göklerde ve yerde saklı olanı çıkarır” (Neml, 27/25) ve
“Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbetin, ve huve alâ cem’ihim izâ yeşâu kadîr” ya’nî “Gökleri ve yeri hálk etmesi ve orada dâbbeden çoğaltıp yayması, O’nun işâretlerindendir. Ve O, dilediği zaman onları toplamaya kaadirdir.”(Şûra, 42/29)
âyet-i kerîmelerinde beyân buyrulur. Ve insan da “dâbbeler” kısmındandır.
Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyrulur:
“İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû fe hum lâ yu’minûn” ya’nî “Allah katında dâbbelerin en şerrlisi, muhakkak inkâr eden kimselerdir. Artık onlar inanmazlar.”(En’fâl, 8/55).
Kısaca dünyâ üzerinde yaşayan Âdem fertleri, nasıl ki eceli gelip zâhirden bâtına intikâl eder ve bununla insan sûretinde olan Hak tecellîleri hükümsüz ve kesilmiş olmazsa, âlem fertlerinden birinin kıyâmeti kopmakla Hakk’ın şehâdet âlemleri sûretindeki tecellîsi de hükümsüz ve kesilmiş olmaz. “Men mate fekad kamet kıyametuhu” ya’nî “kim öldü ise kıyameti kopmuştur” hadîs-i şerîfi bir çok ma’nâyı toplamıştır; âlemleri de kapsar. Çünkü her bir şehâdet âlemi büyük insan olduğundan “men-kim” kelimesi altına dâhil olur.
Şimdi âlemlerin uzayda (mutlak vücûd)da varolmasının ve bozulmasının başlangıcı ve bitişi yoktur. Hakîki vücûd ezelî ve ebedî ve kadîm olduğu gibi, izâfi vücûdların bu varoluş ve bozuluş esasları dahi ezelî ve ebedî ve kadîmdir. Ancak fertlerin başlangıcı ve bitişi vardır. Sonradan oluş ve başlangıç ve bitiş vasfı bu var olan ve bozulan âlemlerin her birerlerine bağlanır. Şehâdet âlemini içinde bulunduğumuz âlemden ibâret zannettiklerinden onun kadîm oluşu ve sonradan oluşu hakkında bir çok dedikodular oldu. Ve şehâdet âleminin, bir âlemden ibâret oluşuna göre, en büyük kıyâmetin gerçekleşmesiyle ilâhi isimlerin hükümsüz olması lazım geleceğinden, tahkîk ehlinden bir kısmı da te’vil yönüne gittiler. Nitekim cenâb-ı Bedreddîn-i Simâvî Vâridât’ında şöyle buyurur: “Sıradan insanların zannettikleri şey üzere cesetlerin toplanması mümkün olmaz. Velâkin mümkündür ki, insan türünden âlemde bir şahsın kalmadığı bir zaman gele. Daha sonra topraktan babasız ve anasız insan doğa. Sonra da birbirlerinden çoğalma ile doğa.” İşte bu hükümler hep ilâhi sûreti taşıyan mahlûku ancak bir âlemin taşıdığı yanlış düşüncesinden ileri gelmektedir.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinin üç yüz altmış yedinci bölümünde göklerde İdrîs (a.s.) ile buluştuğu sırada sorduğu sorulardan birisi olarak buyururlar ki:
“Ben İdrîs (a.s.)’a dedim ki, yaptığım tavâfta bir şahıs gördüm. Bana ecdâdımdan olduğunu haber verdi ve ismini söyledi. Öldüğü zamânı sordum. Bana kırk bin senedir, dedi. Bizim indimizdeki târîhte olan Âdem’in müddetinden sordum. “Hangi Âdem’den soruyorsun? Yakın olan Âdem mi?”dedi. İdrîs(a.s.) buyurdu ki: Doğrudur. Ben Allah’ın nebîsiyim ve âlemin müddetini bilmem. Ve onun hepsinde tereddüt ederiz. Şu kadar var ki, hepsi hálk edence dâîmidir, dünyâ ve âhiretçe sonu gelmezdir. Ve eceller hálketme hakkında değil, hálk edilmiş olanlar hakkında müddetlerin bitişi iledir. Şimdi hálketme nefesler ile yenilenir.Bundan dolayı biz,bize bildirilmiş şeyi bildik: “ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe“ ya’nî “Ve O’nun ilminden, O’nun dilediğinden başka bir şey ihâta edemezler” (Bakara, 2/255). İdrîs (a.s.)’a dedim ki: “Kıyâmetin meydana gelmesine ne kaldı?” Buyurdu ki:
“Ikterebe lin nâsi hisâbuhum ve hum fî gafletin mu’ridûne” yâni “İnsanlar için hesap vakti yaklaştı. Ve onlar, gaflet içinde yüz çevirenlerdir.” (Enbiyâ, 21/1) “Onun yakın alâmetlerinden bir alâmeti bana târîf buyur” dedim. “Âdemin vücûdu kıyâmet alâmetlerindendir” buyurdu.
Kısaca mutlak zâtın mertebelerin tümünde tecellî etmediği bir ân yoktur. Ve onun bu tecellîleri ezelî ve ebedî ve kadîmdir. Ve bir âlemin kıyâmetinin kopmasıyla, şehâdet mertebesi sûretinde olan ilâhi tecellîler sonsuza dek kesilmiş olmaz. Kadîm oluş ve sonradan oluş arasındaki öncelik zamânsal değil, belki akılda mevcût olan öncelik-sonralık ile ilgili bir ma’nâdır. Ey hakîkat tâlibi, bu açıklamaların bizzât yaşayarak hakîkatinin idrakine ulaştın ise, sana çok büyük bir sır açılmış oldu; ve anladın ki, en büyük kıyâmet haktır ve gerçekleşecektir. Ve imkân dâhilindeki vücûdlar sonsuzdur ve bitişi yoktur.
Şimdi, Hakk’ın evveliyyeti, nasıl ki kayıtlanmış evveliyyet değilse, âhiriyyeti dahi öylece kayıtlanmış âhiriyyet değildir. Belki bize bağlanmış olan işlerin tümü Hakk’a döndüğü için, Hak “Âhir”dir. Mutlak zâtın, bütün taayyünlerin başlangıcı olduğu için, mevcût olan evyeliyyeti ve bütün taayyünlere bağlanan işin mutlak zâta dönmesinden dolayı onun mevcût olan âhiriyyeti, zâtının mutlaklığı üzerine ilave iş olmayıp nisbî iş olduğundan, Hak evveliyyet ayn’ında “Âhir” ve âhiriyyet ayn’ında “Evvel”dir.
Daha sonra, bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini “Zâhir” ve “Bâtın” olmakla vasfetti. Bundan dolayı âlemi, gaybımız ile bâtını, ve şehâdetimiz ile zâhiri idrâk etmemiz için, gayb ve şehâdet âlemini var etti. Ve kendi nefsini rızâ ve gazab ile vasfetti: Bundan dolayı âlemi korku ve ümît sâhibi olarak var etti. Böyle olunca biz onun gazabından korkarız ve rızâsını ümît ederiz. Ve nefsini “Cemîl” ve “Zül-celâl” olmakla vasfetti. Ve bizi heybet ve üns üzere var etti. Ve ona mensûp olan ve onlar ile isimlendirilmiş olunan şeylerin hepsi böyledir.
Şimdi Hak Teâlâ, âlemin hakîkat ve müfredâtını toplamış olmasından dolayı, insan-ı kâmilin hálk edilişine yönelik kıldığı bu iki sıfatı “iki el” ile ifâde buyurdu. Böyle olunca âlem “şehâdet” ve halîfe “gayb”dir. Ve bundan dolayı sultân kendini perdeler. Ve Hak Teâlâ kendi nefsini zulmâni perdeler ile vasfetti ve onlar tabîat cisimleridir. Ve nûrâni perdeler ile vasfetti; onlar da latîf rûhlardır. Böyle olunca âlem, kesîf ile latîf arasındadır. Ve o kendi nefsine perdenin ayn’ıdır. Şimdi âlem, Hakk’ın kendi nefsini idrâk ettiği yön ile Hakk`ı idrâk etmez. Ve ona ihtiyacı sebebiyle kendi var edicisinden farklı olduğunu bilmekle berâber, perde içinde zâil olmaz.
Velâkin Hakk’ın vücûdu olan zâtî vücûdun zorunluluğunda âlem için haz yoktur. Bundan dolayı onu ebeden idrâk edemez. Şu halde Hak Teâlâ bu bakımdan, zevk ve müşâhede etme ilmi ile bilinemeyen olmaktan ebeden zâil olmaz. Çünkü bunda sonradan olan için ayak yoktur.Şimdi Allah Teâlâ Âdem’i ancak şereflendirmekten dolayı “iki el”i arasında topladı (16).
Yâni Hak Teâlâ hazretleri “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın,” ya’nî “O, Evvel’dir ve Âhir’dir, Zâhir’dir ve Bâtın’dır“ (Hadîd, 57/3) âyet-i kerîmesinde kendi nefsini “Zâhir” ve Bâtın” olmakla vasfetti. Çünkü her mertebe mutlak vücûdun tenezzüllerinden zâhir olmuştur. Ve her mertebe kendisinden önceki mertebeye göre “zâhir” ve önceki mertebe de ona göre “bâtın” olur.
Bundan dolayı Hak Teâlâ en kesîf olan âlemi hálk etti. Ve âlem ilâhi sûret üzerine mahlûk olmakla, bütün mertebeleri topladığı gibi, Âdem de ilâhi sûret üzerine mahlûk olduğundan bizim gaybımız, yâni bâtın duyularımız ile bâtını ve şehâdetimiz, yâni zâhir duyularımız ile zâhiri idrâk etmemiz için, gayb ve şehâdet âlemini var etti. Şu halde biz zâhir duyularımızla kesîf sûretler olan eşyâyı ve bâtın duyularımızla da latîf sûretler olan ma’nâyı idrâk ederiz. Ve bu idrâk dahi zâti isti’dâdlarımızın bize verdiği kadar olur.
Ve aynı şekilde Hak Teâlâ nefsini rızâ ve gazab ile vasfetti; âlemi de korku ve ümît sâhibi olarak var etti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyurur: “Lev enzelnâ hâzel kur’âne alâ cebelin le reeytehu hâşian mutesaddian min haşyetillâh” yâni “Eğer Biz, bu Kur’ân’ı, dağa indirseydik, O’nu mutlaka, Allah’ın korkusundan huşû ile boynunu bükmüş, parça parça olmuş görürdün.” (Haşr, 59/21) ve aynı şekilde:
“İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ” yâni ”Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular.”(Ahzâb, 33/72) Bundan dolayı âlemin parçası olan biz insanlar onun gazabından korkarız ve rızâsını ümît ederiz.
Ve aynı şekilde Hak Teâlâ nefsini “Cemîl” ve “Zûl-Celâl” olarak vasfetti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Tebârekesmü rabbike zîl celâli vel ikrâm” yâni “Celâl ve İkram Sahibi Rabbinin ismi Mübarek’tir“ (Rahmân, 55/78) ve hadîs-i şerifte “Allah Cemîl’dir cemîli sever” buyrulur.
Bundan dolayı biz onun celâliyle heybet ve cemâliyle üns üzerine oluruz.
Bilinsin ki, “gazab” ve “rızâ” Allah Teâlâ Hazretlerinin iki sıfatıdır ki, seyri sülûkun başında olanlar için zâhir olurlar. Onların zâhir olmasıyla seyri sülûkun başında olanlarda korku ve ümît meydana gelir. Bu sıfatlara karşılık olarak, Celâl ve Cemâl dahi aynı şekilde iki ilâhi sıfâttır ki, seyri sülûkun ortalarında olanlar için zâhir olurlar. Bunların zâhir olmasıyla seyri sülûkun ortalarında olanlarda heybet ve üns ve daralma ve genişleme halleri meydana gelir.
Aynı şekilde tecellî ve istitâr(örtünme) dahi iki ilâhi sıfâttır ki, seyri sülûkun sonunda olanlar için zâhir olurlar. Bunların zâhir olmasıyla seyri sülûkun sonunda olanlarda fenâ ve bakâ halleri meydana gelir. İşte azîz kılma ve zelîl etme, zarar verme ve fayda verme, îtâ etme ve men etme ve hayat verme ve öldürme gibi Hakk’a bağlanan ne kadar sıfatlar; ve Muizz ve Müzill, Mâni’ ve Mu’tî, ve Muhyî ve Mümît gibi kendisinin isimlendirilmiş olduğu ne kadar isimler varsa hepsi böyledir. Her bir sıfatı bizde, bir te’sîri alma sıfatını ve her bir ismi bir eseri var eder.
Şimdi Hak Teâlâ, âlemin rûhânî ve cismânî hakîkatlerini ve cüz’i şahıslar gibi müfredâtını toplamış olan insan-ı kâmilin hálk edilişine, gazab ve rızâ ve celâl ve cemâl gibi bir dîğerine karşılıklı sıfatlar; ve Mâni’ ve Mu’tî ve Celîl ve Cemîl gibi aynı şekilde bir dîğerine karşılıklı isimler ile yöneldi. Ve karşılıklı olma îtibârıyla ikiye ayrılan bu sıfatlara da “iki el” ifâdesini buyurdu.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Kâle yâ iblîsu mâ meneake en tescude limâ halaktu bi yedeyye” (Sâd, 38/75) yâni “Ey İblîs, iki elimle hálk ettiğim şeye secde ve itâat etmekten seni men’ eden şey nedir?” Şimdi zelil eden ve Müzill, ve zarar verme ve Dârr, ve men eden ve Mâni’ gibi celâli sıfat ve isimler Hakk’ın “sol el”i; ve aziz kılan ve Mu’izz, ve fayda veren ve Nâfi’, ve îtâ eden ve Mu’tî gibi cemâli sıfat ve isimler de “sağ el” olarak ifâde edilir. Kâfirler üzerine celâli isimler gâlip olduğu için onlara “sol ashâbı” ve mü’minlerin üzerine cemâli isimler gâlip olduğundan onlara da “sağ ashâbı” denir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:
“Ve ashâbuş şimâli mâ ashâbuş şimâl * Fî semûmin ve hamîm” ya’nî “Ve sol ashabı, (ama) ne sol ashabı! * semûm ve hamîm içinde“ (Vâkıa, 56/41-42) ve
“Ve ashâbul yemîni mâ ashâbul yemîn * Fî sidrin mahdûd” yâni “Sağ ashabı, (ama) ne sağ ashabı! * dikensiz sedir ağaçları arasında” (Vâkıa, 56/27-28).
Münâfiklar ise, celâl ve cemâl arasında kararsızlık hâlinde bulundukları ve bu tereddüdden ayrılamadıkları için onların durdukları yer îmân ehli ile küfür ehlinin durdukları yerin altında olur; ve bu durdukları yer ise, ateşin en dibidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “İnnel munâfikîne fîd derkil esfeli minen nâr“ yâni “Muhakkak ki münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar“(Nisâ, 4/145).
Şimdi mâdemki Hak Teâlâ nefsini “Zâhir” ve “Bâtın” olmakla vasfetti ve Zâhir isminin görünme yeri olmak üzere şehâdet âlemini ve Bâtın isminin görünme yeri olması için de gayb âlemini hálk etti; ve mâdemki insan şehâdeti, yâni cismâniyyeti ile zâhiri; ve gaybı yâni rûhâniyyeti ile bâtını idrâk ediyor; şu halde tesviye edilmiş ceset olan âlem “şehâdet”, ve bu tesviye edilmiş cesedin rûhu olan ve Âdem’den ibâret olan halîfe “gayb”dır. Çünkü ma’nâ sûret perdesi arkasında gizlenmiştir. Nitekim bu ma’nâya işâret olarak cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) buyurur: Beyt:
Îzâhan tercüme: Âdem’in cismânî sûreti olan bu heykel, bu kalıp bir örtü ve perdeden ibârettir. Bu sûrete bağlı olan ma’nâ ki, insâni hakîkatten ibârettir ve bu hakîkat ise, ilâhi sûretten ibâret ve “Allah” toplayıcı isminin görünme yeridir. Ka’be-i muazzama zât isminin görünme yeri olması îtibârıyla, nasıl ki bütün secdelerin kıblesi olmuş ise, zât isminin görünme yeri olan bizim hakîkatimiz dahi öylece secdelerin kıblesidir.
Ve bu ma’nâya işâreten Ebu’l-Hasan Harkânî (r.a.): “Eğer benim hakîkatimi ârif olaydınız, bana secde ederdiniz” buyurmuştur.
İşte bu sırdan dolayı, sûret sultanları kendi teb’asıyla dâimâ içlerine karışıp görüşmeden kendi sarayında gizlenir. Aslında Sultan, sûreti îtibârıyla, idaresi altındaki fertlerden ayrı değildir. Fakat onda saltanatın îcâbı olarak; bir izzet ve azamet ma’nâları vardır ki, bu îtibârla teb’asından ayrıdır. Bu ma’nâlar ise “gayb”dır. Ve gayb gizliliği gerektirir. Sûret ma’nâdan ayrılmış olmadığı için, sultânın sûreti manâsına tâbi olarak gizlenir.
Ve Hak Teâlâ Hazretleri, kendi nefsini zulmâni perdeler ile vasfeyledi ki, onlar, mâddecilerin “madde” olarak ifâde ettikleri tâbîat cisimlerinden ibârettir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz buyururlar: “Muhakkak Allah Teâlâ’nın nûrdan ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır”. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ nefsini nûrâni perdeler ile vasfetti ki, onlar da latîf rûhlardır. Şu halde vücûd hakîkatini madde vâsıtasıyla arayan maddeciler, hakîkî vücûdun perdesine ve örtüsüne yapışmış kalmışlardır. Ve rûhâniyyet mertebesinde arayan ve rûhâni zevklere dalan mü’minler de ayn-ı hâl içinde hayrete düşmüşlerdir. Böyle olunca âlem, kesîf ile latîf arasında olmuştur. Yâni ma’nâsı i’tibârıyla latîf ve sûreti îtibârıyla kesîftir.
Gerek latîf ve gerek kesîf olan sûretlerde taayyün etmiş olan Hakk’ın mutlak vücûdudur ki, kesîf aklın idrâk edemeyeceği mertebede latîflerin latîfidir. Ve sûret âlemi ma’nâya ve ma’nâ âlemi de sûret âlemine perdedir. Dîğer bir tâbirle kesîf, latîfin ve latîf de kesîfin perdesidir. Bundan dolayı âlemin kesîf sûretleri, latîf sûreti olan kendi zâtına ve hakîkatine perde ayn’ıdır. Ve âlem mâdemki kendi hakîkatine perde ayn’ı oluyor, şu halde Hakk’ın kendi zâtını idrâk ettiği gibi, âlemin Hakk’ı idrâk edememesi pek tabii bir hâl olur. Gerçi âlem, vücûdda kendi var edicisine muhtaç olduğunu ve bundan dolayı ondan farklı bulunduğunu bilir. Fakat onun bu bilişi, kendini perdeden kurtarmaz. Bu hâle bizim zevkimiz şâhittir. Bu idrâkın olmayışı, Hakk’ın vücûdundan ibâret olan zâtî vücûdun zorunlu oluşunda, âlemin hazzı olmamasındandır.
Zâtî vücûdun zorunlu oluşunda âlemin hazzı ve zevki olmayınca, zorunlu vücûdu sonsuza dek idrâk edemez. İşte zâtî vücûdun zorunlu oluşunda âlemin hazzı olmaması yönüyle, Hak Teâlâ zevk ve müşahede etme ilmi ile bilinmeyen olmaktan ebeden zâil olmaz. Çünkü âlem sonradan olmadır. Ve sonradan olanın zâtı ile zorunlu olanın mertebesine adım atabilmesi mümkün değildir. Eğer zâtı ile zorunlu oluş mertebesine ayak bâsmış olsa, buz gibi eriyip taayyünü kalmaz. Ve sonradan olma sıfâtı kendisinden zâil olur. Ve o vakit “idrâk eden” ve “idrâk edilen” ve “idrâk” bağıntıları bir şey olup zâtî zorunluluk mertebesinde ortadan kalkar.
Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyurulur “Cebrâil’e sordum: Rabbini görüyor musun? diye. Cevap verdi: “Benimle Onun arasında yetmişbin nûr perdesi vardır. Eğer perdelerin en altta olanını dahi görseydim (baştan aşağı) yanardım.” İşte “Rabb’ini görüyor musun?” sorusuna cevâben Cibrîl (a.s.) Rabb’isi ile kendi arasında zulmânî perde olduğunu beyân buyurup, yetmiş bin nûrânî perde olduğunu ve bu nûrâni perdeler kalkmış olsa, kendi nûrânî taayyününün ortadan kalkacağını ifâde etmiştir. Çünkü cenâb-ı Cibrîl dahi sonradan olmadır. Ve sonradan olanın zâtî zorunluluğa bir adım atabilmesi mümkün değildir.
Şimdi Hak Teâlâ Hazretleri, ancak şereflendirme ve ta’zim için, Âdem`i, “iki el” ile ifâde ettiği karşılıklı sıfatları arasında topladı. Ve Âdem bu sebeple Celâl ve Cemâl görünme yeri oldu. Çünkü Âdem’in ilâhi sûret üzere olan hakîkati, ilâhî Cemâl aynası. Ve cismâniyyetinden ibâret olan varlık sûreti, bu aynanın perdesi ve örtüsü olduğundan, Celâl görünme yeridir.
Ve işte bunun için Hak Teâlâ İblîs’e: “İki elimle hálk ettiğim şeye itaât etmekten seni meneden şey nedir?” buyurdu. Oysa o; âlem sûreti ile Hak sûretinden ibâret olan iki sûret arasında ancak onun toplama ayn’ıdır. Ve onlar da Hak Teâlâ’nın elidir. Ve İblîs âlemden bir parçadır. Onun için bu toplayıcılık oluşmadı. Ve bundan dolayı Âdem halîfe oldu. Şimdi eğer onu halîfe kıldığı şeyde, onu halîfe kılanın sûretiyle açığa çıkmasaydı, halîfe olmaz idi. Ve eğer onda, üzerlerine halîfe kılındığı idâresindekilerin talep ettiği şeyin hepsi mevcût olmasaydı, onlar üzerine halîfe olmaz idi.
Çünkü onların dayanağı onadır. Böyle olunca kendisine ihtiyac duyulan şeyin hepsi ile kâim olması lâzımdır. Ve yoksa onların üzerine halîfe değildir. Bu takdirde hilâfet ancak insan-ı kâmil için geçerli oldu. Şimdi onun zâhir sûretini âlem hakîkatlerinden ve onun sûretinden inşâ eyledi. Ve bâtın sûretini de Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti. Ve bunun için onun hakkında: “Ben onun işiteni ve göreni olurum” dedi. Ve onun “gözü” ve “kulağı” olurum demedi. Şu halde iki sûret arasını ayırdı (17).
Yâni Âdem ilâhi toplayıcılık ile şereflenmiş olduğu için, Hak Teâlâ İblîs’e: “İki elimle, yâni Celâli ve Cemâli sıfatlarım ve isimlerimle hálk ettiğim Âdem’e secde ve itaât etmekten seni meneden şey nedir?” diye hitâp etti ve azarladı. Oysa o “iki el” ile Âdem’i hálk etmek, birisi âlemin, diğeri Hakk’ın sûreti olmak üzere iki sûret arasında, ancak Âdem’i toplamanın aynıdır.
Çünkü Hakk’ın sûreti, ilâhi isimler ve rabbâni sıfatların bütün hepsinin sûretidir. Ve bu isimler ve sıfatlar te’sîr eden ve fa’il olduğu yön ile Hakk’ın “veren eli”dir; ve âlemin sûreti ise, varlıklar âleminde ne kadar sûretler var ise hepsinin tamamıdır. Ve varlık sûretleri te’sîr alan ve failin fiilini kabûl eden olduğu cihetle, Hakk’ın “alan eli”dir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “E lem ya’lemû ennallâhe huve yakbelut tevbete an ibâdihî ve ye’huzus sadakâti” yâni “Allah’ın kullarından, tövbeleri kabûl ettiğini ve sadakaları aldığını (kabûl ettiğini) bilmiyorlar mı?” (Tevbe, 9/104).
Ve İblîs âlem parçalarından bir parça olduğu yönle, Âdem’deki toplayıcılık onda yoktur. Çünkü İblîs’in bâtını olan “Mudill” ismi Celâli isimlerden olduğu gibi, zâhiri olan unsuri oluşumu dahi havâdan ibâret olan oksijen ile meydana gelen ateştir. Bundan dolayı onun unsuri parçaları ateş ile havâdır. Ve onun en büyük parçası olan ateş ise, Celâli görünme yerindendir. Şu halde İblîs zâhiren ve bâtınen Celâl görünme yeri olduğundan sol el olan Celâli sıfatlar ile mahlûktur.
Bu sebeple İblîs’in hakîkati olan Mudill ismi saptırma, hîle, küfür, inkâr, kin ve hâsed gibi sıfatlara sahiptir. Ve unsuri oluşumu olan ateş dahi yükselmek, kibir, Mûsâllat olmak ve zorlayıcılık gibi kahredici sıfatları gerektirir. Âdem’e gelince onun bâtını “Allah” mübârek ismi olduğu ve bu a’zam isim Celâl’i ve Cemâl’i bütün isimleri toplamış bulunduğu gibi, onun zâhiri olan unsuri oluşumu dahi Celâli görünme yerinden olan ateş ile havâdan ve Cemâli görünme yeri olan su ile topraktan oluşmuştur.
Bundan dolayı onun hakîkati olan “Allah” isminde Mudill ismi ve zâhirinde ateş mevcût olduğu yönle, yukarıda bahsedilen kötülenmiş sıfatlara sahip olduğu gibi, “Hâdî” mübârek isminin gereği olan hidâyet, doğruluk, îmân, ikrâr, kabûl, sevgi ve hayırseverlik gibi sıfatları ve unsuri oluşumunun en büyük parçası olan su ile toprağın gereği olan alçak gönüllülük, tevâzu’, ağır başlılık ve yumuşaklık gibi övülmüş sıfatları içine alır. Eğer Âdem’de sol elin hükümleri olan iblîsi sıfatlar gâlip olursa, kendisi sol ashâbından olup “cins cinsiyle beraber olur” îcâbınca Celâl mahalli olan cehenneme ve eğer sağ elin hükümleri olan sıfat gâlip olursa Cemâl mahalli olan cennete dâhil olur. Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyurulur: “ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr” yâni “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir” (Şûrâ, 42/7), Beyt:
Tercüme: “Eğer senin vasıfların ve ahlâkın iyi olursa, ey iyi huylu, sekiz cennet sensin. Ve eğer kötülenmiş sıfatların düşkünü oldun ise, cehennem de sensin, ebedî azâbta sensin. Cihanda her kimin övülmüş ahlâkı varsa, o kimsenin cânı Hakk’ın sırlarının mahzeni olur. Cehennemin mayası nedir? Kötü ahlâktır. Kötü ahlâk Hakk yolunun seddi ve mânîsidir. Ey oğul, ahlâk ve vasıfların hepsi, her zaman birtakım sûretlerde şekillenir. Onlar, sana bâzen ateş ve bâzen nûr; bâzen de cehennem ve bâzen cennetler ve hûrîler sûretinde görünür. Eğer ayne’l-yakîn sâhibi isen benim bu söylediğim şeylerin maddi deliller getirerek ve taklît yolundan değil, belki keşif yönünden olduğunu anlarsın.”
İşte İblîs Âdem’de, böyle bir toplayıcılık hâsıl olduğunu ve kendisinde bu toplayıcılığın bulunmadığını bilmedi. Âdem’i de kendi hâline kıyâs edip secde ve itaât ile emrolunduğunda, bâtınının ve zâhirinin gereklerine tâbî olarak kibirlendi. Ve kendi taayyünü ile Âdem’in hakîkatinden perdeli olduğu için, Hak Teâlâ onu perdenin arkasına sürdü. Çünkü İblîs’in gereği bu idi. Hak Teâlâ Hazretleri mutlak hakîmdir; hükmünü mahalline uygular ve hükmünde aslâ kimseye zulmetmez.
Şu hakîkat bilinsin ki, daha önce birçok yerlerde dahi îzâh olunduğu üzere, taayyün elbisesine bürünen Hakk’ın bir olan vücûdundan başkası değildir. Bu taayyün dediğimiz perde, taayyün etmiş Hakk’ın vücûdu üzere istîlâ edip onu örter. Bununla berâber bu taayyün perdesinin kararlılığı yoktur. “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “O’nun vechi hariç herşey helâk olucudur” (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu yön ile Hakk’ın vücûdunun nûru, an-be-an bu perdeleri yırtar. Şu halde taayyün Hakk’ın zâtına göre “uzaklaştırılmışlık” ve “tard olunmuşluk” olur. Ey irfân tâlibi, eğer sen bu taayyün perdesinin arkâsında taayyün etmiş olan Hakk’ı müşâhede edersen, hakîkati perdede müşâhede etmiş olursun. Ve seni “ben, ben” demeğe sevkeden şey, ancâk taayyününden ibârettir.
Gülşen-i Râz’dan beyt:
Tercüme:“O hakîkat ki,taayyün ile muayyen oldu,sen o hakîkate, konuşma esnâsında “ben” dedin”
Şimdi bu perdenin kararlılık üzere olmadığını yakînen bildin ise, artık “ben, ben” diyecek hâlin kalmaz. Ve eğer bu taayyün perdesinin arkasında taayyün etmiş vücûd olan Hakk’ı müşâhede etmezsen, taayyün ile perdeye düşersin. Ve kendi taayyünün kendi nefsine perde olur.
Gülşen-i Râz’dan beyt:
Tercüme: “Âlemin taayyünleri senin üzerine oluşur. İşte bundan dolayı şeytan gibi; “Benim gibi kim vardır?” dersin.
Ve böyle olan kimse, bu taayyünle Hakk’ın zâtından uzaklaştırılmış ve tard edilmiş olup taayyün etmiş ve perdelenmiş olan tek bir ayn’ı sonsuza dek müşâhede edemez. Güzel amelleri sebebiyle cennete dâhil olsa bile, cennetlerin taayyünleri ile Hak’tan perdelenmiş olup, bunlarla meşgûl olur.
İşte Âdem’in halîfe olmasının sebebi, “iki el” olarak ifâde edilen karşılıklı ilâhi sıfatlar ile mahlûk olmasındandır. Şimdi Âdem, eğer Hakk’ın kendisini halîfe kıldığı âlemde ve âlemin parçalarında, kendisini halîfe kılan Hakk’ın sûreti ile açığa çıkmasa idi, onda halîfe olmayı hakediş meydana gelip te, halîfe olmaz idi. Ve eğer Âdem’de, üzerlerine halîfe olunan idaresindekilerin, yâni âlemin ve âlemin parçalarının talep ettiği şeyin hepsi mevcût olmasaydı, âlem üzerine halîfe olmaz idi.
Çünkü âlemin dayanağı halîfeyedir. Bundan dolayı âlem ve âlemin parçaları neye muhtâç ise, halîfe olan Âdem’in onların hepsiyle kâim olması gerekir. Ve eğer âlemin muhtâç olduğu şeyler bulunmasa, Âdem’de hilâfet mevcût olmaz. Çünkü âciz olan bir kimse, kendi gibi âciz olan diğer bir kimsenin ihtiyâcını te’mîn edemez.
Bu takdirde hilâfet, ilâhi sûret üzere mahlûk olması îtibârıyla, bütün âlemin parçalarını toplamış olan insan-ı kâmil için geçerli oldu. Böyle olunca Hak Teâlâ, insan-ı kâmilin zâhiri sûretini âlemin hakîkatlerinden ve âlemin hakîkatlerinin sûretlerinden inşâ etti. Ve bâtıni sûretini de “İnnallahe halaka âdeme ala sûretihi” yâni “Allah Âdemi kendi sûreti üzerine hálk etti” gereğince, Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti.
Ve insan-ı kâmilin bu yön ile inşâsından dolayı, onun hakkında hadîs-i kudsîsinde: “Ben onun işitmesi ve göreni olurum” dedi. Ve onun cismâni sûretinden olan “gözü ve kulağı olurum” demedi. Ve böyle buyurmakla bâtıni ve zâhiri sûreti arasını ayırdı. Çünkü işitmek ve görmek bâtıni sûrettir. Ve işitir oluş ve görür oluş Hakk’â yüklenir. Velâkin göz ve kulak Hakk’a bağlı kılınmaz. Cisim ve cismâniyyet sonradan olmuşun ve taayyün etmişin şânıdır. Hakk’ın zâtı ise sonradan olmaktan ve taayyünden münezzehdir.
Ve bunun gibi, o, âlemden her bir mevcûtta, bu mevcûdun hakîkatinin talep ettiği kadardır. Velâkin halîfe için toplanmış olan şey, bir diğerleri için yoktur. Böyle olunca, ancak toplanmış olan ile üstün oldu. Şimdi eğer Hakk’ın mevcûtlarda sûretle sirâyet etmesi olmasa idi, âlem için vücûd olmaz idi. Nitekim o idrâk edilebilir küllî hakîkatler olmasa idi, ayni mevcûtlarda bir hüküm açığa çıkmaz idi. Ve bu hakîkatten, âlemin kendi vücûdunda Hakk’a ihtiyacı sâbit oldu (18).
Yâni Allah Teâlâ’nın sûreti Âdem’de küllî oluş ve toplayıcılık üzere açığa çıktığı gibi, âlemin parçalarından her bir mevcûtta, bu mevcûdun hakîkatinin isti’dâdı, Hakk’ın kendisinde ne kadar açığa çıkmasını talep etmiş ise, Hakk’ın zuhûru o mevcûtta o kadardır. Âlem parçalarından hiçbir mevcûtta halîfe için olan toplayıcılık yoktur.
Çünkü halîfenin isti’dâd ve kâbiliyyeti, kendisinde ilâhi isimlerin hepsinin fiilen açığa çıkmasına müsâit olacak kadar geniştir. Diğer mevcûtların isti’dâdında bu kapasite ve kâbiliyyet yoktur. Bundan dolayı Âdem, Hakk’ın sûretiyle âlem sûretinin toplayıcılığını taşıdığı için, halîfe olmaya nâil oldu.
Şimdi eğer Hakk’ın mutlak zâtının ilâhi sûretiyle mevcûtlarda sirâyet etmesi olmasa idi, âlemin vücûdu olmaz idi. Çünkü Hakk’ın zâtı zorunlu vücûd ve âlem imkân dahîlinde olan vücûddur. Ve imkân dâhilindekilerin vücûdu ise, daha önce îzâh olunduğu üzere, varlık ile yokluk arasındadır.
Bundan dolayı eğer latîf Hakk, kesâfet mertebesine tenezzül ederek, imkân dâhilindeki mevcûtlarda isimleri sûretiyle taayyün etmiş olmasaydı, bu imkân dahîlindeki mevcûtlar yoklukta kalır idi. Nitekim eğer hayât, ilim, sem’, basar ve irâde ve kudret gibi akıl mertebesinde mevcût olan küllî hakîkatler olmasa idi, bu küllî hakîkatlerin aynî mevcûtlarda birer hükmü açığa çıkmaz idi. Külli işlerin aynî vücûdlara irtibâtı daha önce detaylı olarak anlatılmış idi.
İşte Hakk’ın mevcûtlarda sûretle sirâyet etmesi hakîkatinden dolayı, âlemin vücûd elbisesi giymesinde, Hakk’a muhtaç oluşu ve ihtiyâcı sâbit oldu. Demek ki, imkân dâhilindeki vücûd idrak edilebilir küllî hakîkatlere bağlı olduğu gibi vücûdda dahi Hakk’a bağlıdır. Çünkü bir şeyin kesâfet mertebesi letâfet mertebesine bağlıdır; ve vücûdda ona muhtâçtır.
Şiir:
Şimdi hepsi muhtaçtır; hiçbiri ihtiyaçsız değildir. İşte bu haktır ki biz dedik; ve dolaylı olarak anlatmadık (19).
Yâni gerek Hak ve gerek âlem bir dîğerine muhtaçtır; hiçbiri bir dîğerinden ihtiyaçsız değildir. Âlemin Hakk’a ihtiyacı, daha önce îzâh edildiği üzere, vücûddadır. Ve Hakk’ın âleme ihtiyacı ise, vücûdda olmayıp ilâhi isimlerinin ve sıfatlarının âlemin görünme yeri oluşuyla fiilen açığa çıkmasındadır. Hâce Hâfız Şîrâzî (k.a.s.) bu ihtiyacı bir beytinde “iştiyâk” ile ifâde etmiştir. Beyt-i şerîf şudur:
Tercüme: “Ma’şûkun gölgesi, âşık üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtaç ve gereksinim duyar idik. O da açığa çıkmada bize iştiyâk duyar idi.”
Şimdi Hakk’ın bize ihtiyacı, kendisinden gayrı bir ihtiyaç zannedilmesin. Bu ihtiyaç O’nun isimleri arasındaki bağıntılardan bir bağıntıdır. Onun Bâtın ismi, açığa çıkmada Zâhir ismine muhtaçtır. Bizler ise Hakk’ın Zâhir isminin görünme yerleriyiz. İşte bizim açık söylediğimiz ve dolaylı anlatmadığımız bu söz haktır.
Şimdî eğer sen Ganî’yi zikredersen, ki onun muhtaçlığı yoktur; bundan dolayı bizim sözümüz ile kastettiğimiz şeyi muhakkak bilirsin (20).
Yâni eğer sen, Hak Teâlâ Hazretlerinin zâtı îtibârıyla ganî olup, hiçbir şeye muhtaç olmadığını hatırlatırsan, bu takdîrde sen bizim yukarıdaki beyt-i şerîfte “Gerek Hak ve gerek âlem bir dîğerine muhtaçtır” sözümüzden ne ma’nâyı kastettiğimizi bilirsin; ve anlarsın ki, bizim Hak hakkında beyân ettiğimiz muhtaç oluş, onun aslâ zâtına ilişkilendirilmez. Belki bu muhtaç oluş ilişkisi ancak isimler ve sıfatlar îtibârıyladır.
Beyt-i şerîfteki “zikredersen” kipinde ikrâm sahîbi şerh ediciler: “İki îtibâr vardır; birisi “muhâtab olan” diğeri “söyleyenin kendisi”dir, diyorlar. Muhâtab olan olarak düşünülürse, az önceki sorunun cevâbı olur. Yâni gûyâ bir sorucu çıkıp der ki: Ey hazret, sen Hakk’ı da muhtaç oluş mevkîine koydun; bu nasıl olur? Oysa, Allah Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde: “innallâhe le ganiyyun anil âlemîn” yâni “Muhakkak ki Allah, âlemlerden ganîdir”(Ankebût, 29/6) buyurur. İşte bu beyt-i şerîf buna cevap olur. Eğer söyleyenin kendisi olursa, beyt-i şerîf önceki beyt-i şerîfin îzâhı olur.
Bundan dolayı hepsi, hepsine irtibatlıdır. Şu halde ondan onların ayrılması yoktur. Benim dediğim şeyi benden alın! (21).
Yâni gerek küll olan Hak ve gerek o küllün bütün isimlerinin sûretlerinden ibâret olmakla küll olan âlem bir dîğerine irtibatlıdır. Onların o irtibâttan aslâ ayrılması yoktur. Benim: “Hak, Rubûbiyyetini açığa çıkarmak için âleme irtibatlıdır ve âlem de vücûdda Hakk’a muhtaçtır. Bundan dolayı bu husûsta iki tarafında bir dîğerine ihtiyacı sâbittir” dediğim sözü benden alın ve iyi kavrayın! Çünkü bu söz, felsefe ehlinin hükümleri gibi akli delillerin mahsûlü değil, belki keşf yoluyla söylenmiştir.
Şimdi muhakkak sen, Âdemin bedenî oluşumunun hikmetini bildin;ben onun zâhirî sûretini kastederim. Ve muhakkak Âdemin rûhî oluşumunu da bildin, ben onun bâtınî sûretini kastederim. Bundan dolayı o Hak ve hálktır. Ve onun derecesini de bildin. O da onunla halîfe olmaya hak kazandığı toplayıcılıktır. Böyle olunca Âdem, kendisinden bu insan türü hálk olunan tek bir nefstir.
O da Hak Teâlâ`nın sözüdür: “Ey insânlar, sizi tek bir nefsten hálk eden ve ondan onun eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabb’inizden sakının!”(Nisâ, 4/1). Şimdi “ittekû rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” sözü, sizden açığa çıkan şeyi Rabb’inize koruma yapın. Ve sizden bâtın olan şeyi ki, o sizin Rabb’inizdir, kendinize koruma yapın, demektir. Çünkü iş, kötüleme ve övmedir. Bundan dolayı siz, kötülemede koruyucu olun ve onu övmede kendinize koruyucu edin ki, âlimlerin edeb sahibi olanlarından olasınız. (22)
Yâni sen daha önceki izâhlardan, Âdem’in cesedi olan zâhirî sûretinin âlem hakîkatlerinden ve onun sûretlerinden inşâ olunduğunu ve bunun hikmetinin de, Âdem’in âlemde halîfe olarak kabûl edilerek bu halîfenin, âlemin muhtâç olduğu şeyin hepsi ile kâim olması lâzım gelmesinden ibâret bulunduğunu bildin. Ve aynı şekilde Âdem’in rûhu olan bâtınî sûretini de Hak Teâlâ hazretlerinin kendi sûreti üzere inşâ edip onun işiteni ve göreni olduğunu bildin.
Ve aynı şekilde Âdem’in halîfe olmasından ibâret olan derecesini de bildin ki, o derece, Hak Teâlâ hazretlerinin Zâhir ve Bâtın isimlerinin ihâtası altında bulunan bütün isimlerin toplayıcılığından ibârettir; ve Âdem, bunların bütün hepsini toplamış olduğu için, halîfe olmaya hak kazanmıştır. Âdem zâhiri ve bâtını toplayıcı olunca, kendisinden bu insan türü hálkedilen tek bir nefs olmuş olur.
Örnek: Elimize bir şeftâli alalım. Bu tek bir nefs’ten ibâret bir meyvedir. Çekirdeği, bâtını ve içi; ve eti, zâhiri ve dışıdır. Demek ki bu şeftâli, zâhiri ve bâtını toplamıştır. Onun çekirdeğini yere dikip terbiye ettiğimizde bir şeftâli ağacı çıkar. Çekirdek bâtın ve ağaç zâhir olur. Ve ağaçta binlerce şeftâli oluşur ki, her bir şeftâli zâhir ve bâtını toplayıcı bulunur. İşte o elimize aldığımız bir şeftâliden silsileler yönüyle sonsuz ağaçlar ve şeftâliler meydana gelir.
İşte bu örneğe uygun olarak, Hak Teâlâ Âdem’den bu insan türünü hálk etti. Bunun delîli de Hak Teâlâ Hazretlerinin: “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen,” (Nisâ, 4/1) mübârek sözüdür ki, metnin tercümesinde yüksek ma’nâsı beyân olundu.
Âdem’in hálk edilişi hakkında kitâp ehli ile maddeciler arasında ihtilâf vardır. Kitâp ehli, Âdem’in zâhirî sûreti olan cesedinin kırk günde tesviye edilerek, rûh üflendiğini ve sonra onun sol kaburga kemiğinden eşi olan Havvâ’nın hálkedildiğini ve sonra meydana gelen hatâları sebebiyle yeryüzüne indirildiklerini beyân ederler ki, indirilmiş olan kitapların zâhirî ibârelerinden böyle anlaşılır.
Maddeciler ise, âlemin hálk edilişinin tekâmül kâidelerine dayandığını ve yeryüzünün başlangıçta parlak bulutlar hâlinde var olup, daha sonra ateş buhârı, sonra da ateş akışkanı hâline geldiğini ve ondan sonra da katılaşarak milyonlarca seneler sonra yeryüzünde bitkiler bittiğini ve yüz binlerce sene sonra bitkilerin türleri derece derece kemâle ere ere ilk hayvânlar olan sürüngenlerin ortaya çıktığını ve sürüngenlerin derece derece kemâli ile memeli hayvanlar şekline dönüştüğünü ve çok uzun senelerden sonra bu hayvânların da kemâle ererek maymuna dönüştüğünü ve maymunun kemâle ermesinden de ilk insanların meydana geldiğini ve bu ilk insanların derece derece kemâle ererek bugünkü mertebeye ulaştıklarını fosillerin tetkiklerine dayanarak beyân edip Hâlık’ı, peygamberi, dîni inkâr ederler.
Ve derler ki: “İnsanın kendisinde ebedî bir rûh tasavvur etmesi benliklerine muhabbetten ileri gelen bir şeydir. Bu benliğe o kadar irtibatlıdır ki, kendi ecdâdı olan hayvânlarda böyle bir rûh tasavvurunu zihnine sığdıramaz. Ve kendisini hayvânlardan ve bitkilerden ve mâdenlerden bu husûsta ayrı görür.” Oysa daha öncede görüldüğü üzere, hayat, ilim, sem’ vb. idrak edilebilir hakîkatlerden olup onların hâriçte vücûdu yoktur. Onların hükmünün meydana gelmesi için aynî mevcûtlara lüzûm vardır. Bundan dolayı hayât idrak edilebilir küllî bir husûstur ki, hükmü mevcûtların tümünde sirâyet etmiştir.
Şu kadar ki, her bir mevcûdun taayyünü bu hayâtın açığa çıkmasına müsâit değildir. Hayât, mâdenlerde hissedilemez, bitkilerde hissedilebilir, hayvânlarda açıkça görülür ve en güzel sûret üzere hálk edilmiş olan insanda ise apaçıktır. Şu halde tahkîk ehli indinde, mevcûtların her bir ferdi rûh sâhibidir. Çünkü her birisi bir ismin görünme yeridir; ve o isim onun Rabb-i hâssı ve rûhudur ve onun idare edicisi olan bu isim, zâta delil oluşu sebebiyle isimlerin hepsini toplamıştır. O mevcûdun “Hayy” isminden dahi nasîbi vardır.
Velâkin, bu ismin hükmü bâzısında bâtın ve bâzısında zâhirdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkate işâreten buyrulur: “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahüm“ yâni “O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur.Ve fakat onların tesbihlerini siz anlayamazsınız.” (İsrâ, 17/44) Şimdi her bir şeyin Hakk`ı tesbîh etmek için rûh sâhibi olması lâzımdır.Perde ehli onların tesbîhlerini işitmez ve bilmezler. Velâkin taayyün perdelerinden kurtulmuş keşf ehli rûh işitmesi ile onların konuşmalarını işitirler. Bu husûstaki ayrıntılar Hûd Fass’ında ve diğer fasslarda gelecektir.
Mâdemki her bir mevcûdun hakîkati, kendisine görünme yeri olduğu isimdir ve isim ise isimlendirilmiş olanın aynıdır; şu halde o mevcûdun sûreti fenâ bulmuş olsa da, hakîkati bâkîdir. Bu husûstaki ayrıntılar da Yûnus Fassı’ndadır. Bundan dolayı Âdem’in hálk ediliş esasları maddecilerin tetkiklerine uygun olsa dahi, Hakk’ı, peygamberi, dîni inkâr etmek için hiçbir sebep yoktur. Bu inkâr, onların vehm ile karışmış olan aklî bakışlarının hükmü gereklerindendir.
Yazık ki benlik perdelerinin sürüklemesiyle Peygamber’e tabî olmaktan kibirlenerek kırık dökük olan cüz’i akıllarına güvenerek, insan sûretinde mevcût olmak gibi bir nîmetin kadrini bilmezler. Ey ma’rifet tâlibi, bu fırsat eline bir defa geçer. Kibir ve gurûr ve üste çıkmak gibi nefsâni hazlara tâbî olup isti’dâdını ziyân etme!
Şimdi, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen,” yâni “Ey insânlar, sizi tek bir nefsten hálk eden ve ondan onun eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabb’inizden sakının!” (Nisâ, 4/1) âyet-i kerîmesinin hakîkat lisânı ile tefsîrine başlayıp buyururlar ki: “ittekû rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” sözü “Zâhiri vücûdunuz olan bu kesîf taayyününüzü Hakk’a koruma, yâni siper ediniz” demektir.
Çünkü bu beşerî kesîf vücûdun bir çok kötülenmiş vasıfları vardır. Her ne kadar hakîkatte bunların senden açığa çıkması ilâhi isimlerin eserlerinden ibâret ise de, mâdemki senin ortada bir sonradan olan kesîf vücûdun vardır ve bunların hepsinin o vücûda bağlılığı apaçıktır ve Hak, zâtı yönünden, bunların hepsinden münezzehtir; şu halde, senden kötülenmiş sıfatlar ve fiiller çıkacak olursa, “Bunlar Hakk’ındır”; deme; “benimdir” de! Ve eğer kerem ve lütûf ve rahmet gibi övülmüş vasıflar ve fiiller çıkacak olursa bâtının olan Rabb’ini nefsine siper edip “Bunlar Hakk’ındır, de!” Çünkü bunlar ilâhi ahlâktandır. Ve biz bu ahlâk ile ahlâklanmaya me’mûruz.
Nitekim buyrulur: “Tahalluku bi Ahlakillahi” yâni “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız”. Ve Hak Teâlâ bize şu “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” (Nisâ, 4/79) yâni “Sana iyilikten bir şey isâbet ederse, Allâh’dandır; ve fenâlıktan bir şey isâbet ederse nefsindendir” âyet-i kerîmesinde bu edebi öğretti. Eğer böyle yapacak olursan, yâni varlık vücûdunda mevcût olan kötüleme ve övmeden, kötülemede nefsini Hakk’a siper ve övmede Hakk’ı nefsine siper edecek olursan, âlim olan kimselerin edeb sâhibi olanlarından olursun.
Nitekim Âdem (a.s.) kendisinden çıkmış olan hatâyı hâlin hakîkatine ârif iken, kendi nefsine dayandırarak “rabbenâ zalemnâ enfüsenâ” yâni “Rabbimiz, biz nefslerimize zulmettik” (A’râf, 7/23) buyurdu. Ve hatâsında nefsini Rabb’ine siper ettiği için, sâdece bu edebi sebebiyle makbûl oldu. Ve İblîs ise Hak’la çekişerek edebi terk ettiği ettiği için tard edilmiş ve uzaklaştırılmış oldu.
Ondan sonra Allah Teâlâ, onda emânet bıraktığı şeye onu vâkıf eyledi.Ve bunu kendisinin iki kabzasında kıldı. Bir kabzada âlem ve diğer kabzada Âdem ve evlâdı ve onda onların mertebeleri var idi. Ne zaman ki Allah Teâlâ, bu büyükbabamızda emânet bıraktığı şeye, sırrımda beni vâkıf kıldı; bu kitapta, ondan bana belirtilen şeyi söyledim, yoksa ona vâkıf olduğum şeyi değil.
Çünkü buna, ne kitap ne de şu an mevcût olan âlem kapsam olmaz. Şimdi bu kitapta emânet ettiğimiz şey, müşâhede ettiğim şeydendir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Âdem Kelimesinde mevcût olan ilâhi hikmeti bana belirtti. O da, bu bölümdür. Daha sonra Şîs Kelimesinde mevcût olan nefesiyye hikmeti, daha sonra Nûh Kelimesinde mevcût olan subbûhiyye hikmeti, daha sonra İdrîs Kelimesinde mevcût olan kuddûsiyye hikmeti,
daha sonra İbrâhim Kelimesinde mevcût olan müheyyemiyye hikmeti,
daha sonra İshâk Kelimesinde mevcût olan hakkıyye hikmeti,
daha sonra İsmâîl Kelimesinde mevcût olan aliyye hikmeti,
daha sonra Ya’kûb Kelimesinde mevcût olan rûhiyye hikmeti,
daha sonra Yûsuf Kelimesinde mevcût olan nûriyye hikmeti,
daha sonra Hûd Kelimesinde mevcût olan ahadiyye hikmeti,
daha sonra Sâlih Kelimesinde mevcût olan fütûhiyye hikmeti,
daha sonra Şuayb Kelimesinde mevcût olan kalbiyye hikmeti,
daha sonra Lût Kelimesinde mevcût olan melkiyye hikmeti,
daha sonra Uzeyr Kelimesinde mevcût olan kaderiyye hikmeti,
daha sonra Îsâ Kelimesinde mevcût olan nebeviyye hikmeti,
daha sonra Süleymân Kelimesinde mevcût olan rahmâniyye hikmeti,
daha sonra Dâvûd Kelimesinde mevcût olan vücûdiyye hikmeti,
daha sonra Yûnus Kelimesinde mevcût olan nefsiyye hikmeti,
daha sonra Eyyûb Kelimesinde mevcût olan gaybiyye hikmeti,
daha sonra Yahyâ Kelimesinde mevcût olan celâliyye hikmeti,
daha sonra İlyâs Kelimesinde mevcût olan înâsiyye hikmeti,
daha sonra Lokmân Kelimesinde mevcût olan ihsâniyye hikmeti,
daha sonra Hârûn Kelimesinde mevcût olan imâmiyye hikmeti,
daha sonra Mûsâ Kelimesinde mevcût olan ulviyye hikmeti,
daha sonra Hâlid Kelimesinde mevcût olan samediyye hikmeti,
daha sonra Muhammed Kelimesinde mevcût olan ferdiyye hikmetidir (23).
Yâni Hak Teâlâ Hazretleri, Âdem’e emânet bıraktığı şeyi göstermek sûretiyle, o şeye vâkıf kıldı ve göstererek vâkıf kıldığı bu şeyi, iki kabzasında ona gösterdi. O iki kabzadan birisi, kâbiliyyet sıfâtı sâhibi olan sol kabzadır ki, onda âlem var idi. Ve diğer kabza da fiili sıfatlar sâhibi olan sağ kabzâdır ki, onda Âdem ve evlâdı ve evlâdının mertebeleri görülür idi.
Ne zaman ki Allah Teâlâ, bu büyükbabamız olan Âdem’de emânet bıraktığı şeye beni sırrımda vâkıf kıldı ve onun kâmil olan evlâdının ilâhi toplayıcı sûretlerini ayrıntılı olarak müşâhede ettirdi; bu kitapta sırrımda gerçekleşen müşahadelerimden bana belirtilen şeyi söyledim. Çünkü sırrımda nebîlerin hepsinin hakîkatlerini müşâhede ettiğimde, nebîlerin (zevklerini) bizzât yaşam hakîkatlerini Muhammedî (zevk) yaşam hakîkatleri çerçevesinde meydana çıkarmak ve bu kitapta beyân etmek için, (S.a.v.) Efendimiz tarafından bana bir sınır belirlendi.
Bundan dolayı ben bu kitapta bana belirlenen sınırı geçmedim. Ve sırrımda gerçekleşen müşâhedelerimin hepsini yazmadım. Zâten müşâhede ettiğim sırlar ve zevkler, ne bu kitaba ve ne de şu ân mevcût olan âleme sığmaz. Çünkü bir sonsuz deniz olan zevkler ve ma’nâlar sûret elbiselerine sığmaz.Nitekim Hakîm-i Senâî hazretleri buyurur: Beyt:
Tercüme: “Söylediğimden rücû’ ettim. Çünkü sözde ma’nâ ve ma’nâda söz yoktur.”
İşte bu kitapta emânet ettiğim şey dahi, sırrımda müşâhede ederek vâkıf olduğum zevkler ve mârifetlerdendir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, Âdem kelimesinde mevcût olan “ilâhi hikmeti” bana belirtti, o da bu bölümdür. Bundan dolayı ilâhi hikmetlerden sırrımda vâkıf olduğum şeyi bana belirtilen yönüyle yazdım.
Ondan sonra sırasıyla her birinin (zevkleri)bizzât yaşam hakîkatleri, bu mübârek kitâbın birer bölümü olarak anlatılmak istenen her bir fassta beyân olunmuştur. Her bir kelimenin bir hikmete tahsis edilme sebebi, her fassın başlangıcında ön bilgi olarak gösterilmiş olduğundan burada ayrıca beyânına lüzûm görülmemiştir.
Ve her bir hikmetin fassı, kendisine bağıntılanan kelimedir.Bundan dolayı bu kitapta, ümmü’l-kitap’ta sâbit olduğu şey üzere, bu hikmetlerden bahsettiğim şey üzerine sözü kısa kestim. Şimdi ben, bana resmedilen şeye uydum. Ve bana belirtilen şey indinde durdum. Ve eğer bunun üzerine ilâve etmeğe meyletsem, kâdir olmaz idim. Çünkü hazret bundan meneder. Başarıya ulaştıran ancak Allah’dır. Onun gayri Rab yoktur (24).
Yâni her bir hikmet, bir nebînin kalbinde nakşolunmuştur. Ve o nebînin vücûdu bir kelimedir ki, onun kalbinde nakşolunmuş olan hikmet o kelimeye bağıntılanır. “Kelime” ve “fass” haklarındaki îzâhlar “Önsöz”ün şerhinde geçti.
Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki: Ben bu kitapta, ümmü’l-kitapta sâbit olan ölçü çerçevesinde, bu hikmetlerden bahsettiğim zevkler ve mârifetler üzerine sözü kısa kestim. Bu ümmü’l-kitap’ta sâbit olan ölçüyü tecâvüz etmedim. Bu ümm-i kitap, hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan ilk taayyündür. Ve bütün nebîler ve evliyâ, zevklerin ve ilimlerin tümünü, hâss mûhammediyye velâyeti ve makâm-ı mahmûddan ibâret bulunan, bu mertebeden alırlar. Ve bu ümm-i kitap son evliyâ mişkâtıdır.
Bu konudaki ayrıntılar Şît Fass‘ında gelecektir. Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) nebevî kâmil vârislerden olduğundan buyururlar ki; Ben nebîlerin sonuncusu mişkâtında, bu Fusûsu’l-Hikem kitabında beyân ettiğim nebîlerin ilimleri ve zevklerini yazmakta, bana resmedilen ölçüye uydum; ve bu belirtilen kadarın sınırında durdum. Bu sınırı aslâ geçmedim. Eğer bunun fazlasına meyletseydim, kâdir olamaz idim. Çünkü ben kulluk mertebesinde mevcûdum. Ve kulluk mertebesi ise, efendinin resmettiği şeye muhâlefetten meneder.
Bundan dolayı hakîkat-i muhammediyyeden alınmış olan bu Fusûsu’l-Hikem‘de ortaya koymaya me’mûr olduğum mârifetlerde ne fazla ve ne de noksan olmamıştır. Doğru yolda tevfik ihsân eden ancak Rabbü’l-erbâb olan Allâhü zü’l-celâl hazretleridir. O Rabbü’l-erbâbın gayri olan bir Rab yoktur.
Şimdi kitap yazarları kendi hal ve şanlarına kıyâsen, bu Fusûsu’l-Hikem’de Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin himmet ve tasarrufun önüne geçtiği zannına kapılırlar ise, çok büyük hatâ ederler. Kâmil vârislerin ilimleri, perde ehlinin tabîat âleminden tetkikleri sonucu çıkan aklî delillere dayanan ilimleri gibi değildir.
İşte bu nefslerine dayanan kıyastan dolayıdır ki, zâhir âlimlerinden birçoğu bu mübârek kitâba îtirâz edip yakmaya teşebbüs etmişler; ve bazıları Hz. Şeyh’in yüksek kadrini îtiraf etmekle berâber, sırf zâti isti’dâdlarının müşâadesinin olmayışından dolayı kitapta mevcût olanlardan ürkerek, bu kitâbın bir İspanyol generali tarafından yazılarak Hz. Şeyh’e atfedildiğini beyân etmişlerdir. Oysa bu atıf o kadar câhilânedir ki, red zahmetine bile değmez.
Şu kâdar diyelim ki, bu mübârek kitâbın yazılması, hicri 627 senesindedir. Fütûhât-ı Mekkiyye ise 590 senesinde Mekke’-i Mükerreme’de yazılmıştır. Tecelliyât-ı Mevsıliyye ise Musul’da yazılmıştır. Oysa o zamanlarda matbaa usulü mevcût olmadığı yönle Fütûhât-ı Mekkiyye gibi çok geniş bir eserin İspanya’ya kadar dağıtımı nasıl mümkün oldu da bu general bu mübârek kitâpta Fütûhât-ı Mekkiyye ve Tecelliyyâta Mevsıliyye ve Kitâbü İnşâi’d Devâir gibi Hz. Şeyh’in birtakım büyük eserleri içinde mevcût olanlara hakîkatleri atfetti ?
O ne büyük general imiş ki, Kur’ân’ın özüne ve Hz. Şeyh-i Ekber’in yüksek eserlerinde haber verdiği zevklere ulaşmış ta; Fusûsu’l-Hikem gibi çok büyük bir eseri vücûda getirmiştir ve kemâl mertebesinde Hz. Şeyh’e eşit olmuştur? Bunun mümkün olmadığı meydanda olduğundân bu atıf câhilâne bir uydurmadır.
Ey tefekkür eden mü’min, eğer bu ve benzeri büyük eserleri okuyup anlamıyor isen, kötüleme! Benim için değildir, de, bırak! Bu, insâf yoludur. Ve insâf, dînin yarısıdır. Çünkü büyük eserlerden her ferdin nasîbi yoktur.“Vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu, vallâhu zul fadlil azîm” yâni “Ve Allah, rahmetini dilediği kimseye tahsis eder. Ve Allah, “büyük fazıl” sahibidir.” (el-Bakara, 2/105).
Bitişi: Perşembe gecesi 2 Ocak 1919 ve 29 Rebîu’l-Âhir 1337; Saat 01:50.