Bilinsin ki, varlıkta kulların elleri üzere ve onların ellerinin gayrı üzere olan zâhir lütûflar ve ihsanlar iki kısım üzerinedir: Onlardan biri zâti lütûflar, diğeri isimlerin lütûflarıdır; ve zevk ehli indinde bir diğerinden farklı olur (1).
Yânî öğretmen vâsıtasıyla öğrencide oluşan herhangi bir ilim ve şeyh ve melekler ve nebîlerin ve evliyânın rûhları vâsıtalarıyla mürîdde oluşan rabbâni mârifetler gibi, kulların elleri vâsıtasıyla ve bir öğretmenin öğretmesine ve şeyhin irşâdına muhtâç olmaksızın Hakk tâlibine bâtın tarafından hâsıl olan ilim gibi, kulların elleri aracı olmaksızın hâricî vücûdda olan Allah’ın lütûfları ve ihsanları iki kısımdır: Biri “zâti lütûflar”, diğeri “isimlerin lütûfları”dır.
Bilinsin ki, mutlak vücûd olan Hakk ahad olan zâtı sebebiyle, lütûf ve ihsân etmez. Çünkü lütûf sıfatların ve isimlerin gereğidir. Bu mertebede ise Hak bütün sıfatlar ve isimler ile açığa çıkmaktan ganîdir. Ve O’nun bütün sıfatları ve isimleri ahadiyyet zâtında mevcût ve helâk olmuştur. Bunlar açığa çıkmasa da, mutlak zâtı, yine mutlak zâttır. Ne zaman ki zâtında mahv ve helâk olmuş olan bu sıfatlar ve isimler açığa çıkmak isterler, Hak kendi zâtına, yine kendi zâtında tecellî etmekle, onların ilmi sûretleri Hakk’ın zâtında peydâ olur. Buna “akdes feyz” derler. Ve Hakk’ın bu tecellîsi ile “ilim mertebe”sine tenezzülü isimler ve sıfatlar mertebesi, vahdet ve ulûhiyyet mertebesidir.
Ondan sonra Hakk zâtının her bir mertebeye tenezzülü, bu ilim mertebesinde oluşan isimlerinin sûreti üzerine olur. Bundan dolayı hâricî vücûdda, yânî şimdi bizim içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesinde ve dünyâ âleminde bu vücûdlarımızda oluşan lütûflar, isimlerin lütûflarıdır. Ve bu isimlerin lütûfları, zâti lütûflarda mevcûttur. Çünkü Hakk’ın zâtı, ilminde peydâ olan isimlerin sûretlerine, nefes-i rahmânîsiyle yayılmak, yânî letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzül etmek sûretiyle vücûd verdi. Ve onların istîdâdları ve kâbiliyetleri neden ibâret ise, ona göre lütûf ve ihsan etti. Bundan dolayı bu lütûflar, vahdet ve ulûhiyyet zâtından meydana çıktı. Bu sûrette zâti lütûflar ve zâti tecellîler dedikleri ulûhiyyet zâtının tecellîsi olur.
Şimdi insan-ı kâmil, “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olması îtibârıyla, varlık âleminde Hakk’ın zâtî tecellîsi özel olarak ona olur. Ve o saâdet sofrası zât mevcûtların tümünün a’yân-ı sâbiteleri gereğince, kendilerine ulaşması gereken lütûfları ve ilâhi ihsanları, halîfe oluşu ve vekil oluşu sebebiyle, onlara dağıtır. Varlık âleminde gerçekleşen bu isimlerin tecellîlerine “mukaddes feyz” derler. İşte bu iki kısım lütûf, zevk sâhipleri indinde bir dîğerinden farklı olur.
Nitekim ondan bâzısı, belirli bir istekten ve belirli olmayan istekten olur ve ondan bâzısı da isteme ile olmaz. Gerek zâti lütûflar olsun, ve gerek isimlerin lütûfları olsun aynıdır. Şimdi “Yâ Rab bana bunu ver!” diyen gibi belirterek isteyen, ona o istediğinin dışında bir şey hatıra getirmeyen bir emri tâyîn eder ve bir şey belirtmeden isteyen de “Yâ Rab benim latîf ve kesîften olan zâtımın her bir parçasına tâyînim olmadan, benim onda faydam olduğunu bildiğin şeyi ver!” diyen kimse gibidir (2).
Hz. Şeyh (r.a.) ilâhi lütûfları, “zâti lütûflar” ve “isimlerin lütûfları” adıyla iki kısma taksîm edip ayırımını da (zevke)bizzât hakîkatini yaşayarak idrak etmeye havâle buyurdu. O lütûfları burada da, duyu ile idrâk olunan kısımlara taksîm edip, aralarındaki farkı örnek ile açıkladı. Çünkü idrâk edilebilir şeyler örnek ile algılanabilir olur.
Ve ilk taksîm fâil yönünden ve bu taksîm ise kabûl edici yönündendir. Yânî Hak’tan söz ile bir şey isteyen kul, ilim ve yakîn gibi ya belirli bir şey ister; veyâhut “Yâ Rab! Sen benim hâlimi ve benim iyiliğimin hangi şeyde olduğunu bilirsin. Benim zâtımın latîf olan parçasına, yânî rûhuma ve rûhâni kuvvetlerime ve kesîf olan parçalarına, yânî kesâfet âleminde taayyün etmiş ve kayıtlanmış olan vücûduma ve nefsime ve nefsâni kuvvetlerime uygun ve sâlih olan ne ise tâyînim olmadan onu ihsân et!” sözünde olduğu gibi belirli olmayan bir şeyi ister. Ve istek sözü ile olmayan lütûf da, istek sözüyle olan ile eşittir.
Bu lütûflar ister zâtî, ister isimlerin olsun. Çünkü isteme ya söz veyâ hâl lisânı veyâhut istîdâd ile olur. İstek olması husûsunda hepsi birbirine eşittir. Örneğin bir dilenci gelip “On para ver!” der. Bu söz lisânı ile istemedir. Bir diğer dilenci gelip boynunu bükerek el açıp durur, bu da hâl lisânı ile sadaka ister. Fakat âile sâhibi olup akşama yiyeceği ve bir kazancı olmadığını bildiğiniz bir fakîr ne söz lisânı ile ve ne de hâl lisânı ile sizden sadaka istemediği halde, siz onun sadaka mahalli olmak istîdâdını taşıdığını bildiğiniz için ona yardımda bulunursunuz. Bundan dolayı onun sizden sadaka talep etmesi istîdâd lisânı ile olmuş olur.
Ve söz lisânı ile isteyenler iki sınıftır: Bir sınıfı istemeye tabîatındaki acelecilik sevketti. Çünkü insan çok aceleci bir mahlûktur. Ve diğer sınıfı da istemeye ilmi sevketti. Çünkü bildi ki Allah indinde, ilim olarak öne geçen işler olur. Ona ancak istekten sonra nâil olunur. Şimdi der ki, umulur ki, Hak’tan istediğimiz şey bu sınıftan olsun. Böyle olunca onun isteği, mümkün olabilecek şeyden üzerinde bulunduğu şey için tedbirdir. Ve halbuki Allah’ın ilminde olan şey ve onun istîdâdının kabûlde verdiği şey bilinmez. Çünkü her zaman kişide, o anda kişinin istîdâdına vâkıf olmak, mâlûmâtın anlaşılması en güç olanındandır. Ve eğer istîdâd, istemeyi vermeseydi, istemezdi (3).
Yânî Allâh’ın lütûflarını, ihsanlarını söz lisânı ile isteyenler iki sınıftır. Bir sınıfını bu lütûfları Hak’tan istemeye sevkeden şey tabîatından gelen aceleciliktir. Çünkü acele etmek insanın şânındandır; o çok aceleci olarak hálk olunmuştur. Vakti gelmeden önce kemâle ulaşmayı ister. Söz lisânı ile isteyenlerden bu sınıf, bilmezler ki, istedikleri lütûfları, ilâhî ilimde ayn-ı sâbitelerinin istîdâd lisânı ile olan istekleri üzerine Hak hükmetmiş midir; ve kendilerinin hangi zamanda, hangi şeye isti’dâdları vardır? İşte bir sınıfın isteği böyle cehâlet üzerine olur.
Diğer sınıfı istemeye sevkeden şey ise, onun ilmidir. Çünkü bu sınıf genel olarak bilirler ki, Allah’ın indinde ilâhî ilim olarak öne geçmiş olan birtakım işler vardır; ve o işlere ancak istekten sonra nâil olunur. Yânî birtakım ilâhi lütûflar vardır ki, onların açığa çıkması, ilâhî ilimde isteme şartına bağlı kılınmıştır. Bundan dolayı isteme olmadıkça açığa çıkmaz. Bunun için bu sınıf, Hak Teâlâ hazretlerinden bizim istediğimiz şey belki bu sınıftandır, deyip gerçekleşme imkânı, ilâhî ilimde istemeye bağlı olduğu düşüncesiyle o şeyi her ihtimâle karşı Hak’tan ister. Ancak bu istekle berâber, o şey ilâhî ilimde sâbit olmuş mudur; ve onun ayn-ı sâbitesinin istîdâdı bu istediği şeyi ezelde, Hak üzerine hükmetmiş midir; ve bundan dolayı ilâhî ilimde sâbit olan şey, zâhirde beklediğine uygun mudur, bunları bilmez. Çünkü a’yan-ı sâbite Hakk’a ne sûretle ilim vermişler ise, o sûretle Hakk’ın ma’lûmu olurlar ve Hakk’a, bizim hakkımızda böyle hükmet diye, Hak üzerine ne yön ile hükmetmişler ise, Hakk’ın onlar hakkındaki hükmü de ona göredir. Çünkü hâkim hükmettiği şeyde üzerine hüküm verilendir. Bu bahsin ayrıntıları Üzeyr Fassı‘nda anlatılmıştır.
İşte söz lisânı ile isteyen ayn-ı sâbitesi Hak ilminde ne sûretle ma’lûm olduğunu bilmediği için, istediğim şey belki ilâhî ilimde sâbit olmuş bir şeydir, deyip her ihtimâle karşı ister. Fakat bunun sâbit olup olmadığını bilmez. Çünkü her bir zamanda, her bir şahsın istîdâdına vâkıf olmak husûsu anlaşılması çok güç ve en derin ve gizli mâlûmât cinsindendir. Bundan dolayı her bir kişi, her ânda olan istîdâdını bilmez ki, o dakîkada istîdâdlı olduğu şeyi hemen Hak’tan istesin de, o şey de derhal oluversin. İşte bunu bilmediği için, belki isteğim kabûl edilir diye, istîdâdlı olduğunu zannettiği şeyi Hak’tan ister. Bu sebeble onun istediği şeylerin bâzısı olur, bâzısı olmaz.Fakat şurası dikkâte değerdir ki, insan genel sûrette kabûlüne istîdâdlı olduğu şeyi idrâk edebilir. Meselâ bir kimse tıp veyâ matematik öğrenimine başlar. Az mesâî ile çok mâlûmât elde ettiğini ve o ilmin meselelerini anlamakta aslâ güçlük çekmediğini görür. Bundan anlar ki, o ilmin oluşmasına kendisinde istîdâd vardır. İşte bu genel olarak istîdâdına vâkıf oluştur ki, buna “kazâ” derler. Fâkat onun zamanlardan hangi zamanda ne miktar oluşacağını, yânî kazânın ayrıntılanması olan “kader”i bilmez. Meğer ki Hak bunların bâzısına kendini haberli kılsın. Ve bunların hepsine haberli olmak ilâhî ilimde olan şeye haberli olmaktır ki, bu da Hakk’a mahsûstur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “ve mâ tedrî nefsun mâzâ teksibu gadâ”(Lokman; 31/34).Yânî: “Bir nefis; yarın ne kazanacağını bilmez”.
Şimdi kul her ne kadar istîdâdını bilmez ise de, eğer istîdâd, isteyene istekte bulunmayı vermeseydi, ondan istek çıkmazdı. Çünkü kul üzerinde her anda geçerli olan haller, onun istîdâdından ileri gelmektedir. Ve kulun isteği dahi, üzerinde geçerli olan hallerden bir haldir. Bundan dolayı kulun isteği de, onun istîdâdından ileri gelen bir durum olur. Şu halde isteyen Hak’tan bir şey istediğinde, onun o isteği, istediği şeydeki istîdâdına delil olur ve işte o istîdâd, istekte bulunmaya sebep olmuştur. Fakat kul, her zaman kendisinde, yâni herhangi bir an da, istîdâdının ne şeyi gerektirdiğini bilmez. Eğer bilse idi istekte bulunmasını tâkiben o şey meydana gelir idi.
Şimdi bunun benzerini bilmeyen hûzur ehlinin gâyesi, onu içinde bulundukları zamanda bilmeleridir. Çünkü onlar huzurları sebebiyle bu zamanda Hakk’ın onlara verdiği şeyi ve onu ancak istîdâd sebebiyle kabûl ettiklerini bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabûllerinden istîdâdlarını bilirler ve bir sınıfı da ne şeyi kabûl ettiklerini istîdâd larından bilirler. Bu da, bu sınıfta istîdâd mârifetinde olan şeyin en mükemmelidir. Ve bu sınıftan, aceleyle ve mümkün olma ihtimâli için değil, ancak, Allah Teâlâ’nın “ud’ûnî estecib lekum” yâni “Bana duâ ediniz ki size icâbet edeyim” (Mü’min, 40/60) sözündeki emrine uyarak istekte bulunan kimse vardır. Böyle olunca o, hâlis kuldur. Ve bu duâ eden için, istekte bulunduğu şeyde belirli ve belirsiz olsun, onunla ilgili himmeti yoktur. Onun himmeti ancak efendisinin emirlerine uymaktadır. Bundan dolayı hal, istekte bulunmayı gerektirdiğinde, kulluğuna istinâden istekte bulunur; ve işi Allah’a hâvale etmeyi ve sessiz kalmayı gerektirdiğinde de, susar. Şimdi Eyyûb’u ve diğerlerini mübtelâ kıldı. Oysa Allah’ın onları onunla mübtelâ ettiği şeyin kaldırılmasını istemediler. Daha sonra diğer zamanda onlara bunun kaldırılması istemek gerekti. Bundan dolayı istekte bulundular. O halde Allah, onlardan onu kaldırdı (4).
Yânî isteyenlerden bunun benzerini, yânî ilâhî ilmi ve istîdâdlarını bilmeyen huzûr ehlinin gâyesi, içinde bulundukları zamanda istîdâdlarını bilmeleridir. Onlar a’yân-ı sâbitelerinin Hak ilminde ne sûretle sâbit bulduğunû ve istîdâd lisânlarıyla Hak’tan, ne şeyi istemiş olduklarını bilmemekle berâber, gerek vâsıtalı ve gerek vâsıtasız vâridâttan, tecellîlerden, ilimlerden ve ahlâktan, bulundukları zaman içinde Hakk’ın ne şeyi ihsân buyurduğunu ve hâzır oldukları zaman içinde kabûl ettikleri ilâhi lütûfları ancak o zamanda olan cüz’î isti’dâdlarıyla kabûl ettiklerini bilirler. Çünkü Hak’la huzûr ve müşâhedeleri sebebiyle, vücûdda ve te’sirde Hak’tan başka hiçbir şey görmezler. Ve Zeyd ve Amr eliyle kendilerine ulaşmış olan lütûfları gördüklerinde: “İşte bu bizim ilâhî ilimde sâbit olan a’yânımızın istîdâd lisânı ile Hak’tan istediği şeydir ki, şu zamandaki cüz’i istîdâdımız sebebiyle şimdi bize Hak’tan ihsân olundu” derler.
Bu huzûr ehli de iki sınıftır: Bir sınıfı lütûfları kabûllerinden dolayı istîdâdlarını bilirler; çünkü bunlara a’yân-ı sâbiteleri açılmış değildir. Bundan dolayı istîdâd larını ayrıntılı olarak bilmezler. Ancak kendilerine ulaşmış olan lütûfları kabûl edip hazmetmeleri sebebiyle istîdâdlarını genel hatlarıyla bilirler ve “Eğer istîdâdımız olmasa idi, bu lütfû kabûl etmezdik” derler. Nitekim Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a), bu Fusûsu’l-Hikem’de binlerce hakîkatleri ve mârifetleri beyân buyururlar. Nice kimseler vardır ki, bu mârifetleri havsalalarına sığdırıp kabûl edemez. Bu kabûl edememek husûsu şüphe yoktur ki istîdâdlarının olmayışındandır. Ve yine bir çok kimseler Hz. Şeyh-i Ekber görünme mahallinden ulaşmış olan bu lütûfları kabûl edip ve âb-ı hayât gibi içip hazmederler. Bu da kabûle olan istîdâd dan dolayıdır.
Şimdi söz bir, fakat işitenlerin istîdâdları muhteliftir. Ve huzûr ehlinin bir sınıfı da, ilâhî ilimdeki a’yân-ı sâbitelerini ve onların istîdâdlarını bildikleri için, bu istîdâdları sebebiyle ne şeyi kabûl edeceklerine vâkıftırlar. Bundan dolayı onlar ancak kendilerinde kabûle istîdâd gördükleri şeyi Hak’tan isterler ve istedikleri şey de hemen veyâ bir müddet sonra olur. Ve bu ikinci sınıf, huzûr ehli sınıfında, istîdâd bilme husûsunda olan şeyin en mükemmelidir. Yânî bu ikinci sınıf birinci sınıftan daha tamâmdır.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) ilâhi lütûfları ilk önce “isteme ile” ve “istemeden” oluşan lütûflara; isteme ile olan lütûfları da “belirli” ve “belirsiz” olan şeye taksîm etti. Şimdi de isteyeni istemeye sevkeden şey sebebiyle taksîm edip buyururlar ki: Bu huzûr ehlinden olan istekte bulunanlardan bir isteyici vardır ki Hak’tan istekte bulunur, fakat tabîatında olan acelecilikten ve mümkün olma ihtimali olduğu için istemez; belki onun istekte bulunması Allah Teâlâ hazretlerinin “ud’ûnî estecib leküm” (Mü’min, 40/60) yânî ”Benden istekte bulunun, sizin için isteğinize icâbet edeyim” sözüyle olan emrine uymak içindir. Bu isteyici hâlis kuldur. Onun dünyevî ve âhiretlik ve zâhirî ve bâtınî, belirli ve belirsiz hiçbir şeye himmeti bağlı değildir. Bundan dolayı istediği şeyi himmetini bağlayarak istemez. Onun himmeti, ancak Efendi’sinin emirlerine uymaktadır. Mesnevî: Tercüme:
“Din sultânı, mâdemki benden çok istememi ister, bundan sonra kanâatın başına toprak saçılsın!”
Bundan dolayı hâl, istekte bulunmayı gerektirince, bu hâlis kul ancak kulluğuna istinâden istekte bulunur. Çünkü onun Hakk’ın vechinden ve mutlak cemâlden başka hiçbir murâdı yoktur. İcmal olarak vahdet makâmında ve ayrıntıyla çokluk görünme yerinde, yânî âlem sûretlerindedir. Eğer hâlin gereklerine göre laf ile Hak’tan bir şey isterse, Efendi’sine karşı kulluğun şânını ispât içindir. Ve eğer hâl, işleri Hakk’a havâle edip sessiz kalmayı gerektirirse, susar; ne himmeti ile ma’nen ve kalben ve ne de lisânı ile sözlü olarak bir şey istemez. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Eyyûb (a.s.)ı ve diğer nebîleri ve onların vârisleri olan evliyâyı, birtakım belâlara mübtelâ etti; onlar bu belâların kaldırılmasını Hak’tan istemediler, o belâları çektiler. Daha sonra diğer zamanda hâl, o belâların kaldırılmasını istemeyi gerektirdi. Onlar da hâlin gereğine göre o belâların kaldırılmasını Hak’tan istediler. Hak Teâlâ hazretleri de kaldırdı.
Bilinsin ki, Hak Teâlâ hazretlerinin kullarını mübtelâ kıldığı her zahmet ve belâ salt kahır değildir; belki zahmet ve belâ sûretinde açığa çıkmış olan rahmet ve özel nîmettir. Ve zahmet ve belâ Hakk’ın Celâl’inden; ve rahmet ve nîmet ise Cemâl’indendir. Ve insan Cemâl ve Celâl görünme yeridir. Nitekim Hak Teâlâ insan hakkında “halaktu bi yedeyye” (Sâd, 38/75) yâni “İki elimle hálk ettim” buyurur ki, Cemâl elimle ve Celâl elimle hálk ettim demektir. Bundan dolayı Hak insanı, kâmil görünme yeri olduğu için kerem sahibi kılmıştır. Ve insanın gayri olan ilâhi mahlûklarda bu toplayıcılık yoktur. Onların bâzısı cemâlî ve bâzısı celâlîdir. Meselâ hayvânlar, Celâl görünme yeridir. Çünkü Müzill isminin görünme yerleridirler. İşte bu kemâlinden dolayı insan ilâhi tekliflerin muhâtabı olmuştur. Ve insan nefsi, yânî taayyün etmiş olan vücûdu ve kayıtlılığı îtibârıyla Celâl görünme yeri ve rûhu îtibârıyla da Cemâl görünme yeridir. Çünkü rûh aslında tabîat kirlerinden pâktır. Nefis ise böyle değildir. Onun yerleşik olduğu mekân madde ve tabîat âlemidir ve tabîat âlemi ise kahır ve celâl görünme yeridir. Onun için nefsin şânı Hakk’a muhâlefet ve rûhun şânı da itaat etmektir. Bundan dolayı nefsi rûhuna tâbî olanlar “cemâlî” ve rûhu nefsine tâbî olanlar ise “celâlî olur. Şimdi kahır ve lütûf, tahkik ehline göre tek bir hakîkatin işlerinden başka bir şey olmadığından, ikisi de tek bir şeydir. Ancak görünme yerleri sebebiyle biribirinden ayrı ve bir dîğerinin zıttı görünürler. İşte bu sebepten Hz. Mevlâna (r.a.) buyururlar: Mesnevî:Tercüme:
“Ben onun kahrına ve lütfûna cidden âşıkım; acaîptir ki ben, bu her iki zıttın âşıkıyım.”
Bu gibi mübârek zâtlar nasıl kahra âşık olmasınlar ki, kahır Hakk vechinin perdesi olan nefse bağlantılanır ve onu yırtıp Hakk’ın cemâlini açığa çıkarır. Onların isteği de bundan ibârettir. Ve kahır ve celâlin ulaştığı yer imkân dâhilindeki vücûd olup, onlar da dâim olmadıklarından, “rahmetim gazâbımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsi gereğince kahır ve celâl arîzi; ve lütûf ve rahmet zâtîdir. Ve Hak Teâla hazretleri bu şehâdet âleminde gerek mü’minlere ve gerek kâfirlere kahır ve celâliyle tecellî buyurur. Mü’minîne isâbet eden kahrı, onların derecelerinin yükselmesi içindir. Çünkü her bir belâ geldikçe nefsinden uzaklaşması ve Hakk’a yakınlaşması artar. Bundan dolayı o belâ, zahmet ve musîbet sûretinde açığa çıkan rahmet ve çok özel nîmettir. Bu belâlara ancak Hakk’ın murâdını bilen ve kader sırrına vâkıf olan mübârek zâtlar tâlip olur. Ve kâfirlere isâbet eden kahır ise; “Ve le nuzîkannehum minel azâbil ednâ dûnel azâbil ekberi” (Secde,32/21) yânî “Biz onlara büyük azâbın, âhiret azâbının gayrı olan daha yakın azâbı, dünyâ azâbını tattırırız” âyet-i kerîmesi gereğince ilâhî azâbtır. Bu konuda birçok sorular ve cevaplar vardır. Ayrıntısına girilirse, belki bir cilt kitap olur. Anlatılan esâslar irfân sahiplerine yeterlidir.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.), isteyeni istemeye sevk eden şey sebebiyle ilâhi lütûfları taksîm ettikten sonra lütûfların çabukluğuna ve gecikmesine sebep olan şeyi beyân ederek buyururlar ki:
Ve istenen şeyde çabukluk ve gecikme, Allah indinde onun için belirli olan kaderden dolayıdır. Şimdi istek, vakte uygun olduğunda, icâbet ile çabucak olunur ve zaman, yâ dünyâda veyâ âhirette geciktiğinde icâbet, yânî istenen şey, gecikir; yoksa Allah’dan lebbeyk ile olan icâbet te’hîr edilmez. Şimdi bunu anla! (5).
Yânî Hak’tan talep edilen şeyin çabuk açığa çıkması veyâ geç kalması, duâ eden kimse için Allah indinde belirli olan kadere dayanmaktadır. Bundan dolayı kul Hak’tan bir şey istediği zaman, eğer bu duâsı belirlenmiş vakte uygun olursa, derhal fiilen lebbeyk ile icâbet olunur. Ve eğer belirlenmiş vakte uygun olmayıp da, Allah indinde bilinen ayn-ı sâbitesinin istîdâdı gereğince, ya dünyâda vakti gelince açığa çıkmayı veyâhut âhirette icâbeti gerektirse, Hak târafından derhal lebbeyk ile icâbet olunmakla berâber, fiilen icâbet gecikir.
Nitekim hadîs-i şerîfde buyrulur: “Gerçekte kul, Rabb’ine duâ ettiği zaman, Allah Teâlâ Hazretleri, ey benim kulum lebbeyk, buyurur.” Bundan dolayı kulun istîdâdı, isteğine uygun olmadığı için icâbet fiilen te’hîr edilmekle berâber Hak, istenilen şeyin ya dünyâda veyâ âhirette vakti gelince verilmesi üzere; lebbeyk ile icâbet eder. Böyle olunca aslında her bir duâ icâbet olunmuştur. Fakat çabukluğu ve gecikmesi kadere bağlıdır. Bu sırra vâkıf olmayan kimseler zannederler ki, Hak bâzı kullarına istediği şeyi verir ve bâzısına vermez. Oysa iş böyle değildir. İlâhi lütûflar, a’yân-ı sâbitenin Hakk’a verdiği mâlûmât üzerine ulaşan ilâhî kazâ ve kadere tâbîdir. Ve kazâ ve kader ise hikmetine dayanmaktadır. Örneğin herkes Hak’tan zenginlik ister; oysa bu istek, kulların hepsinin istîdâdlarına uygun değildir. Ve Hak istîdâdlara uygun olmayan lütûfları, farz edelim kullarına esirgemese, âlem düzeni bozulur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve lev besetallâhur rızka li ibâdihî le begav fîl ardı” (Şûra, 42/27). Yânî “Eğer Allah Teâlâ Hazretleri rızkı kullarına genişletse yeryüzünde fesât ederlerdi”.
Örnek: Kerîm olan bir pâdişâha farz edelim birkaç kişi mürâcaat ederek sadrâzamlık makâmını isteseler; pâdişah ilk önce onların bu makâmı ve ihsânı kabûle istîdâdları olup olmadığına bakar ve içlerinde hangisinin istîdâdı isteğine uygun ise, bu makâmı ona verir. Ve bundan dolayı onun isteğine fiilen icâbet etmiş olur. Diğerlerinin istekleri, istîdâdlarına uygun olmadığı için, bu makâma gerekli olan bilgilerin öğrenilmesi için onları birer uygun me’mûriyetlere ta’yîn eder. Bu da “Pekâlâ, sizin isteklerinizi de vakti gelince yerine getireyim” demek olur ki; pâdişâhın lütûflarının fiilen te’hîri ve lebbeyk ile icâbetidir.
Şimdi sâlih kalpler ilâhî ilimde belirli olan icâbet vaktini, ilhâma veyâ o sırada aklına gelen Kur’ân âyetlerine veyâhut diğer oluşan işâretlere dayanak hissederek Hakk’a ihtiyacını arz eder ve o ihtiyacı derhal kazâ olunur. Bunu görenler, filân kimse duasına icâbet edilendir, derler. Ve o zâtlar, bu belirli zamanten sonra isteğin uygun olmadığını hissederlerse, Hakk’a duâ etmezler. Ve bu halde de hálk onun hakkında derler ki: “Eğer Hakk’a duâ edeydi, kabûl olurdu, fakat etmedi”. İşte bu sırra vâkıf olanlar ile olmayanların farkı budur.
Diğer taraftan Hakk’ın lebbeyk ile icâbet edip, fiilen icâbeti te’hîr buyurması, mahbûbiyyet sırrına delildir ve bu mahbûbiyyet ezelî olup, ayn-ı sâbitesinin istîdâdı gereğindendir. Bundan dolayı ilâhi mahbûblar, bu şehâdet âleminde Hak’tan bir şey talep ettikleri zaman, onların duâda ısrarları Hakk’a hoş geldiği ve Hak onların kendisinden bir şeyle perdeli olmalarını istemediği için o istenen şeyi vermez; belirli bir vakte erteler ki, onun hakkında hayırlı olan ancak budur. Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Ma’nevî’lerinin altıncı cildinde bu hâli başka bir örnek ile anlatır ve îzâh buyururlar.
Tercüme: “Mahbûb dostun önüne biri ihtiyâr ve çirkin ve diğeri güzel olarak iki kişi gelip her ikisi de ekmek istedikleri zaman, o mahbûb dost çabucak un getirip o ihtiyara “Al!” der. Oysa ona boyu ve yanağı hoş gelen diğerine, ekmeği bile vermeyip, belki te’hîre düşürür. Ona der ki: “Biraz rahatça otur, çünkü evde tâze ekmek pişiriyorlar:” O güzel olan kimseye zahmetten sonra sıcak ekmek eriştikde, o mahbûb dost ona “Otur ki, tatlı gelir” der. İşte Hakk’ın kendi mahbûblarıyla olan muâmelesi böyledir.
Ve ikinci kısma gelince, o da bizim “bâzısı da isteme ile olmaz” sözümüzdür. Bundan dolayı isteme ile olmayandır. Şimdi, isteme ile benim kastım ancak onunla telaffuzdur. Çünkü işin aslında, ya söz ile, ya hâl ile veyâhut istîdâd ile istemek lâzımdır (6).
Hz. Şeyh (r.a.) daha önce lütûfları, Hakk’a göre “zâtî” ve “isimlere ait” kısımlarına ve hálk edilmişlere göre de “isteme ile” ve “istemesiz” ulaşan lütûflara taksîm buyurmuş ve istemesiz olan lütûfları beyân ederek, daha önce “Lütûflardan bâzısı da istemek ile olmaz; gerek zâti lütûflar olsun ve gerek isimlerin lütûfları olsun eşittir” demiş idi. İsteme ile olan ve ilk kısımdan olan lütûfları îzâh buyurduktan sonra, şimdi de istemesiz olan ve ikinci kısımdan olan lütûfları îzâh ederek buyururlar ki: İstek ile gerçekleşmeyen lütûflar demekten kastım, ancak Hak’tan istenen şeyin dil ile telaffuz olunmasıdır. Yânî “Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!” gibi sözlü istek ile ulaşmayan lütûflardır. Ve bu sözlü istek, hâl ve istîdâd ile olan istekler olarak anlaşılmamak için tedbir kaydıdır. Çünkü istek mutlakâ bu üç sûretten biriyle olur.
Söz lisânı ile istek: “Yâ Rab fakîrim bana zenginlik ihsân eyle!” demek gibidir.
Hâl lisânı ile istek: Aç ve susuz olan kimse gibidir ki, açlığıyla tokluğu ve susamışlığıyla suya kanmayı ister. Bundan dolayı açlık, tokluğun istenmesine sebep olan bir haldir; ve hâl ise, istemeye sebep olan şeydir.
İsti’dâd lisânı ile istek: Bu da iki kısımdır. Birisi yapılmış olan cüzi istîdâdın lisânıyla ve diğeri yapılmamış olan küllî istîdâdının lisânıyla olur.
Cüz’i istîdâd lisânıyla istek: Yeni doğan bir çocuğun senelerin geçmesiyle bünyesi gelişerek yürümeye, konuşmaya kâbiliyyet gelmesiyle, yapılmış ve sonradan meydana gelmiş olan bu cüz’i istîdâdın lisânıyla Hak’tan yürüme ve konuşma istemesi; ve aynı şekilde bir fidanın büyüyüp gelişerek meyve vermek kâbiliyetine sahip bir ağaç olduktan sonra mevsiminde meyvesinin meydana gelmesini istemesi gibidir. Bu lütûflarda geciktirme yoktur, kâbiliyyetin oluşmasını tâkiben meydana gelir.
Küllî istîdâd lisânıyla istek: İlâhî ilimde sâbitlik bulan a’yân-ı sâbitenin Hak’tan hâricî vücûdu ve her bir ayn-ı sâbitenin kendi idârecisi ve rûhu ve rabb-i hâssı olan ilâhî isim hazînesinde saklı bulunan kemâlâtın açığa çıkmasını istemesidir; ve bu lütûflar da geciktirilmez. Çünkü, isimler ilâhi işlerdir; ve işler, zâtın gereğidir ve a’yân-ı sâbite ise isimlerin sûretleridir; ve bu isimler hazînelerinde saklı olan kemâlât dahi, onların istîdâdlarıdır ve var olan görünme yerleri ise, a’yân-ı sâbitenin sûretleridir.
Şimdi bir şey Hak’tan söz lisânı ile istenildiği zaman, eğer hâl ve istîdâd lisânına uygun olursa, icâbet derhal gerçekleşir; ve eğer uygun olmazsa, geciktirilir. Ve hâl lisânı ve istîdâd lisânı bir şeyi istediği zaman, söz lisânı olmaksızın o şey ihsân olunur ve o şeyin istek olunmaksızın verildiğini zannederler. Oysa iş böyle değildir. “Ağlamayan çocuğa meme vermezler” atasözü meşhûrdur. Bundan dolayı bâzı duâlarda “Ey istemeden önce ihsân veren!” diye söylenmesi, ancak söz ile isteği kapsar.
Şimdi her lütûf karşılığında bir hamd lâzım geldiğine ve istemesiz olan mutlak lütûflar da mutlak hamd’a karşılık olduğundan dolayı, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) mutlak lütûfla mutlak hamd’i kıyaslayarak buyururlar ki:
Nitekim mutlak hamd ancak söz ile geçerli olur; velâkin ma’nâda onu hâlin kayıtlaması lâzımdır. Bundan dolayı seni Allâh’ın hamdine sevkeden şeyin hamdi, sana fiil ismi ile veyâ tenzîh ismi ile kayıtlanmıştır (7).
Yânî daha önce îzâh edildiği üzere lütûf isteksiz olmaz. O istek ile kayıtlıdır. İstemeden olan mutlak lütûf ancak sözlü isteğe göredir. Bundan dolayı söz ile istek ve talep olmaksızın ulaşan lütûflara, mutlak lütûf deriz. Oysa bu lütûf hakkında hâl ve istîdâd lisânı ile mânen istek olmuştur.
İşte bunun gibi mutlak hamd dahi söze göre mutlak hamd’dır; yoksa ma’nâya göre mutlak hamd değildir. Çünkü o hamdi bir hâl kayıtlar. Meselâ karnın acıksa “Yâ Rab bana yemek ver!” diye söz ile talep etmeksizin Hakk’ın lütfû olarak, daha önce evinde mevcût olan yemeği yesen bu bir lütûftur; fakat söz ile talep gerçekleşmediği için mutlak lütûftur. Velâkin mânen sen hâl ve istîdâd lisânınla onu Rezzâk’tan talep etmiş idin. Bu îtibâr ile kayıtlı lütûftur.
Şimdi, o yemeği yedin ve “elhamdülillah” dedin. İşte bu hamd söz îtibârıyla mutlak oldu. Çünkü bütün isimleri toplamış olan Allâh’a hamd ettin. Fakat ma’nâda, isimlerin hepsine hamd etmedin. Belki Rezzâk ismine hamd ettin. Yânî senin bu hamdin, örneğin Dârr ve Mâni’ isimlerine değildir. Çünkü rızık lütfû bu isimlerden olmadı, ancak Rezzâk isminden oldu.
Ve aynı şekilde sıhhatine ve endâmının güzelliğine hamd ettiğin zaman, onlar Bârî ve Hâfız isimlerinin görünme yerleri olduğu için, fiillerin isimlerinden olan bu isimlere hamd etmiş olursun. Bundan dolayı “elhamdülillah” dediğin zaman, söz ile mutlak olan bu hamdini, mânen bu işlerin fâili olan isimlere hamd etmiş olmakla kayıtlarsın. Veyâhut “Allah’a hamd ve senâ olsun ki, bizi buna hidâyet eyledi” dediğin zaman, aynı şekilde bu hamdin söz ile mutlak olur. Fakat mânen hamdin tenzîhi isimlerden olan Sübbûh ve Kuddûs isimlerine olduğu için, bu hamdini tenzîh ismi ile kayıtlamış olursun.
Ve kuldan olan istîdâd a sâhibinin şuûru yoktur; ve hâle şuûru vardır. Çünkü sevkedeni bilir, o da hâldir. Böyle olunca istîdâd, isteğin en derini ve gizlisidir. Ve bunları, ancak Allâh’ın kendileri hakkında kazâsının önde olduğuna ilimleri, istekten meneder. Bundan dolayı onlar, Hak’tan ulaşan şeyin kabûlü için mahallerini hazırladılar ve nefslerinden ve gâyelerinden vazgeçtiler (8).
Yânî söz lisânı ile olmayıp, istîdâd lisânı ile olan istekte, kulun istîdâdına vâkıf oluşu olmaz. Çünkü derin ve gizlidir. Oysa hâl lisânı ile olan talebine sâhibi vâkıftır. Çünkü hâlin sâhibi, sevkeden şeyi bilir ve sevkeden şey de hâlin kendisidir. Örneğin aç olan kimse tokluğu ister ve açlık bir hâldir ki, bunu ancak sâhibi bilir. Çünkü yanında bulunan kimseler, bir adamın açlığını veyâ tokluğunu bilmezler. Fakat söz lisânı ile olan isteği, başkaları da işitip bilir.
İsti’dâd lisânı ile olan isteğe gelince, bu hepsinden daha derin ve gizlidir; çünkü aç olan kimse istîdâd lisânı ile Hak’tan ne tür ve ne kadar rızk talep etmiş olduğunu bilmez. Şu halde söz lisânı ile bir kimse “Yâ Rab, karnım aç bana rızık ver!” dese, bu isteği kendisi ve başkaları bildiği için, gâyet açık bir talep olur. Fakat aç olan bir kimse, söz ile böyle bir talepte bulunmasa, hâl ile tokluğu tâlep eder ve hâl lisânı ile olan talebine sâhibi vâkıf olur ise de başkaları vâkıf olmaz ve istîdâd lisânı ile olan isteğine ne kendi ve ne de başkaları vâkıf değildir; çünkü pek gizlidir.
Ve ikinci kısımdan olan talepsiz lütûfların sâhiplerî, ilâhî ilimde kendilerinin ayn’ları ne yön ile sâbit oldu ise, hálkedilen vücûdda, yânî dünyâ âleminde de öylece açığa çıkmalarında ilâhî kazânın öne çıktığını bildikleri için, onların ancak bu bilişleri, kendilerini istekten meneder. Bundan dolayı onlar Hak’tan hiçbir şey talep etmeyip, kendi hâs isimlerinin hazînesinde saklı olan hallerin açığa çıkmasını bekleyerek, gelecek hükümleri kabûl etmek üzere mahallerini, yânî hallerin ve hükümlerin ulaştığı yer olan kalblerini, hazırladılar ve Hakk’ın vücûdunun müşâhedesinde nefislerinin müşâhedesinden ve Rab’lerinin irâdesinin hükmünün yürümesinde gâyelerinin talebinden vazgeçtiler. Beyit:
Tercüme: “Sen, kulluğu dilenciler gibi, ücret şartıyla yerine getirme; çünkü efendi, kul-perverlik hâllerini bilir.”
Ve Allâh’ın ona ilmi, onun bütün hallerinde, onun vücûdundan evvel, “ayn”ının sâbit oluşu hâlinde üzerinde sâbit olan şey olduğunu; ve Hakk’ın, ancak onun “ayn”ının ilimden Hakk’a verdiği şeyi verdiğini; ve onun da sâbit oluşu hâlinde üzerinde sâbit olduğu şey olduğunu bilen kimse, onlardandır. Böyle olunca Allah’ın ilminin ona nereden hâsıl olduğunu bilir. Ve ehlullah’dan bu sınıfdan yüksek ve keşfi açık bir sınıf yoktur. Bundan dolayı bunlar kader sırrına vâkıftırlar (9).
İkinci kısımdan, yânî istek ile olmayan lütûf sahîplerinden bir sınıf vardır. İşte bu sınıftan bulunan ârif bilir ki, kendisi Hakk’ın işlerinden bir iş olan bir ismin görünme yeridir ve onun dünyâ âlemindeki madde bedeninden evvel, ilâhî ilimde kendisinin ayn-ı sâbitesi sâbit olmuş idi. Ve o ayn-ı sâbite, Hakk’ın bir zâti işi olan ve kendisinin idârecesi ve rûhu bulunan bir ismin sûreti idi. Ve o ismin zâti istîdâdı neden ibâret idiyse, ilâhî ilimde, öylece sâbit olmuş idi.
Ve ayn-ı sâbitesinin sâbit oluşu esnâsında, Hakk’ın ne yön ile ma’lûmu olmuş ise, Hakk’ın ona verdiği şey de, ancak Hakk’ın ilminde hâsıl olan şeyden ibârettir. Ve onun ayn-ı sâbitesinin Hakk’a verdiği şey dahi, kendi isminin istîdâdının gereğidir ki, onun ayn-ı sâbitesi bu istîdâd üzerine sâbitlik bulmuş idi.
İşte bunları bilen kimse, kendi hakkında Allâh’ın ilminin nereden hâsıl olduğunu bilmiş olur. Ve bu ikinci sınıfta bulunan ehlullah arasında bu bahsedilen sınıftan daha yüksek ve keşfi daha açık olan sınıf yoktur. Çünkü bunlar daha önce îzâh edilen kader sırrına vâkıftırlar. Çünkü bilir ki, ezelde ilâhî ilimde ayn-ı sâbitesi ne sûretle Hakk’ın ma’lûmu olmuş ise, Hak hükmünü o sûretle vermiştir. Ve onun ayn-ı sâbitesi zâti işlerden bir iş olan bir ilâhî isimdir; ve o ismin hazînesinde istîdâdının gereği olarak, saklı olan haller ve hükümler nelerden ibâret ise, hayatının her bir bölümünde belirli zamanlarda peyderpey açığa çıkacaktır. Şu halde “Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!” diye arkası kesilmeyen istekler ile boş yere gönlünü üzmez. O hükümlerin ve hallerin açığa çıkışını bekler ve hazır olur. Ammâ açığa çıkan haller, tabîatına uygun değil imiş, ne yapalım! Görünme yeri olduğu ismin yapılmamış istîdâdının gereği budur. Nefis ve tabîatın tasarrufundan kurtulup, her açığa çıkanı hoş görene aşk olsun!
Şimdi bu konu, Fusûsu’l-Hikem‘in hakîkatlerinin ve mârifetlerinin esâsı olduğundan, lâyıkıyla anlaşılması için biraz daha îzâha lüzûm göründü.
İlim ma’lûma tâbîdir
İlim, Hakk’ın sıfatlarından bir sıfattır; ve Hakk’ın sıfâtı, Hakk’ın zâtında mevcût olan birtakım bağıntılardan ibâret olup zâtıyla berâber kadîmdir. Ve her sıfat bir ismin kaynağıdır. Örneğin ilim sıfatından Alîm ve hayattan Hayy ve sem’den Semî ve basardan Basîr ve irâdeden Mürîd ve kelâmdan Mütekellim ve kudretten Kadîr ve Kâdir ve tekvînden Mükevvin isimleri meydana gelir.
Ve her bir isim, zâti işlerden bir iştir. Ve ilâhi isimlerin bütünsellik yönününden sayılması mümkündür; fakat parçalar yönünden bir yere toplanması ve sayılması mümkün değildir; çünkü sonsuzdur. Örneğin Hayy ismi bir bütünsel isimdir; onun altında hareketlendiren, tahsis eden, ayıran, hayat veren, su veren vb. gibi birçok parçasal isimler vardır. Ve bunların her biri âlem sûretlerinden bir sûretin terbiyecisidir; ve o sûret bu ilâhî işin bir âynası olup onda devâmlı olarak o ismin hükümlerinin sûretleri görünür. “Külle yevmin huve fî şe’n” (Rahmân, 55/29) Yânî “Devamlı olarak her ânda Hak bir iştedir.”
Ve bu isimlerin hepsinin isimlendirileni bir olup, hepsi o isimlendirilenin aynıdır; ve isimlendirilen ise Hakk’ın zâtıdır. Bundan dolayı isimler de Hakk’ın zâtıyla berâber kadîmdir. Şu halde Hakk’ın sıfatlarına ve isimlerine olan ilmi, zâtına olan ilmidir. Böyle olunca “ilim” kadîm, “ma’lûm” da kadîm olur. Ve “ilim ma’lûma tâbîdir” denilince, ilk önce ma’lûm sonradan olan(hâdis) olur,daha sonra ilim de ona bağlanır, ma’nâsı anlaşılmamalıdır. Ma’lûmun ilme önceliği, zamânsal öncelik değil, ancak akli önceliktir.
Örneğin “Falan kimse bildi” denilse, akıl, “Neyi bildi?” diye sorar. Demek ki akıl, ma’lûmu ilmin önüne geçiriyor. İşte aklen, ilk önce “ma’lûm” ve sonra da ona bağlanacak olân “ilim” mevcût olması lâzım geldiği için, ilim ma’lûma tâbi’ olmuş olur. Ve ma’lûm olmayan şey istenemeyeceğinden, irâde de ilme tâbi’ olur. Ve irâde olunmayan şey hakkında, kudret sarfetmeye mahal olmayacağından, kudret de irâdeye tâbi’dir.
Bu mârifetlerin bizzât hakîkatini yaşayarak idrakine ulaştıktan sonra anlarsın ki sen, sana verdin; ve sen, senden aldın. Şu kadar ki bu alışveriş Hakk’ın vücûdunda ve Hakk’ın vücûduyla olmuş ve olagelmekte bulunmuştur. Bu âlemde durmaksızın her ânda, eline geçen her bir metâ’ ister tabîatına uygun gelsin ister gelmesin, hep senin hazînendeki metâ’dır. Boş yere kimseyi kötüleme!
Ve onlar da iki kısım üzerinedir: Ve bunu mücmel olarak bilen onlardan biridir; ve onu ayrıntılı olarak bilen de onlardan diğeridir. Ve onu ayrıntılı olarak bilen mücmel olarak bilenden dah yüksek ve daha tamdır. Çünkü o, kendi hakkında olan Allâh’ın ilmindeki şeyi, ya Allah Teâlâ ona ayn-ı sâbitesinin ilimden Hakk’a verdiği şeyi bildirmekle, veyâhut ona ayn-ı sâbitesinden ve onun üzerine olan sonsuz hallerin geçişlerinden keşf etmekle bilir. O da daha yüksektir. Çünkü onun kendi nefsine olan ilmi, Allâh’ın ilmi derecesinde olur. Çünkü ilmin alınması tek bir kaynaktandır (10).
Yânî kader sırrına vâkıf olan sınıf iki kısım üzerinedir: Bir kısmı Hakk’ın ona ve zâhir ve bâtın hallerine olan ilminin, kendi ayn-ı sâbitesinin gereği üzere olduğunu mücmel olarak bilir ve onun bu icmâl olan ilmi delil ve îmân ile olur. Ve diğer kısmı da bu kader sırrını böyle delil ve îmân ile mücmel olarak değil, belki keşf ve açıklık ile ayrıntılı olarak bilir. Ve kader sırrını ayrıntılı olarak bilen, mücmel olarak bilenden daha yüksek ve daha tâmdır. Çünkü kader sırrını ayrıntılı olarak bilen kimse, kendi hakkında, ilâhî ilimde sâbit olan şeyi bilir. Ve bu biliş dahi iki sûretle olur:
Ya Hak Teâlâ Hazretleri o kimsenin ayn-ı sâbitesinin ilâhî ilimde ne sûretle ma’lûm olduğunu ona bildirir. Eğer o kimse bir nebî ise bu bildirim, Hak tarafından ona ya melek vâsıtasıyla veyâhut kalbine vahiy ve indirme ile bildirilir. Ve eğer o kimse vâris veli ise, onun ayn-ı sâbitesinin gerektirdiği belirli hallerin nelerden ibâret bulunduğu kalbine ilham olunmakla olur.
İkinci sûrette, Hak onun ayn-ı sâbitesini ve ayn-ı sâbitesi üzerindeki sonsuz hallerin geçişlerini kendisine açar. Ve bu zât kendi ayn-ı sâbitesinin dünyâda ve âhirette gerektirdiği halleri müşâhede ettiği gibi, bütün a’yân-ı sâbiteyi de müşâhede eder. Çünkü kendisinin ayn-ı sâbitesi Hakk’ın ilminin alındığı kaynaktır. Ve ayn-ı sâbite ise, Hakk’ın vücûdunda Hakk’ın aynıdır. Ve kader sırrını böyle keşf ile bilen, Hakk’ın bildirimi ile bilenden daha yüksektir. Çünkü bu insan-ı kâmil’in kendi nefsine olan ilmi, Allâh’ın ilmi derecesinde olur. Çünkü Hakk’ın ilmi, onun ayn-ı sâbitesinden alınmış olduğu gibi, kendisinin ilmi de yine buradan alınmıştır. Bundan dolayı her iki ilim tek bir kaynaktan ve bir menba’dan olmuş olur. Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: Evliyâ’nın tuzağı olan o hayâller, Hudâ bahçesi ay yüzlülerinin yansımasıdır. Yânî evliyâda da birtakım hayâller vardır ve onlar da hayâller tuzağına tutulur. Fakat zannetme ki onların hayâller tuzağı da, nefsâni sıfatlara esir olan kimselerin tutuldukları hayâller tuzağı gibi, suflî âlemden yansıyan birtakım hayâli sûretlerdir. Onlar Hudâ bahçesi, yânî ilâhî ilim ay yüzlülerinin, yânî ayn-ı sâbitelerinin aksidir.
Ancak şu kadar vardır ki, kul tarafından o ilim, ayn-ı sâbitesinin hallerinin tümünden onun için öne geçen, Allah’tan bir lütûftur. Onu, bu keşf sâhibi buna, yânî ayn-ı sâbitesinin hallerine, Allah Teâlâ vâkıf kıldığı zaman bilir. Çünkü vücûd sûreti onun üzerine olan ayn-ı sâbitesine Allah Teâlâ onu vâkıf kıldığında bu halde Hakk’ın bu a’yân-ı sâbiteye onların yokluk hâlinde olan bilişine mahlûk sahasında, vâkıf olmak yoktur. Çünkü onlar zâti bağıntılardır. Onlar için sûret yoktur (11).
Yânî gerek Hakk’ın ve gerek kulun ilmi, ayn-ı sâbiteden alınmış olması îtibârıyla her iki ilim de bir kaynaktan ise de, aralarındaki fark budur ki, Hakk’ın a’yân-ı sâbiteye olân ilmi bi-zâtihîdir; ve belki O’nun ilmi aynların bildirimini lüzûmlu kılmıştır. Fakat kulun ilmi Hakk’ın lütfûyla hâsıl olur. Yânî kula göre Hak tarafından onun için öne çıkan bir lütûftur; ve o lütûf dahi, o kulun ayn-ı sâbitesinin bütün hallerindendir, yânî ayn-ı sâbitesinin yapılmamış olan istîdâdının lisânıyla Hak’tan talep ettiği şeydir.
Hak Teâlâ bir kimseyi, kendi ayn-ı sâbitesinin hallerine vâkıf kılınca, bu keşif sâhibi o lütfû bilir. Bundan dolayı kulun ayn-ı sâbiteye olan ilmi, ilâhî ilimde sâbit olma ve taayyün ettikten sonradır. Oysa Hak, bu a’yân-ı sâbiteye, ilmî taayyünden evvel, yokluk hâlinde iken dahi vâkıftır. Kulun yokluk hâlinde olan â’yân-ı sâbiteye vâkıf olmaya tâkati yoktur. Çünkü yokluk hâlinde sâbit olan ayn’lar, zâti vahdet bağıntılarıdır. Vahdet mertebesinde, Hakk’ın bağıntılarının ilmi vücûdları ve onların henüz sûretleri olmadığından kulun onları bilmesi mümkün değildir. Çünkü bu mertebede Hakk’ın bağıntıları kendi zâtının “ayn”ıdır ve ilim dahi zâti bağıntılardan bir bağıntıdır. Bundan dolayı Hakk’ın ilmi dahi, zâtının “ayn”ıdır. Vahdette mahlûk oluşun îtibâri olması yönünden, mahlûk ilmi dahi söz konusu olamaz.
Şimdi bu kadarı ile biz deriz ki, muhakkak ilâhi lütûf, ilim ifâdesinde, bu kul için, bu denklik île öne çıktı. Ve buradandır ki, Allah Teâlâ “hatta na’leme” (Muhammed, 47/31) yânî “Tâ ki biz bilelim” buyurur. Ve o, ma’nâsı muhakkak olan bir kelimedir. O kendisine bu meşreb oluşmayan kimsenin vehmettiği şey gibi değildir (12)
Şimdi a’yân-ı sâbite ilâhî ilimde sâbitlik bulduktan sonra, bu a’yân-ı sâbite hakkında oluşanilim, gerek Hak ve gerek kul için, birkaynaktan istifâde edilmiş olduğundan, bizlere Allâh’ın lütfû olarak hâsıl olanbu ilim ile deriz ki, bu kul için Allâh’ın lütfû, a’yân-ı sâbitenin gerek Hakk’a ve gerek kula verdiği ilimdeki bu denklik ile öne çıktı. Yânî Hak ile kul arasında olan ilimdeki denklik, ancak a’yân-ı sâbite sûretlerinin ilâhî ilimde peydâ olmasından sonradır. A’yân-ı sâbite ilâhi vahdet mertebesinde yokluk hâlinde mahv ve helak olmuş iken, Hak’tan başka onların hâllerine kimsenin ilminin ulaşması ihtimâli olmadığından, bu mertebede Hakk’ın ilmi ile denklik mümkün değildir. Çünkü açığa çıkma yoktur; ve kul, Hakk’ın bildirimi veyâ keşfiyle ancâk açığa çıkan şeyi bilebilir. Diğer taraftan kulun vücûdu da yoktur. Mevcût olmayan şeyin tabîdir ki ilmi de olamaz.
İşte Hakk’ın a’yân-ı sâbiteye olan ilmi, onların sûretlerinden ve hallerinden istifâde etmiş olması mertebesindendir ki, Allah zü’l-Celâl Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de: “Ve le nebluvennekum hattâ na’lemel mucâhidîne minküm” (Muhammed, 47/31) Yânî “Biz sizi elbette imtihan ederiz, tâ ki, sizden mücâhid olanları bilelim” buyurur.
Ve “na’leme” yânî “Biz bilelim” kelimesi, ma’nâsı tahakkuk etmiş olan bir kelimedir. Onun ma’nâsı, meşrebleri hakîkî tevhide müsâit olmayan, kelâmcılar gibi vehmî tenzîh sâhiplerinin vehmettileri gibi değildir. Çünkü bunlar hakîkî vâhidi zâtının gereklerinden tenzîh ederler. Oysa bir şey zâtının gereklerinden tenzîh olunmaz. Onlar Hakk’ın ve hálk edilmişin vücûdlarını bir dîğerinin ayrı zannettikleriiçin, Hakk’ın “Tâ ki biz bilelim” sözünü te’vîl etmeseler, Hak ilminin, ayrı bir yerden alınmış olacağını vehmederler. Halbuki gayr nerededir ki, Hak ilmini oradan almış olsun?
Hak ilmi iki tür’dür
Hak ilmi, biri “zâtî”, diğeri “sıfatlara ait ve isimlere ait” olmak üzere iki tür’dür:
Zâtî ilim: Vahdet mertebesinde, mutlak vücûd olan Hakk’ın kendi zâtına olan ilmidir. Zâti işlerden ibâret bulunan sıfatlar ve isimler zâti vahdetinde mahv ve helâktadır. Bu bağıntılar açığa çıkmasa dahi,mutlak vücûd, yine mutlak vücûddur; ve bağıntıların tümünden ve onların görünme yeri olan âlemlerden ganîdir. “İnnallâhe le ganiyyun anil âlemîn” yâni “Muhakkak ki Allah âlemlerden ganîdir” (Ankebût, 29/6). Bu zâti ilim, icmâlî ilimdir.
Şimdi, mâdemki bu ilim Hakk’ın kendi zâtına olan ilmidir; ve zât mertebesinde, zâtın zâtlığı üzerine ilâve olarak, onun kendi bağıntılarından ileri gelen izâfi çokluk yoktur; şu halde “bilmek”, “bilen” ve “bilinen” hep birliktedir. Çünkü, bunların hepsi bağıntılardır; ve bağıntılar ise zâtın “ayn”ı olarak toplama makâmındadır. Bundan dolayı zâti ilim, tahakkukta ma’lûmâta bağlı değildir. Bu bilişin evveli yoktur, zât ile berâber olup kadîmdir.
Örnek: Zeyd dediğimiz zaman, insan fertlerinden bir şahıs düşünürüz. Bu bir şahsın gülme, ağlama, öksürme, söyleme, bilme gibi zâtının birçok bağıntıları ve sıfatları vardır ve bu sıfatların her birinden, gülen, ağlayan, öksüren, söyleyen, bilen gibi birçok işler ve isimler meydana çıkar; ve bunların hepsi Zeyd’in zâtının gereğidir. Bir kimse Zeyd’i bu bağıntılarından ve işlerinden tenzîh etmiş olsa, onun bu tenzîhi doğru birşey olmaz. Çünkü bir kimse zâtının gereğinden tenzîh olunmaz ve bu bağıntılar ve işler, Zeyd’in mevcûdiyyetiyle berâber olup ârızî değildir; ve hepsi Zeyd’in şahsi tekliğinde mahv ve helâktadır. Ve Zeyd, bu bağıntıların içinde bulunan “bilme” bağıntısı ile, kendisinde gülme, ağlama, öksürme, söyleme gibi birçok bağıntılar bulunduğunu bilir. İşte Zeyd’in sâkinlik ve suskunluk hâlinde olan bu ilmi, kendi zâtına olan icmâlî ilimdir. Bu mertebede “ma’lûm”, Zeyd’in kendi zâtı olduğu gibi, bilme ve bilen dahi yine kendidir. Bu ilmin tahakkuku için sonradan oluşmuş bir ma’lûma ihtiyaç yoktur. Yânî Zeyd’in gülmesine, ağlamasına, öksürmesine, söylemesine ihtiyaç yoktur. Zeyd, bu ilminde, bunların açığa çıkmasından ganîdir.
Sıfâtlara ait ve isimlere ait ilim: Hakk’ın vücûdu vahdet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine tenezzül buyurduğunda, vahdette mahv ve yok hükmünde ve birlikte olan isimlerin sûretleri ilâhî ilimde açığa çıkıp birbirinden ayrılırlar. Ruhlar ve örnek ve şehâdet mertebelerine tenezzül ettiğinde dahi, o isimler her bir mertebenin îcâbına göre bir taayyün elbisesine bürünerek görünür. Ve her bir işile bir açığa çıkması vardır ve her bir iş her bir mertebede ne sûretle açığa çıkmış ise,o sûretle Hakk’ın ma’lûmu olur. Bundan dolayı bu sıfatlara ve isimlere ait ilim tahakkukta ma’lûmâta bağlıdır. Ve bu ilim, zâtî ilmin ayrıntısıdır; ve taayyünlerin açığa çıkması yönünden zâtî ilme bağlanmış olması îtibârıyla onun gayrıdır; ve her bir iş bir sûretle açığa çıktıkça bu ilim yenilenir. Çünkü potansiyel olarak mevcût olanı bilmek başka, açığa çıkmış olanı bilmek yine bâşkadır.
Örnek: Yukarıdaki örnekte îzâh edildiği üzere Zeyd, kendisinde gülme, ağlama, öksürme, söyleme gibi sıfatlar olduğunu bilir. Fakat bunlar açığa çıkmadıkça Zeyd’in zâtında birlikte ve henüz potansiyeldirler. Ne zamanki Zeyd güler, ağlar, öksürür ve söyler, işte bu açığa çıkma mertebesinde bunların bir dîğerinden ayrı şeyler olduğu görülür ve gülmesinin ve ağlamasının tarzı ve sûreti kendine ma’lûm olur. Ve bu ilim, Zeyd’in zâtî icmâlî ilminin ayrıntısı olur ki, bir bağlanmış ilimden ibârettir ve bu ilim, tabiîdir ki önceki ilmin gayrıdır. Çünkü her ne kadar gülmek ve ağlamak Zeyd’in ma’lûmu idiyse, de, açığa çıktıktan sonra o gülme ve ağlamanın tarzı ve sûreti ona ayrıntılı olarak ma’lûm oldu. Şu kadar ki bu ilim Zeyd’e, Zeyd’in vücûdunun hâricinden gelmedi. Belki bu ilmi Zeyd’in vücûdu ve zâtı, Zeyd’e verdi. Ve Zeyd’in bu ilmi her açığa çıkmada yenilenir. İşte bu îzâhlardan da anlaşıldığı üzere Hâk Teâlâ Hazretlerinin “Ve le neblüvenneküm hattâ na’lemel mucâhidîne minküm (Muhammed, 47/31) Yânî “Biz sizi elbette imtihan ederiz, tâ ki, sizden mücâhid olanları bilelim” sözünü te’vîle mahal yoktur: “Tâ ki biz bilelim” sözünün ma’nâsı tahakkuk etmiştir; sıfatlara ve isimlere ait ilme dâirdir. Çünkü bu his ve şehâdet âleminde her bir görünme yeri,hangi taayyün elbisesine bürünüp açığa çıkmış ise o sûretle Hakk’ın ma’lûmu olur. Bundan dolayı mü’minler, bu dünyâda mücâhede ile vasıflanmadıkça, mücâhid sûretinde açığa çıkıp ve o sûretle de Hakk’ın ma’lûmu olmazlar.
Tenzîh edenin gâyesi bu sonradan oluşu, ilimde, ilişkilendirmek için kılmasıdır. O da bu meselede aklı ile konuşan kimse için en iyi yöndür. Eğer o, zât üzerine ilâve ilim isbât etmese idi. Bundan dolayı ilişkilendirmeyi zât için değil, ilim için kıldı; ve bununla ehlullâhdan keşf ve müşâhede sâhibi olan tahkik ehlinden ayrıldı (13).
Yânî vehmî ve aklî tenzîh ile tenzîh eden kimsenin en yüksek mertebesi “hatta na’leme” (Muhammed, 47/31) yânî “Tâ ki biz bilelim” sözünde beyân buyrulan ilimdeki bu sonradan oluşu, yânî ilmin sonradan hâsıl oluşunu, ilmin ilişkilendirilmesi için kılmasıdır; yânî “Sonradan oluş, zâtın aynı olan ilmin hakîkatinden değil, belki bilenin, ilişkilendirmesindendir” demesidir.
Eğer akıl ve fikrî görüş ile konuşan kimse, bu meselede zât üzerine ilâve ilim isbât etmese idi, bu söz, çok iyi bir yön olurdu. Bundan dolayı bu tenzîh eden, ilişkilendirmeyi zât için değil, ilim için kıldı. Oysa bunda bir yön ile bozukluk lüzûmu görülür. Çünkü zât üzerine ilâve olarak diğer bir şey isbât etti ve işte bu sebeble de ehlullâhdan keşf ve müşâhede sâhibi olan tahkik ehlinden ayrıldı. Çünkü tahkik ehli indinde, his ve şehâdet âleminde her bir görünme yerinde açığa çıkan ilim,onların a’yân-ı sâbitelerinin izâfi yoklukları hâlinde sâbitlik bulan ilmin ayrıntısıdır ve bu ilim zât üzerine ilâve bir şey değildir. Nitekim daha önce misaller ile îzâh edildi.
Bundan sonra lütûflara dönelim. Şimdi biz deriz ki, muhakkak lütûflar, yâ zâtidir yâhut isimlerdendir. Zâtî olan bahşişlere ve inâyetlere ve lütûflara gelince, o ebeden olmaz, ancak ilâhî tecellîden olur. Ve zâttan olan tecellî dahi ebeden olmaz, ancak kendisine tecellî olunanın istîdâdı sûretiyle olur. Bunun gayrı olarak olmaz (14).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) daha önce ilâhi lütûfların istek üzerine olan kısımlarını beyân buyurduğu sırada söz, istîdâd bahsine geçmiş ve bu bahse dâir olan sırlar ve hakîkatler lüzûmu kadar beyân edilmiş idi. Şimdi de lütûfların beyânına başlayarak buyururlar:
Lütûflar, ya ulûhiyyet zâtından gelir, buna “zâti lütûflar” derler; veyâhut ilâhi isimlerden gelir, buna da “isimlerin lütûfları” denir. Zâtî olan bahşişlere ve inâyetlere ve lütûflara gelince bunlar, aslâ ve ebeden bir ismin husûsiyyeti olmaksızın, ancak ilâhî tecellîden olur. Bu lütûflar ister ilimler ve hakîkatler gibi rabbânî ve rûhânî olsun; ve ister mal ve rızk ve kadın ve evlât gibi cismânî olsun farketmez. Ve bu ma’rifet ma’rifetlerin en yüksek bir kısmıdır; çünkü kulun zâtı Hakk’ı müşâhedesinde mahv ve helâk olur. Onun görüşünde Hakk’ın zâtından başka hiçbir şey kalmaz; sıfatlar ve fiiller kalır mı? İşte kul bu zaman “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri oluşuyla şereflenir ve acz ve hayret, kula bu makâmda hâsıl olur.
Soru: Zâtın, zâtiyyeti yönünden âlemlerden ganî olduğu ve bundan dolayı tecellîden ganî bulunduğu bundan evvel çok kereler beyân edilmiş idi. Şimdi de zâtın tecellîsinden bahsediliyor. Bu ne demektir?
Cevap: Şüphe yoktur ki, zât zâtiyyeti bakımından tecellîden ganîdir. Bundan dolayı mutlak vücûd olan Hak, ahadiyye zâtı sebebiyle tecellî etmez. Onun tecellîsi ancak sıfatlar ve isimler îcâbıdır. Bundan dolayı zâti lütûflar denilince sıfatlar ve isimler mertebesi olan ulûhiyyet zâtının tecellîsi anlaşılmalıdır. İşte bu hakîkâti beyân ederek Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki, zâttan ebeden tecellî olmâz. Çünkü onun için mutlak gınâ sâbittir. Ve daha açıkçası budur ki, farz edelim ahadiyyet zâtında mevcût ve potansiyel olarak mevcût sıfatlar ve isimler bulunmasa, zât, zâtiyyeti üzere kalır ve ondan ebeden tecellî olmaz idi. Fakat onda potansiyel olarak birçok sıfatlar ve isimler bulunduğundan ve onlar istîdâd lisânlarıyla açığa çıkmayı talep ettiklerinden, zât onları nefeslendirip gayb gömleğinden ihrâc etti. Bundan dolayı ulûhiyyet zâtının tecellîsi ancak kendisine tecellî olunan şeyin, istîdâdı sûretiyle oldu. Kendisine tecellî olunanın istîdâdı da açığa çıkmayı talep eden ismin yapılmamış istîdâdıdır.
Şimdi kendisine tecellî olunan, tecellîyi gördüğünde, Hak aynasından kendi sûretinin gayrini görmedi; ve Hakk’ı görmedi. Ve kendi sûretini, ancak onun içinde gördüğünü bilmesiyle berâber, onu görmek mümkün değildir, zâhirde ayna gibi. Sen onda sûretleri gördüğün zaman, muhakkak sen sûretleri veyâhut sûretini ancak onun içinde gördüğünü bilmen ile berâber, onu göremezsin. Şimdi Allah Teâlâ bunu, zâtî tecellîsi için, bir örnek olarak gösterip onu tâyin etti, tâ ki kendisine tecellî olunan onu görmediğini bilsin. Ve rü’yet ile tecellîye bundan daha yakın ve daha benzer örnek yoktur. Ve aynada bir sûreti gördüğün zaman, kendinde aynanın cirmini görmeğe çalış. Elbette onu hiçbir zaman göremezsin. Hattâ görünen sûretlerde bunun benzerini idrâk edenlerden bâzısı, görülen sûretin aynaya bakan kimsenin gözü ile ayna arasında oluştuğunu zannetti. Bu ona ilimden kâdir olduğu şeyin en üst seviyesidir. Ve iş bizim dediğimiz ve ona uymuş olduğumuz gibidir. Ve biz bunu Fütûhât-ı Mekkiyye‘de beyân ettik (15).
Yâni ilâhî tecellî, kendisine tecellî olunmuş olan kulun istîdâdının sûreti üzere zâhir olduğu zaman, onun istîdâdına göre taayyün etmiş olur. Bundan dolayı o tecellîde taayyün etmiş olup açığa çıkan ancak kendisine tecellî olun-muş olan kulun istîdâdının sûretidir. Şu halde ilâhî tecellî kulun istîdâdının sûretine ayna olur. Kendisine tecellî olunmuş olan kul, kendi istîdâdının sûretinde ilâhî tecellî’yi müşâhede ettiği zaman, Hakk’ın vücûdu aynasında kendi sûretinden gayrısını müşâhede etmez ve kendisine tecellî olunan kulun müşâhede ettiği mutlak Hakk değildir. Çünkü onun mutlak Hakk’ı müşâhede etmesi mümkün değildir. Çünkü ilâhî ilim’de sâbitlik bulan ayn-ı sâbitesi mutlak Hakk’ın zâti işlerinden bir iştir; ve ilâhî tecellî’de kendisine tecellî olunan kulun bakıcı olduğu şey, ancak kendisinin ayn-ı sâbitesinden ibârettir. İlâhi işlerden birisini müşâhede etmekle tabî ki bütünsel ayn olan Hakk’ı müşâhede etmiş olmaz.
Ve mutlak Hakk’ı görmek mümkün olmamakla beraber kul, kendi sûretini ancak O’nun vücûdu içinde gördüğünü bilir. Bu hal, his âleminde ayna içinde yansıyan sûreti görmeye benzer. Nitekim sen ayna içinde yansıyan sûretleri veyâ kendi sûretini, ayna içinde gördüğünü bilirsin; fakat bu ilmin ile berâber aynanın cirmini göremezsin. Yâni sen aynadaki hayâlin müşâhedesinde gark olmuş ve onunla meşgûl iken aynanın yüzeyini ve aynanın yüzeyi ile meşgûl olduğun zaman yansıyan hayâli müşâhede edemezsin. Çünkü aynı zamanda hem hayâli ve hem de aynanın yüzeyini görmek mümkün değildir. Bununla berâber bakışının aynı zamanda her ikisine de yönelmiş olduğunu bilirsin.
İşte aynada rü’yet esaslarını Allah Teâlâ hazretleri zâtî tecellîsi için bir numûne ve örnek olmak üzere his ve şehâdet âleminde gösterip tâyin etti. Tâ ki kendisine tecellî olunan kul, mutlak Hakk’ı görmeyip, ancak kendi sûretini gördüğünü bilsin. Ve bu dünyâ âleminde zâti tecellî için bu örnekten idrâke yakın ve yüce zâtın rü’yetine en fazla benzeyen bir örnek yoktur. Bakışın aynada gözüken sûrete yönelmiş olduğu zaman, kendince aynanın cirmini ve yüzeyini görmeye çalış bakalım. Muhakkak sûrette aynı zamanda hem hayâl sûretini ve hem de aynanın cirmini göremezsin. İşte bunun gibi Hakk’ın vücûd aynasında zâhir olan ayn-ı sâbitenin sûretini müşâhede ettiğin zaman, Hakk’ın vücûdunu müşâhede edemezsin. Bununla berâber müşâhede ettiğin sûreti Hakk’ın vücûdu içinde müşâhede edersin ve sen zannedersin ki, gördüğün sûret Hakk’ın sûretidir. Fakat o görülmüş olan sûret Hakk’ın değil, senin sûretindir. Hattâ aynadaki sûretin rü’yeti hâlinde aynanın yüzeyinin görülemediğini idrâk eden kimselerden bâzısı, aynada görülen sûretlerin, aynaya bakan kimsenin gözüyle, ayna arasında oluştuğuna ve aynada olmadığı zannına kapıldı. Bu kapıldıkları zan o kimsenin kudretinin yettiği ilmin sonu ve en üst seviyesidir. Halbuki işin hakîkati bizim îzâh ettiğimiz ve ona uymuş olduğumuz gibidir. Ve bu îzâhları biz Fütûhât-ı Mekkiyye’de beyân ettik.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye‘nin altmış üçüncü bâbında buyururlar ki: “Hayâl mevcût değildir, yok da değildir; ma’lûm değildir, mechûl de değildir; menfi değildir, müsbet de değildir. Nitekim insan, aynada sûretini idrâk eder. Bir yön ile sûretleri idrâk ettiğini kesinlikle bilir; ve onda gördüğü şey’in inceliğinden dolayı bir yön ile de kesinlikle sûretini idrâk etmediğini bilir. Aynanın cirmi büyük olduğu zaman, sûretini de son derece büyük görür; ve muhakkak kendi sûretinin, gördüğü şeyden daha küçük olduğuna hükmeder. Ve kendi sûretini gördüğünü de inkâra muktedir değildir; ve bilir ki aynada olan onun sûreti değildir; ve o sûret onunla ayna arasında mevcût değildir.
Ve ister kendi sûreti olsun ve ister kendi dışında olsun, hâriçten onda olan görülen sûrete gözün şuasının yansımasından oluşmuş değildir. Çünkü eğer böyle olsaydı, sûreti, miktârı üzerine ve bulunduğu şey üzere idrâk eder idi. Ve o sûretin parlak bir kılıçta uzunluk ve genişlikten rü’yeti, bizim bahsettiğimiz şeyi beyân eder. Hiç şüphesiz kendi sûretini gördüğünü bilmekle berâber o, kendi sûretini gördüğü sözünde sâdık da değildir, yalan söyleyici de değildir.
Şimdi o görülen sûret nedir ve onun mahalli neresidir ve işi nedir?
Bundan dolayı o sûret menfîdir, sâbittir; mevcûttur, yoktur, ma’lûmdur ve mechûldür. Kul bu hakîkati idrâkinde acz ve hayrete düştüğü zaman, bilmesi ve tahakkuk edici olması için, Hak Teâlâ Hazretleri bu aynada rü’yet esasının hakîkatini kul için bir örnek olarak gösterdi. Ve ayna ile hayâl, âlem görünme yerlerinden olduğu halde, kulun indinde hakîkatiyle bir ilim oluşmadı. Şimdi kul ona muhâlif olan şeyin hakîkatini bilmek husûsunda daha âciz ve daha câhil ve hayrette daha şiddetlidir.”
Ve sen bunu tattığın zaman, mahlûk hakkında onun üstünde bir gâye olmayan gâyeyi tattın. Böyle olunca bu derecelerden daha yükseğine çıkmada açgözlülük etme ve nefsini yorma! Bundan daha yükseği aslâ vâki’ değildir ve ondan sonrası ancak sırf yokluktur (16).
Yâni, ey mârifetullah için yâr olmuş olan insan! Bil ki, mutlak vücûd olan Hak, mutlaklık mertebesinde bulundukça hiçbir şeyle taayyün etmiş olmaz. O’nun taayyünü ancak mutlak zâtında mevcût olan zâti bağıntılarıyladır. O zâti bağıntılar ki onun sıfatları ve isimleridir, açığa çıkma talebinde bulundukları için lâtiflerin en lâtifi Hakk’ın vücûdu, onların husûsiyyetleri ve istîdâdları sûretine göre, her bir mertebede taayyün etmiş olarak açığa çıkmıştır. Ve mutlak vücûdun bu taayyünleri zâti işlerinin aynalarıdır. Bundan dolayı mutlak vücûd olan Hak sıfat ve isimler mertebesine tenezzül buyurduğunda, ilk önce ilâhî ilimde peydâ olan ve senin idârecin ve rûhun bulunan hâs isminin sûretidir;bu da senin ayn-ı sâbitendir.
Demek ki, Hak senin hâs Rabbinin sûretine göre ilim mertebesinde taayyün eden olmuştur ve ilk ayna senin ayn-ı sâbitendir. Bundan dolayı Hak sana zâti tecellî ile tecellî buyurduğunda, sen Hakk’ı ancak ayn-ı sâbitenin sûretinde müşâhede edersin; ve bu müşâheden Hakk’ın vücûdunda olan bir müşahededir.
Şimdi eğer sen bu müşâhedede “Hakk’ı gördüm” dersen yalan söylersin. Çünkü Hâk, perdesiz aslı ve hakîkatiyle görülmez. Ve eğer “Hakk’ı görmedim” dersen, bu doğru değildir. Çünkü görülmesi mümkün olduğu kadar ayn-ı sâbitenin aynasında Hakk’ı müşâhede ettin. Nitekim daha önce geçen ayna örneğinde bu esas açıklandı. Çünkü aynada gördüğün sûretin, senin sûretin olduğunu iddiâ etsen bu sözünde sâdık da değilsin, yalan söyleyen de değilsin.
İşte sen bu ilmin bizzât yaşayarak hakîkatini idrâke ulaştığın zaman, öyle bir gâyeye ulaşmış olursun ki, onun üstünde mahlûk için başka bir gâye yoktur. Bu zevk mahlûkun zevkinin son noktasıdır. Bundan dâha yüksek bir dereceye ulaşacağım diye boş yere kendini üzme ve daha yükseğine ulaşmak için açgözlülük etme! Çünkü bundan ötesi sırf yokluktur; ve mutlak zâtta mahv ve helâk olmaktır. Çünkü sen, kesîf taayyünün ile sensin; ve taayyünün ise mutlak vücûda bağlı olan bir îtibârî vücûd olup onun şânı yokluktur. Mertebelerin hepsinin îcâbına göre açığa çıkan taayyünün kalkınca, artık sen, sen değilsin; o senlik yokluk âlemine gider ve mahlûkiyyet talebi de zâil olur. Ve mahlûkıyyet mevcût olmadığı halde, bir mahlûkun Hakk’ı müşâhedesi de söz konusu olamaz.
Şimdi nefsini görmekte O senin aynandır ve sen isimlerini ve isimlerinin hükümlerinin açığa çıkışını görmesinde O’nun aynasısın. Oysa O’nun “ayn”ının gayri değildir. Böyle olunca iş, karışık ve belirsiz oldu. Bundan dolayı bizden ilminde câhil ve hayrette olan kimse “İdrâkin idrâkinden acz, idrâktir” dedi. Ve bizden bilen kimse bunun gibi demedi; ve o sözün en yükseğidir. Belki ilim, ona sessiz kalmayı verdi, aczi vermedi. Ve bu, Allâh ile olan ilmin en yükseğidir; ve bu ilim, ancak resûllerin sonuncusu ve evliyânın sonuncusu için oluşmuştur. Ve onu nebîlerden ve resûllerden bir kimse görmez, ancak son resûl mişkâtından görür ve evliyâdan bir kimse görmez, ancak son veli mişkâtından görür (17).
Yâni Hakk’ın vücûdu senin aynandır. Sen kendi nefsini onda müşâhede edersin. Çünkü sen ahadiyyet zâtında gizli, O’nun bir işi idin. Kendi vücûduna olan tecellîsi ile, o işin sûreti onun ilminde peydâ oldu. Ve yine o vücûdun her bir mertebeye olan tenezzülüyle, o ilmi sûretin ile açığa çıktın. Ve şimdi dünyâ âlemindeki hâlîn dahi böyledir ve bundan sonra gideceğin berzah âleminde ve toplanma âleminde ve mîmetler yurdunda dahi yine böylesin.
Eğer sen bu dünyâdaki taayyününe bağlı olan bağıntı ve sıfatlarından, yâni nefsâni sıfatlarından, soyunmuş olsan, Hakk’ın vücûdunda ayn-ı sâbiteni görürsün. Bundan dolayı Hakk’ın vücûdu kendi nefsini görmekte sana ayna olmuş olur.
Ve aynı şekilde sen insan sûretinde taayyün etmiş olduğun için, Hakk’ın isimlerinin hepsine görünme yeri ve o isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına isti’dâdlısın. Çünkü Allah Âdem’i kendi sûreti, yâni sıfatları, üzerine hálk etti. Bundan dolayı Hak işlerinin hepsinin kemâlâtının açığa çıkmasını senin izâfi vücûdunda müşâhede eder. Şu halde senin vücûdun da isimlerini müşâhede etmekte ve isimlerinin hükümlerinin açığa çıkmasında Hakk’ın aynası olmuş olur. Oysa ahadiyyet zâtının bağıntıları ve işleri olan ilâhi isimler, Hakk’ın zâtının gayrı değildir.
Şimdi Hakk’ın vücûdu sana ve senin vücûdun da Hakk’a ayna olmakla vücûd işi birbirine karıştı ve belirsizlik meydana geldi. Nitekim, Hallâc-ı Mansûr Hazretleri buyurur: Beyit:
Tercüme: “Vücûd ayn’ında olan bu “ayn” sen misin, yoksa ben miyim? İkilik ispâtından hem seni ve hem de beni tenzîh ederim.
İşte vücûd işinde oluşan bu karışıklık ve belirsizlikten dolayı Muhammedî vârislerden olan bâzımız, hayrete düşerek ilminde câhil oldu. Ve nitekim Hz. Ebû Bekri’s-Sıddık (r.a.) Efendimiz “İdrâkin sonu, vücûd işini hâl hakîkati üzere idrâk edebilmekten aczini kabûl etmektir” dedi.
Ve bu bir hayrettir ki, ilmin netîcesi olduğu için makbûl ve tercih edilendir . Çünkü hayrete düşen kimseyi, ilmi iki taraftan bir tarafta karâr ettirmez. Ve (S.a.v.) Efendimizin “Yâ Rab, benim sende olan hayretimi arttır!” buyurmaları bu hayret hakkındadır.
Ve aynı şekilde Muhammedî vârislerden olan bâzımız bildi ki, Hakk’ın vücûdu hálk edilmişlere ve hálk edilmişlerin izâfi vücûdları da Hakk’a aynadır. Vücûd işinin böyle olduğunu bildikten sonra bahsedilen sözler gibi bir söz söylemedi ve aczini açığa vurmadı. Belki mârifetinin kemâlinden sessiz kaldı; ve ilmi ona acz getirmedi. Ve bu ilmin sâhibi âlim-i billah olan grubun en yükseğidir. Ve bu ilim asâleten ancak resûllerin sonuncusu ve evliyânın sonuncusu için oluşmuştur. Ve o ilmi nebîlerden ve resûllerden gören, ancak son resûlün mişkâtından müşâhede eder ve evliyâdan gören de, ancak son velinin mişkâtından görür. Burada evliyânın sonuncusundan kasıt, Muhammedî velâyetin sonuncusudur.
Bilinsin ki, yukarıda bahsedilen ve izâh edilen ilim, ancak hakîkat-ı muhammediyye için oluşmuştur. Ve onun dahi zâhirleri ve bâtınları vardır ve gerek zâhir ve gerek bâtını için ahadî, cem’î, kemâlî bir taayyün mevcûttur.
Hakîkat-ı muhammediyyenin zâhiri ilâhi ve kevni bütün hakîkatleri toplamıştır. Bâtını ise, ilâhi bâtınları ve rabbâni vasıfları ihtîva eder. Zâhiri nebîlerin sonuncusunun mişkâtı; bâtını da evliyâların sonuncusunun mişkâtı’dır.
Resûllerin sonuncusunun kendisi, bahsedilen ilmi evliyâların sonuncusu olan kendi bâtınından alır; ve resûllerin hepsi, velâyetleri yönünden, resûllerin sonuncusundan alırlar. Ancak gerek resûllerin sonuncusu ve gerek diğer resûller bu ilmi açığa çıkarmazlar. Çünkü risâlet vasfı men eder. Fakat resûllerin sonuncusunun bâtını, evliyâların sonuncusu sûretinde zâhir olduğu zaman, bu ilmi açığa çıkarır. Nitekim bu Fusûsu’l-Hikem kitâbının yazarı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer (r.a.), resûllerin sonuncusunun evliyâların sonuncusu sûretinde zâhir olan bâtını olduğundan, son resûlün mişkâtından aldığı bu ilmi açığa çıkarmışlardır.
Hattâ muhakkak resûller o ilmi ne zaman görseler, ancak velâyetin sonuncusu mişkâtından görürler. Çünkü risâlet ve nübüvvet, yâni şeriat getiren nübüvvet ve şeriat getiren risâlet kesilmiştir. velâyet ise ebeden kesilmez. Resûller evliyâ olduklarından dolayı bahsettiğimiz ilmi ancak evliyâların sonuncusu mişkâtından görürler. Böyle olunca onların alt mertebesinde olan evliyâ nasıl olur da ondan almazlar? Her ne kadar evliyâların sonuncusu, hükümde resûllerin sonuncusunun şeriat olarak getirdiği şeye tâbî ise de, bu, onun makâmına eksiklik vermez ve bizim uymuş olduğumuz şeye de ters olmaz (18).
Bilinsin ki; velâyet “vâv”ın fethiyle, “hâkim ve tasarruf edici olmak” ma’nâsınadır. Bunun da çeşitleri vardır:
Ve evliyâ ve nebîlerin hepsi ilimlerini buradan alırlar. Bundan dolayı nebîlerin hepsinin getîrdikleri şeriatlar, hakîkatte Muhammedî şeriat idi. Bunun için (S.a.v) Efendimiz: “Evvelin ve ahirin ilmi bana tâlim edildi” buyurdular.
Şimdi evliyâ nebîlerin vârisi olduklarından, onlardan her kim ki o husûsiyyetin vârisi ise, ona “Muhammedî” derler. Ve her kim Îsevi velâyetin vârisi ise, ona Îsevî derler; ve İbrâhîmî ve İshâkî ve Ya’kûbî ve Mûsevî ve diğer nebîler (aleyhimü’s-selâm) buna kıyâs olunsun. Hakîkât ehlinin terimlerinde “falan velî falan peygamberin izi veyâ kalbi üzerindedir” denildiğinde bu ma’nâ anlaşılmalıdır; yâni o peygamberde olan ilimler ve tecellîler ve hâller bu velîye o peygamberin vâsıtasıyla “son velâyet mişkâtin”ten oluşur ve ulaşır demektir. Bundan dolayı o velî İbrâhîmî Muhammedî veyâ Mûsevî Muhammedî veyâ Îsevî Muhammedî olur.
Muhammedî velâyette iki çeşittir:
İlki budur ki, mânevî ve sûrî tasarruf arasını birleştirmiştir. Âlemde ma’nâ yönüyle tasarrufu, kutup hakkındaki tasarrufu gibidir; ve sûret yönüyle tasarrufu, sultanlar hakkındaki tasarrufu gibidir. Bu da iki çeşittir:
Birincisi hilâfete yakın olur.
İkincisi hilâfete yakın olmaz.
Muhammedî velâyetin ikinci çeşidi, sûrî ve mânevî tasarruf arasını birleştirmez.
Diğer nebîlerin velâyetinden ibâret olan Muhammedî velâyet, Fütûhât-ı Mekkiyye‘de beyân buyurulduğu üzere dört çeşit üzerinedir. Bu dört çeşitten her bir çeşidin bir sonuncusu vardır.
Sûrî ve mânevi tasarruf arasını birleştirip hilâfete yakın olan Muhammedî velâyetten birinci çeşit sonuncu, Ali İbn Ebî Tâlib (Kerremallâhü vecheh ve radıyallâhu anh) Efendimiz hazretleridir. Çünkü Hulefâ-i râşidînin en sonuncusudur. Dedi (A.s.): “el-Hilâfetü ba’dî selâsûne seneten ve kaddemtü bi Âlî” yâni “Benden sonra hilâfet Otuz senedir, Âlî ile sona erer”. Bu sonuncuya “büyük sonuncu” denir.
Sûrî ve mânevi tasarruf arasını birleştirmiş olup hilâfete yakın olan Muhammedî velâyetten ikinci çeşit sonuncu, Mehdî (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi’s-selâm) hazretleridir ki; âhir zamanda ortaya çıkar ve ismi Muhammed’dir ve hilkat ve sûrette Resûlullah (s.a.v.) Efendimize benzemektedir; ammâ hulkta onun altındadır. Ondan sonra hiçbir velî sultân olmaz. Bu velâyet onunla mühürlenir ve ona “küçük sonuncu” derler. Nitekim Şeyh-i Ekber. (r.a.) onu Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde beyân buyurmuştur.
Muhammedî velâyetten üçüncü çeşit sonuncu, bu kitâbın sâhibi Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî (r.a.) efendimizdir. Ona “daha küçük sonuncu” derler. Çünkü o sûrî ve mânevi tasarrufun arasını birleştirmiş ve fakat yalnız mânevi tasarrufa sâhip olup, hilâfet yakınlığı olmayan velâyet çeşidinin sonuncusudur.
Muhammedî velâyetten dördüncü çeşit sonuncu, Meryem oğlu Îsâ (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi’s-selâm)dır ki, ondan sonra hiçbir velî mevcût olmaz. Yâni genel velâyet onunla mühürlenir. Ona da “daha büyük sonuncu” derler. Ondan sonra bu devr tamâm olup kıyâmet kopar. Yâni varsayılan sûretler kalkar. Ve “en nihayeti huver rücû el bi dâyeti” yâni “sonunda asıllarına dönerler” âşikâr olur. (Şerh-i Bosnevî ile Envâru’r-Rahmân’dan özet olarak alındı).
Bu îzâhlar anlaşıldıktan sonra metnin şerhi böyle olur: peygamberler bahsedilen ilmi her ne zaman görseler, ancak evliyânın sonuncusu mişkâtından görürler. Ve evliyânın sonuncusunun mişkâti Muhammedî hâs velâyettir ve makâm-ı mahmûddur; ve o ilmi oradan velâyetleri yönüyle alırlar, nübüvvetleri yönüyle almazlar. Ve hattâ her bir peygamber nübüvvetini ve şerîatının hükümlerini bile velâyetiyle alır. Çünkü peygamberin iki yönü vardır:
Birisi hálka göre onun kemâlidir ki, bu da âlemlerin hâdiselerine bağlı olan hükümlerin teblîğidir; ve o, bu teblîğ îtibârıyla resûl ve şeriat getirendir ve onun nübüvveti dahi şeriat getirmektir.
Diğeri onun Hakk’a göre olan kemâlidir ki, bu da gaybdan haber verme ve Hakk’ın zâtını ve sıfatlarını ve isimlerini anlatıp bildirmektir. Ve bu haber verme îtibârıyla velîdir; ve nübüvveti de tahkîk yolludur. Ve şeriat getiren risâlet, şeriat getiren nübüvvet hálk edilmişlere bağlantılı olduğu ve hálk edilmişlerde fenâ bulduğu için son bulucudur. Fakat onun velâyet makâmı Hakk’a bağlantılı olduğu ve Hak’ta bâkî bulunduğu için ebeden son bulucu değildir. Ve her bir peygamber velî olduğundan, bu ilmi ebedî olarak kesintiye uğramayan velâyetleriyle, velâyetlerin hepsini kapsamış ve toplamış olan velâyetin sonuncusu mişkâtinden alırlar. Bundan dolayı onların altında olan ve bir peygamberin şerîatına tâbî bulunan evliyânın Hakk’a bağlı olan ilimleri o mişkâtten almaları en iyi yoldur.
Ve evliyânın sonuncusunun, resûllerin sonuncusu tarafından getirilen şerîata tâbî olması makâmın ulviyyetine eksiklik ve noksan vermez. Ve biz bâtınları yönüyle evliyâ olan nebîlerin ve resûllerin ilimlerini onun mişkâtından aldıklarına uyanlardan olmuş idik. Bu hâl bizim şu uymuş olduğumuza da ters olmaz. Çünkü evliyânın sonuncusu, nebîlerin sonuncusunun bâtınıyla taayyün etmiş olan saâdet alâmetleri olan zâttır ki, zâhirde nebîlerin sonuncusunun getirdiği şerîata tâbîdir. Ve kendisi bir kânûn ve şerîat sâhibi değildir. Bu mübârek zâtın cismi ve sûreti her ne kadar Muhammed (s.a.v.) Efendimizin gayrı ise de, bâtını aynıyle Muhammed Mustafâ (s.a.v.) dır.
Ve şehâdet âleminde cismen taayyün etmiş olan hâtemü’l-enbiyâ Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) Efendimiz dahi, getirdiği şer’i kanunları ve hükümleri kendi bâtınları olan velâyetin sonuncusundan alırlar idi.
Diğer bir tâbirle söyleyelim: Muhtelif zamanlarda evliyânın sonuncusunun cismi ve sûreti değişir. Fakat ma’nâ yine o ma’nâdır; onda aslâ değişiklik yoktur. Bundan dolayı evliyânın sonuncusu hangi bir zamanda, her hangi bir sûret üzerine olursa olsun, nebîlerin sonuncusunun şerîatına tâbî olmakla berâber, bütün evliyânın ilimlerde feyz kaynağıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddin (r.a.) efendimiz, kendi nefslerinde haber vererek buyururlar:Beyt: Tercüme:
“Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil’at-pûş
Mustafâ geldi yine cümleniz îmân ediniz.”
Bundan dolayı o, bir yönden aşağıda olur ve bir yönden yukarıda olur. Ve gerçekten bizim şeriatımızın zâhirinde Ömer’in Bedir esîrleri hakkında, onlara hükmetmekle gerçekleşen fazlı ve hurma ağacının aşılanması hakkında, bizim uymuş olduğumuz şeyi teyid eden şey zâhir oldu. Bundan dolayı kâmil için her şeyde ve her mertebede kendisi için önde olmanın oluşması lâzım gelmez; ve ancak er kişilerin bakışı, ilm-i billah mertebelerindeki önde oluşadır; onların arzusu oradadır; ve dünyâ hâdiselerine gelince, onların düşüncelerinin ona bağlılığı yoktur. Böyle olunca bizim bahsettiğimiz tahakkuk etti (19).
Yâni evliyânın sonuncusu, şer’i hükümlerinde resûllerin sonuncusuna tâbî olması ve şerîat ilmini ondan alması yönünden resûllerin sonuncusundan daha aşağı olur ve resûllerin sonuncusu ilimleri onun mişkâtından aldığı yönden, evliyânın sonuncusu, resûllerin sonuncusundan daha yüksek olur.
Bundan dolayı evliyânın sonuncusu, nebîlerin sonuncusu olan (s.a.v.) Efendimiz’in bâtınları olan velâyetin sonuncusu, zâhirleri olan nübüvvetin sonuncusundan bir yönden aşağıda, bir yönden yukarıda olur. Bir şeyin bir yönden aşağı, bir yönden yukarı olduğuna delîlin nedir diyecek olur isen, şerîatımızın zâhirinde Hz. Ömer (r.a.)’ın Bedir muhârebesinde alınan esirler hakkındaki hükmüyle, (S.a.v.) Efendimiz’in hurma ağaçlarının aşılanmasının terki hakkındaki hükmüne dikkat et!
Şöyle ki, Bedir savaşında İslâm ehli müşriklere gâlip gelmiş ve onlardan yetmiş esir almış idi. (S.a.v.) Efendimiz, esirler hakkında yapılması lâzım gelen muâmeleye dâir ashâb-ı kirâmıyla fikir alışverişinde bulundu. Hz. Sıddîk (r.a.) “Yâ Resûlallah, bunlar bizim akrabâ ve yakınlarımızdandır; bir miktar para alıp onları âzâd edelim” buyurdu. Diğer ashâb-ı kirâm da bu görüşü kabûl ettiler. Ve Hz. Ömer (r.a.) “Bunlar küfrün önderleridir; hepsini öldürelim.” buyurdu. Ve Cenâb-ı Muâz (r.a.) da Hz. Ömer’e katıldı. Risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz Hz. Sıddîk’ın görüşünü uygun buldular ve öyle yaptılar. Onu tâkiben bu âyet-i kerime nâzil oldu: “Mâ kâne li nebîyyin en yekûne lehû esrâ hattâ yushıne fîl ard, turîdûne aradad dunyâ, vallâhu yurîdul ahırete, vallâhu azîzun hakîm” ve “Lev lâ kitâbun minallâhi sebeka le messekum fîmâ ehaztum azâbun azîm” (Enfâl 8/67-68) Yâni: “Elinde, yeryüzünde çok katl yapan esirler bulunan bir peygambere fidye almak lâyık olmadı. Siz dünyâ malını istersiniz. Oysa Allah, âhireti murâd eder. Allah Teâlâ hükmünde azîzdir. Eğer sizin azâblanmamanız için, Allah’dan ezelde hüküm öne geçmiş olmasa idi, aldığınız şey hakkında çok büyük azâb olurdu.”
Bunun üzerine (S.a.v.) Efendimiz ağlayıp buyurdular ki: “Eğer azâb nâzil olaydı, Ömer ve Muâz (r.a.) dan başkaları kurtulmaz idi”. Çünkü Sa’d b. Muâz hazretleri de Cenâb-ı Ömer’in görüşünde bulunmuş idi. Bundan dolayı Hz. Risâlet-penâh bu husûsta her ikisini de orada hâzır olanların üzerine üstün kıldı; ve Risâlet-penâhın kendi nefsi dahi tabî ki hâzır olanlar arasında idi.
Ve aynı şekilde ashâb-ı kirâm hurma ağaçlarını aşılamanın mı, yoksa terk etmenin mi münâsib olduğunu Fahr-i âlemden sordular. Cevâben: “Eğer terk olunurlarsa çoğalır zannederim” buyurmaları üzerine ashâb aşıyı terk ettiler. O sene hurma az oldu. Bunun üzerine Risâlet-penâh Efendimiz: “Siz dünyânızın işlerini daha iyi bilirsiniz” buyurdu; ve bu husûsta ashâbın üstünlüğünü isbât eyledi.
İşte bu iki şer’i delîl, kâmil için her şeyde ve her mertebede önde oluşun lâzım gelmediğini gösterir. Çünkü bu bahsedilen cüz’i fâziletler nübüvvetin gereğinden değildir. Başkalarında bulunup da nebîde bulunmaması, onun nübüvvetine noksan vermez. Er kişilerin ve kemâl ehlinin bakışı bu gibi cüz’i fâziletlere değil, ancak ilm-i billah mertebelerindeki önde oluşadır. Onların arzuları bu mertebelerdedir. Onlar kişiyi ilm-i billah mertebelerindeki fazîletleriyle ölçerler. Âlemlerin hâdiselerine ve dünyâ vukûâtlarına hâtırlarını bağlayıp bunlara bağlı olan cüz’i fâziletlere aslâ önem vermezler. Çünkü bunların hepsi vahdet cemâlinin örtüsüdür.
İşte bu îzâhlar ile; “evliyânın sonuncusu bir yönden aşağıdadır ve bir yönden yukarıdadır” sözümüz tahakkuk etti.
Ne zaman ki nebî (s.a.v.)’e nübüvvet, kerpiçten bir duvar ile temsîl olundu; bir kerpiç yerinden eksik olmuş idi; şimdi Resûlullah (s.a.v.) bu kerpiç oldu. Şu kadar ki Resûlullah (s.â.v.), dediği gibi ancak bir kerpiçten başka kerpiç görmedi. Ve evliyânın sonuncusuna gelince, onun için de bu rûyâ gereklidir. Bundan dolayı o, Resûlullah (s.a.v.)’e temsîl olunan şeyi görür; ve duvarda iki kerpiç yerini görür. Kerpiç de altından ve gümüştendir. Şimdi duvarın noksan olup onlar ile tamam olan bu iki kerpiçin birisini altından ve birisini de gümüşten görür. Böyle olunca onun kendi nefsini bu iki kerpiçin yerini doldurur görmesi gereklidir. Bundan dolayı evliyânın sonuncusu bu iki kerpiç olup duvar tamâm olur (20).
Yâni Cenâb-ı peygamber’e rûyâsında veyâhut hayâlinde, nübüvvet kerpiçten binâ olunmuş bir duvar sûreti nde temsîl olundu ki, o duvarın ancak bir kerpici eksik kalmış idi. O kerpiç de (S.a.v.) idi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur: “nebîler arasında benim örneğim, bir duvar binâ edip ve bir kerpiç hariç olarak onu tamamlayan adamın örneği gibidir. İşte ben bu kerpiçim. Benden sonra, ne nebî ve ne de resûl yoktur”. (S.a.v.) bu hadîs-i şerîfte buyurduğu gibi kendisine temsil olunan nübüvvet duvarında noksan olarak, ancak bir kerpiç gördü.
Evliyânın sonuncusuna gelince, onun da böyle bir rûyâ görmesi lâzımdır. Böyle olunca evliyânın sonuncusu Resûlullah (S.a.v.) Efendimiz’e rûyâsında temsîl olunan duvarı görür; ve duvarda da iki kerpiç yerini görür. Oysa evliyânın sonuncusunun gördüğü duvarın kerpici, altından ve gümüştendir. Yâni o öyle bir duvardır ki, bir kerpici altından ve bir kerpici de gümüşten olmak üzere binâ olunmuştur. Bundan dolayı evliyânın sonuncusu duvarda noksan olup onlar ile tamâm olacak olan iki kerpiçten birini altından ve diğerini gümüşten müşâhede eder; ve altın ile gümüşten olan iki kerpiçin yerini kendi nefsi ile kapattığını evliyânın sonuncusunun görmesi lâzımdır.
Burada “altın kerpiç”ten kasıt nübüvvetin bâtını olan velâyet ve “gümüş kerpiç”ten kasıtta, velâyetin zâhiri olan nübüvvettir. Bundan dolayı bâtın “altın” ve zâhir “gümüş” olarak temsîl olunmuştur. nebîlerin sonuncusunun gördüğü duvardaki gümüş kerpiçlerin her birisi bir peygamberi temsil eder; ve onda noksan olan kerpiç kendisinin nübüvvetidir.
“Duvarın bir kerpiç ile tamâm olması” onun mühürlenişini gösterir. Bâtını velâyetin sonuncusu olduğu hâlde “duvarda altın kerpiçin noksan olduğunu” müşâhede etmemiş olması, kendisinin velâyetle değil, nübüvvetle açığa çıkmasından dolayıdır; çünkü hálka şerîat hükümlerini teblîğe me’mûrdur.
Evliyânın sonuncusuna gelince, “duvarda bir altın ve bir de gümüş kerpicin noksan olduğunu” görmesi, kendisinin zâhirde bir peygamberin şerîatına tâbî olduğunun sûretidir. Bundan dolayı “gümüş kerpiç”, tâbî olduğu nebîlerin sonuncusunun nübüvvetine; ve “altın kerpiç” de, evliyânın sonuncusu olup zâti ilâhi sırlar ile açığa çıkışına işârettir.
Ve Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Mekke-i Mükerreme’de Hicrî 599 (Milâdî 1202) senesinde böyle bir rûyâ gördüğünü Fütûhât-ı Mekkiyye‘de beyân buyururlar. Bu yüksek haberlerine göre kendilerinin evliyânın sonuncusu olduklarına şüphe yoktur.
Onun iki kerpiç görür olmasını gerektiren sebep dahi, evliyânın sonuncusunun zâhirde resûllerin sonuncusunun şerîatına tâbî olmasıdır; ve o tâbî olması da gümüş kerpiçtir. O da zâhirdir; ve hükümlerden ona tâbî olduğu şeydir. Nitekim o, zâhiri sûrette onda tabî olucu olduğu şeyi, sırda Allah’tan alıcıdır. Çünkü o, emri olduğu hâl üzere görür. Onu böyle görmesi lâzımdır. O da bâtında kerpicin yeridir. Şimdi o öyle bir mâdenden alır ki, resûle onunla vahy olunan melek ondan alır. Eğer sen benim işâret ettiğim şeyi anladın ise, senin için faydalı bir ilim oluştu (21).
Yâni evliyânın sonuncusunun, rûyâda kendisine temsîl olunan duvarın üstünde iki kerpici noksan olarak görmesini gerektiren sebep, kendisinin zâhirde resûllerin sonuncusunun şerîatına tâbî olmasıdır. Ve onun tâbî oluşunun sûreti de “gümüş kerpiç”in yeridir ki, bu da evliyânın sonuncusunun zâhiridir; yâni hükümlerden resûllerin sonuncusuna tâbî olduğu şeydir ki, bu şey, evliyânın sonuncusunun zâhiridir. Ve nitekim sırda vâsıtasız Allah’tan aldığı hüküm ile zâhirde vasıflanmış olur. Yâni evliyânın sonuncusu, nasıl ki bâtınen vâsıtasız olarak Allah’tan hüküm alarak zâhirde bu hüküm ile vasıflanmış olur ve o hükmün tabî olucusu bulunursa, zâhiri şeriat hükümlerinden herhangi bir hükümde de resûllerin sonuncusuna tabî olup, zâhirde o hüküm ile vasıflanan olur. Çünkü evliyânın sonuncusu, ilâhî emri, hálk ediliş mertebelerine tenezzülünde hakîkati üzere müşâhede eder; ve ilâhî emirden hálk ediliş vücûdu ile örtülü olmaz.
Evliyânın sonuncusunun bu ilâhî emri bu anlatılan sıfat üzere görmesi lâzımdır. Ve ilâhî emrin his ve aklın ötesinde bulunan îmân nûru ile sırda ve bâtın yönünden Allah’tan alınması “altın kerpiç” yeridir. Ve evliyânın sonuncusu ilâhî emri kendi bâtınından aldığı gibi, resûle getirdiği ilâhî vahyi de melek oradan alır. Bundan dolayı Cibrîl (a.s.) nebîlerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz’e getirdiği ilâhî vahyi onların bâtını olan evliyânın sonuncusu mişkâtından alır; ve her iki alış dahi tek bir mâdenden olmuş olur.
Ey ilâhî sırların tâlibi, bu söylediklerimde işâret ettiğim şeyi anladın ise, dünyâda ve âhirette cidden sana faydalı bir ilim oluştu. Bu nîmete şükret! Bundan da gâfil olma ki, bu alışveriş Hakk’ın vücûdunda ve Hakk’ın bağıntıları arasında olur.
Nitekim, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Risâle-i Ahadiyye‘lerinde buyururlar: “Hakk’ı, Hakk’ın gayrı bir kimse görmez; gönderilmiş nebîler dahi Hakk’ı görmez;ve kâmil veli ve yakın olan melekler dahi Hakk’ı bilmez. Hakk’ın nebîsi kendi zât-ı âliyyesidir; ve Hakk’ın resûlü kendi zât-ı şerîfidir. Ve Hakk’ın risâleti ve kelâmı dahi, kendi zât-ı şerîfidir. Kendisinin gayrı sebep ve vâsıta olmaksızın Hak Teâlâ Hazretleri, kendi zât-ı şerîfini, kendi zâtı ile, kendi zâtından, kendi zât-ı şerîfine gönderdi. “Mürsel yâni gönderilmiş” ve “mürselün-bih yâni kendisiyle gönderilen” ve “mürselün-ileyh yâni kendisine gönderilen” arasında fark yoktur. Yâni “Cibrîl” ve “vahy” ve “resûller” arasında fark yoktur. Hepsi birdir. nebîlerin vücûdu Allah’ın vücûdu olduğundan başka “nebe”‘ ve “enbiyâ” harflerinin vücûdu dahi, Hak Teâlâ’nın vücûdudur; Hakk’ın gayrı değildir. Ve Hakk’ın gayrisi için vücûd olmadı; ve olan vücûdun fenâsı da olmadı ve olan vücûdun ismi ve isimlendirilmiş olanı da olmadı. Böyle olduğundan dolayı, nebî (s.a.v.) Efendimiz: “Rabb’imi Rabb’imle bildim” diye buyurdu.”
Şimdi, Âdem zamânından son nebîye varıncaya kadar, eğer ki hálkedilen vücûdu sonra gelir ise de, onlardan hiçbiri yoktur, illâ ki velâyetin sonuncusu mişkâtından alır. Çünkü o, hakîkatı ile mevcûttur. O da peygamberimizin “Ben peygamber idim; halbuki Âdem su ile çamur arasında idi” sözüdür. Ve nebîlerden diğerleri, ancak gönderildikleri anda nebî oldu. Ve aynı şekilde evliyânın sonuncusu dahi velî idi; halbuki Âdem, su ile çamur arasında idi. Ve evliyâdan onun dışındakiler, ancak ilâhi ahlâktan olan velâyet şartlarını tahsîl ettikten sonra onunla vasıflanmada, Allah Teâlâ’nın Velî ve Hamîd ile isimlenmiş olmasından dolayı, velî oldu (22).
Yâni ilk nebî olan Âdem (a.s.)dan îtibâren, nebîlerin sonuncusu Efendimiz (s.a.v)den evvel ve son nebî olan Hâlid b. Sinan (a.s.)a varıncaya kadar; açığa çıkan nebîlerin her birisi, nübüvvetine ve ümmetine bağlı olan ilmi ancak velâyetin sonuncusu mişkâtından alır. Her ne kadar evliyânın sonuncusunun hálkedilen madde vücûdu, o nebîlerin madde vücûdlarından sonra gelir ise de, Hz. Âdem’den son nebîye gelinceye kadar, o hakîkâti ile mevcûttur; ve nebîlerin hepsinin zâhirleri olan nübüvvetleri ve bâtınları olan velâyetleri toplamıştır. Ve onun hakîkâti ile mevcût olup zorunlu ve imkân dâhilinde olan bütün hakîkatlerin feyz kaynağı olduğuna delîl de (S.a.v.) Efendimiz’in “Ben peygamber idim; halbuki Âdem su ile çamur arasında, yâni Âdem aynî vücûdu ile su ile çamur arasında ve rûhânî vücûduyla ilim ile “ayn” arasında idi” mübârek sözleridir. Ve nebîlerin sonuncusundan başkaları ancak gönderildiği zaman nebî oldu, ondan evvel nebî olmadı.
Soru: Nebîlerin kevnî vücûdları a’yân-ı sâbitelerinin ve a’yân-ı sâbiteleri de ilâhi isimlerin sûretleridir. Bundan dolayı her bir nebînin ayn-ı sâbitesi, gö-rünme yeri olduğu ismin istîdâd lisânı ile ne talep etmiş ise, onun hakkında Hakk’ın kazâsı dahi o sûretle olmuştur. Şu halde nebînin ayn-ı sâbitesi, istîdâd lisânı ile Hak’tan nübüvveti talep etmemiş olsa, kevn âleminde nebî olmaz idi. Bundan dolayı bu sözü diğer nebîlerin de söyleyebilmesi mümkün olmaz mı? Ve ikinci olarak nebîlerin sonuncusundan başkalarının ancak gönderildikleri zaman, nebî olmaları nasıl olur; ilâhî ilimde nebî değil miydiler?
Cevap: Gerçi her bir nebînin nübüvveti ezelîdir. Fakat o mertebede onların hiçbirisi feyz kaynağı değildir. Bundan dolayı fiilen nebî değildir. Onların fiilen nübüvvetleri şehâdet âleminde gönderildikleri anda başlar. Ve nübüvvetleriyle ümmetleri ile ilgili olan ilmi kendi hakîkatlerinden alırlar. Ve halbuki hakîkat-ı muhammediyye onların hakîkatlerini toplamış olduğundan, o ilimleri nebîlerin sonuncusu mişkâtından almış olurlar. Bundan dolayı nebîlerin sonuncusu hakîkâti ile mevcût ve fiilen nebî olup hakîkatlerin tümünün feyz kaynağıdır. Sonuç olarak diğer nebîler gönderildikleri zaman, fiilen nebî olup feyz verirler ve nebîlerin sonuncusu ise gönderilmeden evvel nebî olup hakîkâti ile feyz verir.
Ve nebîlerin sonuncusunun nübüvveti önde olduğu gibi, evliyânın sonuncusunun dahi velâyeti madde bedeninden öndedir. O velîdir, oysa Âdem, aynî vücûdu ile su ile çamur arasında ve rûhanî vücûduyla “ilim” ile “ayn” arasında idi.
Ve evliyânın sonuncusunun dışındaki evliyâ ise ancak velâyet şartlarını tahsîl ettikten sonra velî olur. Ve velâyet şartları da, ilâhi ahlâkın hepsi ile ahlâklanmaktır. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulur: “İlâhi ahlâk ile ahlâklanınız”.
Ve bu maddesel sûretinde Hakk’a ve hálk edilmişlere karşı gereken muâmelesinde bu velînin o ahlâk ile vasıflanmasıdır. Ve onun ilâhi ahlâk ile vasıflanmada, velâyet şartlarını tahsîl ettikten sonra velî olması, Allah Teâlâ Hazretlerinin kendi nefsini Veli ve Hamîd ile isimlendirmesinden dolayıdır. Çünkü velâyet Hakk’ın zâti sıfatlarındandır. Ve Hak Teâlâ Hazretleri kuluna mutlak vücûdunun tenezzülü sûretiyle, ayrıntı elbisesini giydirdikten sonra, icmâl elbisesini de giydirmiştir. Ve kul beşeri sıfatlarından soyunduktan sonra o zâil olan sıfatlar yerine, Hakk’ın sıfâtı kâim olur. Bundan dolayı bu beşeri vücûdda ondan çıkan sıfatları ve fiilleri her ne kadâr sûrette diğer insanlardan açığa çıkan sûretler, sıfatlar ve fiillere benzer ise de, iç yüzü öyle değildir. Hepsi Hakk’ın sıfatları ve fiilleridir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar: Tercüme:
“Ben senin hoş olan ırmağına çıplak olarak dalayım, diye bütün sıfâtımdan soyundum.“
Böyle olunca resûllerin sonuncusunun velâyeti yönünden, onun velâyetin sonuncusuna nisbeti, nebîlerin ve resûllerin ona nisbeti gibidir. Bundan dolayı resûllerin sonuncusu velî ve resûl ve nebîdir. Ve evliyânın sonuncusu, asıldan alıcı olan vârisdir ve mertebelerin müşâhede edicisidir. Ve o, şefâat kapısının fethinde Âdem evlâtlarının efendisi ve cemâatin önde olanı olan Muhammed (s.a.v.)’in güzelliklerinden bir güzelliktir (23).
Yâni resûllerin sonuncusunun velâyeti yönünden velâyetin sonuncusuna olan nisbeti, nebîler ve resûllerin velâyetin sonuncusuna nisbeti gibidir. Çünkü nebîler ve resûller velâyetleri yönüyle ilimleri, velâyetin sonuncusu mişkâtından aldıkları gibi, resûllerin sonuncusu dahi kendisinin bâtını olan şahsi kayıtlanmış velâyeti yönüyle ondan alır.
Bilinsin ki, velâyet, mutlak ve kayıtlı, yâni “genel velâyet” ve “özel velâyet” kısımlarına ayrılmıştır. Çünkü velâyet esâs ve hakîkât îtibârıyla mutlak ilâhi sıfâttır. Ve nebîlere ve evliyâya nisbeti îtibârıyla da kayıtlıdır. Kayıtlı olan ise, mutlakla mevcûttur; ve mutlak dahi kayıtlı olan ile açığa çıkmaktadır. Bundan dolayı nebîlerin ve evliyânın velâyetlerinin hepsi, mutlak velâyetin parçalarıdır. Ve nitekim nebîlerin parça oluşu dahi, mutlak nübüvvetin parçası oluşudur.
Ve burada Hz. Şeyh (r.a.)’ın resûllerin sonuncusunun velâyetinden kastı, şahsi kayıtlanmış velâyettir. Ve şüphe yoktur ki, bu velâyetin mutlak velâyete nisbeti, diğer nebîlerin nübüvvetlerinin mutlak nübüvvete nisbeti gibidir.
Şimdi resûllerin sonuncusu velîdir; ve velâyeti gereğince ilimleri ve sırları Hak’tan vâsıtasız alır. Ve resûldür, Hak’tan aldığı hükümleri ümmetine teblîğ eder. Ve nebîdir, Hak’tan ve âhiret işlerinden ümmetine haber verir.
Evliyânın sonuncusuna gelince o, ezelde ayn-ı sâbitesinin sûretiyle velîdir. Ve resûllerin sonuncusunun şerîatına tabî olup, onun bütün ilimlerine ve zevklerine vârisdir; ve nebîden verâset yönünden aldığı ilimleri asıldan, yâni Hak’tan, vâsıtasız alıcıdır. Ve “hakîkatlerin hakîkati” olan hakîkât-i muhammediyye mertebesinde taayyün etmiş olduğu için “nübüvvet”, “risâlet”, “velâyet” ve “hilâfet” mertebelerini ve diğer ilâhi ve kevni mertebeleri müşâhede eder ve taayyün etmiş olduğu bu mertebeden feyz verir ve yardım eder.
Bu sûrette evliyânın sonuncusu şefâat kapısını açmak husûsunda Âdem evlâtlarının efendisi; ve nebîler ve evliyâ cemâatinin önderi bulunan Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’in güzelliklerinde bir güzelliktir. Çünkü evliyânın sonuncusu resûllerin sonuncusu Efendimiz (s.a.v)’in şerîat hükümlerine en güzel ve en mükemmel bir şekilde tabî ve sonuncu oluşta onun en mükemmel vârisi olduğundan, zâhirde onun güzelliği olur. Ve hakîkatlerin hepsini toplamış olan hakîkat-i muhammediyye’de taayyün etmiş olup resûllerin sonuncusunun bâtını olan bu makâmdan feyz verdiği ve yardım ettiği için de, bâtında onun güzelliğidir.
Ve resûllerin sonuncusu Efendimiz (s.a.v), vücûdda bütün taayyünlerden evvel olduğu için tabî ki diğer nebî ve evliyâ cemâatinin önderidir. Ve ahadiyyet zâtında mahbûs ve saklı olan ilâhi isimlerin taayyün ile açığa çıkmalarına sebep olduğu ve taayyün kapısının fethinde şefâati öne çıktığı gibi, kıyâmet gününde nebîler arasında şefâat meselesi tereddütte kaldığı zaman, şefâat yine ona döneceği için, şefâat kapısının fethi husûsunda Âdemoğullarının efendisidir. Beyt: Tercüme:
”Saçların latîf, dudakların kırmızı ve yüzün güzeldir. Yûsuf’un güzelliği, Îsâ’nın nefesi, Mûsâ’nın parlak eli hep sendedir. Bütün güzellerin birleştiği şekil ve ahlâk ve hareket ve duruş güzelliklerinin hepsi sende toplanmıştır, (Sallallahu aleyhi ve sellem)”.
Şimdi özel hâli ayırdı, genelleştirmedi;ve bu özel hâlde ilâhi isimler üzerine öne geçti (24).
Yâni (S.a.v.) Efendimiz: “Ben şefâat kapısında Âdem evlâtlarının efendisiyim” buyurmakla efendiliğini özel hâl ile, yâni şefâat kaydıyla, ayırdı ve kayıtladı; “Ben Âdem evlâtlarının efendisiyim” demek sûretiyle efendiliğini genelleştirmedi, yâni işlerin tümünde ve cüz’i ve küllî hâllerde efendiliğini beyân buyurmadı; belki “Siz dünyâ işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz” diyerek bâzı cüz’i işlerde ashâb-ı kirâmı hakkında, risâlet-penâhîleri kendisi üzerine üstünlük isbât etti.
İşte bu özel hâlde, yâni şefâat kapısının fethinde, ilâhi isimler üzerine öne geçti. Çünkü nebîlerin sonuncusu (s.a.v.) Efendimiz’in kalbi isimlerin hepsini toplamış bulunan “Allah” isminin görünme yeri ve vücûdu da “Rahmân” isminin görünme yeridir. Bundan dolayı hakîkât-ı muhammediyye ahadiyyet zâtının celâli altında helâk olmuş olan ilâhi isimlerin açığa çıkmasına şefâat ettiği gibi, Rahmân isminin görünme yeri olan (S.a.v.) Efendimiz, kıyâmet gününde Müntakım isminin tecellîsi zamanında mahşer ehli hakkında da genel olarak şefâat eder. Ve “Rahmân” ismi ilâhi isimlerin hepsini toplamış olduğundan, bu şefâati ile diğer ilâhi isimler üzerine öne geçer.
Böyle olunca Rahmân ismi, Müntakım indinde belâ ehli hakkında ancak şefâat edicisinin şefâatinden sonra şefâat etti. Bundan dolayı Muhammed (s.a.v.) bu hâs makâmda efendilikle üstün oldu. Şimdi mertebeleri ve makâmları anlayan kimse üzerine, bunun gibi anlatımların kabûlü güç gelmez (25).
Yâni Rahmân ismi, Müntakim isminin görünme yeri olan belâ ehli hakkında, en başta şefâat etmez. Ve diğer ilâhi isimlerin şefâatine bekleyici olur. Onların şefâati te’sîrli olmayınca o zaman belâ ehli hakkında şefâat eder. Çünkü Rahmân ismi en başta şefâat etse, diğer şefâat ehli olan isimlerin hükümleri açığa çıkmaz ve faaliyetlerinin durmuş olması lâzım gelir. Örneğin Müntakim ve Kahhâr isimlerinin intikam ve kahrı hafif olduğu zaman, Raûf ve Rahîm isimlerinin şefâati ile sâkin olur. Fakat onların intikam ve kahrı şiddetli olunca, bu isimlerin şefâatini kabûl etmezler ve bu isimler, onların şiddetine karşı koyamazlar. İşte bu zaman Rahmân ismi şefâat eder; ve bu isimlerin açığa çıkışı geçer ve bâtın olur. Bundan dolayı Rahmân isminin Müntakim ve Kahhâr isimlerine ve diğer ilâhi isimlere üstünlüğü ve öne geçişi sâbit olur. Çünkü Rahmân isminin saltanatı hepsi üzerine zâhirdir. Eşyânın tümü başlangıç olarak onun cömertliği ve feyzi ile yokluk karanlığından kurtulduğu gibi sonuç olarak dahi belâ ehli, azâb zilletinden onun şefâati ile kurtulur. Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar:Tercüme:
“Eyyûb (a.s)’ın derdine, Ya’kûb (a.s.)’ın ihtiyacına, başka bir çâre olmadı. Ancak Rahmân’ın rahmeti yetişti.”
İşte ‘nebîlerin sonuncusu (s:a.v.) Efendimizin saâdetli vücûdları, Rahmân ismi görünme yeri olduğundan, onlar bu hâs makâmda, yâni şefâat makâmında, efendilikle üstün oldu; ve şân-ı şerîflerinde: “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn” yâni “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 21/107) buyruldu.
Şimdi mertebeleri ve makâmları yâni nübüvvetin velâyetin zâhiri ve velâyetin de nübüvvetin bâtını olduğunu ve nübüvvette taayyün etmiş olan zâtın, nebîlerin sonuncusu ve onun bâtını olan velâyette taayyün etmiş bulunan evliyânın sonuncusu olduğunu anlayan ve nübüvvetin velâyetten yardım istediğini ve velâyetin hükümlerinin ve eserlerinin açığa çıkmasının da nübüvvet ile olduğunu bilen kimsenin, daha önce anlatılan “Evliyânın sonuncusu bir yönden aşağıda ve bir yönden yukarıdadır” ve “Resûllerin sonuncusunun, velâyeti yönünden velâyetin sonuncusuna nisbeti, nebîler ve resûllerin ona nisbeti gibidir” ve benzeri anlatımları kabûl etmesi kolay olur.
Ve isimlerin lütûflarına gelince: Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretlerinin hálk ettiklerine olan lütûfları, O’ndan onlara rahmettir; ve onun hepsi isimlerdendir. Ya dünyâda lezîz rızıktan tayyib gibi; kıyâmet gününde de hâlis olan saf rahmettir. Bunu Rahmân ismi verir. O da rahmânî lütûflardır. Veyâhut içilmesini râhat tâkîbeden acı ilacın içilmesi gibi, karışmış rahmettir; ve o da ilâhî lütûflardır. Çünkü ilâhî lütûflar, isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkârın iki eli üzerine olmadıkça, Allah’dan lütûf salınımı mümkün olmaz (26).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) “zâti lütûflar”dan olan nübüvvet ve velâyet hükümlerini beyân buyurduktan sonra, “isimlerin lütûfları”nın îzâhına başlayarak buyururlar ki:
İsimlerin lütûflarına gelince, bil ki Allah Teâlâ’nın mahlûkâtına bahşettiği lütûfları kendi tarafından o mahlûkâtına rahmettir ve lütûfların hepsi isimlerden çıkar ve ulaşır. Bu rahmet te, ya saf rahmet olur; veyâhut karışmış rahmet olur. Saf rahmet, dünyâ hayâtında yiyecek, içecek, giyecek, bakacak, işitecek ve koklayacak, ev ve nikâhlı eş ve benzeri; lezîz rızklardan tayyib, yâni helâl gibi ki; kıyâmet gününde de hesâp kederinden ve vebâl ve belânın ulaşmasından hâlistir. Nitekim, Hak Teâlâ A’râf sûresinde buyurur: “Kul men harreme zînetallâhilletî ahrece li ibâdihî vet tayyibâti miner rızkı, kul hiye lillezîne âmenû fîl hayâtid dunyâ hâlisaten yevmel kıyâmeti” (A’râf, 7/32) yâni “Ey Nebiyy-i zî-şânım! De ki, Allah’ın çıkardığı zîneti ve rızıktan tayyib olanı kim haram etti? De ki o zînet ve tayyib rızık dünyâ hayâtında ve hâlis olarak da kıyâmet gününde mü’minler içindir.”
Ve bu bahsedilen rızkı, vücûd arşı üzerine tecellî edici olan Rahmân ismi verir. Bu ilâhî lütûflar hâlis rahmettir, başka bir şey ile karışık değildir.
Karışmış rahmet, kokusu kötü olan bir ilâcın içilmesi gibidir ki, bunu içtikten sonra hastaya râhat gelir. Bu da ilâhî lütûftur. Çünkü her ne kadar o kokusu kötü olan ilâç içilirken hasta bir azâb duyduğu yönle bu hâl “Muazzib” isminin görünme yeri olur ise de, daha sonra bu hâli Rahmân isminin görünme yeri olan râhat tâkîp ettiğinden bu “Muazzib” ismi “Rahmân” isminin hizmetkârı olur. Çünkü ilâhi lütûflar, isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkâr ve tabî olanı vâsıtasıyla bir hizmet ileri getirmedikçe, ilâhî lütûfların salınımı mümkün olmaz. Ve çünkü ne kadar ilâhi isim varsa hepsi “Allah” ve “Rahmân” isimlerinin altında mevcûttur ve o isimler bu iki ismin hizmetkârlarıdır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân, eyyen mâ ted’û fe lehul isimlerul husnâ“. Yâni “Ey Nebiyy-i zî-şânım! De ki, ister “Allah” ister “Rahmân” deyin, hangisi ile duâ ederseniz edin, şimdi onun için esmâ-i hüsnâ vardır.”
Bilinsin ki, ilâhi lütûfların hepsi, zât ve sıfatları içine alan ilâhi mertebeden, yâni ulûhiyyet mertebesinden feyz olunur. Fakat bu feyz olunma zât yönünden değil, belki sıfatlar ve isimler yönündendir. Ve ilk önce feyz olunan şey, vücûd ve hayat rahmetidir, yâni yokluktan ihrâçtır. Daha sonra bunlara tabî olan şeylerdir. Ve o rahmet dahi üç kısma ayrılmıştır.
Birincisi: Zâhirde ve bâtında salt ve hâlis rahmettir ki; dünyâda helâl olan lezîz rızktır. Bir kimse dünyâda helâl rızk ile nimetlenmiş olsa, âhirette “Niçin helâl rızk yedin?” diye azarlanmaya tutulmaz. Bundan dolayı zâhiren ve bâtınen salt rahmet olur. Ve faydalı olan ilimler ve mârifetler de âhirette hâlis rahmettir.
İkincisi: Karışmış rahmettir. Bu rahmet dahi, ya zâhirde rahmet, bâtında belâdır. Veyâhut bunun aksi olarak zâhirde belâ, bâtında rahmettir. Meselâ haram yemek, şarab içmek, zinâ etmek ve diğer günâhlar ve kalbi Hak’tan uzaklaştıran nefse uymak gibi tabiâta uygun olan şeyler zâhirde rahmet, bâtında, belâdır ve ibâdet ve nefsin arzûlarına muhâlefet ve mücâhede ve riyâzet ve tabiâtın hoşlandığı günahlardan sakınmak, zâhirde bela ve bâtında nîmettir. Hz. Mısrî-i Niyâzî ne güzel buyurur: Beyit:
İç ol zehri ki bal ola sonunda
Sonunda zehr olan balı nidersin
Üçüncüsü: Zâhiri belâyı tâkîb eden zâhiri nîmettir ki, bu da karışmış rahmetin bir çeşididir. Meselâ kokusu çirkin olan bir ilâç içilir; o ilâcın te’sîriyle hastalığın elemi atlatılmış olup râhat hâsıl olur.
Bu bahsedilen üç kısımdan birincisi “Rahmânî lütûflar”dır. Çünkü salt rahmet olduğundan diğer bir ismin hizmeti araya girmeksizin doğrudan doğruya bunu “Rahmân” ismi vermiştir. İkincisi ve üçüncüsü Rahmânî lütûflar değil, belki “ilâhî lütûflar”dır. Çünkü Rahmân isminin altında mevcût olan isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkârın elleri üzerinde açığa çıkmış olan rahmettir ve bu rahmet acılık ile karışıktır, hâlis değildir.
Şimdi Allah Teâlâ, bâzan bir lütfû kula Rahmân’ın iki eli üzere verir. Bundan dolayı lütûf, o vakitte tabiâta hoş gelmeyen veyâ gâyeye yöneltmeyen ve buna benzer şâibeden hâlis olur. Ve Allah Teâlâ bâzan lütfû kula Vâsi’in iki eli üzere verir. Şu halde genel olur. Yâhut Hakîm’in iki eli üzere verir. Böyle olunca vakitte en uygun olana nazar eder. Yâhut ni’metlendirmek için Vâhib’in iki eli üzere verir; ve Vâhib’e karşı kendisine faydalanma olan kimseye şükür ve amelden bir karşılık ile teklîf olmaz. Yâhut Cebbâr’ın iki eli üzere verir. O halde konumuna ve kulun hakedici olduğu şeye nazar eder. Yâhut Gaffâr’ın iki eli üzere verir. Bu halde de mahalle ve kulun üzerinde sâbit olduğu hâle nazar eder. Eğer kendisine faydalanma olan azâbı hakedecek bir hal üzere olursa, ondan onu örter; yâhut azâbı haketmeyecek bir hal üzere olursa, azâbı hakedici olur olan halden onu örter. Bundan dolayı kendisine faydalanma olan mâsûm ve lütûfta bulunulmuş ve korunmuş olarak isimlendirilir. Ve bundan gayri ki, bu sınıfa uygun ola (27).
Yâni hâlis rahmet ile karışmış rahmet’in detaylanması budur ki, Allah Teâlâ bâzan bir kuluna bir lütfû Rahmân isminin iki eli üzere verir; çünkü Rahmân’ın biri “fâil” ve diğeri “münfail yâni fâilin fiilini kabûl edici” olmak üzere iki eli vardır. Biriyle verir, diğeriyle alır. Diğer isimler hakkında da bu îtibâr vârdır. Bundan dolayı bu lütûf, hâlis lütûf olur. Geliş vaktinde tabîata hoş gelmeyen şeyle karışık değildir. Meselâ karnı aç olan kimseye helâl olan latîf ve nefis yemek ihsânı gibidir. Bu bir ihsan ve lütûftur ki, aç olan kimse hakkında rahmet ve hâlis lütûftur. Ne zâhiren ve ne de bâtınen tabiâta hoş gelmeyen bir şeyle karışmış değildir.
Veyâhut o lütûf kendisine faydalanma olan kimseyi gâye ve maksada yöneltmemekten, yâni kulu gâyesine ulaşmaktan men eden şeyden ve diğer buna benzer keder sebebi olacak şeylerden hâlistir. Meselâ bir pâdişah helâl mâlından bir kimseye on bin liralık bir çiftlik ihsân etse, bu hâlis lütûftur. Ve o kimsenin gâyesi ondan faydalanmaktır. Fakat bir hak sahibi çıkıp o çiftliğin kendi malı olduğu dâvâsına kalkışsa, bu dâvâ, o kimseyi gâyeye ulaşmaktan men eden bir şey ve keder sebebi bir hâl olur. İşte hâlis lütûfta bu gibi şeyler olmaz.
Ve bâzan Allah Teâlâ bir lütfû, “Vâsi”‘ isminin iki eli üzere verir. Ve bu lütûf, ya sıhhat ve rızık gibi genel olarak hizmetkârlara şâmil olur; veyâhut her hangi bir kuluna hâs olup onun zâhir ve bâtınına ve rûh ve tabîatına ve hâllerinin tümüne genel olur.
Ve bâzan Allah Teâlâ lütfû “Hakîm” isminin iki eli üzere verir. Ve o anda en fazla sâlih olan emir ne ise, Hak Teâlâ ona bakar. Meselâ, bir kimsenin çürük bir dişi çok şiddetli olarak ağrır. Bu ağrıdan kurtulması o dişin çekilmesine bağlıdır. Oysa diş çekilirken, o ağrıdan daha şiddetli bir acı hissedilir. Fakat sonunda râhat vardır. Bundan dolayı kulun o anda en fazla işine yarayacak olan şey, dişin çekilmesidir. Ve hikmette kulun hâline uygun olan şeyi vermektir. Bu lütûfta belâ ile nîmet karışıktır. Ve Hakîm isminin hizmetiyle rahmet hâsıl olmuştur. Yâni Hakîm ismi, Rahmân isminin hizmetkârı olmuştur. Onun için buna ”rahmânî lütûf” denmez, belki “ilâhî lütûf” denir. Çünkü “İlah” mâbuddur; ve mâbud ise kula göre mâbuddur. Ve hasta ise, Şâfi ismine ibâdet eder ve muhtac olduğu şeyi o isimden taleb eder. Ve Hakîm ismi ise o kulu muhtâc olduğu mâbudu tarafına götürmeğe hizmetkârdır. Ve Şâfi ismi, Rahmân ismi altında mevcûttur.
Yâhut Allah Teâlâ lütfû, nîmetlenmesi için Vâhib isminin iki eli üzere verir. Ve bu isim vâsıtasıyla gelen ilâhî lütfa karşı, kendisine faydalanma olan kimse, şükür ve amel etmek gibi bir karşılık ile mükellef olmaz. Yâni bu lütûf, kula şükrettiği ve sâlih amel işlediği için verilmiş değildir. Belki nîmetlenmenin salt olması içindir. Ve Allah Teâlâ bu salt nîmetlenme ile nîmetlerinin vücûdunu açığa çıkarır. Nitekim ömrü boyunca bir defa bile şükretmemiş olan veyâhut zâten îmânı olmadığı için sâlih amel işlemek aslâ aklına gelmemiş olan kimseler, çeşitli ilâhi nîmetler ile nîmetler içindedir. Cenâb-ı Sa’dî (k.s.) buyurur:Tercüme:
“Ey kerîm olan Allâh-ı zü’l-Celâl! Sen gayb hazînenden mecûsîleri ve kâfirleri rızıklandırırsın. Sen düşmanlarına nîmet verdiğin ve ihsân ettiğin halde, hiç dostlarını nîmet vermekten mahrûm eder misin?”
Yâhut Allah Teâlâ lütfû Cebbâr isminin iki eli üzere verir. Ve bu sûrette de Cebbâr ismi konumuna ve kulun haketmiş olduğu şeye bakar. Meselâ kulun kibir ve azameti kendisinin âfetidir; kemâl ise tevâzu’dadır; bundan dolayı onun haketmiş olduğu şey, bu konumda zillettir. Cebbâr ismi, o kulun uğramış olduğu kibir âfetini zilletle cebrederek defeder.
Yâhut Allah Teâlâ lütfû Gaffâr isminin iki eli üzere verir. Bu halde Gaffâr ismi, mahalle ve kul ne hâl üzere sâbit ise o hâle bakar. Meselâ bir mü’minin ayıbından haberdar olduğumuz zaman, onu örtmeye memûruz; çünkü gıybet ve ayıbı açıklamak haramdır. Fakat hayâsız olan kimsenin ayıplarını gördüğümüz zaman, hálkın kınaması ve kabahatli bulması sebebiyle o ayıplarda ısrardan vazgeçer ümîdi ile, onlardan bahsetmek mümkündür. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur: “Kim ki hayâ gömleğini çıkarıp atarsa, onun için gıybet yoktur.” Bundan dolayı ayıbı örtmek ve örtmemek husûsunda mahalle, yâni ayıbın sâhibine ve onun bulunduğu hâle bakılır.
Şimdi Gaffâr ismine görünme yeri olan kimse, şu iki halden biri ile kayıtlıdır. Ya azâbı hakedecek bir hâl üzere olur; veyâhut azâbı haketmeyecek bir hal üzere bulunur. Eğer azâbı hakedecek bir hal üzere olursa Gaffâr onu azâbtan örter. Yâni kul, günah bir iş işleyip azâba hak kazandığı halde Gaffâr onu örter; ve eğer azâbı gerektirmeyen bir hal üzere, yâni Allah(c.c)’ın emirlerini yerine getirir ve sâlih ameller ve güzel ahlâk üzere bulunursa, azâbı hakedici olacağı halden, yâni günah işlere girişmekten örter. Ve işte azâbı gerektirecek olan halden örtülmüş olan kimseye “mâsûm ve lütûfta bulunulmuş ve korunmuş” olarak isim verilir. Ve bu sınıfa benzeyen ve münâsib olân bahsedilen isimlerin gayri ki, hep isimlerin lütûflarındandır.
Ve nezdinde olan hazînelerin hâzinedârı oluşu yönüyle veren, Allah’dır. Bundan dolayı o lütfû hâs isminin iki eli üzere, bu emr ile, ancak mâlûm kader üzere çıkarır. Böyle olunca Adl ismi ve ihvânının iki eli üzere, her bir şeyin hálk edilişini verdi (28).
Yâni her bir ilâhî isim bir hazînedir; ve bütün isimler “Allah” isminin altında toplanmıştır. Bundan dolayı “Allah” ismi bütün hazînelerin hazînedârıdır. Her bir ismin hazînesinden gelen lütûfları, hepsinin hazînedârının “Allah” ismi olması yönüyle, o verir. Şu halde veren Allah’dır.
Ve Allah bu lütûfları, her bir görünme yerinin idârecisi ve rûhu ve Rabb-i hassı olan hâs isminin iki eli, yâni veren el ve alan el üzere ancak bilinen kader ile o hazîneden ihrâç eder. Doğduğu günden öleceği güne ve dakîkaya kadar bir kimsenin, hâs isminin hazînesinde ne varsa, doğar doğmaz hepsi birden ihrâç olunmaz; hastalık, sağlık, açlık, tokluk, rızık ve ilim, zaman zaman bilinen mikdârı üzere iner.
Bundan dolayı Allah Teâlâ Adl isminin ve onun kardeşleri olan Muksit ve Hak ve Hakem gibi diğer isimlerinin iki elleri üzere her şeyin hálk edilişi ne ise, yâni ezelde istîdâd lisânı ile Hak’tan taleb ettiği ve onun bu talebi üzerine Hakk-‘ın da onun hakkında hükmettiği şey ne ise, onu verir. Şu halde “Bu niçin fakîr oldu; ve o niçin zengin oldu?”; veyâ “Bu âsî, o itaâtkâr oldu?”; veyâhut “Bu insan, o da köpek oldu?” diye Hakk’a îtiraz olunamaz. Çünkü Adl ve Hakem isimleri her şeye hálk edilişini vermiştir. Bundan dolayı, herkesin hakîkâti ve ayn-ı sâbitesi neyi beğenip istemiş ise ona o verilmiştir.“Fe lillâhil hüccetül bâligah” (En’âm, 6 / 149) yâni “Allah için apaçık delil sâbittir” ve “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) Yâni “Allah işlediğinden mes’ûl değildir, onlar mes’ûldür”. Çünkü Hak herkese istediğini vermiştir. “Niçin istediğini verdin?” diye, bir kimseye îtiraz olunmaz. Fakat “Niçin sen fenâ şeyi beğendin aldın?” diye, îtiraz olunabilir.
Bu bahisde “İsteyen kim; mes’ûl kim; ve iyi şey dururken, fenâ şey nasıl alınır?” gibi, birçok sorular akla gelir. Bunların hepsi, diğer bölümlerde sırası geldikçe îzâh olunmuştur. Hemen Cenâb-ı Hak doğru anlayış ve selîm olarak bizzât hakîkatlerini idrâk ederek yaşamayı ihsân buyursun.
Ve Allah’ın isimleri sonsuzdur. Çünkü o isimler, onlardan olan şey ile bilinir; ve onlardan olan şey de sonlu değildir. Ve eğer ki ilâhi isimler, sonlu asıllarına döner, ki, o da isimlerin asıllarıdır, yâhut isimlerin makâmıdır. Ve hakîkatte vücûdda ilâhi isimler ile dolaylı olarak anlatılmak istenen bağıntıların ve izâfetlerin hepsini kabûl eden tek bir hakîkatten başkası yoktur. Oysa hakîkat, sonu gelmeksizin açığa çıkan bir isim için bir hakîkatın sâbit olmasını verir ki, o isim, o hakîkat ile diğer isimden ayrılmış olsun; ve o hakîkat ki, isim onunla diğer isimden ayrılır, o ismin “ayn”ıdır. Kendisinde iştirâk olan şeyin “ayn”ı değildir (29).
Yâni Allah’ın isimleri her ne kadar sonlu olan asıllara, yâni zâti isimler tâbîr edilen Hayy, Alîm, Semî’, Basîr, Mürîd ve Kadîr gibi isimlerin asıllarına veyâ isimlerin makâmlarına döner ise de, cüz’i hükümleri îtibâriyla sonsuzdur.
Çünkü isimler, kendilerinden çıkan eserler ile bilinir ve çıkan eserler ise sonsuzdur. Ve işin hakîkatine bakılırsa, tek bir hakîkat olan mutlak vücûddan başka bir vücûd yoktur. Ve o tek bir hakîkat bağıntıların ve izâfetlerin tümünü kabûl eder; ve bu bağıntılar ve izâfetler o hakîkâtin ahadiyyetinde helâk olmuş olmaları îtibârıyla birbirinin aynıdır. İşte bu bağıntıları ve izâfetleri biz “ilâhi isimler” tâbîriyle dolaylı olarak anlatırız.
Ve hakîkat sonu gelmeyen eserleriyle açığa çıkan bir isim için bir hakîkatın sâbit olmasını gerektirir, tâ ki her bir isim kendi hakîkati ile diğer isimden fark edilebilsin. Meselâ Hâdî ve Mudill isimlerinin ayrı ayrı birer hakîkâtlari olmasa, bir dîğerinden bunları ayırmak mümkün olmaz idi. Oysa bunların eserleri muhteliftir. Birinin eseri düzeltme, diğerinin eseri bozmadır. Mâdemki eserleri başka başkadır, elbette hakîkâtlerinin de başka başka olması lâzım gelir. Ve her bir ismi diğer isimden ayıran hakîkat, o ismin “ayn”ıdır.
Fakat her bir ismin hakîkâti, içinde müşterek olarak sâbit oldukları, tek bir hakîkâtin “ayn”ı değildir. Çünkü o hakîkât bütünsel ayn’dır; ne kadar hakîkat var ise hepsini toplamıştır. Ve parça, bütünü ihâta edici olamaz ki onun “ayn”ı olsun.
Örnek: Gökyüzü dediğimiz sonsuz uzaydaki sonsuz cisimler “esîr” denilen latîf maddenin kesâfet peydâ etmesinden oluşmuştur. Bundan dolayı her birinin hakîkâti “esîr”dir. Ve onun hakîkâti esîrden kendisinin nasîbi olan miktârın “ayn”ıdır. Yoksa bütünsel ayn olan esîrin “ayn”ı olamaz. Çünkü esîr, o cisme isâbet etmiş olan miktardan ibâret değildir.
Nitekim muhakkak lütûflar, her ne kadar tek bir ayn’dan ise de, her bir lütûf, kendi şahsıyyeti ile, kendinin dışındakilerden ayrılmıştır. Bundan dolayı bunun, o diğeri olmadığı bilinir. Ve bunun sebebi, isimlerin birbirinden farklı olmasıdır. Böyle olunca hazret-i ilâhiyyede, onun genişliğinden dolayı, aslâ tekrar eden bir şey yoktur. İşte bu, kendisine îtimât olunan haktır (30).
Yâni her bir ismin hakîkâti, diğer bir ismin hâkîkatinden ayrı olduğu gibi, ilâhi lütûflardan her bir lütûf dahi kendi şahsıyyeti ile diğer lütûflardan farklı olur. Bununla berâber lütûfların hepsi bir asıldandır. Yâni bütün isimleri toplamış olan Hakk’ın bir olan vücûdundandır. O da ahadiyye zâtıdır. Fakat ahadiyye zâtının zâtiyyeti yönünden hiçbir lütûf çıkmaz. Çünkü ondan hiçbir tecellî olmaz. Lütûf ancak isimler eliyle ulaşır. Bundan dolayı Allah Teâlâ her lütfû bir mahsûs ismin hâzînesinden verir. Ve isimlerin istîdâdları başka başka olduğundan, o isimlerin hazînelerindeki lütûflar dahi tabî ki biribirine benzemez. Şu halde lütûflar, bir dîğerinden ayrılır.
İşte bu îzâhlardan bilinir ki, bu lütûf, o diğer lütfûn aynı değildir. Ve lütûfların birbirinden ayrı olmasına sebep de isimlerin bir dîğerinden ayrı olmasıdır. Bundan dolayı hazret-i İlâhiyye, yâni ulûhiyyet, o kadar geniştir ki, sonsuz olan isimlerin birbirinden farklı olan hakîkatlerini toplamış olduğu yön ile, onda aslâ tekrar eden bir şey bulunmaz; yâni ulaşan lütûfların ebedin ebedi bir daha aynı çıkmaz. Çünkü gelen, bitmez tükenmez bir sonsuzluktur. Tekrar ise darlıktan oluşur.
Ve bu tekrarın olmayışı hakkındaki mezheb, kendisine îtimât olunan hak bir mezhebtir; çürük bir bâtıl mezheb değildir. Mesnevî:Tercüme:
“O izâfî yokluk, ölüden daha ölüdür. Onun var etme (kef)finde çaresiz olur. Sen Kur’ân-ı Kerîm’de “külle yevmin huve fî şe’n“ (Rahmân, 55/29) yâni “O her anda bir iştedir” âyet-i kerîmesini oku da, onu işsiz ve fiilsiz bilme! Onun her gün en aşağı olan işi odur ki, o üç orduyu seferber kılar. Bir orduyu babaların sulbünden rahimde nebât bitmek, yâni evlâd hâsıl olmak için, anaların tarafına yollar; ve bir orduyu, cihânın erkek ve dişi ile dolması için yeryüzüne gönderir; ve bir orduyu, her bir kimse amel güzelliğini görmesi için arzdan ecel tarafına yollar.”
İşte bunların hepsi isimler dolayısıyla ilâhî tecellî ve ilâhî lütûflardır; ve O’nun işleri sonsuzdur.
Ve bu ilim, Şîs (a.s.) ‘ın ilmidir ve onun rûhu, rûhlardan bunun benzeri söz söyleyenlerin hepsi için yardım edicidir. Sonuncunun rûhu müstesnâdır. Çünkü her ne kadar madde bedeninin oluşumu zamânında, bunu kendi nefsinden idrâk etmedi ise de, ona asıl, rûhlardan bir rûhdan değil, ancak Allah’dan gelir. Belki onun rûhundan rûhların tümüne asıl olur. Şimdi o, hakîkatı ve mertebesi yönüyle bunun hepsini, aynıyla âlimdir. Maddesel oluşumu yönünden onu câhildir, bu yönler ile o âlimdir, câhildir. Bundan dolayı zıtlar ile vasıflanmayı kabûl eder. Nitekim asıl, bununla vasıflanmayı kabûl eyler. Celîl ve Cemîl gibi. Zâhir ve Bâtın ve Evvel ve Âhir gibi. Ve oysa, o, kendinin aynıdır; onun gayrı değildir. Şimdi o, bilir, bilmez ve âriftir, ârif değildir ve müşâhiddir, müşâhid değildir (31).
Yâni işte bu ilâhi lütûflara dâir olan ilim, Şîs (a.s.)ın hâs ismi hazînesinde gizli olan ilimdir. Ve Kâmil rûhlardan her kim bu ilâhi lütûflar bahsinde söz söylerse, Şîs (a.s.)’ın rûhu, bu ilimde onların rûhlarına yardım eder.
Ancak evliyânın sonuncusunun rûhu bu yardım alıştan müstesnâdır. Çünkü evliyânın sonuncusu, bütün evliyânın ilimlerde feyz kaynağıdır; ve ona gelen ilimin özü hiçbir rûhtan gelmez, ancak Allah’tan gelir. Çünkü ilâhi mutlak velâyette gizli olan şey, en evvel muhammediyye’ye hâs velâyette taayyün etmiş olur. Ve bu velâyet, isimlerin hepsini ve ilâhi sıfatları toplamış olduğundan, ne kadar zorunlu ve imkân dâhilinde hakîkatler varsa, hepsine feyzler bu mertebeden dağılır. Ve rûhların hepsine, velâyetin sonuncusunun rûhundan öz olur.
Fakat evliyânın sonuncusu, cesedinin bu şehâdet âleminde unsurlardan oluşmuş olduğu zamanda bunun böyle olduğunu kendi nefsinden idrâk etmedi ve anlamadı; velâkin isimlerinin hakîkâti ve rûhâni mertebesi yönünden, her şeye yardım ettiğini “ayn”ıyle ve zâtı ile bildi. Şu halde evliyânın sonuncusunun bunu hakîkatiyle bilmesine ve maddesel oluşumu yönüyle bilmemesine bakılacak olunursa, onun hem âlim ve hem de câhil olduğuna hükmolunur.
Bundan dolayı evliyânın sonuncusu, ilim ve cehil gibi zıtlar ile vasıflanmayı kabûl eder. Nitekim asıl, yâni Hakk’ın bir olan vücûdu, zıtlar ile vasıflanmayı kabûl etmiştir. O zıtlar da Celîl ile Cemîl ve Zâhir ile Bâtın ve Evvel ile Âhir gibidir. Ve oysa zıtları kabûl eden bir olan vücûd kendi vücûdunun aynıdır; kendi vücûdunun gayrı değildir. Örneğin insanın ayni vücûdu gülmeyi ve ağlamayı ve gazabı ve rızâyı ve gam ve sevinci kabûl eder. Bunlar ise birbirinin zıddı olan şeylerdir. Ve insanın bir olan ayn’ı, kendi vücûdunun aynıdır, gayri değildir.
Ve o zıtlar zâti işlerdir ve zâti işler o bir olan ayn’ın aynıdır ve işler arasındaki zıt oluş bir dîğerine göredir.
Şimdi evliyânın sonuncusu zâtının hakîkâti ile âlimdir, âriftir ve şâhid olandır; ve maddesel oluşumu ile âlim değildir, ârif ve şâhid olan değildir; çünkü maddesel oluşum perdedir.
Ve bu ilim sebebiyle Şîs olarak isimlendirildi. Çünkü onun ma’nâsı “Allah’ın hibesi”dir. Bundan dolayı, sınıflarının ve bağıntılarının farklılığı üzere, lütûfların anahtarı onun elindedir. Çünkü, Allah Teâlâ’nın Âdem’e hibe ettiği şeyin ilki odur ve onu ancak Âdem’in kendisinden hibe etti. Çünkü çocuk, babasının sırrıdır. Bundan dolayı ondan çıktı, yine ona döndü. Şimdi idrâki Allah’dan olan kimse için, Âdem’e garib gelmedi. Ve kevnde olan lütûfların hepsi bu kanal üzeredir (32).
Yâni bu lütûflar ilmi sebebiyle, Şîs (a.s.)a “Şîs” adı verildi. Çünkü Şîs’in ma’nâsı İbrânîce “Allah’ın hibesi”dir. Çünkü Âdem (a.s.) Hâbil’in şehâdet hâdisesinden sonra mahzûn olup, ilâhi hibe olan vahyi ilimler ile sâlih bir oğul taleb etti. Hak ona Şîs (a.s.)ı ihsân etti. Bundan dolayı Cenâb-ı Âdem onu, ismi müsemmâsına uygun olmak üzere, “Allah’ın hibesi” ma’nâsına gelen Şîs ismiyle isimlendirdi.
Ve hibesel ilimler ilk olarak insâni sûretlerde Şîs (a.s.) ile açığa çıktığından, lütûfların anahtarı, onların sınıflarının ve bağıntılarının farklılığı üzere, Şîs (a.s.)ın elindedir. Ve lütûfların sınıflarının ve bağıntılarının muhtelif oluşu da, onların menşei olan isimlerin farklılığındandır.
Ve Allah Teâlâ’nın Âdem (a.s.)a ilk olarak hibe ve ihsân ettiği şey Şîs (a.s.) olmakla berâber, Allah Teâlâ o hibe ve lütfû, Âdem’e yine Âdem’den verdi. Çünkü hadîs-i şerîfte: “Çocuk babasının sırrıdır” buyrulmuştur. O babasının vücûdunda örtülü ve onda potansiyel olarak mevcûttur. Bundan dolayı Âdem’in vücûdundan nutfe sûretinde çıkıp anne rahmine ulaştı. Ve insan sûretinde doğmak ile zâhiri ve sûreti Âdem’in zâhirine ve sûretine uygun oldu. Ve Cenâb-ı Âdem’in bâtını ilâhi isimlerin toplanmışlığının sûreti idi. Şîs (a.s.)’ın bâtınına da, menşei ilâhi isimler olan ilâhi lütûflar hakkındaki ilim hibe ve ihsân olundu. Bundan dolayı Cenâb-ı Şîs’in bâtını da, Hz. Âdem’in bâtınınâ uygun oldu. Bu sûrette Şîs (a.s.) Âdem (a.s.)ın zâhiren ve bâtınen sırrı oldu. Ve zâhiren ondan çıktı; bâtınen ve mânen ona döndü.
Şimdi Cenâb-ı Şîs idrâki, anlamak esasını, Allah’tan alan kimse indinde, Hz. Âdem’e hâriçten gelen bir garîb değildir. Çünkü idrâki doğrudan doğruya Âllah’tan alan kimse bilir ki, herkese gelen ilâhi lütûflar Hak ilminde sâbitlik bulan kendi ayn-ı sâbitesinin, ezelde istîdâd lisânı ile Hak’tan taleb etmiş olduğu şeylerden ibârettir. Ve insana kendi hakîkâti olan ayn-ı sâbitesinin hâricinden hiçbir şey gelmez.
Fakat idrâki, doğrudan doğruya Allah’tan almayıp felsefeciler ve fen ilmi sahipleri gibi muhtelif varlıksal görünme yerleri vâsıtasıyla alırsa, o gibilerin indinde bu ma’nâ akla uzak olur. Çünkü onun kalb ve beyninde hükümrân olan şeyler vehimden ibârettir. Oysa kevnde, yâni bu çokluk âleminde, gerçekleşen lütûfların hepsi, ister adet üzere vâsıta ile ve ister vâsıtasız gelsin, bu kanal üzerinedir, yâni herkesin yapılmamış olan istîdâdları ve zâti hakîkâtlerinden dolayıdır. Kişiye kendisinin hâricinden hiçbir lütûf ulaşmaz.
Şimdi bir kimsede Allah’tan bir şey yoktur. Ve her ne kadar onun üzerine sûretler çeşit çeşit oldu ise de, bir kimsede kendi nefsinden gayrı bir şey yoktur. Ve ehlullahdan kimsenin gayrı bir kimse bunu ârif değildir. Ve muhakkak iş bunun üzerinedir. Şimdi bunu bilen kimseyi gördüğün zaman, ona îtimâd et! Bu, ehlullâh’ın içindekilerden hâsların hâssının hülâsasının sâfileşmişinin aynıdır. Şimdi herhangi keşf sâhibi, maârifden kendi indinde olmayan şeyi kendisine ilkâ eden ve bundan evvel mevcût olmayan lütfû veren bir sûreti müşâhede etse, bu sûret onun aynıdır; gayri değildir. Bundan dolayı kendi nefsinin ağacından kendi ilminin yemişini toplar. Parlak bir cisim karşısında, kendisinden hâsıl olan zâhir sûret gibidir ki, o sûret onun gayrı değildir. Ancak şu kadâr vardır ki, kendi nefsinin sûretini ilkâ eder gördüğü mahalde, yâhut mertebede o sûret bir yönden, o mertebenin hakîkatı dolayısıyla değişmiş olur (33).
Yâni sonsuz görünme yerlerinden her bir görünme yeri, ilâhi işlerden bir iş olan bir hâs ismin görünme yeridir. Hakkın mutlak vücûdu o isim dolayısıyla, o görünme yeri sûretinde taayyün etmiş ve kayıtlı olmuştur. Bundan dolayı o görünme yeri bağımsız bir vücûd ve Hakk’ın vücûdu karşısında bir, iki, üç diye sayılabilecek bir mevcût olmadığından, herhangi bir görünme yerinin vücûdunu isbât edip bunda Allah’tan şu kadar şey vardır diyemeyiz. Aksi halde Allah’ın dâhil olma ve parçalara ayrılma kabûl ettiğini iddiâ etmek olur. Halbuki işin hakîkâti aslâ böyle değildir.
Bu görünme yeri latîf olan mutlak vücûdun mertebe mertebe kesîfleşmesinden husûle gelmiş olan birer aynadır ki, onlarda her bir ismin sûreti yansıyıcı olmuştur. Örneğin bir kimsenin sûreti bir aynada görüldüğü zaman, o hayâli sûrette, hayâlin sâhibi olan görenin vücûdundan bir şey mevcûttur denemez. Ancak o hayâl ile hayâl sâhibi arasında esassız ve târîfe sığmaz bir bağlılık mevcûttur. Mesnevî:Tercüme ve îzâh:
İnsanların Rabbi, yâni kendilerini terbiye eden hâs isim için, insanların cânı île esassız ve kıyâssız bir bağlılık vardır. Çünkü her bir hâs isim bir zâtî iştir. Hak, ilim mertebesinde bu iş ile taayyün edici olur; ve ilmi sûretler, bu işlerin gölgesidir. Ondan sonra rûhlar mertebesine tenezzül edip yine bu işin ilmi sûreti üzere, o mertebenin îcâbına göre taayyün eder ki, rûhlar ilmi sûretlerin gölgesidir. Ve aynı şekilde yine böylece misâl âlemine ve şehâdet mertebesine tenezzül eder. Bundan dolayı her bir mertebede taayyün etmiş olan sûret kendinden önceki mertebede taayyün etmiş bulunan sûretin gölgesi olur ve gölge sâhibi ile gölge arasındaki bağlılık, esassız ve kıyâssızdır.
Ve bir kimsenin üzerinde vücûdunun hâlleri dolayısıyla türlü türlü sûretler açığa çıkar ise de, onda kendi nefsinden başka bir şey yoktur; çünkü her bir kimsenin hakîkâti, ilâhî ilim mertebesinde Hakk’ın vücûduyla taayyün etmiş olan zâti işlerden bir iştir. O ilâhî işin istîdâdı neden ibâret ise, zâti gereği olan şeylerin hepsi onun hazînesinde toplanmıştır. Her bir mertebede o mertebenin îcâbına göre, vakti geldikçe yavaş yavaş kuvveden fiile gelir. Bundan dolayı bizim üzerimize, doğduğumuz günden öleceğimiz güne kadar, ne sûretlerde ilâhi lütûflar ulaşmış ve ulaşacak ise, hep kendi hakîkatimizden ve nefsimizden ve ayn-ı sâbitemizden ulaşmıştır. Hakîkâtimizin anbarında mevcût olmayan şeylerin bizlere ulaşması imkânsızdır.
Ve bu ilmi, ehlullahdan isimlerin ve sıfatların sırlarına ve kader sırrına vâkıf olan kişilerden başkası zevk ile ve hâl ile bilmez; ve işin hakîkâti muhakkak bahsettiğimiz yön üzeredir. Böyle olunca ey ilâhî isimlerin ve sıfatların sırlarının tâlibi bu ilmi zevkan ve vicdânen bilen kimseyi gördüğün zaman, ona îtimâd et ve yıkayıcının elindeki ölü gibi ona teslîm ol! Çünkü bu ârif, ehlullâhın içindekilerden hâsların hâssının hülâsasının ve özünün sâfileşmişinin aynıdır, yâni süzülmüşüdür.
Bilinsin ki, ehlullâhın avâmı tevhîdi müşâhede ederler.Ve tevhîdin muhtelif makâmlarında zikir “lâ ilâhe illallah”tan ibârettir. Ve bu tayyib kelime gayrının vücûdunu kaldırdığı ve Hakk’ın vücûdunu isbât ettiği için ikiliğin ma’nâsını içinde barındırır. Çünkü bir şeyin vücûdunu kaldırmak için ilk önce onu isbât etmek lâzımdır. Bundan dolayı bunda “tevhîd” ve “muvahhid”, yâni tevhîd eden; ve “muvahhed”, yâni tevhîd olunan gerekli olup bunlar da çokluktur ve aklen bunlar bir dîğerinin gayrıdır.
Ehlullâh’tan hâssanın hâssasına gelince bu zâtlar çoklukta vahdeti müşâhede ederler. Yâni görünme yerlerinin hepsinde isimleri dolayısıyla taayyün etmiş olan Hakk’ın bir vücûdudur, derler. Bundan dolayı bir olan hakîkî vücûd ile görünme yerlerinin vücûdu arasında gayriyyet görmezler; ve bakışları bir olan hakîkî vücûdadır.
Ehlullâhtan hâssanın hâssasının zübdesi de vahdette çokluğu müşâhede ederler. Bakışları bir olan hakîkî vücûdda taayyün etmiş olan görünme yerlerinedir. Yâni mutlak vücûdun tenezzül mertebelerinde açığa çıkan çokluğa bakıcıdırlar. Bu bakışta da gayriyyet yoktur.
Ehlullâhdan hâsların hâssının hülâsasının süzülmüşü ve sâfîsi de iki müşahede arasını birleştirirler. Yâni çoklukta vahdeti ve vahdette çokluğu müşâhede ederler. Onların bakışında hakîkî bir olanın vücûdu görünme yerlerinin çokluğuna ve görünme yerlerinin çokluğu da hakîkî bir olanın vücûduna perde olmaz.
Şimdi herhangi bir keşif sâhibi bir sûret görse ve o sûret ona bilmediği ilmi ilkâ etse ve evvelce kendisinin bilmediği sırları ve hakîkatleri öğretse ve meselâ “Ben senin Allâh’ınım şunu yap, bunu yapma” dese, o kimse bu gördüğü sûreti “Allah” zannetmesin! O sûret ancak onun ayn-ı sâbitesinin sûretinde olan Hakk’ın bir sûrî tecellîsidir; ve ayn-ı sâbitesi ise kendisinin aynıdır, gayrı değildir. Bu sûret, o keşf sâhibinin kendi ayn-ı sâbitesi olunca, onun verdiği ilim de, yine kendisinden kendisine verilmiş olur. Ve kendi Rabb-i hâssı olan ismin ağacından ilimlerin meyvesini koparıp toplamış olur.
Beyt: Tercüme:
“Şeker menba’ıyım, şeker kamışı tarlasıyım. O şeker benden büyüme ve gelişme bulur. Onu yine ben yerim”.
Beyt: Tercüme:
“İyilik ve kötülük herkese kendinden gelir. İyilere iyi ve kötüye de kötü ulaşır.”
Bu hâl parlak bir cisim karşısında, insanın kendisinden zâhir olan sûrete benzer. Nitekim bu yansıyan sûret, görenin gayrı değildir. İşte o parlak cismin vücûdu, insana kendi zâtının müşâhedesi esâsını vukûa getirdi.
Aynı şekilde Hakk’ın vücûdunda, zâhir olan sûretler de, Hakk’ın vücûd aynasında yansıyan a’yân-ı sâbitenin sûretleridir. Bundan dolayı her bir keşf sâhibinin Hakk’ın vücûdu aynasında müşâhede ettiği sûret kendi zâtının ve hakîkatinin, yâni ayn-ı sâbitesinin sûretidir.
Şu kadar ki, bu gördüğü sûret, mahal veyâ mertebe dolayısıyla bir yönden değişmiş olur. Yâni keşf sâhibinin gördüğü sûret, kendi ayn-ı sâbitesinin aynı olmakla berâber, o sûreti, hangi mertebede görmüş ise, o mertebenin îcâbına göre müşâhede eder. Çünkü o sûret, mertebelerin gereklerine tâbi olarak değişir. Meselâ beşli mertebeden, “rûhlar mertebesi”nde başka ve “misâl mertebesi”nde başka ve “şehâdet mertebesin”de başka olur. Fakat hepsi ayn-ı sâbitesinin sûretidir. Ancak mahalle göre değişmiştir.
Nitekim büyük şey, küçük aynada küçük ve uzunda uzun ve hareketlide hareketli olarak zâhir olur. Ve bâzen özel mahâlden sûretin baş aşağı dönmüş halini verir ve bâzen de, ondan zâhir olan şeyin aynını verir. Bundan dolayı, ondan zâhir olan sûretin sağı, bakanın sağına karşılık olur. Ve bâzen de sağ, sola karşılık olur. O da ekseriyâ aynada genel olarak alışılmış bir durumdur ve alışılmışın dışında olarak sağ, sağa karşılık olur ve terslik ortaya çıkar. Ve bunun hepsi, kendisinde tecellî edici olan mertebenin hakîkatinin verdiklerindendir ki, biz onu aynalar derecesine indirdik (34).
Yâni keşf sâhibi olan kimsenin gördüğü sûretin mahalle veyâ mertebeye göre değişmesinin örneği budur ki, hacmi büyük olan bir şey, küçük aynaya karşılık olduğunda küçük görünür. Yine aynı hacim uzun veyâ hareketli aynaya karşı dursa uzun ve hareketli olarak zâhir olur. Bundan dolayı o cisim, mahallin îcâbına göre görünür. İşte bunun gibi birer küçük aynadan ibâret bulunan her bir aynda Hak, o “ayn”ın îcâbına göre zâhir olur.
Bâzen ayna özel bir yakınlıktan dolayı, bakana sûretinin tersini, yâni taban tabana yansımış hâlini verir. Örneğin yeryüzüne yatay konulmuş ayna üzerine bir kimse basmış olsa, aynanın bu özel mahâlli, yâni özel olarak yakın ve hâzır oluşu, o kimseye sûretini baş aşağı dönmüş gösterir.
Ve bâzen aynada zâhir olan sûret, bakanın sûretine baş aşağı dönmeksizin uygun olur; yâni sûret ters çıkmaz, sağı sağa ve solu da sola karşılık gelir. Örneğin birbirine karşılıklı iki ayna konulsa ve bakan ikisinin arasında durmuş olsa, birinci aynadaki sûretinin sağı duran şahsın soluna; ve solu da sağına karşılık olur. Fakat o aynadaki sûret karşıda olan diğer aynada zâhir olduğu zaman sağı ve solu duran şahsın sağına ve soluna tamâmıyla uygun olur.
Fakat aynada görünen sûretin sağının, duran şahsın soluna denk gelmesi genel olarak ekseriyâ alışılmış bir durumdur. Ve mâdemki alışılmış olan sağın sola karşılık gelmesidir, şu halde aynadaki sûretin sağının bakanın sağına karşılık gelmesi alışılmışın dışında olmuş demek olacağından baş aşağı dönme, yâni terslik, zâhir olmuş olur.
İşte bu bahsedilen ihtilâfın hepsi, tecellî mahalli olan mertebenin verdiklerindendir. Bundan dolayı aynada görünen sûret, her ne kadar bakanın aynı ise de, aynanın kendine hâs vaziyetine ve bakanın ona olan özel yakınlığına göre zâhir olur.
Ve aynı şekilde birtakım aynalar derecesinde olan ilâhi ve kevni mertebelerden her bir mertebede keşf sâhibi olan bakan bir sûret müşâhede etse, o sûret kendisinin sûretidir. Ancak hangi mertebede zâhir olmuş ise, o mertebenin hakîkatinin gereklerine göre değişiklik gösterir.
Şimdi her bir kimseye ulaşan ilâhî lütûflar, kendi ayn-ı sâbitesinden gelir.
Şimdi istîdâdını ârif olan kimse, kabûlünü de ârif olur; ve kabûlünü ârif olan her kimse, her ne kadar onu mücmelen ârif ise de istîdâdını bilmez, ancak kabûlden sonra bilir. Şu kadar var ki, zayıf akla sahip olan görüş ehlinin bâzısı, kendilerinin indinde sâbit olduğu zaman, Allâh’ın “fe’alun li ma yeşâ” ya’nî “dilediğini yapar” olduğunu görürler. Allah üzerine hikmete aykırı olan şeyi câiz gördüler. Oysa iş, aslında onun üzerine değildir. Ve işte bunun için bâzı görüş ehli, imkânı kaldırmaya ve zât ile ve zâttan ayrı olarak zorunlu oluşu isbâta kalkıştı (35).
Hz. Şeyh (r.a.) ilâhi lütûfların çeşitli oluşunun mahallin veyâ mertebenin gereğine göre değişiyor olmasından ileri geldiğini beyân buyurduktan sonra, fassın baş taraflarında geçen “Ve bunu mücmel olarak bilen onlardan biridir; ve onu ayrıntılı olarak bilen de onlardan diğeridir“ sözüne dönerek derler ki, “istîdâdını bilen kimse, kabûlünü de bilir.”
Yâni Hakk’ın tecellî ettiği mertebede ismin hakîkatini bilmesi sebebiyle o ismin istîdâdının kabûl ettiği şeyi de bilir. Çünkü her bir isim için, onda tecellî edici olan Hak’tan ona mahsûs bir kabûl vardır. Latîf isminin kabûlü, Müntakim isminin kabûlünden başkadır; ve diğer isimler de buna kıyâs edilebilir.
Ve kevnî eser dahi tecellî edici ile üzerine tecellî olunan arasında isim ile açığa çıkarak bu isim ile isimlenen olur. Ve istîdâdını kabûlünden bilen kimse her ne kadar istîdâdını kabûlden önce mücmel olarak bilirse de, ayrıntılı olarak bilmez; ancak kabûlden sonra bilir. Yâni bir kimseye bir feyz ve lütûf gelse ve o tecellîyi kabûl etse, bu tecellîyi kabûl etmesinden bu lütfû taleb etmiş olan istîdâdını bilir. Çünkü istîdâdı olmasa idi, o feyzi kabûl etmez idi. Fakat her lütfûn kabûlünü ârif olanların hepsi, istîdâdlarını ayrıntılı olarak bilmezler. Çünkü istîdâda vâkıf olmak gâyet güçtür.
Bilinsin ki, istîdâd iki kısımdır:
Birisi küllî ve kadîmdir;
diğeri cüz’î ve sonradan olmadır.
Küllî ve kadîm istîdâd ilâhî ilim’de sâbit olan eşyânın istîdâdıdır ki, onunla vücûda hak kazanıp onu kabûl ettiler; o da yapılmamıştır, yâni sonradan olma değildir.
Cüz’î ve sonradan olma istîdad da aynda mevcût olan eşyânın istîdâdıdır. Bu istîdâd, eşyânın varlıksal hallerini ve bir halden başka bir hale geçen birtakım hallerini kabûlüne sebep olmaktadır.
İlk istîdâd vücûdî değildir, belki a’yân-ı sâbite için bir gaybi halden ibârettir. İkincisi vücûdî ve yapılmıştır. Ve bu her iki istîdâdın ayrıntılarından daha önce bahsedilmiştir.
Şimdi görünme yerlerinin ilâhî lütûfları kabûlleri ve Hakk’ın fiili ve irâde ve kudretin bağlantısı onların istîdâdlarına göre olduğu halde, Eş’ariyye gibi zayıf akıl sahiplerinden bâzı görüş ehli, Allah için “fe’alun li ma yeşâ ve yahkumu mâ yurîd“ yâni “dilediğini yapar ve dilediğine hükmeder” sıfatlarının mevcûdiyetini müşâhede ettiklerinde Allah üzerine hikmete aykırı olan şeyi câiz gördüler de, Hakk’ın olmayacak olan şeylere kudreti olduğu inancında bulundular; ve “varın yok olması” ve “yokun var edilmesi” gibi şeyleri câiz gördüler. Ve oysa iş, hakîkatte onların zannettikleri gibi değildir. Onlar akıllarının zaafından dolayı olmayacak şeylere kudretin bağlanmasını tenzîh zannettiler. Hakîkatte varın yok olması ve yokun var olması mümkün değildir. Ne var yok olur ve ne de yok var olur. Evet, Hak dilediğini işler ve murâd ettiği şeye de hükmeder. Fakat onun ilmi kendisinin ma’lumu olan işlerinin sûretleri olan a’yân-ı sâbiteye ve irâdesi ilmine ve kudreti de irâdesine tabîdir. Ezelî hüküm eşyânın var edilmesini bu hikmet üzere düzenlemiştir. Ve eşyânın var edilmesi potansiyel olarak ahadiyyet zâtında mevcût olan işlerinin fiilen açığa çıkmasıdır. Yoksa salt yokluk, yâni potansiyel olarak mevcût olmayan şeye, varlık vermek değildir. Çünkü vücûd birdir. O da Hakk’ın sonsuz vücûdudur. Akıl mertebesinde onun ötesi salt yokluktan ibârettir ve bu gördüğümüz eşyâ o vücûda bağlı olan birer îtibârî mevcûttur. Bundan dolayı onların salt yokluğa gitmeleri mümkün değildir. Bozulan sûretler ancak şekil değiştirirler.
İşte bu grup Allah üzerine hikmete aykırı olan şeyi câiz gördükleri için, kelâm ehlinden olan görüş ehlinin bâzısı “imkân dâhilinde olanları kaldırmaya” ve “zât ile ve zâttan ayrı olarak zorunlu oluşun ısbâtı”na kalkıştı; yâni dedi ki: “Vücûd, birdir; o da zorunlu vücûddur; ve vücûdda ondan başkası yoktur; ve imkânsızın vücûdu imkânsızdır. Fakat zorunlu vücûdun zâtı ile ve zâtından ayrı olarak zorunlu olması vardır. Ve zât’ı ile zorunlu olan Hakk’ın vücûdudur; ve zâtından ayrı olarak zorunlu olan ise âlemin vücûdudur”.
Bundan dolayı “zâtı ile ve zâtından ayrı olarak zorunlu oluş”un isbâtıyla imkân kaldırılmış oldu. Ve onlar “zorunlu vücûdun zâtından ayrı olarak zorunlu olması vardır” demeleriyle, hârîcî vücûd olan âlem görünme yerini hesâba katarlar. Ve kuramsal akıl sahibi olan İslâm âlimlerini ve bütün felsefecileri ve hattâ bilim adamlarını dahi şaşırtan bu çokluk üzere olan görünme yerlerinin vücûdudur. Hepsi zorunlu vücûdu kabûl ederler; fakat bu eşyâyı görünce: “Bu eşyâ nereden ve nasıl çıkmıştır ve zorunlu vücûd ile bağlantı ve münâsebetleri nedir?” bunları idrâk edemeyip, her grup bir şekilde aklî delîl getirerek iddialarını isbâta çalışır ve birçok boş sözlere düşerler.
Ve bizden tahkik ehli, imkânı isbât eder; ve onun mertebesini ve mümkünü ve mümkünün ne şey olduğunu ve onun nereden mümkün bulunduğunu; ve oysa onun ayn’ı yönünden gayr ile zorunlu olduğunu; ve kendisi için zorunluluk gerektiren gayr isminin nereden geçerli olduğunu bilir. Ve bu ayrıntıyı özellikleriyle ancak ulemâ-i billâh bilir (36).
Ve işin hakîkatini müşâhede eden bizim gruptan bulunan tahkik ehli, zorunlu oluş ve olmayış ile berâber, imkânı isbât eder. Çünkü imkânın mertebesi salt vücûd ile salt yokluk arasındadır. Ve onun hâzır olduğu mahalli bilir ve onun hâzır olduğu mahalli, hâricî vücûddan önce akıldır. Örneğin “siyah” deriz, onun “ayn”ı akılda hâzırdır; ve o mertebede varlık ve yokluk gerekmez. Velâkin hâriçte sebebin varlık ve yokluğundan ayrılmış değildir.
Ve tahkik ehli, mümkünü ve mümkünün ne şey olduğunu da bilir ve mümkünün hakîkati, yokluk ile varlıktan terkib edilmiş ve onda yokluktan ona mahsûs bir miktâr bulunduğu gibi, varlıktan da onda sâbit ve tahakkuk etmiş olan bir miktâr vardır. Bundan dolayı mümkün hem zorunlu olmayanı ve hem de zorunlu olanı açığa çıkarır.
Örnek: Suyun varlığını zorunlu olarak farz etmiş olsak, ona bakarak buz yokluktan ibârettir ve buzun mertebesi var ile yok arasındadır. Ve hâricî vücûdundan önce hâzır olduğu mahal akıldır; ve o mertebede varlığı ve yokluğu gerekmez ve onun vücûdu sebebin varlık ve yokluğundan ayrılmaz; çünkü sebep mevcût olunca açığa çıkar ve sebep kalkınca zâil olur.
Ve donma yokluksal ve izâfî bir iş olduğundan elimize bir miktar buz aldığımız zaman onda, o yokluksal ve izâfî işten ona mahsûs bir miktâr olduğunu görürüz. Çünkü “işte âlemde donma bu kadardır, bu hacmin hâricinde donma olmuş değildir” diyemeyiz; ve onda suyun, yâni zorunlu olanın, vücûdundan dahi sâbit ve tahakkuk etmiş olan bir miktar vardır. Çünkü “‘işte suyun vücûdu bu kadar olup, o da bu buzda taayyün etmiş olmuştur” denemez. Bundan dolayı buz hem zorunlu olmayanın ve hem de zorunlu olanın açığa çıkarıcısı olmuş olur.
Ve tahkik ehli, mümkünün nereden mümkün olduğunu da bilir. Ve “mümkün” vücûdda, var ile yok arasında yokluk bağıntısıdır ve o bağıntı vücûd üzerine ilâve olarak gelmiş bir şey değildir.
Örnek: Lâl rengindeki boya ile yeşil boya bir dîğerine karıştırılsa, deniz renginde koyu bir mâvi renk oluşur. Onun hâricî vücûdu yok idi. Mevcût olan iki boyanın karışmasından oluştu; ve onun vücûdu, iki boyanın vücûdunu arttırmadı; belki onların potansiyel olarak mevcût ve fiilen yok olan bir bağıntısı idi. Ve aynı şekilde buzun vücûdu suya göre bir izâfi ve yokluksal vücûddur. Suyun donup buz olmasıyla vücûdu artmadı.
Ve aynı şekilde tahkik ehli, mümkünün “ayn”ıyla gayr ile zorunlu olduğunu da bilir. Çünkü vücûdun zorunlu oluşu zât’ı ile olursa, ona “zât’ıyla zorunlu” derler; ve eğer gayr ile olursa ona da “gayr ile zorunlu” derler ki, bu da âlemin vücûdudur. Ve âlemin vücûdu ise, zorunlu olan vücûdun taayyününden ibârettir ve taayyünler de daha önce îzâh edildiği üzere, varlık ile yokluk arasında olup hem zorunlu olmayanın ve hem de zorunlu olanın açığa çıkarıcısıdır. Bu da mümkün vücûd olup aynıyla gayr ile zorunludur.
Ve aynı şekilde tahkik ehli, kendisi için zorunluluk gerektiren “gayr” isminin nereden geçerli olduğunu da bilir. Çünkü “zorunlu vücûd” sözü, aslında “zâtı ile zorunlu vücûd”un ismidir. “Gayr ile zorunlu vücûd”a bu ismin verilmesi, kendi vasfını giydirmesi yönünden bu gayr üzerine olan istîlâsı sebebiyledir. Çünkü Hak, Semî’, Basîr ve Mürîd olduğu gibi, bu sıfatlar insanda da açığa çıkmıştır. Örneğin buzun vücûdu açığa çıkmadan önce yok iken, suyun zâti bağıntısından ibâret olan donma gerçekleşince, o buz suyun taayyününden ibâret olduğu halde, açığa çıkması dolayısıyla, onun gayri olur. Ve onunla temizlenememek ve konulduğu kabın şekline tabî olmamak ve akışkan olmamak gibi, birçok yönlerden, aslı olan suya uymaz. Fakat temâs ettiği şeyi ıslatmak ve susamış olan kimse onu yediği zaman kandırmak gibi onda suyun birtakım vasıfları da gözükür.
İşte mümkün hakkındaki bu ayrıntıları ve yönleri arasındaki farkı ve onların istîdâdlarının nev’ilerini, ancak özellikleriyle ulemâ-i billâh bilir. Taayyünlerin çokluğu ve bağıntılar ve görecelikler ile bir olan hakîkî vücûddan perdeli olan ve görüş ehlinden olan âlimler bu hakîkati idrâk edememişlerdir. Bundan dolayı tahkik ehli indinde hakîkatte “mutlak vücûd” ile “kayıtlı vücûd”tan başka bir şey yoktur. Ve vücûdun hakîkatı ikisinde de birdir ve mutlaklık ile kayıtlılık ancak zâti bağıntılardan ibârettir.
Bu insan türünden doğan son çocuk, Şis’in “ayağı” üzerine olur ve o onun sırlarını taşıyıcıdır ve ondan sonra bu türden bir çocuk yoktur. Bundan dolayı o, çocukların sonuncusudur; ve onunla berâber kız kardeşi doğar. Ondan evvel çıkar ve o, başı onun iki ayağı indinde olduğu halde, kız kardeşinden sonra çıkar. Ve onun doğumu Çin’de olur ve konuşma dili; şehrinin konuştuğu dildir. Ve erkekte ve kadında kısırlık yayılır. Bundan dolayı onlarda doğumsuz nikâh çok olur ve onları Allâh’a dâvet eder, îcâbet olunmaz (37).
Yâni hibesel ilimler ilk olarak insâni sûretleri içinde Şîs (a.s.) ile açığa çıkmış ve lütûfların anahtarı da onun elinde bulunmuş idi. Şîs (a.s.)’ın doğuşu ile başlayan bu insâni sistemin yine o başlangıç ile sonlandırılmış olması için, insan türünden doğacak olan son çocuk ilâhî hibe mertebesinin sonuncusu olarak açığa çıkar; ve bu çocuk ilâhî kemâlin aynası olan insâni görünme yerinin sonudur.
Yâni ilâhî hibe olan ilkâî(hibesel) ilimlere elverişli oluş, insan türü içinde Şîs (a.s.) ile açılır ve bu çocuk ile kapanır. Bundan dolayı bu son çocuk Şîs (a.s.)ın “ayağı” üzere olup onun sırlarını taşıyıcıdır. Ve bu çocukların sonuncusundan sonra bu insan türünden, yâni ilkâî(hibesel) ilimlere elverişli bulunan insanların türünden bir çocuk doğmaz. Doğanlar insan sûretinde hayvan olur. Çünkü onların gayretleri zamânımızda pek çok örnekleri görüldüğü üzere, râhatlık kemâliyle istedikleri şeyleri yemek ve içmek ve keyifleri üzere uyumak ve gezmek ve beğendikleri dişileriyle serbestçe çiftleşmek ve hayât zevki dedikleri bu nefsâni menfaâtlerden en mükemmel şekilde faydalanabilmek için servet ve zenginliğe sâhip olmak kasdıyla, medeniyyette ilerleme ve hayât mücâdelesi adı altında mesâî harcamak esaslarından ibâret olur.
Ve kendilerine, beşeri cemîyet düzeni için hiç olmazsa ahlâki kâidelere uymaları teklîf olunsa, “Ahlâk îtibârî iştir” derler. Oysa gece gündüz pek çok önem verip düşündükleri vücûdları da îtibârîdir. Eğer bunlar sözlerinin eri olsalar her îtibârî şeye önem vermedikleri gibi, vücûdlarına da önem vermemeleri lâzım gelirdi. Bundan dolayı onların temel prensipleri “hayâtın zevklerinden faydalanmak için her çeşit vâsıtaya mürâcaat geçerlidir; şu kadar ki, vücûdun selâmeti şarttır” sözüyle özetlenebîlir. İşte bir hayvan konuşabilseydi, söyleyebileceği şey de bundan ibâret olurdu. Bunların vücûdları ve cesetleri, hayvânların vücûdlarından daha mükemmel olduğu halde, onların derecesine inmelerine bakılırsa “ulâike kel en’âmi bel hüm edallu” yâni “Onlar hayvânlar gibidir, hatta daha çok dalâlettedirler” (A’râf, 7/179) âyet-i kerimesinin ne kadar eksiksiz bir ilâhî târif olduğu açığa çıkar.
Çocukların sonuncusu ile berâber onun kız kardeşi de doğar, yâni ikiz olarak doğarlar. Çünkü çocukların sonuncusu, ilâhî hibe mertebesinin sonuncusudur. Ve ilâhî lütûf, isimlerin hizmetkârından bir hizmetkârın iki eli üzerine olur. Nitekim detayları yukarıda geçti. Ve isimlerin “iki el”inden kasıt biri “fâil” ve diğeri “münfail yâni fâilin fiilini kabûl eden” olmak üzere iki sûrette tecellî edici olmasıdır. Ve insan da sûretlerin var edilişinde iki el ile tecellî edicidir. Bir eli ile fâil ve diğer eli ile münfail yâni fâilin fiilini kabûl edicidir. Ve fâil erkek, münfail yâni fâilin fiilini kabûl eden kadındır ve erkek ile kadın “insan” kavramı altında mevcûttur. İşte kaynağı isimler olan ilâhi lütûflar da böyledir. Bu sırra binâen çocukların sonuncusu kız kardeşiyle ikiz olarak doğar. Ve kız kardeşi çocukların sonuncusundan önce; ve o ondan sonra çıkar. Ve çocukların sonuncusunun başı, kız kardeşinin iki ayağı tarafında olur. Çünkü ilâhi lütûflar ulaşacakları yerin, yâni mahallin ve münfailin yâni fâilin fiilini kabûl edenin istîdâdından dolayı açığa çıkar. Bundan dolayı fâilin eserinin açığa çıkabilmesi için ilk önce münfailin yâni fâilin fiilini kabûl edenin vücûdu lâzımdır. Onun için “insan” kavramının münfaili yâni fâilin fiilini kabûl edicisi olan kadın ilk olarak çıkar ve ilâhî hibe mertebesinin sonuncusu olan çocukların sonuncusu ise, fâil el olmasından dolayı kız kardeşinden sonra doğar.
Ve his ve hareket sebebi olan sinir sisteminin mahalli bulunan başı, nefsâni kuvvetlerinin tamamını toplamış olduğundan ve nefsâni kuvvetlerin hükümrân olduğu mahal, tabîat esfel-i sâfilîni olduğundan, kız kardeşinin en alt uzvu olan ayakları tarafında olmuş olur.
Ve ilâhî zevki ilimler ehlullâh için kuvvetlerden oluşmuştur; ve bu kuvvetlerden dolayı da muhteliftir. Bundan dolayı o ilimler kuvvetlerin ihtilâfı ile muhteliftir. Fakat kuvvetlerin ihtilâfı ile muhtelif olan bu ilimler, tek bir ayn olan Hakk’ın hüviyetine aittir. Ve bu hikmet, ahadiyye hikmeti olup “ayaklar ilmi”ndendir ve ayaklar ilminin ayrıntısı Hûd Fass‘ında beyân olunmuştur. İşte bu sırra binâen çocuklarının sonuncusunun başı, kız kardeşinin ayakları tarafında olmuş olur.
Ve onun doğduğu yer Çin’dir; ve kendisi Çin ahâlisinin lisânıyla konuşur. Ve Çin memleketi, insan türünün zuhûr menşei olan Asya kıt’asının en sonudur. Çocukların sonuncusu olduğu için bu kıt’anın sonundaki bir memlekette doğar. Ve o doğduktan sonra erkek ve kadın arasında çok cinsel münâsebet olur ise de çocuk hâsıl olmaz; kadınlar kısır olur. Bundan dolayı onların cinsel münasebetleri mahsûlsüz hayvânî zevkten ibâret kalır.
Ve çocukların sonuncusu kavmini Allâh’a, yâni çokluktan vahdete, dâvet ederse de, kabûl etmezler. Çünkü mezhebleri reenkarnasyon üzerine binâ olunmuştur ve reenkarnasyon ise üremenin kaldırılmasını gerektirmiştir. Kendilerinin istîdâdı budur. Bundan dolayı zâhirî kaldırılmanın gerçekleşmesi için onların dâvete icâbet etmemeleri ve dalâlette sâbit olmaları lâzım gelir.
Şimdi Allah Teâlâ onu ve onun zamânında olan mü’minleri kabz eyledikden sonra, kalan hayvânât gibi kalır. Helâli helâl ve haramı harâm bilmezler. Tabîat hükmüyle, akıl ve şer’den soyutlanmış olan şehvet ile tasarruf ederler. Bundan dolayı kıyâmet onların üzerine kopar (38).
Yâni çocukların sonuncusu ile onun zamanındaki mü’minler âhirete intikâl ettikten sonra, insan sûretinde hayâtta kalanlar, hayvanât gibi kalırlar. Onların hareketleri ne akıl ölçülerine ve ne de şeriat kanunlarına uygundur. Şehvetten ibâret olan tabîat hükmü ile hareket ederler. Dağlarda yularsız gezen hayvânlar gibi yaşarlar. Bundan dolayı insan türünün hálk edilişinden amaçlanan gâye ortadan kalmış olur ve bu âlem ağacı mahsûlsüz kalır ve hálkedilen âlem, Âdem’den evvel nasıl ki rûhsuz tesviye edilmiş bir ceset gibi idiyse, çocukların sonuncusu ile mü’minlerin vefâtından sonra yine o halde kalır.
Ve kıyâmet insanların şerlileri üzerine kopar. Nitekim hadîs-i şerifde buyrulur: “Kıyâmet ancak insânların şerlileri üzerine kopar” ve “İnsânların şerlisi o kimsedir ki, kıyâmet onun üzerine kopar, halbuki o diridir.” Çünkü yeryüzünde “Allah, Allah” diyen bulundukça kıyâmet kopmaz. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz buyurur.
“Allah” diyenden kasıt “insan-ı kâmil”dir. Çünkü İnsân-ı Kâmil “Allah” toplayıcı isminin görünme yeridir ve hakkıyla “Allah” diyen ancak odur. Onun dışındakilerde bu kâbiliyet yoktur.Zamânının insan-ı kâmili olan çocukların sonuncusunun intikâlinden sonra âlemin rûhu zâil olup ölü hükmünde kalır; ve en büyük kıyâmet kâim olur. Çünkü görünme yerlerinden her birisinin eceli vardır. Âlem dahi görünme yerlerinden bir görünme yeri olduğundan onun dahi eceli gelir, ölür.
Bitiş: 7 Şubat 1917, Çarşamba, ezâni saat 05:00
Mesnevî-i Şerîf kırmızı başlıklar:
Tercüme: “Hak Teâlâ hazretlerinin lütûfları ve kudreti, kâbiliyyete bağlı olan hálk edilmişlerin lütfû ve kudreti gibi, kâbiliyyete bağlı değildir. Çünkü Hakk’ın lütfû kadîm ve kâbiliyyet ise sonradan olmadır. Lütûf, Hakk’ın sıfatı ve kâbiliyyet ise, mahlûkun sıfatıdır; ve kadîm, sonradan olana bağlı olmaz.”
Şerh: Bu değerli fassın başlarında îzâh edildiği üzere lütûflar, biri zâtî, diğeri isimlerin olmak üzere iki kısımdır:
Zâti lütûflar, ahadiyyet zâtında gizli ve helâk olmuş olup, açığa çıkma talebinde bulunan sıfat ve isimlere, Hakk’ın kendi zâtında, kendi zâtıyla, kendi zâtına tecellîsi sûetiyle, ilâhî ilminde vücûd bahşetmesidir ki, buna “akdes feyz” derler. Ve bu lütûf, Hakk’ın zâtî gereği olduğundan ilim mertebesinde peydâ olan ve isimlerin sûretlerinden ibaret olan a’yân-ı sâbite için kâbiliyyet şart değildir. Çünkü a’yân-ı sâbite Hakk’ın bağıntılarının ve işlerinin sûretleridir; ve Hakk’ın işleri ise, kendi vücûdunun aynıdır ve Hakk’ın vücûduyla berâber kadîmdir. Bundan dolayı Hakk’ın zâtî lütûfları kadîm olur.
Fakat Hakk’ın mutlak vücûdunun “ilim mertebesi”nden “ayn mertebesi”ne tenezzülü ve kevni görünme yeri sûretlerinde kayıtlı oluşu, a’yân-ı sâbitesinden dolayı olduğundan ve kevn âleminde her bir görünme yerine ulaşan lütûflar kendi hâs isminin istîdâdına göre bulunduğundan, bu isimlerin lütûflarında kâbiliyyet şarttır. Ve kevn âleminde olan bu isimlerin tecellîlerine “mukaddes feyz” derler. Mesnevî:
Tercüme: “O gönlün çâresi bir değiştiricinin lütfûdur. Onun ihsan ve lütfûna, kâbiliyyet şart değildir. Belki kâbiliyyetin şartı O’nun lütfûdur: Lütûf iç ve kâbiliyyet kabuk gibidir.”
Şerh: Taştan daha katı olan kalbin çâresi bir değiştiricinin, yâni halleri değiştirici olan Hakk’ın lütfûdur. Ve böyle kimse Mudill isminin te’sîri altında bulunduğu halde, ilâhî lütûf, Hâdî isminin iki eli üzere, ona ulaşmalıdır ki, o dalâletten kurtulabilsin. Çünkü ilâhî lütûf isimlerin hizmetkârlarından bir hizmetkâr vâsıtasıyla gelir.
“Hakk’ın lütfû için kâbiliyyet şart mıdır? diye sorulacak olsa, “değildir” cevâbı verilir. Çünkü, hidâyete kâbiliyyet birçok kimselerin zannettiği gibi, mutlakâ sâlih amellerle meşgûl olma ve günahlardan sakınma değildir. Hakk’ın inâyeti sebepsizdir. Nice anadan doğma kâfirler vardır ki, Hakk’ın hidâyeti yardımlarına erişmiştir ve nice günah ve isyân ehli vardır ki, Hak onlara daha sonra velâyet mertebesini ihsân etmiştir. İbâdetler ve itaat etmek ise basit sebeplerden ibârettir. Onun için Hak Teâlâ buyurur: “Kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâhi” (Zümer, 39/53) Yâni: “Ey nefislerini isrâf eden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!”. Bundan dolayı onun lütfû için kâbiliyyet şart değildir.
Belki kâbiliyyetin şartı, O’nun lütfûdur. Çünkü “akdes feyz” denilen onun zâtî lütfû istîdâdları dolayısı ile a’yân-ı sâbiteye kâbiliyyet bahşetmiştir ki, “mukaddes feyz” denilen isimlerin tecellîleri bu kâbiliyyet üzerine gelir. Bu sûrette zâtî lütûf iç; ve kevni ayn’ların kâbiliyyeti kabuk gibi olur. Eğer bir kimsenin ayn-ı sâbitesi ezelde Hâdî isminin sûreti üzere ilâhî ilimde sâbitlik bulmuş ise, bu süflî âlemde bir müddet dalâlet sahralarında koşmuş olsa ve hidâyete sûret olarak kâbiliyyeti olmasa bile, görünme yeri olduğu ismin hazînesindeki lütûflar vakti gelince ona ulaşır.Mesnevî:
Tercüme: “İşte asâ, Mûsâ için yılan olur. Bir güneş gibi, onun avcunun içi parlak olur. Daha bizim sırrımıza ve aklımıza sığmayan nebîlerin yüzbinlerce mûcizeleri vardır.”
Şerh: Yâni, eğer sen zâtî lütfûn iç; ve kevni ayn’ların kâbiliyyetinin kabuk gibi olduğunun örneğini görmek istersen, işte biri Mûsâ (a.s.)’ın asâsı ve parlak elidir ki, bir ağaç parçasıyla yılanın; ve et ile kemikten ibâret bulunan bir el ile parlaklığın görünüşte münâsebetleri olmadığı halde, “asâ” yılan ve “el” de güneş gibi parlak oldu. Çünkü o asânın ve elin içi ki, onların ayn-ı sâbiteleridir, zâtî lütûf bunlar hakkında bu sûretle geldi ve zâtî lütûf, gelmek için, “Bu ağaçtır ve bu eldir; bunlarda yılan ve parlak olmaya kâbiliyyet yoktur” demez. Bir hârika olmak üzere onların kabukları olan kevnî vücûdları açıldığı zaman, kevni ayn’larına göre onların içi görülür. İşte her şeyi sebebe bağlı gören aklımızın ve sırrımızın almadığı nebîlerin yüzbinlerce mûcizelerinin de buna kıyâs olunması lâzımdır. Şu kadar var ki, o kabukların açılıp içlerinin çıkması dahi a’yân-ı sâbitelerinin gereğindendir. Ve bu fevkâlâdelik dahi, Cenâbı mutlak Hakîm tarafından her kabuğun içi olduğunu merhameten kullarına anlatmak ve kabuktan öze dâvet etmek içindir.Mesnevî:
Tercüme: “Hudâ’nın tasarrufudur, sebeplerden değildir; yoklara kâbiliyyet neredendir? Eğer kâbiliyyet Hakk’ın fiilinin şartı olaydı, hiçbir yok hükmünde olan vücûda gelmezdi.”
Şerh: Yâni ilâhi tasarruflar sebeplerin varlığına bağlı değildir. Çünkü sebepler dediğimiz şeyler de, Hâkk’ın vücûdunun bağıntıları ve izâfetleridir. Ve bağıntılar ise yokluksal işlerdendir. Halkedilmişlerin vücûdu dediğimiz, âlem görünme yerlerinin tamamı, izâfi vücûddan ibâret olunca, o ârızî ve yokluksal olan şeylere kâbiliyyet nereden gelir? Belki onların kâbiliyyetlerinin şartı zâtî lütûftan ileri gelir. Eğer Hakk’ın fiilinin zuhûra gelmesi için kâbiliyyet şart olsaydı, ahadiyyet Zâtında gizli olan ilâhî bağıntı ve işlerin hiçbirisi vücûda gelmez idi. Çünkü Hakk’ın isimlerinin işleri ile açığa çıkması zâtının gereğidir ve bu açığa çıkma için kâbiliyyet şart değildir. Çünkü kâbiliyyet sebeptir; ve Hakk’ın mutlak vücûdu ve onda mevcût olan bağıntılar hiçbir sebeb altında mevcût olmuş değildir. Mesnevi
Tercüme: “Hak Teâlâ, tâliblere, bu mâvî perdenin altında, bir âdet ve sebepler ve yollar koydu. Haller genellikle, âdet üzere geçerli olur. Bâzen Hakk’ın kudreti âdeti yırtar. Âdeti letâfetle koymuş, daha sonra mûcizeyi âdeti yırtıcı kılmıştır. Eğer izzet bize sebepsiz erişir değil ise, ilâhî kudret sebebin azlinden azledilmiş değildir. Ey sebebe tutulmuş olan, dışarıya uçma! Lâkin sebebin azlini sebebi koyan zannetme! O sebepleri koyan her ne dilerse getirir. Mutlak kudret sebepleri yırtar. Lâkin bir tâlib, murâd istemeyi bilsin diye işlerin bitimini sebep üzere sürer. Sebep olmayınca isteyen, ne yol arar? Bundan dolayı sebebin, yolda âşikâr olması lâzımdır. Bu sebepler, görüşler üzerinde perdedir. Çünkü her görüş kuvveti O’nun san’atına lâyık değildir.”
Şerh: Yâni Hak Teâlâ Hazretleri, bu his ve şehâdet âleminde, lütûf tâlibi olanlara, bir âdet ve sebepler ve yol koydu ki, ilâhî lütûf tâliblere bu şehâdet âleminin âdeti üzere birtakım sebepler vâsıtasıyla ona mahsûs bir yoldan gelir. Meselâ bir kimse elindeki kayısı çekirdeğinden kayısı yemeyi istese, ilk önce onu toprağa gömmeli, daha sonra sulamalı, sonra da senelerin geçmesini beklemelidir. Çünkü dünyanın âdeti budur. Ve bu lütûf, zâtî lütûf değil, isimlerin lütfûdur.
Ve ilâhî lütûf birtakım isimlerin hizmetkârının hizmetiyle olur. Ve âlem sûretlerinden her bir sûret bir ismin görünme yeridir. Ve bir işin görülmesine bu sûretlerden birinin veyâ birkaçının hizmeti, onların görünme yeri oldukları isimlerin hizmeti olur. İşte dünyânın halleri genellikle böyle âdet üzerine geçerlidir.
Fakat bâzen Hakk’ın kudreti bu âdeti yırtıverir. Meselâ buzun vücûdu için su, suyun vücûdu için buhar, buharın vücûdu için de hava lâzımdır. Bunlar mertebelerine göre bir dîğerinin vücûduna sebeptir. Ve hava bu değişmeleri geçirdikten sonra buz olur. Tabîi olan âdet budur. Hak, buzun vücûdu için bu yolu koydu. Fakat bir Nebiyy-i zî-şân mûcize; ve onun vârisi olan bir kâmil veli, kerâmet olmak üzere, mübârek elini havanın içine uzatıp bir buz pârçası oluşturabilir. Çünkü onlar beşeri sıfatlarından fânî olup Hak’la bâkî olmuş olduklarından, onların kudret ve fiilleri, Hakk’ın kudreti ve fiilidir ve Hakk’ın kudreti bâzen âdeti yırtar; böyle hârikûlâde halller açığa çıkar. Hak Teâlâ âdeti, latîf ve karışık birtakım sebepler üzerine koymuştur. Daha sonra bu sebepler âleminin ötesinde, başka âlemler mevcût olduğunu göstermek için nebîlerin mûcizelerini, âdeti yırtıcı kılmıştır.
Bu dünyâda izzet ve nîmet dahi bize âdet yolu üzere birtakım sebepler vâsıtasıyla gelir. Fakat görünüşte izzet ve nîmete vâsıta olabilecek sebeplerin geçici olduğunu müşâhede edersen, sebebin azledilmiş olduğu gibi, ilâhî kudretin de azledilmiş olduğunu zannetme! Mâdemki sebepleri koyan azledilmiş değildir, onun diğer isimleri eliyle sana ilâhî lütûf gelir. O sebepleri koyan ezelde her neyi kazâ ve takdîr etmiş ise, meydanda sebep görünmese bile, mutlak kudret o sebebleri açığa çıkarır. Ve örneğin belâ sebepleri mevcût iken o sebepleri yırtıp, onun yerine nîmet sebeplerini hazır kılar.
“Ud’ûnî estecib leküm” yâni “Bana duâ ediniz ki size icâbet edeyim” (Mü’min, 40/60) âyet-i kerîmesi gereğince bir tâlib, murâdını taleb etsin diye, Hak Teâlâ işlerin bitmesini sebep üzerine binâ etmiştir. Bundan dolayı herkes gözünü sebeplere dikmiştir. Örneğin zengin olmak isteyen kimse ticârete girer; ve “Yâ Rab benim ticaretime değer ver!” diye duâ eder. Eğer bu gibi zenginlik sebepleri mevcût olmasa idi, zenginlik isteyen neyi sebep tutmakla zengin olunabileceğini bilemeyip şaşırır kalır idi. Böyle olunca taleb sâhibinin yolunda sebep bulunması hikmet îcâbıdır.
Şimdi sen bu âlemde işlerin sebepler altında görülmesinin âdet olduğuna bakıp da sebepleri ortaya getirenden gâfil olma! Bu sebepler gözlerde perdedir. O perdelerin arkasında sebepleri koyan vardır. Fakat her görüş kuvveti, onun san’atını ve fiillerini görmeğe lâyık değildir. Bunu görmek için “fiillerin tevhîdi” mertebesine ulaşmak lâzımdır. Oysa milyonlarca hálk edilmiş sebeplere sarılmışlar ve kendilerine gelen nîmet ve belâyı o sebeplerden bilmişlerdir.Mesnevî:
Tercüme: “Perdeleri kökünden ve dibinden koparmak için, sebebî delici bir göz lâzımdır. Tâ ki mekânsızlıkta sebepleri ortaya getireni görsün ve çalışmayı ve sebepleri ve dükkânı boş ve beyhûde olarak müşâhede etsin. Her hayır ve şer sebepleri ortaya getirenden gelir. Ey peder, sebepler ve vâsıtalar, gaflet devrinde bir zaman kalmak için, caddede yapılmış bir hayâlden başka bir şey değildir.”
Şerh: Yâni isimlerinden dolayı Hakk’ın mutlak vücûdunun kayıtlı oluşundan ibâret bulunan bu görünme yerlerinin ve bu sebeplerin izâfî vücûdlarını delip de, mekân ile vâsıflanmış olan cismâniyyet âleminin hâricinde, mekânsızlıkta sebepleri ortaya getirenin bir olan hakîkî vücûdunu görecek; ve bundan dolayı çalışmayı ve sebebleri ve dükkânı, yâni üzerinde âdet geçerli olan cismâniyyeti fânî müşâhede edecek bir göz lâzımdır. Bir görünen sebep altında gelen her bir hayır ve şer, isimlerinden dolayı sebepleri ortaya getirenden gelir.
Eğer sen “Sebepleri ortaya getiren niçin sebepler perdesi arkasına gizlenmiştir; keşke gözükeydi de herkes hâlin hakîkatini bile idi” diyecek olursan, onun cevâbı budur ki, bu sebepler ve vâsıtalar âhıretin caddesi olan bu şehâdet mertebesinde, bir hayli zaman gaflet devri devâm etsin diye yapılmış bir hayâlden başka bir şey değildir. Ve bu hayâller körler ile gözlüleri ayırmak için hikmet yüzünden konulmuş bir tecrübe âleti ve sahte ile gerçek akçeyi ayırmak için konulmuş bir ölçektir.
Bu âlemde göz vardır ki, sebepleri, sebepleri ortaya getirenin gayrı görmez ve sebepte sebepleri ortaya getireni müşâhede eder ve göz vardır ki, körün değneğine güvendiği gibi, sebeplerden başka bir şeyi görmez.
Bitiş: 21.Şubat.1917 Çarşamba, saat 02:50