NÛH KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN SUBBÛHİYYE HİKMETİNİN BEYANI OLAN FASSTIR
Subbûh” mübâlağa yönü üzere “tesbîh” ma’nâsınadır; ve “tesbîh” Allâh’ı imkâni hükümlerden tenzîh etmektir. Ve Nûh Kelimesinin “subbûhiyye hikmeti”ne ilişkili kılınmasındaki sebep budur ki:
Nûh (a.s.) ulü’l-azm olan resûllerin birincisidir; ve risâletin en birinci hükmü, resûlün ümmetinî Hakk’ın tevhidine dâveti ve ortak ve benzerden tenzîhidir. Çünkü risâlet ikilik üzerinedir. Ve bu çoklukların ve kayıtlı olanların hükümlerine aldanıp her birisini birer bağımsız vücûd farz eden hálkın gözlerini Hakk’ın tevhidine açmak lâzımdır ki, eşyânın hálkedilmesinden amaçlanan mârifet ve bu mârîfetin netîcesi olan ibâdet ve ubûdiyyet husûle gelsin. Bu da ancak çokluk kayıtlarından yüz çevirerek bir olan Hakk’ın vücûduna yönelmek ile olur.
Oysa “Ve alleme âdemel isimlere küllehâ” yâni “Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” (Bakara, 2/31) âyet-i kerîmesi gereğince ilk olarak ilâhî isimlerin hepsiyle tahakkuk eden ve ilâhi sûret ile açığa çıkan Âdem oldu. Daha sonra Âdem nesli çoğaldı. Her birerleri birer ismin görünme yeri olan âdemi sûretlerin kâbiliyetlerinden dolayı, o isimlerin vücûd feyzi vermeleri ile isimlerin görünme yerleri bu şekilde çoğaldı.
Ve Şîs (a.s.) ile Nûh (a.s.) arasında fetret dönemi olduğundan, Nûh (a.s.)’un kavmi, muhtelif çeşitlerdeki isimleri birtakım cisimlerden ibâret zannedip vehimlerinde oluşan sûretler üzerine Vedd, Süvâ’ ve ‘Yeğûs ve Yaûk isimleriyle putlar îmâl ederek onlara taptılar. Ve çok olan isimler sebebiyle uydurdukları çeşitli ilâhlara tapmakla Hakk’ın vahdetinden perdeye düştüler. Bundan dolayı Nûh (a.s.) kavmini bu halde görünce, kendisine gayret ve kavmine de gazab gâlip oldu. Hattâ gayretinin kemâlinden “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” (Nûh, 71/26) Yânî: “Yâ Rab! yeryüzünde kâfirlerden devreden bir kimse bırakma!” diye onların helâkini taleb etti.
Burada bir soru akla gelir: “Eşyânın hepsi ilâhi isimlerin görünme yeridir ve onların vücûdu ise, mutlak vücûdun kayıtlanması ve taayyününden ibârettir. Bundan dolayı Nûh kavminin taptıkları putlar dahi, mutlak vücûdun kayıtlanması ve taayyünü olduğundan Nûh kavmi onlara tapmakla Hakk’ın dışında bir şeye tapmış olmazlar”.
Bu sorunun cevâbı bu değerli fass’ta ayrıntılı olarak beyân buyrulmuştur. Yeter ki Cenâb-ı Hak selîm bir zevk ve doğru bir anlayış ihsân buyursun.
Gülşen-i Râz’dan:
Tercüme: “Mâdemki eşyâ vücûdun görünme yeridir, nihâyet put dahi o kapsamdan birisidir. Ey âkıl olan âdem! İyi düşün ki, put vücûd yönünden bâtıl değildir. Bil ki, Hak Teâlâ onun hálkedicisidir. İyiden her ne çıktı ise iyidir. O makâmda ki vücûd ola, salt hayırdır. Eğer onda şer var ise o gayrdandır. Eğer müslümân bilse idi ki, “put nedir?” Bilir idi ki, din putperestliktedir. Ve eğer müşrik puttan haberdâr olsa idi, dîninde dalâlete düşer mi idi? O, puttan ancak zâhir hálk edilmişi gördü. Bu sebeble şerîatte kâfir oldu. Eğer sen de, ondan orada örtülü olan Hakk’ı görmez isen, şerîatte sana da müslüman demezler.”
Bilesin ki, muhakkak, hakîkat ehli indinde Cenâb-ı İlâhî’de tenzîh, sınırlama ve kayıtlamanın ayn’ıdır (1).
Yânî Cenâb-ı İlâhî sonradan meydana gelmişlik sıfâtından ve cismâniyyetten ve maddiyyâttan münezzehtir, dediğimiz vakitte, O’nun sıfâtı bunların sıfâtından ayrıdır, demiş oluruz. Bundan dolayı Hak bir sıfat ile kayıtlanmış olur. Ve böylece bundan, Hakk’ın sınırı bunların sınırından hâriçtir, ma’nâsı da çıktığı için, aynı zamanda Hakk’ı bir sınır ile de sınırlamış oluruz; veyâhut Hak bütün kayıtlı olanlardan münezzehtir desek, mutlaklık kaydı ile kayıtlamış oluruz.
Oysa hakîkat ehli indinde Allah Teâlâ için ne mutlaklık ve ne de kayıtlılık vardır. Çünkü Cenâb-ı ilâhî, yânî ulûhiyyet mertebesi, ilâhî isimlerin hepsini toplamıştır. Ve isimler de O’nun işleri olup zâtının gereğidir; ve eşyâ da isimlerinin aynasıdır. Ve isimlerin ilim mertebesinde ve rûhlar âleminde ve misâl âleminde ve şehâdet âleminde müşâhede edilmiş olan sûretleri yine Hakk’ın vücûdununun tenezzüllerinden çıktığından, her bir mertebede müşâhede edilen ancak kendi zâtıdır. Bundan dolayı gayr nerededir ki, onun bir sınırı olsun da Hakk’ı ondan ayıralım; ve kayıtlı olanın vücûdu var mıdır ki, onun karşısında Hakk’ı mutlak kılalım?
Tenzîhin sınırlı ve kayıtlı oluşu ulûhiyyet mertebesindendir. Ahadiyyet mertebesinde tenzîh ise, şirktir isbatıdır. Çünkü ahad olan zâtı tenzîh için ondan gayri bir şey isbât etmek lâzım gelir. Oysa o mertebede ne isim ve ne de sıfat ve vasıf mevcût değildir. Hepsi ahadiyye zâtında yok hükmündedir; ve zâtın dışında îtibâr olunacak bir şey yoktur.
Şimdi tenzîh eden kimse ya câhildir veyâhut kötü edeb sâhibidir. Velâkin câhil ve kötü edeb sâhibi tenzîhi mutlaklaştırarak onunla kâil oldukları zaman, mü’min olan ve şeriat ile kâil bulunan kimse, tenzîh edip tenzîhi indinde durduğunda ve bundan başka bir şey görmediğinde, muhakkak edebe kötülük eder; ve Hakk’ı ve resûlleri yalanlar. Oysa onun şuûru yoktur ve o, oluşumda olduğunu hayâl eder, halbuki o kimse uzak düşmüştür ve o bâzısına îman eden ve bâzısına kâfir olan kimse gibidir (2).
Yânî Hakk’ı imkân dâhilinde olanların noksanlıklarından ve insâni kemâllerden tenzîh eden kimse, ya câhildir:
Yânî tenzîhin, Hakk’ı, mevcûtların tümünden ayırmak ve onun açığa çıkışını bâzı mertebelere tahsîs etmek olduğunu bilir ve oysa mevcûtların tümünün kendi zâtları ve vücûdları ve kemâlleri ile Hakk’ın görünme yeri olup, Hakk’ın onlarda açığa çıkan ve onlara tecellî edici bulunduğunu ve onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar; Hakk’ın onların zâtlarıyla, vücûdlarıyla ve her ânıyla ve bütün sıfatlarıyla berâber olduğunu ve belki bu sûretlerin hepsiyle açığa çıkanın ancak Hak olduğunu ve bu sûretlerin asâleten Hakk’ın ve dolaylı olarak hálkın olduğunu bilmez. Bundan dolayı Hak üzerine bu cehâleti ile hükmedip onu bâzı mertebeler ile kayıtlanmış kılar.
Veyâhut tenzîh eden kimse bu bahsedilen hakîkatleri bilir:
Bu sûrette o kimse Allâh’a ve resûlüne karşı kötü edebde bulunmuş olur.
Ve tenzîh eden câhil ile kötü edeb sâhibi, ya mü’min veyâhut mü’min değildir:
Eğer tenzîh eden mü’min olup da, bu tenzîhi indinde durur ve oradan ileriye gitmez ve teşbih makâmında, teşbîh ederek âlemin kemâlâtını Hak hakkında isbât etmez ise, kötü edeb etmiş ve peygamberleri ve ilâhi kitâpları yalanlamış olur. Çünkü ilâhi kitâplarda, Hak kendisinin Semî’ ve Basîr ve Hayy ve Kayyûm ve Mürîd olduğunu beyân buyurmuş ve peygamberler de, bu gibi ilâhi sıfatları haber vermişlerdir.
Tenzîh eden kimseler ise, bu yalanlamalarının farkına varmazlar; ve bu yalanlama ile kendilerinde mârifet oluştuğunu ve mü’min ve tevhid edici olduklarını zannederler. Oysa bu zanlarıylâ hakîkî mârifetler ve yakînî imân ve salt tevhîdden uzak düştüklerini bilmezler. Ve onlar ilâhi kitâpların bâzılarına îmân ve bâzılarını inkâr eden kimseler gibidir. İşte mü’min olup şeriat ile kâil olan tenzih edicinin hâli budur.
Mü’min olmayanlara gelince:
Bunlar, ister bilim adamı ve felsefeciler gibi yalnız akıllarının gereklerine tâbî olan kısımdan olsun, ister bunlara tâbî olan felsefecilerin taklitçileri olsun, zâten onlar hayret ve dalâlete düşmüş ve “Biz bir öğreticinin öğretimine muhtâç olmaksızın bilim ve akıl ile hakîkatı idrâk edebiliriz” iddiâsında kalmış olduklarından sözlerinin bâtıl oluşu çok net olduğundan dolayı bu grubu Hz. Şeyh (r.a.) dikkâte bile almayıp yalnız “mü’min olan ve şeriat ile kâil bulunan kimse” sözüyle yetindi.
Husûsiyle bilindi ki, muhakkak ilâhi şerîatların lisânı, Hak hakkında söylediği vakit, onu ancak genele ilk anda anlaşılacak ifâdeler ûzere, özele de, o söz hangi lisân ile olursa olsun, o lisânın tarzına göre, o sözün üslûbundan anlaşılan diğer bir ifâde üzere söylediği şeyle getirdiler (3).
Yâni Allah indinden indirilmiş olan şerîatların lisânı, Hak Teâlâ Hazretleri hakkında bir şey söylediği zaman, peygamber onu kavminin lisânı üzere söyler ve öyle sözler ile söyler ki, kavminin hepsi o sözleri işittikleri zaman, ilk anda zihinlerine gelen ma’nâlarını te’vîlsiz zâhiri üzere alırlar. Çünkü, Hakk’ın hitâbı geneledir.
Bununla birlikte o lisân Arabî, İbrânî gibi hangi lisândan olursa olsun, peygamberin genele söylediği o sözlerin, o lisânın tarzı îtibârıyla tahkik ehline ve tevhid ehline ve zâhir âlimlerinden her bir gruba göre, özel ifâdeleri, birçok yönleri ve çeşitli ma’nâları vardır. Hak onlara o sözlerde -bilsinler bilmesinler- o ifâdeler ve yönler ve ma’nâlar ile tecellî buyurur.
Nitekim Câfer Sâdık Hazretleri: “Hak Teâlâ kullarına kendi kelâmında tecellî eder; velâkin, onlar bilmezler” buyurur. Ve (S.a.v.) Efendimiz hadîs-i şerîflerinde “Kur’ân’ın zahrı ve batnı ve haddi (yâni sınırı) ve matla’ı (yâni doğuş yeri) vardır”. Ve aynı şekilde: “Kur’ân yedi batın üzere nâzil oldu” buyururlar
Çünkü, Hak için hálk edilmişlerin hepsinde zuhûr vardır. Bundan dolayı ifâdelerin hepsinde açığa çıkmış olan O’dur. Her bir anlaşılandan bâtın olan da O’dur. Ancak “Muhakkak âlem O’nun sûreti ve hüviyyetidir; ve o, Zâhir ismidir” diyen kimsenin anlayışından bâtın değildir. Nitekim Hak, ma’nâ yönüyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak, bâtındır; bundan dolayı Hakk’ın, âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, idâre edici olan rûhun sûrete nisbeti gibidir (4).
Yânî “hálk” dediğimiz şeyler, Hakk’ın zâti işleri olan isimlerinin görünme yeri olduğundan Hak, bunların hepsinden açığa çıkmıştır ve onların vücûdu, mutlak vücûdun taayyün ve kayıtlanma elbisesine bürünerek açığa çıkmış olmasından başka bir şey değildir.
Müstakil vücûd ile izâfî vücûd hep Hakk’ın vücûdundan ibâret olunca, hálk dediğimiz taayyün etmişlerin ve kayıtlanmışların zihni ifâdelerinde açığa çıkmış olan da hep Hak olmuş olur. Bundan dolayı Hak, her mevcût ve telâffuzda ve her bir ifâde ve düşüncede, herkesin istîdadına göre açığa çıkıp bir husûsî hitâp ile hitâb eder. Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de: “ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi.” (Kâf, 50/16) yânî “Ben o kuluma şah damarından daha yakınım” buyurdu. Sen ise bundan gâfil olup düşünce okunu uzağa düşürdün; yânî Hakk’ı kendi nefsinde değil, ötede aradın. Ey okunu ve yayını hazırlamış ve akıl ve zekâsını başka ilimler ile yüklemiş olan kimse, av yakındır. Oysa sen okunu uzağa atmışsın.”
Hak her anlaşılandan zâhir olduğu gibi, her bir anlaşılandan bâtın olan da yine Hak’tır. Yânî anlayışı sınırlı olan kimselerin istîdâdlarının yetişmediği ifâdeler ile bâtındır; fakat bu bâtın oluş anlayışı sınırlı olanların anlayışlarına göredir. Yoksa “Âlem Hakk’ın sûretidir ve hüviyyetidir; ve âlem Hakk’ın Zâhir ismidir” diyen ve bunun böyle olduğunu zevkan yâni bizzât hakîkatini yaşayarak bilen kimsenin anlayışına göre bâtın değildir. Çünkü böyle bir mübârek zâtın anlayışı sınırlı değildir. Bu mübârek zât, âlemin, Hakk’ın zâtı îtibârıyla değil, belki Zâhir ismi ile kayıtlanması ve taayyünü îtibârıyla sûreti ve hüviyyeti olduğunu bilir. Çünkü o, Hakk’ı görünme yerlerinin hepsinde müşâhede eder. Nitekim Ebû Yezîd (k.s.) buyurmuştur ki: “Otuz yıldan beri Allâh ile konuşurum. Oysa insânlar kendileriyle konuşurum zannederler.”
Bilinsin ki, isimler Hakk’ın zâtının işleridir ve Hakk’ın işleri ise onun zâtının aynıdır; ve Zâhir de onun ismidir ve Zâhir ismi âlemin açığa çıkmasını gerektirir. Çünkü isim bir görünme yeri olmayınca açığa çıkmaz. Bundan dolayı Hak âlemin aynı olması îtibârıyla, âlem Hakk’ın sûreti ve hüviyyeti olur.
Ve nitekim Hak, akli ve hissi ve rûhâni ve cismâni sûretlerden açığa çıkan şeyin ma’nâ yönüyle rûhudur; ve Hak Teâlâ, bu yönden bâtındır. Bundan dolayı âlemde “açığa çıkma” ve ma’nâda “bâtın olma” kaydıyla kayıtlanmış olan Hak’tır; ve açığa çıkma ve bâtın olma Hakk’ın hüviyyetidir. Ve Hak, zâhirin ve bâtının hüviyyeti olunca, bâtın oluşun zâhir oluşa nispeti, sûretin idâre edicisi olan rûhun sûrete nispeti gibidir.
Örnek: Farz edelim, “insan” kelimesini bu kâğıt üzerine yazdık; gözümüzün önünde bir sûret zâhir oldu. Bizi bu sûreti yazmaya sevk eden onun ma’nâsı idi. Bundan dolayı bu ma’nâ o sûretin idâre edicisidir. Ve bu kelime zâhir, onun rûhu olan ma’nâsı da bâtındır. Ve bu sûret ma’nânın gayrı değildir; belki zâhiri bâtınının aynıdır. Eğer gayrı olsa idi, o sûreti görünce ma’nâsına ve diğer bir deyişle, zâhirden bâtına geçiş olmaması lâzım gelir idi; ve böylece ilimdeki ma’nâyı açığa çıkarmak için bu sûreti yazmamak îcâb eder idi.
İşte her mertebede zâhir olan sûretlerin bâtınları vardır. Ve her mertebede zâhir ve bâtın olan Hak’tır. Örneğin Hakk’ın ilminde zâhir olan a’yân-ı sâbitenin bâtını isimler; ve rûhlar âleminde zâhir olan sûretlerin batını a’yân-ı sâbite ve misâl âleminde zâhir olan sûretlerin bâtını rûhlar ve şehâdet âleminde zâhir olan sûretlerin bâtını da misâli sûretlerdir. Ve bunların hepsinde zâhir olan Hak’tır ve Hak, hepsinin bâtınlarının en bâtınıdır.
Şimdi, insanın târifinde, meselâ onun zâhir ve bâtını alınır. Ve her târif edilmiş dahi böyledir. Bundan dolayı Hak, her bir târif ile târif edilendir. Oysa âlemin sûretleri, ancak her âlem için onun sûretlerinden oluştuğu kadar standart olur ve ihâta olunur ve her bir sûretin sınırları bilinir. İşte bunun için Hakk’ın sınırı bilinmeyen olur. Çünkü Hakk’ın sınırı, ancak her sûretin sınırını bilmek ile bilinen olur. Bunun oluşması ise mümkün değildir. O öyle ise Hakk’ın sınırının olması mümkün değildir.(5)
Yânî insanı târif ve tahdid edeceğimiz zaman “konuşan hayvân”dır deriz. “Konuşma” onun bâtını ve “hayvan” zâhiridir. Cins ve kısımlardan oluşan zâhir toplayıcı yapısıyla onda ahadiyyet sırrı vardır. Ve her ikisinin ortak ve ayrı ayrı hakîkatleri mevcûttur ki, onda bâtındır ve Hak, onun hadd ve târifinde târif edilendir. İşte her bir târif ve tahdîd olunan şey de böyledir. Çünkü her târif edilmişte, genele ortak bir husûs ve kendine hâs ayrı bir husûs lâzımdır. Ve bunların her ikisi de Hakk’a son olur.
Ve Hak her bir şeyin hadd ve târifinde bâtındır. Bundan dolayı her ne vakit bir şeyi târif ve tahdîd etsek Hakk’ı târif ve tahdîd etmiş oluruz. Çünkü o şeyin zâhiri Hakk’ın Zâhir isminin görünme yeri ve bâtını da, Hakk’ın Bâtın isminin görünme yeridir; ve görünme yeri ise ahadiyyet îtibârıyla Zâhir’in aynıdır. Ve âlemin sûretleri ve parçaları ayrıntılarıyla kavranmış ve çevrelenmiş değildir, sonsuzdur.
Oysa sınırlar, eşyânın sûretlerini ve onların hakîkatlerini ihâta ettikten sonrâ bilinen olur. Onları ihâta etmek mümkün olmadığından, sınırlarını bilmek dahi mümkün değildir. Ve mâdemki onların sınırları bilinmiyor, o halde Hakk’ın sınır ve târifi de mümkün değildir.
Ancak standart olan ve ihâta olunan ve sınırları ve târifleri bilinen şey, her âlem için o âlemin sûretlerinden oluştuğu kadardır. Sonuçta âlemin sûretleri standart olmadığı için, Hakk’ın sınır ve târifi de bilinmeyen olur.
Âlemin sûretlerinin standart olmaması budur ki, Hakk’ın zâti işleri olan isimlerin sonu yoktur. Bu isimleriyle Hak, ezelen ve ebeden tecellî eder durur ve bu isimlerin sûretleri olan ayn’lar da, o tecellîleri devâmlı olarak kabûl eder ve bu âlem sûretleri ve nakışları sürekli olarak var olur. Ondan sonra bozulmaya gider ve bozulma da tecellîdir. Meselâ bahar gelince ağaçların yaprakları, çiçekleri, meyveleri oluşur. Güller açar, dağlar yeşillenir. Kış mevsiminde bozulmaya gider. Sonuçta yeryüzündeki sonsuz sûretler böylece var olur ve bozulur. Sonsuz uzaydaki âlemlerin ve onların üzerlerindeki sûretlerin var olması ve bozulması dahi böyledir. Var olan sûretlerin sınırları ve târifleri Hakk’ın bildirdiği kadar bilinenimiz olur. Oysa henüz var olmamış olan sûretlerin sınırlarını bilmek mümkün değildir. Bundan dolayı Hakk’ın sınırını bilmek dahi imkânsız olur.
Ve Hakk’ı tenzîh etmeyip teşbîh eden kimse de böyledir. O, muhakkak onu kayıtladı ve sınırladı ve onu bilmedi (6).
Yânî Hakk’ı teşbîhsiz tenzîh eden kimse, onu sınırladığı ve kayıtladığı gibi, tenzîhsiz teşbîh eden kimse de, tenzih edici olan kimse gibi, onu sınırlamış ve kayıtlamış olur; ve Hakk’ı bilmez. Çünkü teşbîh eden kimse, Hakk’ı cismâniyetlere benzetip onda tahsis eder. Oysa bu, sınırlanamaz olan mutlakı kayıtlamak ve sınırlamaktır.
Ve aynı şekilde tenzîh eden kimse de, Hakk’ı cismâniyetlerden tenzîh eder; ve bundan, Hakk’ın sınırı cismâniyetlerin sınırlarından hâriçtir, ma’nâsı çıkar. Ve kayıtlı olanlardan tenzîh olunduğunda da, Hak mutlaklık kaydı ile kayıtlanmış olur.
Ve Hakk’ın mârifetinde tenzîh ve teşbîh arasını birleştiren ve onu iki vasıf ile vasfeden kimse, nasıl ki kendi nefsini ayrıntı üzere değil, mücmel olarak ârif oldu ise, Hakk’ı da ayrıntı üzere değil, mücmel olarak, ârif olur. Çünkü âlemde sûretlerden olan şeyin ihâtasının olmayışından dolayı, onu iki vasıf ile ayrıntı üzere vasfetmek mümkün değildir (7).
Yânî tahkik ehli ârif Hakk’ı, zâti ahadiyyeti ve bir olan hakîkatı îtibârıyla taayyünlerin tümünden tenzîh eder; ve âlemin sûretlerinde açığa çıkması ve tecellîsi ve Zâhir ismi yönünden âlemin Hakk’ın hüviyyeti olması îtibârıyla da teşbîh eder ve Hak hakkında bu sûretle tenzîh ve teşbîh arasını birleştirir.
Ve şu halde Hakk’ı, tenzîhin gereği olan bâtın oluş ve vahdet ve teşbîhin gereği olan zâhir oluş ve çokluk vasıflarıyla vasfeder. Fakat bu vasfetme ayrıntılı olarak değil, mücmel olaraktır. Çünkü Hakk’ı bu iki vasıf ile ayrıntı üzere vasfetmek mümkün değildir. Çünkü âlemin sûretlerinin hepsini ihâta etmek mümkün değildir. Bundan dolayı böyle bir kimse Hakk’ı, ayrıntı üzere değil, belki icmâl üzere ârif olur. Çünkü sonsuz olan şeyin bir defâda ihâta ve ayrıntılanması mümkün değildir. Fakat Hak, âlem sûretlerini aralıksız ve tükenmeksizin sonsuz olarak detaylandırır.
Ve nitekim o tahkik ehli ârif, kendi nefsine de ayrıntılı olarak değil, mücmel olarak ârif oldu. Yânî bilir ki, kendi nefsi ilâhî isimlerden bir hâs ismin görünme yeri ve sûretidir ve isim, onun rûhu ve bâtınıdır ve kendi nefsinde müşâhede ettiği kemâlâtın bâzısı, o ismin hazînesinde gizli olan şeylerdendir. Bundan dolayı hâs rabbi olan ismin hazînesindeki kemâlâtın hepsini ayrıntılı olarak bilmez. Belki o kemâlât, peyderpey açığa çıktıkça bilir. Şu halde, onun Rabb’ine olan ilmi, icmâl olarak olmuş olur.
Yâhut ârifin kendi nefsini ayrıntılı olarak bilmeyip de mücmel olarak bilmesinin sebebi budur ki; büyük âlemde her ne mevcût ise, onun nefsinde de mevcûttur; ve büyük âlemin sûretleri ise standart değildir ve ihâta olunmaz; ve onları ayrıntı üzere bilmek mümkün değildir. Belki icmâl üzere bilinir. Bundan dolayı ârif de kendi nefsini ayrıntılı olarak değil, mücmel olarak bilir.
Örnek: Bir kayısı çekirdeğinin içinde bir ağaç olduğunu ve o ağacın üzerinde binlerce kayısı bulunduğunu ve her birinin çekirdeği içinde aynı şekilde birer ağaç ve ağaçlarda nice bin kayısı olduğunu ve ağaçlar ve meyvelerin sonsuz bir sûrette silsileler hâlinde gideceğini biliriz. İşte bu mârifet icmâlîdir. Çünkü, sonsuz olan ağaçların ve kayısıların birdenbire ihâtası ve ayrıntılanması mümkün değildir. Peyderpey açığa çıktıkça bilinir. Ve çekirdek zâti ahadiyyeti ve bir olan hakîkatı îtibârıyla silsileler hâlinde açığa çıkan ağaçlardan ve meyvelerden münezzehtir. Fakat açığa çıkan ağaçlar ve meyveler onun hüviyyeti olması îtibârıyla çekirdeğin gayri değildir. Şu halde bu çekirdek, iki vasıf ile vasfolunur: Birisi bâtın oluşu ve vahdet, diğeri de zâhir oluşu ve çokluktur. Ve bu vasıflar, ayrıntılı olarak değil, mücmel olaraktır. Çünkü, ağaçların ve meyvelerin ihâtası mümkün olmadığından çekirdeği ayrıntılı olarak vasfedemeyiz.
Ve bunun için Nebî (s.a.v.) Hakk’ın mârifetini, nefsin mârifetine bağladı da: “Nefsine ârif olan kimse, muhakkak Rabb’ine ârif oldu” buyurdu. Hak Teâlâ dahi buyurdu ki: “Yakında biz işâretlerimizi onlara âfâkta gösteririz” ve o senden hâriç olan şeydir. “Ve biz işâretlerimizi nefslerinde onlara gösteririz”; o da senin aynındır. “Tâ ki onlara”, yânî bakanlara “açıkça belli olsun ki, muhakkak o Hak’tır.” Sen Hakk’ın sûreti olduğun ve o senin rûhun olduğu yön ile. Şimdi, sen onun için cismi sûret gibisin ve o, senin cesedinin sûreti için idâre edici olan rûh gibidir. Ve hadd senin zâhir ve bâtınına dâhildir. Çünkü geriye kalan sûret, onu idâre edici olan rûh ondan ayrıldığı vakit, insan olarak bâkî kalmaz; fakat onun hakkında “o, insan sûretine benzeyen bir sûrettir” denilir. Bundan dolayı o sûret ile ağaçtan ve taştan olan insâni sûret arasında fark yoktur ve o sûrete insan ismi konulması hakîkat ile değil, mecâz iledir (8).
Yânî nefsin icmâl olarak bilinmesi, Hakk’ın icmâl olarak bilinmesini gerektirdiği için (S.a.v.) Efendimiz, Hakk’ın mârifetini, nefsin mârifetine bağlı kılıp “Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû” yâni “Nefsine ârif olan Rabbi’ne ârif olur” buyurdu. Çünkü mutlak vücûd, nasıl ki âfâkta mevcût ise, nefislerde dahi öylece mevcûttur. Nitekim Hakîm Senâî Hazretleri bu ma’nâya işâreten buyururlar:
Tercüme: “Kendi nefsini tanıyamayan, bilmeyen kimse, Hâlık’ı nerede bilir? Sen kendi nefsinin elinde zebûn oluyorsun, nasıl Kird-gâr’a ârif olursun?”
Şimdi Râbb’ine ârif olmak için kişinin ilk önce kendi nefsine ârif olması lâzımdır. Nefsini icmâl olarak ârif olan, Rabb’ini de icmâl olarak ârif olur. Çünkü insâni nefs, kevni ve ilâhî mertebelerin hepsini içine almıştır. Ve Hak dahi bu mertebelerde açığa çıkmasından dolayı, onların hepsini içine almıştır. Ve ârif Rabb’inin mertebelerini, nasıl ki mücmel olarak bilirse, kendi nefsini de, daha çok ancak icmâl üzere bilir.
Ve nefsine ayrıntılı olarak ârif olan zât, ancak zâhiri kayıtlardan ve bâtınî taayyünlerden kurtulmuş ve zorunlu ve imkâni hükümler kendisinde gözüken kimsedir. Bundan dolayı bu zât, Rabb’ini de ayrıntılı olarak ârif olur; ve hakîki mârifetin oluşması, ancak âfâki sûretlerde yayılmış olan ilâhî îşaretler ile nefslerdeki ilâhî işâretler mârifeti arasını birleştirmekle olur.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Biz işâretlerimizi yakında onlara âfâkta gösteririz.” (Fussılet, 41/53) Ve “âfâk” dediğimiz şey, senden hâriç olan şeydir; yânî âfâki taayyünler senin taayyününe göre başka bir taayyündür. Ve Hak her bir taayyünde başka başka tecellîler ile zâhir oldu.
Ve aynı şekilde, Hak Teâlâ buyurur: “Biz işâretlerimizi onların nefislerinde onlara gösteririz.” (Fussılet, 41/53) Ve o “nefis” de senin “ayn”ındır. Ve Hak, kevni ve ilâhî mertebelerin tümü ile mü’minin kalbine istivâ etti. Tâ ki onlara, yânî bakanlara, açıkça belli olsun ki, âfâk ve nefslerde görünen Hak’tır. Ve Hakk’ın âfâkta ve nefslerde görünmesi, sen Hakk’ın sûreti olduğun ve Hakk’ın da senin rûhun olduğu yön iledir. Şu halde sen, Hakk’ın cismi sûreti gibisin ve Hak senin cesedinin sûretine, onu idâre eden rûh gibidir. Yânî âfâk ve nefslerde müşahede edilen görünme yerlerinde Hakk’ın zâhir olması ve âfâk ve nefslerin Hak ile kâim bulunması, rûhun cesette açığa çıkması ve cesedin rûh ile kıyâmı gibidir. Bundan dolayı Hak senin hüviyyetin ve bâtının; ve sen Hakk’ın sûreti ve zâhirisin. Bununla berâber Hak, rûh değildir; belki rûhun rûhudur. Çünkü mutlak vücûdun mertebelere tenezzüllerine göre rûhlar âlemi üçüncü mertebedir. Ömer Hayyâm buyurur:
Tercüme. “Hak cihânın cânıdır ve cihân bütün herşeyiyle bedendir. Meleklerin rûhları da bu bedenin havâssidir. Felekler ve unsurlar ve mevcûtlar ise bu bedenin âzâsıdır. İşte tevhîd budur; bunun dışındakiler hep çokluk perdeleridir:”
Ve insanı târif etmek istediğimiz vakit, onun zâhirini ve bâtınını dikkâte alarak “insan konuşan hayvândır” deriz. Konuşabilme, insanın bâtınına şâmil olur. Çünkü rûh, konuşan kendisidir ve hayvâniyyet ise zâhirine şâmildir. Çünkü “hayvan” dediğimizde gelişen ve duyguları olan ve irâdesiyle hareket edici olan bir cismi kastederiz.
Şimdi Hak, senin zâhir ve bâtından oluşmuş olan sûretine rûh gibidir. Ve insanın târifinde zâhir ve bâtınının alınması lâzım geldiğinin delîli budur ki, ruh ile bâki ve kâim olan insanın sûretinden, bu sûreti idâre eden rûh ayrılınca, artık o sûrete insan denilmez. Belki, insan sûretine benzeyen bir sûrettir, denilir. Bundan dolayı rûhu ayrılmış olan insâni sûret ile ağaçtan ve taştan yapılmış olan insan heykelleri arasında hiçbir fark yoktur. Eğer o sûrete “insan” denirse, bu hakîkat değil, belki “evvelce insan idi” demek ma’nâsında önceki var olana alâkasıyla mecâz olur
Ve âlemin sûretinden Hakk’ın ayrılması aslâ mümkün değildir. Böyle olunca ulûhiyyetin târifi, onun için hakîkat iledir; mecâz ile değildir. Diri olduğu zaman insanın târifi gibi. Ve insanın sûretinin zâhiri, kendisini idâre edici olan rûhuna ve nefsine, kendi lisânı ile, nasıl senâ gösterirse, aynı şekilde Allah Teâlâ da âlemin sûretini, Hakk’ın hamdi ile tesbih edici kıldı; velâkin biz onların tesbîhini idrâk etmeyiz. Çünkü biz, âlemde sûretlerden olan şeyleri ihâta edemeyiz (9).
Yânî insanı târif ederken “konuşan hayvândır” deyip, “hayvân” ifâdesiyle onun cesedini, zâhirini; ve “konuşan” ifâdesiyle bâtıni hüviyetini, rûhunu alırız. Ve insanın zâhiri bâtınından ve bâtını da zâhirinden ayrılmaz.
Bunun gibi Hak da âlemin sûretinin bâtını ve âlemin sûreti, O’nun zâhiridir. Ve Hak bâtın oluşu yönüyle âlemin sûretinden aslâ ayrılmaz. Eğer ayrılmış olsa, insanın rûhu cesedinden ayrıldığı zaman, nasıl fânî olursa, âlemin sûreti de öylece fenâya gider.
Şimdi insan, hayatta olduğu zaman nasıl ki, zâhir ve bâtını ile târif olunursa, ulûhiyyet de öylece Hakk’ın zâhiri ve bâtını alınmak sûretiyle hadd ve târif olunur. Ve ulûhiyyetin târifi Hak için, mecâz olarak değil, hakîkat olarak sâbittir. Çünkü ilâh edinen gibi değildir. Hak, ilâh edinenin yânî âlem sûretlerinin Kayyûm’udur. Çünkü İlâh olmayınca, ilâh edinenin kıyâmı tasavvur edilemez.
Bilinsin ki, sırası geldikçe diğer fasslarda da îzâh edildiği üzere Hak, zâti ahadiyyet mertebesi îtibârıyla sıfat ve isimlerin tümünden ganîdir. Bundan dolayı bu mertebeyi îzâh için hiçbir ifâde yoktur. Sonradan olmuşun lisânı bu husûsta dilsizdir. Ve bu mertebeyi tefekkür, abesle iştigâldir. Onun için peygamberimiz (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) Efendimiz “Hakk’ın zâtını tefekkür etmeyiniz” buyurmuşlardır. Zâti ahadiyyet mertebesinde Hakk’ın potansiyel olarak mevcût olan sıfatları ve bu sıfatların gerekleri olan isimleri mahv ve helâk olmuştur. “İlâh” denemez, çünkü “me’lûh yâni ilâh edinen” yoktur. “Hâlık” denemez, çünkü “mahlûk” yoktur”. “Mûsâvvir” denemez, çünkü “sûret” yoktur. Ve diğerlerini buna kıyâs et!
Sonuçta hiçbir şeyle vasfedilemez. Fakat potansiyel olarak zâtında mevcût olan sıfat ve isimler, öylece mahbûs kalamaz; açığa çıkmak isterler. Nitekim, kendisinde ressâmlık sıfatı bulunan bir adam, hayâtının sonuna kadar bir tablo çizmeyi düşünmeyebilir mi? İçinde dâimâ o sıfatın istekleri vardır. Ve o sıfat, bir tablo çiz ki, senin “ressâm” ismin açığa çıksın der durur. Bunun gibi Hakk’ın sonsuz sıfatları ve isimleri de kemâllerinin açığa çıkması için bu mertebede istekte bulunurlar. İşte bu isteklere b inâen, Hak da isimlere rahmet olarak ahadiyyet mertebesinden vahdet mertebesine tenezzül buyurmuştur.
Bundan dolayı Hak, bu mertebede “ulûhiyyet” sıfatıyla vasıflanmış olur. Ve ulûhiyyet, ilâhî isimlerin ilmi sûretler ile taayyünü mertebesi olan vâhidiyyet mertebesine tenezzül edince bu mertebede, bir olan vücûd isimler ile taayyün etmiş olur. Ve âlem sûretleri de gaybi a’yânların, yânî a’yân-ı sâbitenin sûretleridir. Bu halde âlem sûretleri ilâhî isimlerin görünme yeri olur ve eğer bu görünme yerleri olmasa, isimler taayyün etmiş olmaz idi. Bundan dolayı ulûhiyyet’in zâhirde tahakkuku, âlemin vücûduna bağlıdır. Ve âlem sûretleri zâhir, isimler de bâtındır. Ve zâhir olan âlem sûretlerinin kıyâmı, onun bâtını olan isimler iledir.
Bundan dolayı insanı târif ederken zâhirini ve bâtınını aldığımız gibi, ulûhiyyeti târif ederken, onun zâhiri olan âlem sûretlerini ve bâtını olan isimleri alırız. Ve insanın sûretinin zâhiri, kendisini idâre edici olan rûhuna ve nefsine, zâhir lisânı ile hâmd edici olduğu gibi, Allah Teâlâ da âlem sûretini kendi nefsine hâmd edici kıldı. Çünkü insan sûretinin devamlılığı ve hayâtı ve insanlığı ve ilâhî kemâlâtı tahsîli ve ilâhî sûret üzere mahlûk olmasıyla vasfedilmesi, bâtını olan rûh sebebiyledir.
Ve aynı şekilde zâhir ve bâtının toplanmışı olan âlem sûretinin devamlılığı ve kıyâmı da, kendisinin bâtını ve rûhu olan Hak’la olduğu için ona hâmd edicidir. Velâkin, bizim kayıtlı ve taayyün etmiş vücûdumuz perde olduğundan, onların tesbîhlerini idrâk edemiyoruz. Çünkü âlemin sûretlerinin cinsleri ve nev’ileri çoktur. Biz o sûretlerin hepsini ihâta edemeyiz. Çünkü her cinsin sûreti, ancak kendi cinsinin lisânı üzere olan hamd ve senâsını anlayabilir.
Şimdi âlem sûretleri kendilerinin rûhlarını ve isimlerini imkâni noksanlıklardan tenzîh etmelerinden dolayı tesbih edici olurlar; ve kendilerinden açığa çıkan kemâlâttan dolayı da hamd ederler.
Böyle olunca âlemin sûretlerinin hepsi, Hakk’ın lisanları olup Hakk’a senâ ile konuşucudur. Ve işte bunun için (Fâtiha, 1/1) “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn” yânî “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsûstur” dedi ki, senânın, sonuçları, ona dönücüdür demek olur. Bundan dolayı senâ eden ve senâ olunan ancak O’dur (10).
Bilinsin ki, “Kelâm” Hakk’ın sıfatlarından bir sıfattır. Ve vücûd ancak Hakk’ın vücûdu olduğundan kelâm sıfatı ile vasıflanmak ta, ancak o bir olan vücûda mahsûstur. Ve âlem sûretlerinin hepsi Hakk’ın mutlak vücûdunun tenezzülü ile, isimlerinden dolayı taayyününden ibâret olmakla, bunların hepsinde zâhir olan Hak’tır. Ve âlemin sûretleri Hakk’ın zâhiridir. Bundan dolayı Hakk’ın sıfatları bu görünme yerlerinde onların istîdâdları ve taayyünlerinin gerekleri yönü ile zâhir olur. Ve onlardan kelâmın çıkışı da, hallerinin gereklerine göredir. Ve bu sûretlerin hepsinden kelâm edici olan Hak olduğundan, her birisi, ayrı ayrı Hakk’ın birer lisânıdır.
Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin on ikinci bölümünde buyururlar ki: “Bitkilerin mâdenlerin rûhları vardır ki, keşif ehlinin dışındakilerin idrâkinden bâtındır. Bundan dolayı hayvanlar tarafından idrâk olunan şey, onlar tarafından hissedilemez. Ve insan olarak isimlendirilen bu özel mizâcın dışında, keşf ehli indinde her bir şey konuşan hayvândır. Ve bizim keşfimiz de ona şâhiddir. Çünkü biz konuşma lisânı ile taşların Hakk’ı zikrettiklerini kulaklarımızla işittik.”
Ve yine o bölümün diğer bir mahallinde buyururlar: “Bu tesbîh, keşif sâhibi olmayan görüş ehlinin dediği gibi; hâl lisânı ile değildir.”
Ve yine “Elli dördüncü sorunun cevâbı”nda buyururlar ki: “Zâhir âlimleri indinde Allâh’ın cansız olan eşyâdaki kelâmı, hâl kelâmıdır. Yânî şöyle ve böyle olduğu onun hâlinden anlaşılır; hattâ eğer o cansız olan lisâna gelseydi, anlaşılan şeyi söylerdi. Bu grup örnek vererek derler ki: “Arz, çiviye niçin beni yarıyorsun der; ve çivi de, beni, mıhlayana bak! der. İşte onların indinde bu, hâl kelâmıdır. Bundan dolayı onlar; Hak Teâlâ’nın “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” yâni “O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur” (İsrâ, 17/44) ve “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ” yâni “Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler” (Ahzâb, 33/72) sözleriyle haber verilen her bir şeyin tesbîhini ve göklerin ve arzın Hakk’ın emânetini yüklenmekten çekindiklerini bu esâsa bağlamışlardır. Oysa keşf ehli indinde mâdenler ve bitkiler ve hayvanlardan her bir şeyin konuşması işitilir. Kul, insânlardan konuşmakta olan kimselerin konuşmasını nasıl işitir ise, cansız denilen eşyânın konuşmasını da hayâlde değil, his âleminde kulağıyla öylece işitir.”
Şimdi âlemlerin sûretlerinin hepsi Hakk’ın lisanları olduğundan onlar (Fâtiha, 1/1) “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn” yânî “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsûstur” dediler. Ve senânın sonuçları Allâh’a dönücürür. Şu halde hâmid yâni hamd eden ve mahmûd yâni hamd edilen Hak olmuş olur. Çünkü bu sûretlerde taayyün etmiş olup hamd eden Hak’tır ve sûretlerin hepsinin rûhu olmakla mahmûd olan yâni hamd edilen yine Hâk’tır.
Şimdi eğer sen, tenzîh ile kâil olur isen kayıtlayıcı olursun ve eğer teşbîh ile kâil olursan tahdid edici yâni sınırlayıcı olursun (11).
Yânî eğer Hakk’ı yalnız tenzîh edecek olur isen, O’nu kayıtlamış olursun. Çünkü Hak, sonradan olmuş ve maddi sıfatlardan münezzehtir, denildiğinde onun sıfatı bunların sıfatından başkadır demek olur ki, bu da Hakk’ı bir sıfat ile kayıtlamaktan ibârettir; veyâhut Hak kayıtlanmalardan münezzehtir denilince, mutlaklık kaydıyla kayıtlanmış olur. Bundan dolayı yalnız tenzîhe kâil olan kayıtlayıcı olur. Ve eğer Hakk’ı, yalnız teşbîh edecek olur isen, tahdid etmiş ya’nî sınırlamış olursun. Çünkü teşbîh, Hakk’ı cismâniyetlere benzetmektir ve Hak cismâniyyete benzetilince, onda sınırlanmış olur. Bu ise sınırsız olan mutlak Hakk’ı, cismâniyetler sınırları ile sınırlamaktır.
Ve eğer sen ikisiyle birlikte kail olursan doğruya sevkedici olursun ve mârifetlerde önder ve efendi olursun (12).
Yânî eğer sen Hakk’ı hem tenzîh ve hem de teşbîh edecek olur isen, nefsini doğru ve sâlih yol üzerine sevk etmiş olur ve bu sûrette de ilâhî mârifetlerde önder ve kendisine tâbî olunan ve efendi olursun.
Çünkü daha önce îzâh edildiği üzere ulûhiyyetin had ve târifi Hakk’ın zâhir ve bâtını alınmakla olur ve Hak, âlemin sûretinin bâtını ve âlemin sûreti onun zâhiridir. Hak âlem sûretinin bâtını denilince, bâtın oluşundan dolayı âlemin sûretlerinden tenzîh edilmiş olur; ve âlem sûretleri onun zâhiridir, denilince de teşbîh olur. Bundan dolayı böyle diyen kimse hem tenzîh ve hem de teşbîh ile kâil olup nefsini doğru yola sevk etmiş bulunur. Ve bu isâbetli mârifetler ile hâlin hakîkatinden câhil olanlara, önder ve kendisine tâbî olunan olarak onların efendisi olur. Mesnevî:
Tercüme:
“Kâh güneş ve kâh deniz olursun.
Kâh Kaf dağı ve kâh Ankâ kuşu olursun.
Sen kendi zâtında ne busun, ne de osun.
Ey vehimlerden hâriç ve ziyâdeden ziyâde!
Ey nakışsız olan pâk zât!
Bu kadar sûretler ile hem tenzîh eden ve hem de teşbîh eyleyen, senden hayrandır.”
Şimdi çiftlik ile kâil olan kimse, ortak isbât edici oldu ve teklik ile kâil olan kimse de tevhîd edici oldu (13).
Yânî bir kimse birisi hálk edilmişlerin ve diğeri Hakk’ın vücûdu olmak üzere, iki vücûd isbât edip varlığı çift görse, Hakk’a ortak isbât etmiş olur. Bundan dolayı böyle bir kimse Hakk’ın vücûdunu ayrı ve hálk edilmişlerin vücûdunu da ayrı görüp Hakk’ı hálk edilmişlerden tenzîh eder. Ve Hakk’ın vücûdunu, tek olarak söyleyip bir’dir diyen kimse de, onu vahdet ile kayıtlar. Çünkü ondan önce çokluğu isbât eder. Daha sonra Hakk’ı çokluktan ihrâç edip tevhîd eder. Bundan dolayı bu da önceki gibi haberi olmaksızın şirke düşer. Çünkü teklik ve çiftlik sayıların gereğidir. Oysa Hak, ne ikinin ikincisi, ne de çokun biri değildir.
Eğer sen iki kılıcı isen, teşbîhten sakın! Ve eğer tek kılıcı isen, tenzîhten sakın! (14).
Yânî bu taayyünlerin çokluğunu görüp hálk edilmişlerin vücûdunu isbât etmek sûretiyle Hakk’ın vücûdunu, iki vücûdun ikincisi olarak kabûl edersen, bu sırf teşbîh olur ki şirktir. Bundan dolayı bu şirki içine alan teşbihten sakın!
Ve eğer bu taayyünlerden ve hálk edilmişlerin vücûdundan Hakk’ın vücûdunu çıkarıp, Hak bunların hepsinden münezzehtir diyecek olursan, bu da sırf tenzîh olur ki, aynı şekilde şirktir. Çünkü ilk önce bir şeyin vücûdunu isbât etmeyince, onun içinden bir şey çıkarmak tasavvur edilebilir değildir. Bundan dolayı aynı şekilde şirki içine alan tenzîhten de sakın!
Şimdi sen O değilsin, belki sen O’sun; ve sen O’nu işlerin ayn’ında mutlak ve kayıtlanmış olarak görürsün (15).
Yânî sen şehâdet mertebesinde, zâhir kaydı ile kayıtlanmış olduğun için, Hakk’ın mutlak vücûdunun aynı değilsin. Bundan dolayı bu taayyün kaydı içinde sen O değilsin. Fakat senin bu taayyünün Hakk’ın mutlak vücûdunun sıfatları yönünden tenezzülünden husûle gelmiş bir îtibârî vücûd olduğu için, vücûdun hakîkati îtibârıyla sen O’nun aynısın. Bundan dolayı sen O’sun.
Ve sen O’nu eşyânın ayn’larının sûretlerinde müserrah, yânî mutlak, ve kayıtlanmış olarak görürsün. Çünkü ayn’ların sûretlerinden her birisi mutlak vücûdun kayıtlanmasından hâsıl olmuştur ve her bir kayıtlı olan, diğer kayıtlı olanın gayrıdır. Fakat hepsinin hakîkatının mutlak vücûd olması îtibârıyla bir dîğerinin aynıdır.
Örnek: Elimize bir iplik alıp onun üzerinde beş düğüm yapsak. Bu düğümlerde zâhir olan ve düğümlerin sûretini vücûda getiren ipliktir. Fakat bu düğümlere iplik ismi verilmez; onların adı düğümdür. Çünkü mutlak iken kayıtlanmış oldu. Ve iplik ile görülen işler düğümlerle görülmez. Bundan dolayı düğümler kayıtlı oluşları îtibârıyla iplik değildir. Fakat müstakil vücûd sâhibi olmayıp onların vücûdu ipliğin vücûdundan başka bir şey olmadığından düğümler ipliktir.
Diğer örnek: Okyanus mutlaklık üzere bir deryâdır. Fakat onun suyunu çeşitli şekillerdeki beş bardağın içine koysak, bardakların şekilleriyle kayıtlanmış ve onlarda sınırlanmış olduğundan, o sular okyanusun aynı değildir ve onlara okyanustur desek, herkes güler. Çünkü okyanus gemileri ve insanları gark eylediği halde, bunlarda o özellik yoktur; fakat onların vücûdu okyanusun kayıtlı oluşundan husûle gelmiş birer vücûd olduğundan bu îtibâr ile okyanusun aynıdır.
Allah Teâla “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) dedi, tenzih eyledi; “ve huves semîul basîr” (Şûrâ, 42/11) dedi teşbîh etti. Ve Allah Teâlâ “leyse ke mislihî şey’un” dedi, teşbîh ve iki kıldı; “ve huves semîul basîr” dedi, tenzîh ve bir etti (16).
Yânî Allah Teâlâ “leyse ke mislihî şey’un” sözüyle kendisini hem tenzîh ve hem de teşbîh ve tesniye eyledi. Çünkü “ke-mislihi” deki “kâf” harfi kuvvetlendirici olarak dikkâte alındığında “O’nun benzeri bir şey yoktur” demek olur ki, bu da avâmın anlayışına göre, sırf tenzîhtir. Çünkü eşyânın tümünden onun benzer oluşu kaldırılmış oluyor ve Hak onlardan münezzehtir deniliyor.
Fakat “kâf” harfi, kuvvetlendirici olarak kabûl edilmeden dikkate alındığında “leyse ke mislihi”nin ma’nâsı “leyse misli mislihi” yânî “O’nun benzeri bir benzer yoktur” demek olur. Bu da havâssın anlayışına göre teşbîh ve ikilemedir. Çünkü Hak hakkında ilk önce benzeri isbât olunuyor; daha sonra o benzeri oluştan eşyânın benzer oluşu kaldırılıyor. Bu ise vücûdda ikilik ve benzerlik isnâdından başka bir şey değildir.
Ve aynı şekilde Hak Teâlâ’nın “ve huves semîul basîr” yâni “O Semî ve Basir’dir” sözü de hem teşbîh ve ikilemeyi ve hem de tenzîh ve birlemeyi içine almaktadır. Çünkü bu söz işitilince ilk anda avâmın aklına gelen ma’nâ; “işiticilik” ve “görücülük”te Hakk’ın hálk edilmişlere ortak olmasıdır. Çünkü hálk edilmişler de işitir, görür. Oysa bu ma’nâda ikilik ve benzer oluş vardır. Tesniye, yânî iki kılmak budur ki, işitmek ve görmek özelliklerine sahip olarak bir Hakk’ın ve bir de hálk edilmişlerin vücûdu vardır ve benzerlik de görmekte ve işitmekte Hakk’ın, hálk edilmişlere benzemesidir.
Fakat bu âyet-i kerîmeden havâs ehlinin anladığı tenzîh ve birleme ma’nâsına gelince, “huve” yâni “O” zamîrinin ilk olarak zikredilmesi ve haber olan “Semî’ ve Basîr” kelimelerinin târif harfi ile gelmesi yalnız bir şeye mahsus kılmayı ifâde ettiği yön ile ma’nâ “Semî ve Basîr olan ancak Hak’tır; başka semî’ ve basîr yoktur” demek olur. Bu ise ancak tenzîh ve birlemedir.
Bilinsin ki, vücûd birdir; o da, Hakk’ın vücûdudur. Bu vücûd, sonsuz olmakla berâber, hiçbir kayıt ile kayıtlanmış değildir. Fakat O’nun zâtında mevcût olan, sonsuz birtakım bağıntılar vardır. Birin içinde bulunan yarım(1/2), üçte bir(1/3) ve dörtte bir(1/4) vb. gibi. Ve Hakk’ın bağıntıları ise sıfatları ve onlardan çıkan isimleridir. Bundan dolayı Hâkk’ın, bu sonsuz olan isimleriyle açığa çıkması için, eserlere lüzûm vardır. Bu eserlerin zâhir olması için onların sûretleri ilk önce Hakk’ın ilminde peydâ olur. Şu halde bu sûretler ilâhî hayâller olur. Bu hayâlllere zâhirde vücûd vermek için, Hakk’ın vücûdu letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzül buyurur. İşte bu da Hakk’ın Zâhir ismi ile olan tecellîsidir; ve bu tecellî bu sonsuz vücûdun yine kendi zâtına olan tecellîsidir. Demek ki, bu çok olan sûretler ve bu sonsuz taayyünler Hakk’ın mutlak vücûdunun kayıtlı olarak zuhûrundan ibârettir.
Şimdi gayr nerededir ki, Hak ondan tenzîh edilsin ve birleme olunsun; veyâhut ona benzetilsin. Teşbîh ve tenzîh ancak Zâhir ve Bâtın dediğimiz iki ilâhî işin birbirine göreliği îtibârıyla söylenen sözlerdir. Yoksa teşbîh ile tenzîh Hakk’ın hakîkâti için zâtîdir. Çünkü Zâhir ve Bâtın isîmleri Hakk’ın zâti işleridir. Ve işler ise O’nun zâtının aynıdır. Bundan dolayı Hakk’ın vücûdu hem tenzîhi ve hem de teşbîhi toplamıştır.
Eğer Nuh, kavmi için iki dâvet arasını birleştirseydi, elbette onlar ona icâbet ederlerdi. Böyle olunca, onları açık olarak dâvet etti; daha sonra onları kapalı olarak dâvet etti. Sonra onlara “Rabbinize istiğfâr edin ki, muhakkak O Gaffâr’dır” (Nûh, 71/10) dedi. Ve Nûh (a.s.) “Yâ Rab ben, kavmimi gece gündüz dâvet ettim, benim dâvetim onlara kaçışlarından başka bir şey arttırmadı ” (Nûh, 71/6) dedi (17).
Yânî Nûh (a.s.), Muhammed (s.a.v.) hazretleri gibi tenzîh ve teşbîh dâveti arasını birleştirseydi, elbette kavmi ona icâbet ederlerdi. Oysa onun kavmi, isimlerin görünme yerlerinin çokluğu ile vahdetten perdelenmişlerdi. Nûh (a.s.) tenzîhde mübâlağa edip isimlerin görünme yerlerinden olan putlardan sırf vahdete dâvet etti. Çünkü her bir nebîye risâlet ilminden verilen şey, ümmetinin istîdâdına göredir. Nûh (a.s) bu hakîkâti bildiği için, ümmetini bir sûretle dâvet etti. Oysa onlar, çok olan görünme yerlerinin müşâhedesinde gark olmuş olduklarından bu dâvete icâbet etmediler ve kendilerini Hakk’ın gayrı bildiklerinden, putlara taptılar.
Bundan dolayı Nûh (a.s.), onları açık olarak dâvet etti; yânî Zâhir ismine dâvet edip “eğer siz Hakk’ı kendinizden uzak ve münezzeh gördünüz ise, sizin putlarınızdan da münezzehtir” dedi. Velâkin, onların istîdâdlarının gereği küfür olduğundan bu cismâni sûrette dahi çokluk örtüsü ile ahadiyyet yönünü örttüler.
Daha sonra onları kapalı olarak, yânî Bâtın ismine dâvet edip dedi ki: “Hak nasıl ki sizin putlarınızın sûretinde mevcût ise, sizin sûretlerinizde de mevcûttur.” Hz. Nûh’un bu dâveti de nübüvvet mârifetine yakışan bir dâvet idi. Çünkü ümmetinin istîdâdına vâkıf idi. Oysa onlar görünen çokluk ile meşgûl olmalarından dolayı bâtın olan vahdetten uzak oldukları için, bunu da anlamadılar.
Ondan sonra Cenâb-ı Nûh kavmine dedi ki: “Rabbinizden örtmeyi isteyin, tâ ki sizi bu taayyün perdelerinden ve zulmânî perdelerden örtsün. Ve siz de Hakk’ın vahdetine nâzır olun; çünkü Rabbinizin mağfiret taleb edenler hakkındaki örtmesi mübâlağa üzere olur.”
Nûh (a.s.)’ın kavmini kâh Zâhir ismine ve kâh Bâtın ismine dâvet etmesinden dolayı, onlar hayrete düşüp bu farklılık gösteren dâvete icâbet etmediler. Cenâb-ı Nûh onları Rabb’ine şikâyet edip dedi ki: “Yâ Rab, ben kavmimi geceleyin Bâtın’a ve gündüzleyin Zâhir’e dâvet ettim ve gece gündüz dâvetten ayrılmadım. Benim onlara olan dâvetim kaçışlarından başka bir şey artırmadı.”
Ve Cenâb-ı Nûh, kavmi tarafından anlattı ki, onlar onun dâvetine icâbetten şart olan şeyi bildikleri için, onun dâvetine kulaklarını tıkadılar. Böyle olunca ulemâ-i billâh Cenâb-ı Nûh’un kavmi hakkında zemm lisânı ile onlar üzerine senâdan işâret ettiği şeyi bildi ve onda Furkân olduğu için, onun dâvetine icâbet etmediklerini de bildi. Oysa emr, Kur’ân’dır, Furkân değildir. Ve Kur’ân’da ikâme olunan kimse her ne kadar onun içinde olsa da, Furkân’ı kabûl etmez; çünkü Kur’ân, Furkân’ı içine almaktadır (18).
Yânî Nûh (a.s.) “Ve innî küllemâ deavtuhum li tagfire lehüm cealû esâbiahum fî âzânihim vestagşev siyâbehum” (Nûh, 71/7) âyet-i kerimesinde beyân buyrulduğu üzere kavminin hâlinden bahisle dedi ki: “Yâ Rab, ben onları her ne vakit, senin örtmene dâvet ettim ise, onlar bu dâvete icâbetin, Hakk’ın vücûd nûru ile perde olan taayyünler ve zulmâni perdelerden örtmeyi icâb ettirdiğini bildikleri ve bunun kendi dînlerine ve hallerine uygun olmayan bir şey olduğunu anladıkları için, parmaklarıyla kulaklarını tıkâdılar ve elbiselerine büründüler.”
Ve bunu Nûh (â.s.)’ın dâvetini işitmemek için yaptılar. Oysa Nûh kavmi, bu dâvete inkâr sûretinde icâbet ettiler. Çünkü Cenâb-ı Nûh, onları istiğfâra, yânî örtünme talebine dâvet etti. Onlar görünüşte inkâr ettiler; fakat fiilen icâbet ettiler. Çünkü parmaklarıyla kulaklarını ve elbiseleriyle vücûdlarını örttüler. Ve taayyünlerin çokluğu ile ahadiyyet vechini örttüler. Ve icâbetleri, Zâhir isminin sûretine ve Hakk’ın ayrıntılı ve furkânî olan kitâbına oldu. Çünkü âlem, Hakk’ın nefes-i rahmânî’de konuştuğu kelâmın sistem sûretidir.
Sonuç olarak Nûh kavmi, söz ile nebîlerini inkâr ettiler; fakat putlarının görünme yerleri ile mutlak vechi örttükleri için, fiilen icâbet etmiş oldular. Bundan dolayı Nûh (a.s.) da onlara zemm sûretinde senâ edip “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” (Nûh, 71/26) yânî “Yâ Rab, yeryüzünde kâfirlerden devreden bir kimse bırakma!” dedi ki, bu onların bâtına ve cem’ etmeye ulaşmaları için duâdır. Çünkü Zâhir isminin sûretlerinden birer sûret olan onların cesetleri fânî olmakla bâtına ve cem’ etmeye ulaşmış olurlar.
İşte ulemâ-i billâh, Cenâb-ı Nûh’un kavmi hakkında, zemm lisânı ile onlar üzerine senâdan ne şeye işâret ettiğini bildiler; ve o âlimlerin tahkik ehli olanları Cenâb-ı Nûh’un dâvetinde Furkân olduğu için kavminin o dâvete icâbet etmediğini de bildiler. Çünkü çokluktan vahdete ve teşbîhten tenzîhe dâvet, Furkân’ın ayn’ıdır. Oysa vücûd emri Kur’ân’dır, Furkân değildir. Yânî bütün ilâhî isimleri toplamış ve birbirine zıt ve karşılık hakîkatleri ihtiva edici zâti ahadiyyetin ihâtasından hâriç hiçbir şey yoktur. Ve ilâhî isimler ise, Hakk’ın zâti işleri olup, kendisinin aynıdır; ve O’nun işleri ise zâtının gereğidir. Bundan dolayı ahadiyye zâtı mahal dolayısıyla, isimleriyle imkâni görünme yerlerinden açığa çıkması ve tecellîsi îtibârıyla bir şeyden tenzîh olunmaz. Çünkü hiçbir şey kendi zâtının gereklerinden tenzîh olunmaz. Böyle olunca vücûd emri Kur’ân’dır, Furkân değildir.
Ve Kur’ân, yânî cem’ mertebesinde ikâme olunan kimse Furkân’a, yânî farka, aît olan haberleri kabûl etmez. Çünkü cem’ ayn’ında olduğu için farkın ne olduğunu bilmez ve o kimse her ne kadar fark içinde olsa bile, yine Furkân’a aît olan haberleri kabûl etmez. Çünkü Kur’ân, Furkân’ı içine almaktadır. Yânî farkın ne kadar ayrıntılı mertebeleri varsa, Kur’ân ve cem’ mertebesinde hepsi bir aradadır. Oysa Furkân Kur’ân’ı, yânî fark cem’i, içine alan değildir. Çünkü Kur’ân’da, yânî cem’ mertebesinde bir arada olan ayn’ların her birisinde mahalden dolayı Hakk’ın açığa çıkışı furkânîdir, yânî fark üzerinedir. Şu halde Furkân, Kur’ân’ı içine alıcı olmadığından, Kur’ân mertebesinde ve cem’ makâmında bulunan Furkân’a, yânî fark makâmına, dâvet olunduğunda kabûl etmez.
Ve bunun için, Kur’ân’a, ancak Muhammed (s.a.v.) ve insânlar için gönderilen ümmetin hayırlısı olan bu ümmet, mahsûs kılındı. Bundan dolayı “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) emri, bir emirde topladı (19).
Yânî vücûd emri Furkân olmayıp Kur’ân olduğu ve Kur’ân Furkân’ı içine alıcı bulunduğu için, cem’ makâmı, ancak (S.a.v.) Efendimiz’e ve ümmetlerin hayırlısı olan onların ümmetlerine mahsûs oldu. Ve onlar teşbîh ve tenzîh arasını cem’ etmeye me’mûr oldular. Halbuki ondan önceki resûllerin ve onların ümmetleri Furkân müşâhedesine me’mûr idiler. Bundan dolayı bahsedilen resûl hazarâtı ümmetlerini Nûh (a.s.) gibi kâh Furkân’a ve kâh Kur’ân’a dâvet eder; yânî kâh teşbîhe ve kâh tenzîhe yânî çeşitli sûrette dâvet eder idi ve Mûsâ (a.s.) gibi sırf tenzîhe ve Îsâ (a.s.) gibi sırf teşbîhe dâvet ederdi. Ümmet-i Muhammed (a.s.) ise Kur’ân’a me’mûrdur ve Kur’ân teşbîh ve tenzîh arasını toplayıcıdır.
Şimdi önceki dînlerde güçlük ve bu dînler ile bağlı olan ümmetler üzerine de şiddet vardır. “Yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra” yâni “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara, 2/185) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere Muhammedî dînde kolaylık ve bu din ile bağlı olanlar için de kolaylaştırma vardır. Böyle olunca, Muhammedî dîn teşbîh ve tenzîh emrini bir emirde, yânî “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesi gibi bir âyette topladı.
Diğer resûllerin dâveti ile, risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz’in, dâveti arasındaki farkın sebebi budur ki, her bir resûle risâlet ilminden verilen şey, fazlasız ve noksânsız, ümmetinin istîdâdına göredir.
Ve Zâhir isminden dolayı ilâhi kemâlâtın şehâdet mertebesinde açığa çıkması ise yavaş yavaştır, bir defâda değildir. Bu hakîkat tabîat kitâbını tetkîk eden filozoflar ve bilim adamları gibi teorik akıl ehlince de şüphesiz kabûl edilmiştir. Ve âlem sûrelerinden her bir sûretin kendisine mahsûs birtakım hâlden hâle geçişleri, başlangıca ait, ortada olan ve sona ait halleri vardır. İnsanların zekâ ve irfanları da bu kâideye tâbîdir. Bundan dolayı önceki resûllerin getirdikleri şeriatlar, kendi ümmetlerinin istîdâdlarının gerekleridir. Onun için kimi sırf teşbîhe, kimi sırf tenzîhe ve kimi çeşitli sûrette kâh tenzîhe ve kâh teşbîhe dâvet etti. Fakat (S.a.v.) Efendimiz âhir zamân nebîsi olup ümmeti en sonra geldiğinden ve onların zekâ ve irfanları, günümüzde de görüldüğü üzere, kemâl derecesini bulduğundan Kur’ân ile geldi. Çünkü bugün dünya üzerinde bulunan ve muhtelif dînlerin yolunda olan insanların hepsi, Kur’ân’a dâvet olunduğu için, hepsi ümmet-i Muhammed’dir. Şu kadar ki, bunlardan bir kısmı bu dâvete icâbet etmiş ve diğerleri her ân dâvet edilmektedir. Ve peyderpey hâllerin hakîkatlerinin, zeki tefekkür ehli tarafından kabûlü umulur. Nitekim, Avrupalı bilim adamları şimdiden vahdet-i vücûdu idrâke bile başlamışlardır.
Şimdi, eğer Nûh (a.s.) kavmine, söz ile bu âyetin benzerini getirseydi, ona icâbet ederlerdi. Çünkü bir âyette, belki âyetin yarısında, teşbîh ve tenzîh eyledi. Nûh (a.s.) ise onların akılları ve rûhâniyyetleri yönüyle kavmini geceleyin dâvet etti; çünkü onlar gaybdır. Ve onları sûretlerinin ve cüsselerinin zâhiri yönüyle gündüzleyin de aynı şekilde dâvet etti ve dâvette “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) gibi cem’ etmedi. Böyle olunca bu Furkân’dan dolayı onların bâtınları nefret etti; onların firârını artırdı (20).
Yânî Nûh kavminin Kur’ân’a istîdâdları olup da Cenâb-ı Nûh da onlara söz ile cem’ makâmını gösteren bu âyetin benzerini getirseydi, icâbet ederlerdi. Çünkü Muhammed (s.a.v.), bir âyette, yânî “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesinde ve belki bu âyetin yarısında; daha önce îzâh edildiği yön ile teşbîh ve tenzîh arasını cem’ etti. Fakat onlarda bu istîdâd olmadığı için teşbîh ve tenzîhe çeşitli sûretlerde dâvet etti. Şöyle ki, onların akılları ve rûhâniyyetleri yönünden, onları geceleyin, yânî bâtına ve gayba, dâvet etti. Çünkü akıllar ve rûhâniyyet gaybdır.
Bilinsin ki, gayb ikidir:
Birisi “hakîkî gayb”tır ki, zât-ı mutlaka ve gaybın anahtarları olan isimlerin hakîkatleridir. Çünkü zât-ı mutlaka taayyünsüzlük mertebesi olduğundan, ondan sonraki mertebelerin hepsinin bâtınlarının en bâtınıdır. Ve gaybın anahtarları olan isimlerin hakîkatleri, yânî a’yân-ı sâbite, her ne kadar taayyünsüzlük mertebesinden sonra ise de, ilmi mertebe olmasından dolayı açığa çıkma âlemi olan rûhlar ve misâl ve hazret-i şehâdet mertebelerine göre gaybdır; ve mutlak zâtın işleridir.
İkincisi “izâfi gayb”tır; ve o da emr âlemidir; ve akıllar ve nefsler ve rûhların açığa çıkma âlemidir. Ve emr âlemi ve açığa çıkma da bize izâfetle gayb ve karânlık olduğu için gecedir. Ve hakîkî gayb olan zât-ı mutlaka ve ma’nâlar âlemi olan zâti isimlerin hakîkatlerine nisbetle şehâdet ve aydınlık olduğu için gündüzdür.
Bu yönden Cenâb-ı Nûh’un dâveti, kavminin akılları ve rûhâniyetleri yönüyle gayb âlemine ve beşeri kesâfetten soyunmaya ve imkâni hükümlerden sıyrılıp çıkmaya idi. Bu ise onların istîdâdlarının icâblarına aykırı olduğundan icâbet etmediler. Daha sonra onların istîdâdlarının icâbı olan şeye, yânî sûretlerinin ve cisimlerinin zâhiri yönünden cismâni uğraşları ile ilgili yaşantı hakkındaki hükümlere dâvet etti. Bu iki dâvetin bir dîğerine zıt olduğunu gördüklerinden kavminin hayret ve dalâleti daha fazla arttı.
Ve Nûh (a.s.) “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesinde olduğu gibi dâvette tenzîh ve teşbîh arasını birleştirmeyip böyle kâh bâtına ve kâh zâhire dâvet ettiği için kavminin bâtınları nefret etti. Bundan dolayı bu dâvet onların firârını artırdı. Ve Cenâb-ı Nûh’un bu sûretle dâveti, bâzı noksan akıllıların zannettiği gibi mârifetinin eksikliği değil, belki mârifetinin kemâlini gösterir.
Daha sonra Nûh (a.s.) kendi nefsinden haber verdi ki, gerçekte o onları Hakk’ın keşfetmesine değil, örtme ve kapamasına dâvet etti. Ve onlar Nûh (a.s.)’dan bunu anladılar. Bunun için parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine büründüler. Bunun hepsi Nûh’un onları dâvet ettiği örtmenin sûretidir. Şimdi onlar Nûh’un dâvetine, lebbeyk ile değil, fiil ile icâbet ettiler. Oysa “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesinde benzerin isbâtı ve kaldırılması vardır. Ve işte bunun için (S.a.v.) muhakkak kendisine cevâmi’-i kelim yâni kelimeleri toplayıcılık verildiğini kendi nefsinden haber verdi. Şimdi Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm), kavmini geceleyin ve gündüzleyin dâvet etmedi. Belki onları gündüzde geceye ve gecede gündüze dâvet etti (21).
Yânî Nûh (a.s.), kendi kendine Hakk’a hitâben kavmini Hakk’ın vücûd nûru ile perde olan taayyünlerin örtülmesine, yânî gayb tarafına ve Bâtın ismine dâvet ettiğini ve yoksa imkâni vücûdların keşfine, yânî şehâdet tarafına ve Zâhir ismine dâvet etmediğini söyledi.
Ve kavmi ise Cenâb-ı Nûh’un bu örtme ve kapamasına olan dâvetini, sûretlere âit örtme olarak anladılar. Böyle anladıkları için parmaklarını kulaklarına tıkadılar; kulaklarını örttüler ve elbiselerine bürünüp vücûdlarını örttüler. İstîdâdlarının gereği bu idi. Bu yaptıkları şeyin hepsi, Cenâb-ı Nûh’un dâvet ettiği örtmenin sûretidir. Çünkü parmakla kulak tıkamak ve elbiseye bürünmek “örtme” fiilinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı Cenâb-ı Nûh’un dâvetine onlar fiilen icâbet ettiler; “lebbeyk” ile icâbet etmediler. Eğer “‘lebbeyk” ile icâbet etseydiler, böyle bir örtme fiili icrâ etmezlerdi.
Oysa, Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’sselâm)’ın dâveti, Cenâb-ı Nûh’un dâveti gibi, çeşitli sûrette kâh farka ve kâh cem’ etmeye değildir. Belki onun “leyse ke mislihî şey’un” yâni “O’nun benzeri bir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11) âyet-i kerîmesiyle olan dâvetinde benzerin hem isbâtı ve hem de kaldırılması olduğundan fark ve cem’ bir aradadır. Ve onun dâveti fark ve cem’, teşbîh ve tenzîh arasını toplayıcı olduğu için “Bana cevâmi’-i kelim verildi” hadîs-i şerîfiyle kendi nefsinden haber verdi.
Yânî “ilâhî isimler ve onların icâblarının hepsi bana verildi” demek olur. Böyle olunca Muhammed (s.a.v.) kavmini çeşitli sûretlerde geceleyin, yânî sâdece bâtına ve tenzîhe ve gündüzleyin, yânî sâdece zâhire ve teşbîhe dâvet etmedi; belki gündüzde geceye, yânî zâhirde ve teşbîhte bâtına ve gecede gündüze, yânî bâtında ve tenzîhte zâhire ve teşbîhe dâvet etti.
Şimdi Nûh (a.s.) hikmetinde kavmine dedi ki: “Hak Teâlâ üzerinize yağmur yağdırıcı olduğu halde semâyı irsâl eder.” (Nûh, 71/11) Ve o ma’nâlarda akli bilgiler ve îtibârî düşüncelerdir. “Ve size mallar ile, yânî sizi ona meylettiren şey ile, yardım eder.” (Nûh; 71/12). Şimdi sizi ona meylettirdiği zaman, onda sûretinizi görürsünüz. Böyle olunca sizden muhakkak onu gördüğünü hayâl eden kimse, ârif olmadı; ve sizden muhakkak nefsini gördüğünü ârif olan kimse, âriftir. İşte bunun için insânlar âlim-i billâh ve âlim-i billâh olmayanlar olarak ayrıldı. Ve “onun çocuğu” fikrî bakışlarının meydana getirdiği şeydir; ve mârifet emrinin ilmi, müşâhedeye bağlı olup fikirlerin sonuçlarından uzaktır, “ancak hasârdır.” (Nûh, 71/21) Şimdi onların ticâretleri menfaat vermedi ve onlar doğru yola giren olmadılar (22).
Yânî Nûh (a.s.) örtünme ile amaçlanan hikmetinin beyânında kavmine dedi ki: Eğer siz aklî tenzîhin icâbı üzere bana icâbet ederseniz, Allah Teâlâ semâyı, yânî bulutu, yağmurları yağdırıcı olduğu halde, sizin üzerinize gönderir. Ve o yağmurlar da, ma’nâda akli bilgiler ve îtibârî düşüncelerdir.
Ve size mallar ile, yâni sizi muhabbet edilen tecellîler ve cemâli câzibelerden Hak tarafına meylettiren şeyle yardım eder. Çünkü “mâl” insan kalbinin meyilli olduğu şeye denir. Ve o tecellîler ve câzibeler sizi Hâk tarafına meyl ettirdiği, yânî sizi fenâ makâmına ulaştırdığı ve Hak o makâmda size zâti tecellî ile tecellî ettiği zaman, siz o makâmda kendi sûretinizi, yânî a’yân-ı sâbitenizin sûretini, müşâhede edersiniz.
Şimdi bu makâmda sizden biriniz gördüğü sûreti Hak zannedip, “ben Hakk’ı müşâhede ettim” diye hayâl ederse, hatâ eder ve Hakk’ı bilmemiş olur. Çünkü Hak bir sûrete sığmaktan ecell ve a’lâdır. Ve sizden biriniz eğer bu makâmda gördüğü sûretin kendi nefsi olduğunu ve Hak aynasında kendini veyâhut kendi aynasında Hakk’ı müşâhede ettiğini bilse, o kimse âriftir. Çünkü Hak herkesin ayn-ı sâbitesinin husûsiyyeti dolayısıyla tecellî eder ve kulun doğru mârifeti ayn-ı sâbitesinin sûretinde olan nefsinin mârifetidir. Bundan dolayı o ârifin müşâhede ettiği kendi nefsidir. Ve ayn-ı sâbitesi ise ilâhî isimlerden bir ismin sûretidir. Ve seyri sülûktan amaçlanan da görünme yeri olduğu ismin, yânî Rabb-i hâssının mârifetidir ve bu kimse önceki kimse gibi hayâl sâhibi değildir.
İşte buraya kadar olan sözler Cenâb-ı Nûh’un kavmine olan sözlerinin tefsîridir. Çünkü Cenâb-ı Nûh, kavminin makâm ve halleri gereğince, fiili olarak icâbet ettiklerini, yânî alay etme ve küçümseme ile örtünmeye ve kapanmaya parmaklarını kulaklarına tıkamak ve elbiselerine bürünmek sûretiyle giriştiklerini gördüğü zaman, onların vâkıf olamayacakları yön ile, onlara hidâyet etmek için, kendi makâmından mekr ile geldi . Ve yukarıda bahsedilen sözü, zâhiri onların zâhirden anladıkları şeye uygun ve bâtını onların fikirleri ve akılları ile idrâklerine uygun olmak üzere söyledi ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bunları îzâh buyurdu.
Şimdi de Hz. Şeyh ârif ve ârif olmayanı beyân ederek buyururlar:
Şöyle ki, insânlar “âlim-i billâh” ve “âlim-i billâh olmayan” olmak üzere iki kısımdır. Âlim-i billâh olanlar, Hak aynasında onların zâhir olan istîdâdları dolayısıyla ancak nefisleri olduğunu bilenlerdir. Ve âlim-i billâh olmayanlar da, Allâh’ı bildiklerini ve onu müşâhede ettiklerini hayâl eden kimselerdir. Oysa onlar Hak aynasında istîdâdları dolayısıyla ancak nefislerini müşâhede ederler. Nitekim hadîs-i şerîfte “Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû” yâni “Nefsine ârif olan Rabbi’ne ârif olur” buyrulmuştur.
Ve âlim olmayanların “çocuğu” onların fikrî bakışlarının, Hak hakkında teşbîh ve kabûl ettikleri esaslardan birtakım delillere kıyâs ile çıkardıkları netîcedir. Oysa Allâh’ın mârifetinde istenilen emrin ilmi, âfâkta ve nefslerde olan Allâhın âyetlerini müşâhedeye bağlıdır. Ve mârifet emrinin ilmi fikrin netîcelerinden uzaktır. Ve ben tabîat kitâbını tetkîk edip aklım ile hakîkâti idrâk ederim; keskin zekâm vardır; nebîlere ihtiyâcım yoktur, diyen filozofların ve bilim adamlarının fikri netîceleri hasârdan başka bir şey değildir. Onlar bu sayıklamalar ile ömürlerini ve istîdâdlarını ziyan ederler ve onların sermâyeleri olan ömürleri ve istîdâdları boşuna sarf edilmiş olduğundan ticâretlerinde menfaat yoktur. Bundan dolayı hakîkat nûruna erişme yolunu bulabilenler olamazlar.
Şimdi onların mülküdür diye hayâl ettikleri şeyden ellerinde bulunan şey, onlardan ayrıldı. Ve o mülk Muhammedîler hakkında “ve enfiku mimma ce’alekum mustahlefiyne fiyh” yâni “sizi halife kıldığı şeylerden infak edin!” (Hadîd, 57/7)’dır. Ve Nûh ile Nûhîler hakkında “ella tettehızu min duniy vekiyla” yâni “benden başka vekil edinmeyin” (İsrâ, 17/2)’dır. Şimdi, onlar için mülkü ve Allah için onda vekâleti isbât etti. Böyle olunca onlar, onda hâlife kılınmış olanlardır. Bundan dolayı mülk Allah içindir ve Allah onların vekîlidir. Şu halde mülk onlar içindir. Ve bu, hâlife olunan mülktür ve bu sebeble Hak mülkün meliki oldu. Nitekim Tirmizî dedi (23).
Yânî, fikri netîceler ile onların ellerinde hâsıl olan ilimlerden kendilerinin mülkü olduğunu hayâl ettikleri şey onlardan ayrıldı. Çünkü o ilim îmân ve müşâhedeyle değildir; belki zan ve hayâldir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “e mâ lehüm bi zâlike min ilmin, in hum illâ yezunnûn” yâni “Ve onların bu konuda ilimden (nasipleri) yoktur. Onlar sadece zanda bulunurlar.” (Câsiye, 45/24) Ve onların zanları üzerine kurulmuş olan amelleri serâp gibi kaybolur gider. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Vellezîne keferû a’mâluhum ke serâbin bi kîatin yahsebuhuz zam’ânu mâe” yâni “Ve kâfirlerin amelleri düz arazideki serap gibidir. Susamış olan, onu su zannetti.” (Nûr, 24/39)
Ve o mülk, Muhammedîler hakkında: “ve enfikû mimmâ cealekum mustahlefîne fiyh” yâni “Ve sizi halîfe kıldığı şeylerden infâk edin.” (Hadîd, 57/7) âyet-i kerîmesinin anlamı gereğince hâlife kılınan mülktür. Yüksek ma’nâsı: “Allah Teâlâ’nın onda sizi hâlife kıldığı şeyden, yânî ilimden infâk ediniz; yânî talep eden fakirlere istîdâdlarına göre veriniz” demek olur. Bundan dolayı bu sözün anlamı gereğince “ilim” Allah’ın mülküdür ve Muhammedîler onda hâlife kılınmıştır. Asâlâten onların mülkü değildir.
Ve o mülk Cenâb-ı Nûh ile onun zevki üzere olan Nûhîler hakkında “ella tettehızu min duniy vekiyla” yâni “benden başka vekil edinmeyin” (İsrâ, 17/2) âyet-i kerîmesinin anlamı gereğince onların mülküdür; fakat onda tasarrufa me’mûr değillerdir. Çünkü âyet-i kerîmenin anlamı budur ki: Mülk ve malınızdan ve ilimlerinizden elinizde bulunan şey, sizin mülkünüzdür; fakat siz, onun üzerine beni vekîl edinin; benden başka vekil edinmeyin!
Şimdi, Allah Teâlâ bu âyette Nûhîler için mülkü ve mülkte Allah için vekâleti isbât etti. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın, kendilerinin ayn’ları sûretlerinde açığa çıktığını bilmediler. Ve Hakk’ın vermesiyle mülkün hepsine, sâhip olmalarına vukûfları olmaması dolayısıyla, hâlife olmaya hak kazanmaları söz konusu olmadı. Fakat Muhammedîler mârifetleri yönüyle hâlife olmaya hak kazandılar. Muhammedîler, her ne kadar mülkte hâlife kılınmış iseler de, mülk asâleten Allah içindir. Fakat Allah Nûhîlerin vekîlidir. Ve Allah onların vekîli olunca, mülk onlar için olmuş olur; velâkin bu mülk verme hakîkî mülk verme değildir.
Soru: Kur’ân-ı Kerîm’de Muhammedîlere hitâben: “lâ ilâhe illâ huve fettehızhu vekîlâ” yâni “O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse O’nu vekil edin.” (Müzzemmil, 73/9) buyrulur. Bundan dolayı ilâhî vekâlet husûsunda Muhammedîler ile Nûhîlerin ne farkı vardır?
Cevap: Nûhîler için hâlife kılınma yoktur, yalnız mülk verme vardır. Fakat Muhammedîler için hem hâlife kılınma ve hem de mülk verme vardır. Bundan dolayı Muhammedîlerin zevki, Nûhîlerin zevkini de toplamıştır. Velâkin Nûhîlerde Muhammedîlerin zevki yoktur.
Bu mülk verme, hakîkî mülk verme olmayıp mecâzî olduğu için, Hz. Şeyh, bu mülk hâlife olunan mülktür; bu sebeble, Hak Tirmizî’nin dediği gibi, mülkün sâhibi olur, buyurdu. Çünkü onların vücûdu asâleten Hakk’ındır ve Hakk’ın mülküdür. Çünkü onların vücûdlarında mâlik ve tasarruf edici ve kayyûm Hak’tır. Ve sonuç olarak Hak, onların sâhibidir. Çünkü onların vücûdu, Hâkk’ın izâfî vücûdudur. Ve onlar o vücûdda hâlife olarak tasarruf edicidirler. Nitekim, Hz. Şeyh-i Ekber’in velâyetinden iki yüz sene evvel gelen Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali el-Hakîm Tirmizî (k.s.) birtakım sorular sorarak “Onların cevâbını evliyânın sonuncusu, yânî vaktin evliyâsı verecektir” buyurmuş ve Hz. Şeyh, onların cevaplarını Fütûhât-ı Mekkiyye’nin dört yüz kırk dördüncü bölümünde vermişlerdir. Sorulardan birisi de “Hak mülkün sâhibidir” sözü idi.
“Ve büyük bir mekr ile mekr ettiler.” (Nûh, 71/22) Çünkü Allâh’a dâvet, dâvet olunana mekrdir. Çünkü o başlangıçta yok kılınmadı ki netîceye dâvet olunsun “ed’u ilellahi” yâni ”Allah’a davet ediniz” (Yûsuf, 12/108). İşte bu, “basîret üzerine”, mekrin aynıdır. Bundan dolayı Nebî (a.s.) işlerin hepsinin Allah’a mahsûs olduğuna tenbîh etti (24).
Yânî Nûh (a.s.)’ın dâvetine karşı, kavmi büyük bir mekr ile mekr yaptılar. Çünkü Allâh’a dâvet, dâvet olunan için mekrdir. Esâsen Allah’a dâvet, Allah’tan Allâh’adır. Çünkü Allah, dâvet eden ile dâvet olunanın “ayn”ıdır. Ve dâvet olunan başlangıçta yok olmalı ve Hak onunla berâber düşünülmemeli ki, netîce olan Allâh’a dâvet olunsun. Halbuki “ve huve meakum eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, biz nerede olursak olalım Hak dâimâ bizimle berâberdir. Bundan dolayı Hak, başlangıçta bizde yok değildir ki, biz nihâyette ona dâvet olunalım ve biz mevcût oldukça o bizimle berâberdir. Şu halde Hakk’a nasıl dâvet olunuruz! İşte bunun için Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulan “ed’u ilellahi” (Yûsuf; 12/108) Yânî “Allah’a dâvet ediniz!” hitâbı mekrin ayn’ıdır.
Fakat (S.a.v.) Efendimizin Hakk’ın emriyle ümmetine olan hitâbı “Allah’a basîret ve ilim üzerine dâvet ediniz!” sûretinde olduğundan, bu dâvet Allah’tan Allâh’a olur. Bundan dolayı Muhammedî zevk üzere dâvet aslâ mekr değildir. Çünkü Muhammedîlerin dâveti, Furkân’a değil, Kur’ân’a ve cem’ etmeyedir. Onun için Nebî (a.s.) “alâ basîretin” (Yûsuf, 12/108) yânî “Basîret üzere” kaydıyla işin hepsinin Allâh’a mahsûs olduğunu, yânî onun müşahedesinde dâvet edenin, dâvet olunanın ve kendisine dâvet kılınanın ve kendisinden dâvet edilenin hep bir şeyden ibâret bulunduğunu ve o bir olan şeyin, muhtelif mertebelerde birtakım karşılıklı isimler ile açığa çıktığını tenbîh etti.
Bosnevî, Kâşânî, Ya’kûb Hân ve Te’vîl-i Muhkem “tenbîh”i (S.a.v.) Efendimiz’e âit kılmışlar; ve Dâvûd Kayserî Nûh (a.s.)’a veyâhut Hakk’a ve Mevlânâ Câmî ise mutlak dâvet ediciye veyâ Hakk’a ve Abdü’l-Ganî Nâblusî dahi şerhinde [???? ??????] tarzında yazıp mutlak Hakk’a; ve Bâlî Efendi de Cenâb-ı Nûh’a bağlamışlardır. Bununla beraber hepsinin bir yönü vardır. Çünkü Cenâb-ı Nûh kendi kavmini hem farka ve hem de cem’ etmeye dâvet etti; fakat çeşitli sûretlerde dâvet etti. Şu halde onun dâveti de aslında basîret üzeredir. Çünkü vahdete dâvet etmiştir. Ve aynı şekilde bütün nebîler de kavmini vahdete dâvet eder. Ve Hak ise peygamberlerini Hakk’ın mârifetine dâvet için göndermiştir. Bundan dolayı nebîlerin lisânları ile basîret üzere dâvet eder ve Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’in dâvetinin basîret üzerine olduğuna ise Kur’ân şâhittir.
Şimdi Nûh (a.s.), kavmini Hak’la berâber iken, Hakk’a dâvet ettiği ve bu da bir mekr olduğu için ona karşı kâvmi de büyük bir mekr etti, yânî onun mekrinden daha büyük mekr etti.
Böyle olunca onları mekren dâvet ettiği gibi, onlar da mekren icâbet ettiler. Muhammedî geldi, bildi ki muhakkak Allah’a dâvet, onun hüviyyeti yönüyle değil, ancak isimleri yönüyledir. Bundan dolayı Hak Teâlâ: “Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ” (Meryem, 19/85) yânî “Biz o günde ittikâ sâhiplerini bölük bölük Rahmân’a toplarız” buyurdu. Şimdi, gâye harfini getirdi ve onu isme bitişik kıldı. Öyle ise biz bildik ki, âlem onların ittikâ sâhibi olmalarını îcâb eden bir ilâhî ismin ihâtası altındadır (25).
Yânî dâvet eden ve dâvet edilen bir şey ve Hak dâvet edilen ile berâber iken Cenâb-ı Nûh’un kavmini Allâh’a dâveti mekr olduğundan, onların icâbetleri de mekr ile oldu. Ve onların ne sûretle mekr ile icâbet ettikleri biraz aşağıda îzâh edilecektir.
Oysa dâvete gelen Muhammedî, yânî Muhammedî vâris, dâvetin Hakk’ın ahadiyye hüviyyeti yönünden değil, isimleri yönünden olduğunu bildi. Çünkü Hakk’ın ahadiyye hüviyyeti görünme yerlerinin hepsinde sîrâyet etmiştir ve taayyünlerin hepsini sûrî ve mânevî zâti ihâtası ile ihâta etmiştir. Bundan dolayı mutlak hüviyyeti îtibârıyla dâvet eden ve dâvet edilen bir şey olduğundan ona dâvet mekr olur. İsimler yönünden dâvet ise böyle değildir. Bu yönden dâvet edilen bir ismin terbiyesinden diğer ismin terbiyesine dâvet olunur. Örneğin Hâfıd veyâ Müntakım ve Mudill isimlerinin görünme yerleri olan kimse, bu isimlerin karşıtı olan Râfi’ ve Rahîm ve Hâdî isimlerine dâvet olunur. Çünkü önceki isimler, sonrakilerden daha dar ve daha husûsîdir ve celâlîdir. Sonrakiler ise öncekilerden daha kapsamlı ve daha kâmildir ve cemâlîdir. Şu halde dâvet edilen darlıktan genişliğe ve Celâl’den Cemâl’e dâvet edilmiş olur. Çünkü “ve rahmetî vesiat külle şey’in” yâni “Ve rahmetim herşeyi kuşattı.” (A’râf, 7/156) gereğince rahmet olan Cemâl, Celâl’den daha geniş ve daha kapsamlıdır.
Soru: Kevni görünme yerlerinden her birisi, kendi hâs rabbi olan ismin kemâlâtının açığa çıkması için, vücûd sahrâsına gelmiştir. Ve ismin sırât-ı müstakîmi yâni doğru yolu ne ise, kendi görünme yerini alnından tutup çeker, götürür. Ve o yolun sonu o ismin kemâlidir ve o görünme yeri dâimâ o ismin terbiyesi altındadır ve onun hakîkâti ve rûhu odur. Bundan dolayı bir görünme yeri, kendi hâs rabbi ve hakîkâti ve rûhu olân ismin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden, kendi hâs rabbi olmayan diğer bir ismin rubûbiyyetine mi yâni terbiyesine mi dâvet olunur? Bu mümkün müdür? Ve birinin terbiyesi altından çıkıp diğerinin terbiyesi altına girebilir mi?
Cevap: Hayır! Bir görünme yerinin, kendi hakîkâti olan hâs rabbin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden ihrâç edilip diğer bir hakîkate dâvet edilmesi mümkün değildir. Çünkü “ve len tecide li sünnetillâhi tebdîlâ” yâni “Ve Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzab, 33/62) âyet-i kerîmesi gereğince ilâhî hakîkatlerin değişmesi ve bozulması mümkün değildir. Fakat her bir görünme yeri, ilim mertebesinden kopup bu şehâdet âleminde insan bedenini oluşturan unsuri sûretler ile açığa çıkıncaya kadar geçtiği yollardan birer sıfat kapar ve o sıfatların rengine boyanır. Bundan dolayı bu kaptığı sıfatlardan hangisi diğer sıfatlar üzerine gâlip gelmiş ise, o görünme yerinde, o sıfatın saltanatı açığa çıkar. Ve o görünme yeri, o sıfata uygun olan ismin tecellîsini üzerine çekip kendisinde onun hükmü gâlip olur. Ve şu halde o ismin terbiyesi altına girmiş bulunur.
Fakat bunların hepsi geçicidir, aslî değildir. Çünkü o görünme yeri, aslında hangi ismin görünme yeri ise, o ismin zevki yâni hakîketinin yaşanması ve sırât-ı müstakîmi üzerinedir. Örneğin Nâfi’ isminin görünme yeri olan bir kimsenin zevki ve sırâtı, herkese menfaât ulaştırmaktır. O kimse her ne kadar kevni muhîtinden kaptığı birtakım nefsâni sıfatlarının rengine boyanmış olsa da, yine hâs rabbi olan Nâfi’ isminin zevkınden yâni bizzât hakîkatini yaşamaktan ayrılmış değildir. Bu geçici sıfatlar sebebiyle birtakım fenâlıklarda bulunsa bile, yine hálkın menfaâtini gözetmedikçe, kalben rahat olamaz ve hálka zarar verse üzülür; çünkü hâs rabbinin zevki yâni hakîkatinin yaşantısı budur ve bu isim cemâli isimlerdendir. Bundan dolayı o kimse aslında bir Cemâl isminin görünme yeridir. Fakat bu kesâfet âleminde ve bu tabîat sahrâsında, görünme yerlerine yapışmış olan sıfatlar, celâli sıfatlar olup, onların bu sıfatlara uygun olarak kendilerine çektikleri isimler de, celâli isimlerdir. Çünkü bütün fenâlık kesâfet ve tabîatın gereğidir ve hayvâniyyet kesâfetle kâimdir ve ne kadar hayvâni sıfatlar varsa hepsi celâlîdir ve tabîatın kirliliklerindendir. Onun için eşler ile meşrû birleşmelerden sonra bile cenâbet hâlinden temizlenmek lâzımdır. İşte nebîlerin dâveti Celâl ismi terbiyesinden Cemâl isminin terbiyesinedir.
Soru: Nebîler celâli isimlerden cemâli isimlere dâvet ediyor. Fakat asılda bir Celâl isminin görünme yeri olan bir kimse, o hâs rabbinin zevki yâni hakîkatinin yaşanması ve sırât-ı müstakîmi üzerinde seyredeceğine ve kendi hakîkâti olan bu ismin dâiresinden dışarı çıkamayacağına göre, kendi peygamberine tâbî olup Hâdî yâni hidâyete erdirici Cemâl isminin terbiyesi altına girse bile, faydası olamayacaktır. Çünkü ilâhî hakîkatlerin değişmesi mümkün değildir. Şu halde dâvetin ona ne faydası vardır?
Cevap: Dâvetin fâydası, ancak Hak için hüccet-i bâliğanın yâni apaçık delilin sâbitliğidir. Çünkü peygamber gelip Celâl ehlini dâvet etmese, onların küfür ve dalâletleri kuvvede kalıp fiile gelmezdi ve şu halde de Hakk’ın Adl ve Hakem isimleri açığa çıkmazdı. Cemâl ehli de böyledir.
Şimdi dâvet edilmiş olan kimselerde dört sûret tasavvur edilir:
Birincisi: Aslında bir Cemâl isminin görünme yeri olup, peygamberin dâvetine icâbetle sâlih ameller işler. Bu kimse zâhiren ve bâtınen Cemâl isminin terbiyesi altındadır.
İkincisi: Aslında bir Celâl isminin görünme yeridir. Fakat peygamberin dâvetine icâbetle, görünüşte şerîat üzere iş yapar olmakla beraber, hâs rabbi olan o Celâl isminin zevki ve sırât-ı müstakîmi üzeredir. Örneğin namaz kılar, oruç tutar, hacca gider; velâkin konuştuğu zaman yalan konuşur, vaâdettiği zaman sözünde durmaz, emânete hıyânet eder ve bunları yapmaktan zevk duyar, aslâ pişmanlık duymaz. İşte bunlar nifâk alâmetidir. Bundan dolayı geçici olarak cemâli isimlerin terbiyesi altında bulunsa bile fayda vermez. Çünkü ayn-ı sâbitesinin istîdâdı budur. Netîce hâs rabbi olan isim, onu sırât-ı müstakîminin en son derecesine, yânî kemâline götürür.
Üçüncüsü: Aslında bir Celâl isminin görünme yeri olmakla berâber, bu şehâdet âleminde dahi, zâhiren kendisini dâvet eden nebîye tâbî olmayıp inkâr eder. Kâfirler bu zümredendir. Bu kimse bâtınen ve zâhiren Celâl isminin terbiyesi altındadır.
Dördüncüsü: Aslında bir Cemâl isminin görünme yeri olup zâhirde tabîat perdeleriyle ve çevresinin etkileriyle kendisini dâvet eden nebîyi yalanlar; ve geçici olarak celâli isimlerin te’siri altında vakitlerini geçirici olur. Fakat bu küfür günleri içinde dahi hâs rabbi olan ismin zevki üzere bulunur. Örneğin küfretmekle berâber yalandan nefret eder; emânete hıyânet etmez; hálka zulümden çekinir; nihâyet hidâyet rüzgârı erişip birgün ezelî imânı açığa çıkar. İşte böyle bir kimse bâtınen Cemâl isminin ve zâhiren Celâl isminin terbiyesi altında bulunur.
Şimdi peygamberin dâvetiyle herkesin istîdâdının icâbı ne ise o açığa çıkar ve ilâhî irâde ne sûretle bağlanmış ise o gerçekleşir. Bu kazâ ve kader sırrı bahsi Üzeyr Fassı’nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır, oraya mürâcaat edilsin.
Bundan dolayı resûl ile vâris, tebliğ etme yönünden, ancak teklîfi emre hizmet ederler; yoksa irâdî emre hizmet etmezler. Bunun ayrıntıları da Ya’kûb Fassı’ndadır.
Bundan başka peygamber, aslında bir Cemâl isminin görünme yeri olan kimseyi, o cüz’î ismin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden daha kapsamlı ve daha toplayıcı olan ismin rubûbiyyetine yâni terbiyesine dâvet eder. Bu basîret üzerine dâvettir. Örneğin aslında Hâdî isminin terbiyesi altında bulunan bir kimse, isimlerin hepsini ihâta etmiş olan “Allah” ve “Rahmân” isimlerine dâvet olunur. Ve bundan ilâhî hakîkatlerin değişmesi lâzım gelmez. Bu esâs, okyanustan alınan bir bardak suyun yine okyanusa dökülmesine benzer. Alınan su değişmedi; belki okyanusa karışıp onda gark oldu. Ve bu toplayıcı isme görünme yeri olmak ancak, insan-ı kâmil’de olur.
Şimdi Hz. Şeyh (r.a.) dâvetin, bir ismin rubûbiyyetinden yâni terbiyesinden, diğer ismin rubûbiyyetine yâni terbiyesine olduğunu Hak Teâlâ Hazretlerinin “Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ” yâni “Biz o günde ittikâ sâhiplerini bölük bölük Rahmân’a toplarız” (Meryem, 19/85) mübârek sözüyle delil olarak örnek gösterirler.
Bilinsin ki, âlem ehli, ittikâ sahibi olmaları yönünden, Cebbâr isminin ihâtası altındadır. Ve ittikâ ceberût yâni aşırı azamet ve satvet yâni ezici kuvvet sâhibi olan bu ismin terbiyesinden ileri gelir. Bundan dolayı ittikâ sâhibi olan kimse Cebbâr isminin celîsi yâni birlikte bulunanı ve görünme yeridir. Şu halde onun satvet yâni ezici kuvvet ve ceberûtundan yâni aşırı azametinden ittikâ, genel rahmet sâhibi olan Rahmân ismine sığınmadır. Çünkü Rahmân’ın, rahmâniyyeti yönünden icâbı lütuf ve âtıfet yâni koruma ve af ve mağfirettir. İttikâ sâhipleri satvet yâni ezici kuvvet ve heybet yâni azamet veren Cebbâr isminden geçerek Rahmân ismi indinde toplanınca, onların vücûdunu genel rahmet kaplayacağından, artık rahmet edilmiş ve mağfiret edilmiş olurlar. Ve ittikâ sahiplerinin sayısı sayılmaz derecede çok olduğu ve her birisi, bir ismin görünme yeri bulunduğu halde, hepsinin Rahmân ismi altında toplanması, görünme yeri oldukları isimlerden daha kapsamlı ve daha toplayıcı olan bir isme dâvet olunduklarını gösterir.
Bunun aksi de böyledir. Yânî ittikâ sâhibi olmayan kimseler ki, dünyâda Rahmân isminin celîsidir yâni birlikte bulunanıdır; âhirette Cebbâr ve Müntakım gibi celâli isimlere dâvet olunurlar. Çünkü, bu kimselerin sayısı da pek çoktur. Ve her birerleri Şedîd, Dârr gibi birer celâli isimlerin görünme yeridir. Ve dünyada Rahmân ismi altında toplanmış olup çeşitli nefsâni hazlarını tatmin ederler. Fakat sonunda Müntakım ismi altında toplanıp kendilerinden intikam alınır.
“Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ” yâni “Biz o günde ittikâ sâhiplerini bölük bölük Rahmân’a toplarız” (Meryem, 19/85) işte bu âyet-i kerîmede Hak Teâlâ, gâye harfi olan “ilâ”yı isimlerin hepsine kapsam olan “Rahmân” ismine bitişik kıldı ve bundan “Rahmân” isminin bütün isimlere kapsam olduğu anlaşılır. Çünkü “Rahmân” ismi ile “Allâh” ismi arasında fark yoktur.
Ve âlem ehlinden her birisi, bir ismin terbiyesi altındadır. Ve herkes kendi hâs rabbi olan ismin kuludur. Bundan dolayı peygamber o çeşitli isimlerden Rahmân ismi veyâ Allâh isminin terbiyesine dâvet eder.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “e erbâbun muteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr” (Yûsuf, 12/39) yânî “Farklı farklı rabler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı hayırlıdır?”
Ve aynı şekilde diğer bir âyette de buyurur: “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân” (İsrâ, 17/110) yânî “Yâ habîbim! De ki: “Allah’a dâvet ediniz veyâhut Rahmân’â dâvet ediniz!”. Bu dâvet basîret üzere olan bir dâvettir. Çünkü farklı farklı rablerin kulu olmaktan kurtarıp bir ilâhın ubûdiyyetine yâni kulluğuna dâhil eder. Böyle olunca basîret sâhibi olan Muhammedî indinde dâvet, Hakk’ın hüviyyeti yönüyle değil, isimler yönüyledir. Çünkü Hakk’ın hüviyyeti her görünme yerinde mevcûttur.
Mâdemki dâvet isimler yönüyledir; ve biz bildik ki, âlem Cebbâr isminin ihâtası altındadır, şu halde âlem ehlinin Rahmân isminin ihâtası altına girmesi için bu Cebbâr ismi onların iitikâ sâhibi olmalarını îcâb etti. Ve Rahmân isminin îcâb ettiği takvânın hakîkatı budur ki, ittikâ sâhibi kendinden çıkan hayırları ve kemâlâtı nefsine bağlamayıp: Hakîkî fâil Hak’tır, bunların hepsi ona dönücüdür der ve Hakk’ı nefsine vikâye, yânî siper, edinir; ve şerrleri ve noksanlıkları kendi nefsine bağlayıp nefsini Hakk’a vikâye, yânî siper kılar. Çünkü noksanlıkların ve şerrlerin kaynağı izâfi ve îtibârî olan kevni vücûdlardır. Bundan dolayı bu noksanlıklar ve şerrler de izâfi ve îtibârî olan bir şeydir; ve yokluksal işlerdir.
Şimdi mekrlerinde “İlâhlarınızı terk etmeyiniz ve Vedd’i, ve Süvâ’yı ve Yeğûs’u ve Yaûk’u ve Nesr’i de terk etmeyiniz” (Nûh, 71/23) dediler. Çünkü muhakkak onlar ilâhlarını terk ettikleri zaman, onlardan terk ettikleri kadar, Hak’tan câhil olurlar. Çünkü Hak için her bir mâbûdda bir vech vardır. Onu bilen bilir ve bilmeyen de bilmez. Ve Hak Teâlâ Muhammedîler hakkında: “Ey Habîbim! senin Rabb’in ancak ona ibâdet etmenizi kazâ etti, yânî hükmetti” (İsrâ, 17/23) buyurdu (26).
Yânî dâvet eden ile dâvet edilen hüviyyeti yönünden bir şey olduğu halde, Cenâb-ı Nûh’un kavmini dâvet etmesinin mekr oluşu yönüyle kavmi de ona mekr olmak üzere birbirlerine hitâben dediler ki: “Sakın ilâhlarınızı terk etmeyiniz ve insan şeklinde yapılmış olan Vedd’i ve deve sûretindeki Süvâ’yı ve arslan sûretinde tasarlanmış Yeğûs’u ve at şeklindeki Yaûk’u ve kartal biçimindeki Nesr’i terk etmeyiniz. Çünkü bunlar ilâhî görünme yerleridir. Ve bizi dâvet eden peygamber ise, Hakk’ı bu görünme yerlerinden ihrâc edip, bu putlarda Hakk’ın vechini müşâhededen bizi meneder ve biz cem’ ayn’ında olduğumuz halde, bizi farka dâvet eder dediler.
Doğrusu da Nûh kavmi ilâhlarını terk ettikleri zaman, onlardan terk ettikleri kadar, Hak’tan câhil olurlar. Çünkü Hak, hüviyyetiyle zerrelerin bütününde mevcûttur. Bundan dolayı O’nun her mâbûdda bir hâs vechi vardır. O vechi bilen kimse, Hakk’ı bilir ve bilmeyen kimse de, bilmez. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) “Ne tarafa dönerseniz dönün; Allâh’ın vechi oradadır.”
Ârif i billâh Hasan Sencerî buyurur: Beyit:
Tercüme: “Kâfirler, putların yüzüne secde ederler. Bütün yüzler senin tarafınadır, bütün yüzler senin tarafına!… ”
Ve bu îzâhtan putperestliğin câiz olduğu anlaşılmasın. Belki putperestlik bayağı olan kimselerin ve Hudâ-perestlik ise mübârek olanların kârıdır.
Bilinsin ki, ulûhiyyet yâni ilâhlık ve me’lûhiyyet yâni ilâh edinmek ve âbidiyyet yâni kul oluş ve mâbûdiyyet yâni mâbud oluş ve sâcidiyyet yâni secde edicilik ve mescûdiyyet yâni kendisine secde edilenin oluşu, her bir aynda zâhirdir. Eğer bir kimse o görünme yerinin perde oluşuna ve put oluşuna ibâdet etse veyâhut o îmal edilmiş olan mâbûd’ta ilâh’ın hayâline tapsa, kendi hayâline ve hevâsına tapmış olur. Ve buna yalnız putperestlerin putu değil, mü’min geçinen birtakım kimselerin kendi inançlarındaki ve hayâllerindeki ilâh dahi dâhildir. Fakat bir kimse her mâbûdda ve her görünme yerinde sınırlama ve tâyîn bulunmaksızın bir tek, ahad olan Allah Teâlâ’ya ibâdet etse, o kimse ârif ve keşf ehli olmuş olur. Bunun için Allah Teâlâ, Muhammedîler hakkında: “Yâ habîbim, bütün her şeyin Rabb’i olan senin Rabb”ın, âncak O’na ibâdet etmenizi kazâ, yânî hükm etti” buyurdu. Çünkü, her kim puta tapsa veyâhut hayâl ettiği bir mâbûda ibâdet etse, mutlaka Hakk’a ibâdet etmiş olur. Çünkü gerek sûrî görünme yerlerinde ve gerek hayâller gibi mânevî görünme yerilerinde açığa çıkan hep Hak’tır. Vücûd birdir; o da ancak Hakk’ın vücûdudur. Beyt:
Tercüme:
“Gayreti cihanda gayri koymadı; şübhesiz bütün eşyânın”ayn”ı oldu.”
Şimdi, âlim olan bilir ki, ibâdet olunan kimdir ve hangi sûrette zâhir oldu, tâ ki ibâdet olundu. Ve bilir ki, muhakkak farklılık ve çokluk kendisine tahsis edilen sûretlerdeki a’zâ gibi ve rûhâni sûretlerde mânevi kuvvetler gibidir. Böyle olunca, her bir mâbûdda Allâh’ın gayrisine ibâdet olunmadı. Bundan dolayı kulun en aşağısı onda ulûhiyyet hayâl eden kimsedir. Eğer bu hayâl etme olmasaydı, taşa ve onun gayrisine ibâdet olunmazdı. Ve işte bunun için, Hak Teâlâ buyurdu ki: “Sen onlara, mâbûdlarınızı isimlendirin, de!” (Ra’d, 13/33) Şimdi eğer onlar o mâbûdları isimlendirselerdi, onlar onları taş, ağaç ve yıldız isimleriyle isimlendirirlerdi (27).
Yânî Muhammedî olan evliyâdan âlim-i billâh olan kimse, putperestlerin ibâdet ettikleri zaman kime ibâdet edildiğini ve ibâdet edilenin hangi sûrette zâhir olduğunu bilir; ve aynı şekilde o âlim-i billâh olan bilir ki, bir olan mâbûd’daki farklılık ve çokluk, insanın kendisine tahsis edilen sûretlerindeki, eli, ayağı, kulağı, gözü ve benzeri a’zâsı gibidir; ve rûhâni sûretlerde de görme kuvveti, işitme kuvveti, koklama kuvveti, dokunma kuvveti, düşünme kuvveti, hâfıza kuvveti ve hayâl kuvveti ve benzeri mânevi kuvvetleri gibidir. Yânî insanın a’zâ ve kuvvetlerinin çokluğu sûretinin ahadiyyetine eksiklik vermediği gibi, mâbûdların çokluğu ve farklılığı da Hakk’ın ahadiyyetine mânî değildir. Bundan dolayı her hangi mâbûda ibâdet olunursa olunsun, yine Hakk’a ibâdet olunmuş olur. O’nun gayrine ibâdet edilmesi tasavvur edilebilir değildir.
Şu halde, kulun en aşağısı, her bir mâbûdda Hakk’ı müşâhede etmeyip onda ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl eden kimsedir. Böyle olan kimse ilâhdan gâfil ve perdelidir. Eğer her ibâdet olunan şeyde ulûhiyyet ma’nâsı hayâl edilebilir olunmasaydı, taşa ve onun gayrı ay ve güneş gibi şeylere ibâdet olunmazdı. İşte her mâbûdda ulûhiyyet hayâl edilir olunduğu için, Hak Teâlâ Hazretleri: Yâ habîbim! sen kavmine: “Siz mâbûdlarınızı adlarıyla çağırınız de!” (Ra’d, 13/33) buyurdu. Şu halde, eğer onlar o mâbûdları adlarıyla çağıraydılar, elbette onlara taş, ağaç ve yıldız adlarını verip onları “Allah” ismiyle isimlendirmezlerdi.
Ve eğer onlara: “Kime ibâdet ettiniz?” denilse, “Bir ilâh’a” derlerdi. Allâh’a ve ilâha demezlerdi. Ve âbidin âlâsı, onda ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl etmedi. Belki bu, ilâhî aynadır; onun hürmeti gerekir, dedi. Böyle olunca o sınırlamaz. Hayâl sâhibi olan en aşağı kul ise: “Biz, bunlara bizi Allâh’a yakınlığı yaklaştırsınlar diye taparız” (Zümer, 39/3) derler. Ve âlâ kul, der ki: “Sizin ilâhınız ancak bir ilâh’tır”; bundan dolayı nerede açığa çıkarsa “O’na teslim olun”; ve tabîat ateşi sönmüş olan “muhbitlere yâni tevâzû sahiplerine müjde ver!” (Hac, 22/34) Şimdi onlar “ilâh” dediler ve “tabîat” demediler (28).
Yânî Nûh kavmine veyâ çeşitli putlara tapan kimselere “kime ibâdet ettiniz?” diye sorulsa, onlar cevaplarında elbette bir ilâh’a, yânî kayıtlı ilâh’a taptık derlerdi. Yoksa Allah Teâlâ’ya ve mutlak ilâh’a taptık demezlerdi. Demek ki, onlar da, mâbûdlarında mutlak uluhiyyeti sınırlamıyorlar; belki ulûhiyyeti hayâl ediyorlar. Fakat her görünme yerinde ve zerrelerinin bütününde Hakk’ı müşâhede eden âlâ kul, o putlarda ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl etmez; belki bu ilâhî aynadır, hürmeti îcâb eder, der. Bundan dolayı o, Hakk’ı belirli ve kayıtlanmış mâbûd’a mahsûs kılmaz. Çünkü bu kul bütün eşyâ aynalarında Hakk’ı müşâhede eder ve bu mâbûd dahi o âynalardan birisidir. Ve Hak, zâtı yönünden bir ve aynalarda yansıyan isimlerinin sûretleriyle çoktur.
Ve bu mâbûdda ulûhiyyeti hayâl eden en aşağı olan kul ise, âlâ kulun müşâhedesinden habersiz olduğundan, biz bunlara bizim Allâh’a yakınlığımızı yaklaştırsın diye tapıyoruz derler. Nitekim günümüzde Îsevîlere Hz. Îsâ’nın ve Hz. Meryem’in resimleri önünde niçin tapındıkları sorulduğu zaman aynı cevâbı veriyorlar. Fakat âlâ kul onlarâ hitâben: “Sizin ilâhınız ancak bir ilâh’tır. Nerede açığa çıkacak olursa olsun ona teslim olun; Hakk’ın çok olan tecellîleri sizi bir olan zât’tan perdeye düşürmesin,” der.
Ey me’mûr olan zât! Tabîat ateşleri sönmüş ve Hakk’a perde olan benlikleri kırılmış olan muhbitîn, yânî haşyet duyan tevâzû sâhipleri, “ilâh” dediler, “tabîat” demediler. Çünkü kendilerinde gâlip olan şey ne ise onu bildiler. Ve onların tabîat ateşleri söndüğü zaman, ilâhîyyet zâhir ve gâlip olur ve kendilerinde olan tabîat ateşinin sönmesinden, tabîatın te’sir edilebilir olan bir şey olduğunu ve tasarrufun tabîat için değil, Hak için sâbit olduğunu bilirler. Bundan dolayı onlar “ilâh” ismini verirler. Eski ve yeni filozoflar gibi “Tabîat şöyle yaptı, böyle yaptı” demezler. Oysa tabîat, tasarruf edici değildir; belki kendisi tasarruf mahalli ve infiâl yâni fâilin fiilini kabûl eden mahaldir.
“Ve birçoğunu şaşırttılar. “yânî bir’in vecihleri ve bağıntıları ile sayılmasında hayrete düşürdüler. Ve kitâba vâris kılınıp güzide olmuş olan, nefislerine “zulmedenler” çoğaltmadılar.” Ve o üçün ilkidir. Şimdi, Hak onu “muktesıd” ve “sâbık” üzerine öne geçirdi. Ancak dalâlen, yânî hayreten, arttırdı. Muhammedî ise “Sen’de hayreti bana arttır!” dedi. Her ne vakit onlara aydınlık olsa, onun içinde yürürler ve üzerlerine karanlık bastığında dururlar. Şimdi hayrette olan için devr vardır ve devr hareketi kutbun etrâfındadır; ondan ayrılmaz (29).
Yânî Nûh kavmi bir olan vücûdu, görünme yeri aynalarına yansıyan onun muhtelif vecihlerini ve sûretlerini ve kendisinde olan isimler ve sıfat bağıntılarını saymak sûretiyle hálkın bir çoğunu şaşırtıp hayrete düşürdüler.
Örnek: Bir odanın duvarlarına çukur ve tümsek ve çukurluğu ve tümsekliği karışmış on ayna asılsa, odanın ortasında ayakta duran bir şahsın gölge ve hayâli hepsine yansır ve şahıs bir iken on sûret görünür ve aynaların îmâl edilme tarzı başka başka olduğundan her birine yansıyan hayâl de birbirine benzemez. Birinde uzun bir yüz, ince bacaklar ve diğerinde yamyassı ve yuvarlak bir yüz ve top gibi yuvarlak bir gövde, kısacık bacaklar ve birisinde uzun bir yüz ve şişman bir gövde ve diğerlerinde de bunlara kıyâsen birer sûret görülür. Oysa, hepsi bir şahsın gölgesidir. Bu ihtilâf ancak aynaların ihtilâfından ileri gelir. Şimdi odaya giren diğer bir kimse o hayâlleri görüp her birini başlı başına birer vücûd zannetse ve gölgenin sâhibi olan bir olan şahıstan gâfil olsa, bu, şaşkınlıktan başka birşey değildir. Böyle bir kimse, bu gördüğü hayâllere vücûd verdiği için şaşkın olduğu gibi, bu iddiâsına başkalarını da dâvet etse, onları da şaşırtıp hayrete düşürür.
İşte bu topluluğun hayreti, cehâlete dayanan bir şaşkınlıktan ileri geldiği için, zemm edilmiş yâni kötülenmiş hayrettir.
Fakat bu muhtelif aynalarda zâhir olan sûretlerin hep bir tek şahsın gölgesi olup, mahallin ihtilâfı dolayısıyla böyle muhtelif vecihler ile göründüğünü bilen kimselerin hayreti, ilme dayandığı için mahmûde yâni övülen hayrettir. Çünkü bu topluluk: “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 2/115) “Ne tarafa dönerseniz dönün; Allâh’ın vechi oradadır” âyet-i kerîmesi icâbınca, her cihetten Hakk’ın bir olan vücûdunun tecellîsini görürler. Ve o tecellîde helâk olduklarından ve hayretlerinden ve bir olan vücûdun müşâhedesinden dolayı bir vechi diğer vecihten ve bir ciheti diğer cihetten farklı göremezler ve ayıramazlar. Beyit:
Tercüme: “Cilvelenme bana boş yere emîr-i hac ki,
Gördüğün Kâbe senin; ben görürüm beyti Hudâ”
Tercüme: “Vech, birden gayri değildir. Sen aynaları saydığın zaman, çoğalır.”
Şimdi bu müşâhade ediş, Muhammedî zevk üzere olan müşâhade ediştir. Ve bu müşâhade sâhibi olanlar nefislerine zulmedenlerdir ki, onlar Kur’ân ve Furkân kitâbına, yânî cem’ ve farka, vâris kılınan güzîde olanlardır.
Ve onların nefislerine zulmü, imkânî vücûdlarının icâbı olan şehvetleri terk etmeleri ve isimlerin gölgelerinden ibâret kayıtlı ve taayyün etmiş vücûdlarını kaldırmalarıdır.
Ve bu “nefislerine zâlim olanlar”: “Summe evresnel kitâbellezînastafeynâ min ibâdinâ, fe minhum zâlimun li nefsihî, ve minhum muktesid, ve minhum sâbikun bil hayrâti” yâni “Sonra kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba varis kıldık. Böylece onlardan bir kısmı nefsine zulmedici’dir, onlardan bir kısmı muktesid’dir yâni orta yolu tutanlardır. Onlardan bir kısmı da hayırlarda sâbık yâni önde olanlardır.” (Fâtır, 35/32) âyet-i kerîmesinde bahsedilen üç grubun ilkidir.
Ve Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bu üç grup hakkında: “Onların hepsi bir menzilesindedir ve hepsi cennettedir” buyurdular.
Şimdi “nefsine zâlim olan” kimse hâkîkî bir’i birtakım îtibârlar ile çoğaltır bu çoklukta da vahdeti müşâhede eder ve”muktesıd” yâni orta yolu tutanlar ise birlikte çokluğu ve çoklukta birliği müşâhede edip bu iki müşâhade arâsını cem’ eder ve “sâbık” yâni önde olanlar ise adedi birleştirip çoku bir müşâhede eder.
Bundan dolayı “muktesıd” ile “sâbık” Hakk’ın ve hálk edilmişlerin vücûdlarını îtibâr ve isbât ettiklerinden hayret ehli değildirler. Fakat Muhammedî “zâlim” olan bir’i îtibârlar ile çok gördüğü ve hálk edilmişlerin vücûdunu îtibâr ve isbât etmediği için hayrettedir. “Ve lâ tezidiz zâlimîne illâ dalâlen” yâni “zâlimlerin dalâletten başka bir şeyini arttırma” (Nûh, 71/24) Şu halde Hak, onun hayretini arttırır. Nitekim Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz “Yâ Rab, benim hayretimi sende arttır!” buyurur. Ve bu hayret mahmûde yâni övülmüş hayrettir.
Bilinsin ki, bu âyet-i kerîme Nûh sûresinde olan: “Ve kad edallû kesîrâ” yâni “Ve pekçoğunu dalâlette bıraktılar” (Nûh, 71/24) âyet-i kerîmesini tâkiben şerefle ulaşır; ve şu halde “ve lâ tezidiz zâlimîne illâ dalâlen” yâni “zâlimlerin dalâletten başka bir şeyini arttırma” (Nûh, 71/24) sözü Nûh kavmine âit bulunur. Çünkü “zulm”ün sözlük ma’nâsı “Bir şeyi koyulması gereken yerden başka bir yere koymak”tır. Nûh kavmi ise, taş ve ağaçtan yaptıkları putlar görünme yerlerinde ulûhiyyet yâni ilâhlık hayâl edip onlara taptıkları için, ulûhiyyeti koyulması gerekenden başka bir mahalle koymakla zâlim oldular. Ve nefislerine zulmeden Muhammedî zâlimler ise nefsâni şehvetlerini mahalline koymadılar. Belki muhâlefet edip terk ettiler; ve bir olan vücûdu birtakım yokluksal bağıntılar ile çoğaltmakla zulm ettiler. Onun için Şeyh (r.a,) Nûh sûresinde olan bu âyet-i kerîmede olan “zâlimîn” kelimesini işâret lisânıyla “kemâl ehli” tarafına işâreten tefsîr buyurdular.
O mahmûde yâni övülen hayret sâhibi olan Muhammedîlere Hak, her ne vakit ahadiyyet nûru ile tecellî edip aydınlatsa, onlar o nûr içinde yürürler. Çünkü ahadî tecellî ile çokluklar ve taayyün perdeleri kalkar. Bundan dolayı hayret icâbı olan çoğalışlar dahi kalkar ve çok olan taayyün perdelerinin karanlığı çöktüğü zaman hayrete düştükleri halde dururlar, yürümezler ve mesâfe kat’etmezler.
Ve hayrette olanlar ise devrederler. Ve devr hareketi ise kutup etrafındadır, ondan ayrılmaz. Bundan dolayı onun devrinin başı ve sonu yoktur.
Ve uzayan yol sâhibi eğridir; maksattan hâriçtir. Hakkında hayâl sahibi olduğu şeye tâliptir. Onun gâyesi o hayâldir. Bundan dolayı onun için “min yâni ‘den” ve “ilâ yâni ‘a” ve o ikisinin arasındaki şey vardır. Ve devr hareketi sâhibi için başlangıç yoktur ki, ona “min yâni ‘den” lâzım olsun ve onun için sonuç yoktur ki, onun üzerine “ilâ yâni ‘a” hükmetsin. Böyle olunca onun için tam vücûd vardır. Ve ona cevâmi’-i kelim yâni kelimeleri toplayıcılık ve hikmetler verildi. Sâlik oldukları hatâlarından yâni büyük günahlarından dolayı ilm-i billâh deryâlarında gark oldular. Ve o da hayrettir (30).
Yânî uzayan yol sâhibi, merkezden çevreye eğridir. Çünkü o çok olan taayyün perdelerinin arkasında kalmış ve hâlin hakîkatinden gâfil bulunmuştur. Hakk’ı ne kendi nefsinde ve ne de diğer görünme yerlerinde müşâhede etmez. Onu kendi nefsinden uzakta hayâl eder. O hayâl hânesinde hayâl edip uzak mesâfede zannettiği sûrete yönelerek ona tâlip olur. Bundan dolayı bu kimse Hak’tan eğri ve maksattan hâriçtir. Ve hayâl ettiği şey, kendisinin yaptığı ilâhı ve hayâl ettiği Rabbi’dir. Onun tâkip ettiği yol o hayâlde son bulur. İşte bu uzayan yol sâhibi için “min (‘den)”, yânî baş; ve “ilâ (‘a)”, yânî son ve bu baş ve son arasında olan mesâfe vardır. Yânî ilk önce kendi vücûdunu ve nefsini ortaya koyar ve nefsini merkez sayar ve Hakk’ın talebine bu merkezden başlayarak sâlik olur. Ve bu talebi hayâlinde son bulur ki, bu da Hak hakkında verdiği hayâlî kararıdır. Ve nefsinden başlayarak bu hayâlî kararına ulaşıncaya kadar arada mesâfe vardır. O bu mesâfeyi Allah Teâlâ’ya giden bir yol zannetmiştir. İşte bu seyri ile Hak’tan uzak olur. Çünkü daha başta iken Hakk’ı terk etmiştir. Bu baştan uzaklaştıkça Hak’tan uzağâ düşer.
Oysa, devr hareketi sâhibi için başlangıç yoktur ki, ona “min (‘den)”, yânî baş lâzım olsun ve seyrinin nihâyeti yoktur ki, onun üzerine “ilâ (‘a)”, yânî son hükmetsin. Onun seyrinin ne başı ve ne de sonu vardır. Çünkü seyri dâire çevresi üzerindedir. Böyle olunca, o devr hareketi sâhibi için tam vücûd vardır. Çünkü onun seyri küllün yâni bütünün çevresidir; ve Allah’tan Allah’adır ve Allâh’dadır; ve ona cevâmi’-i kelim yâni kelimeleri toplayıcılık ve hikmetler verilmiştir. Nitekim, (S.â.v.) Efendimiz “Bana cevâmi’-i kelim verildi” buyurup, bu makâmdan hâber vermişlerdir. Ve bu da mahmûde yâni övülen hayret makâmı olup ilâhî hakîkatlerin hepsini ve rabbâni hikmetleri toplamıştır ki, daha önce geçen “illa dalâlen” yâni “dalâletten başka” sözünde îzâh edilmiş idi.
Bilinsin ki; Hak Teâlâ Hazretleri Nûh kavmi hakkında Nûh sûresinde “Mimmâ hatîâtihim ugrikû fe udhılû nâran fe lem yecıdû lehüm min dûnillâhi ensârâ” (Nûh, 71/25) yânî “Onlar hatâları yâni büyük günahları sebebiyle gark olunup ateşe dâhil edildiler; onlar Allah’tan başka yardımcı bulmadılar” buyurdu.
Hz. Şeyh (r.a.) bu âyet-i kerîmenin ma’nâsını işâret lisânı ile “kâmiller” hakkında kabûl ederek buyurdular ve onu bu yolda tefsîr ettiler. Mahmûde yâni övülmüş hayrete düşen Muhammedîler hatâları, yânî vücûd günâhı sebebiyle, ilâhî ilim tarafına doğru mesâfeler kat’ ederek ve seyri sülûk ederek sonuçta ilm-i billâh deryâsında gark oldular. Yânî onlar gördüler ki, “Senin vücûdun bir günahtır ki, ona diğer bir günah kıyâs olunmaz” icâbınca, şerrlerin ve kabahatların hepsinin kaynağı, kendilerinin kevni taayyünüdür. Şu halde o, hatâların-günâhların hepsinin başıdır. Ve bundan kurtulmak, ancak ilâhî ilim deryâsına doğru sülûk edip mârifet tahsili ile mümkün olur.
Hiç durmadılar, öyle yaptılar. Ve onlarda öyle bir mârifet oluştu ki, netîcede hayrete düştüler; yânî zâti vahdet ile, yokluksal bağıntıların çokluğu arasında hayrette kaldılar. Ve bildiler ki, vücûd hakîkati birdir; o da mutlak Hakk’ın sonsuz vücûdudur; ve isimler onun zâti işleridir. Ve âlemdeki çokluklar ise onun isimleri dolayısıyla mutlak vücûdunun kayıtlanmaları ve taayyünlerinden ibârettir ve kendi vücûdları dahi bu görünme yerlerinden ve kayıtlanmalardan birisidir. Bundan dolayı vücûd günâhını ortâdan kaldırıp ahadiyyet denizinde gark oldular.
Şimdi onlar, suyun ayn’ında ateşe dâhil edildiler. Ve Muhammedîler hakkında “Ve izel bihâru succiret.” yâni “Ve denizler tutuşturulduğu zaman” (Tekvîr, 81/6)dır. Fırını tutuşturduğum zaman (succiret et tennur). Böyle olunca onlar kendilerine Allah`dan gayrı yardımcı bulmadılar. Bundan dolayı Allah onların yardımcıları ayn’ı oldu. Onlar sonsuza dek onda helâk oldular. Eğer Allah Teâlâ onları sâhile, tabîat sâhiline çıkarsaydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi. Her ne kadar küll yâni bütün, Allah için ve Allah ile ve belki ancak Allah ise de (31).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy” yâni “Ve her canlı şeyi sudan hálk ettik” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi icâbınca her şeyin hayâtı sudan olduğundan ve ilm-i billâhta hakîki hayât bulunduğundan “ilim” için “su”yu benzeterek kullandı. Ve hadîs-i şerîf gereğince onun vahdet sübûhât-ı vechi yâni Cenâb-ı Hakk’ın gönüllerden bütün mâsivayı söküp atan zâti bir nur ve ziyâ tufanı, nûrdan ve zulmetten yetmiş bin perdeyi yaktığı için de “âteş”i “vahdet” için benzeterek kullandı.
Şu halde bu benzeterek kullanmalar ile ma’nâ şöyle olur:
Suda, yânî ilm-i billâh’ta, gark olan hayret ehli ateşe, yânî vahdete dâhil edildiler, zâtî tecellî çokluk taayyünlerini yaktı; çokluk ayn’ında vahdeti müşâhede ettiler; ilim ile hayat ve bakâ ile fenâ buldular. Bundan dolayı onlar gark ile harkı yâni yanmayı müşâhede ettikleri için, hayretin en şiddetlisine düştüler.
Ve Muhammedîler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve izel bihâru succiret” (Tekvîr, 81/6) yânî “Deryâlar tutuşturulduğu zaman” geldi. Nitekim, ben fırını tutuşturduğum zaman (succiret et tennur) derim. Yânî Arablar bu tâbîri kullanırlar. Hz. Şeyh (r.a.) Muhammedîler hakkında, suyun aynında ateşin vücûdunun olduğunu bu âyet-i kerîmeyi şâhit göstererek buyurdu. Çünkü denizler sudur ve tutuşma ise ateşin şânındandır.
Bundan dolayı bu gark ve hark yâni yanma müşâhadesinde, onlar kevni taayyünlerden hiçbir yardımcı bulmadılar. Çünkü zâtî tecellî görünme yerlerinin izâfî vücûdlarını yaktı. Vücûdu olmayan şeyden ise yardım tasavvur edilemez. Böyle olunca ancak Hakk’ın hakîkî vücûdu bâkî kaldı. Bundan dolayı yardımcı ancak Allah Teâlâ hazretleridir. Nitekim hadîs-i kudsîde buyurulur: “Beni diri kılanı ben öldürürüm ve öldürdüğümün diyeti benim, üzerimedir ve diyeti benim üzerime olan kimsenin diyeti de benim”. Şu halde Allah, onların yardımcıları ayn’ı oldu. Onlar sonsuza dek Allah’ta helâk oldular. Bu hal de Allah’ta fânî ve Allâh ile bâkî olmaktır. Yânî ehlullah terimlerinde “fenâ-fillâh” ve “bakâ-billâh” dedikleri şeydir. Onlar ilm-i billâh denizlerinde gark olduktan sonra, eğer Allâh onları tabîat sâhiline çıkarsaydı, her ne kadar ulûhiyet mertebesinde küll yâni bütün, Allâh için ve Allâh ile ve belki ancak Allâh ise de, yine onları bu yüksek dereceden indirmiş olurdu.
Bilinsin ki, hakîkî vücûd sonsuz olan Hakk’ın zâtının vücûdundan ibârettir. Ve Hak bu “ahadiyyet” mertebesinde sıfatların ve isimlerin hepsinde mutlaktır ve mutlaklık kaydından dahi mutlaktır. “Mutlak” tâbîri merâmı anlatabilmek için kullanılan bir terimdir. Ve bu mertebede onun bağıntıları olan sıfatları ve isimleri, çekirdeğin içindeki ağaç gibi gizlidir. Ne zaman ki onun kuvvede yâni potansiyel olan isimleri kemâllerini müşâhede için isimlendirilmişleri olan Hak’tan aynalar, görünme yerleri ve eserler taleb ettiler; Hakk’ın mutlak vücûdu, yalnızca isimlere rahmet olarak, ahadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine tenezzül etti. Bu mertebe, ulûhiyyet mertebesidir. İşte bu mertebede zât “Allah” ismiyle isimlendirilir. Ve isimlerin hepsi bu isim altında toplanmıştır. Bundan dolayı isimlerin hepsi “Allâh” için olmuş olur.
Bir olan vücûd bu mertebeden sonra “rubûbiyyet” mertebesine tenezzül eder. Çünkü ilim mertebesinde bir dîğerinden ayrılmış olan isimlere birer görünme yeri gerekir; ve o görünme yerlerini âit oldukları isimlerin terbiyesi altına vermek lâzım gelir. Şu halde isimlerin hepsi “Allâh” için olunca, o isimlerin görünme yerleri olan tabîi sûretlerin hepsi de “Allâh” için olur. Bundan sonra bu görünme yerlerine birer kesîf vücûd vermek îcâb eder. Oysa Hakk’ın vücûdundan başka vücûd yoktur. Bundan dolayı lâtifin lâtifi olan mutlak vücûd taayyün kaydına bürünerek o isimlerin sûretlerinde kesâfetle açığa çıkar. Şu halde, bu görünme yerlerinin vücûdu müstakil olmayıp izâfîdir; ve Allâh iledir; ve belki ancak Allâh’tır.
Cenâb-ı Nûh “Rabbî” dedi, “İlâhî” demedi. Çünkü “Rab” için sâbitlik vardır. Oysa “İlâh” isimler ile çeşitlidir. O her an bir iştedir. Şimdi o “Rab” ile telvînin sâbitliğini murâd etti. Çünkü ondan başkası geçerli değildir.’ “Yeryüzünde bırakma!” Onlar üzerine yerin içinde olmaları duâsını eder. Ve Muhammedî: “Eğer siz ipi sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi” dedi. Göklerde ve yerde olan Hak içindir. Şimdi sen yer içinde defnedildiğin zaman, onun içindesin ve o senin kabındır; ve onun içinde sizi iâde ederiz. Ve vücûhun ihtilâfından dolayı, sizi bir de’fa daha ondan çıkartırız. Örtme talebi için elbiselerine bürünen ve pârmaklarıyla kulaklarını tıkayan kâfirlerden, devreden bir kimseyi; tâ ki dâvet genel olduğu gibi menfaât dahi genel olsun (32).
Yânî Cenâb-ı Nûh’un dâvetine karşı kavminin, büyük bir mekr ile karşılık vermeleri üzerine, Hazret-i Nûh onlar hakkında: “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” (Nûh, 71/26) yânî: “Yâ Rab! yeryüzünde kâfirlerden birisini bırakma!” diye duâ etti. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu duâyı hakîkat lisânı ile böyle tefsîr buyururlar ki: Hz. Nûh duâsında “Rabbî” dedi “İlâhî” demedi. Yânî; ey benim Rabbim deyip, Rabb’i nefsine bağlı kıldı.
Çünkü Rab, hangi isimde olursa olsun, mutlakâ merbûbu yâni “Rabbi olanı” gerektirir. Kendi kullarının ihtiyaçlarını yerine getirmek için o, rubûbiyyetinde sâbittir; ve onların ihtiyacı olan şeylere kâfi gelir.
Fakat “İlâh” belirli bir sıfat ve özel bir isim ile kayıtlanmış değildir. Çünkü sıfatların ve isimlerin hepsine şâmildir. Örneğin hasta olan kimse “yâ İlâh!” ve “yâ Allâh!” diye seslense, bu ismin altında olan Şâfî ismine ve aç kalan kimse “yâ İlâh!” dese Rezzâk ismine sığınır; diğerleri de buna kıyaslanabilir. Çünkü “İlâh” isimler ile bu sûretle çeşitlenir. O her an bir işte ve bir tecellîdedir. Ve onun için bir sâbitlik yoktur. Fakat Rab için ihtiyacı yerine getirme husûsunda sâbitlik vardır.
Bundan dolayı Cenâb-ı Nûh, Rab ile seslenerek telvînin yâni her an olmakta olan işlere görünme yeri oluşun sâbitliğini, yânî ihtiyacına uygun olan sûret ne ise Hakk’ın, o sıfat ile tecellîsini ve zuhûrunu diledi. Ve Hakk’ın onun murâdına uygun sıfatla zuhûru telvîn yâni her an olan işe görünme yeri oluştur. Çünkü rubûbiyet mertebesinde telvînin yâni her an olmakta olan işe görünme yeri oluşun sâbitliğinin dışında bir şey geçerli değildir. Çünkü her duâ eden kimse, Hakk’ın kendi isteğine göre tecellîsini ister.
Cenâb-ı Nûh, “Rabbî” seslenişinden sonra “lâ tezer alel ardı” (Nûh, 71/26) yânî “Yeryüzünde bırakma!” dedi ki, kavmi aleyhinde, onların yeryüzü üzerinde kalmayıp yerin içine gitmeleri ve kendilerini Zâhir ismi perdesinde bırakan vücûd taayyünlerinden kurtulup ahadî ve toplayıcı batna dâhil olmaları için bedduâ şeklinde hayır duâ idi.
Nitekim Muhammedî buyurur ki: “Eğer siz ipi sarkıtsanız Allâh’ın üzerine düşerdi”. Çünkü bu gördüğümüz kesîf taayyünler latîf olan mutlak vücûdun tenezzülünden oluşmuş vücûdlardır. Ve maddi ve cismâni şeylerin vücûdu îtibârî iştir. Latîfin derece derece tenezzülleri sebebiyle onun vücûduna bağlı olarak açığa çıkmıştır. Şu halde “ipi sarkıtan” ve “ip” ve “ipin sarktığı mahal” hep Allâh’ın vücûdudur. Onun gayrı bir mevcût yoktur ki, ip onun üzerine düşsün. Ve göklerde ve yerlerde olan hálk edilmiş sûretler hep bir olan mutlak vücûdun isimleri dolayısıyla kayıtlanmasından ve ve taayyün elbisesine bürünmesinden ibâret olduğundan, onlarda açığa çıkma Hak için sâbittir. Diğer bir tâbirle Hakk’ın mutlak vücûdu sonsuz bir deryâdır ve görünme yerleri olan sûretler hep onun köpükleridir. Nitekim Ferîdüddin Attâr (k.s) Esrârnâme‘lerinde buyururlar. Beyt:
Tercüme: “Eğer gözün görücü ise, sen deryâyı gör. Çünkü âlem yoktur. Âlem deryânın köpüğüdür. Düşün ki, bu âlem hep hayâldir. Nihâyet bir hayâli bundan ziyâde görme! Sen deli misin, yoksa şaşkın mısın ki, bu kadar hayâl içinde uyumuş olasın.”
Şimdi, sen yere gömüldüğün zaman, yer senin kabındır; ve sen onun içindesin, yânî sen ölürsün. Ve senin muhtelif unsurlardan oluşmuş olan vücûdun, yerin içine gömülmekle yer kabı, senin bu vücûdunu âlem ehlinin görmesinden örter. Yânî senin taayyününün sûreti fânîdir; ve sen bâtında ve cem’ ayn’ında helâk olmuşsun ve vâhidiyyetin bâtını senin kabındır. Çünkü senin vücûdun Hakk’ın mutlak vücûdunun tenezzül ile kesîfleşerek kayıtlı olması ve taayyün etmesinden ibârettir. Bu açığa çıkan taayyünün düğümleri çözülünce bâtına gider; ve mutlak vücûdda mevcût bulunur.
Cenâb-ı Şeyh hazretleri “ve fîhâ nuîdukum ve minhâ nuhricukum târeten uhrâ” yâni “Ve sizi oraya geri döndüreceğiz. Ve sizi oradan bir de’fa daha çıkaracağız” (Tâhâ, 20/55) âyet-i kerîmesini ibâreye dâhil edip Hakk’ın lisânından buyururlar ki: “Yer içinde sizi iâde ederiz ve vecihlerin ihtilâfından dolayı bir kere daha sizi ondan çıkarırız.” Yânî sizin taayyün etmiş ve kayıtlanmış vücûdunuzu yerin içine geri göndermekle bozarız ve o düğümleri çözeriz; fakat böyle bırakmayız. Vecihlerin İhtilâfından dolayı sizi yine birtakım görünme yerleri ve muhtelif taayyünler ile çıkarır ve zâhir ederiz.
Bilinsin ki, bu vücûdi taayyünlerin açığa çıkması hep ilâhî isimlerin kemâlâtının açığa çıkması içindir. Örneğin “Hâdî” ismini alalım. Bu isim gayb mertebesinde, yânî ahadî zât mertebesinde gizli ve mahbûs kalmak istemez. İlim mertebesinde onun zihni sûreti peydâ olur. Onun vücûdu bu mertebeye lâyık olan bir vücûddur. Daha sonra mutlak vücûd bu isme bir mertebe daha kesîf bir taayyün vermek için rûhlar âlemine tenezzül eder. Bundan dolayı bu ismin taayyünü ve elbisesi o âleme uygun bir şey olur. Ondan sonra mutlak vücûd o isme daha kesîf bir vücûd bahşetmek için misâl âlemine tenezzül eder. Taayyün elbisesi bu âleme uygun olur. Ondan sonra yine O mutlak vücûd şimdi içinde bulunduğumuz şehâdet mertebesine iner ve o isme bu âlemin kesâfetine uygun bir taayyün elbisesi ihsân eder. Bu şehâdet âlemi esfel-i sâfilîndir yâni aşağının en aşağısıdır. Buraya kadar mutlak vücûdun “nüzûl” yâni “iniş”idir. Şehâdet mertebesinden sonra mutlak vücûdun “urûc” ya’nî yükselmesi başlar ki, bu geri dönüştür. Ve esfel-i sâfilîne yâni en aşağıya tenezzül edinceye kadar geçtiği mertebelerin her birisinde bu ismin icâbları açığa çıkar. Ve her bir mertebe, kendisinden evvelki mertebeye göre zâhir ve kendisinden sonraki mertebeye göre de bâtındır.
Bundan dolayı Hâdî isminin görünme yeri olan taayyün etmiş bir vücûddan şehâdet mertebesinde îmân ve sâlih ameller çıkar. Çünkü bu ismin istîdâdı dolayısıyla onun kemâlâtı bunlardır. Ve Mudill isminin îcâbı da küfür ve fena amellerdir. Onun görünme yerinden de bunlar çıkar. İşte isimlerin vecihleri muhtelif olduğundan, her bir mertebede onların görünme yerleri de muhtelif olur ve Hakk’ın tecellîsi de tabî ki muhtelif olmuş olur.
Şimdi, şehâdet mertebesinden sonra bu hálk edilmiş sûretler yere iâde olunur. Çünkü bu vücûdlar yerin cinsinden yapılmış idi. Ölünce tabî ki yine oraya gider. Fakat insan orada kalmaz. Çünkü, insanın hakîkati olan ve hâs rabbi ve rûhu bulunan isim mahvolmaz, o bâkîdir; çünkü Hakk’ın işlerindendir. Ve Hakk’ın işleri kendisinin aynıdır ve Hak ise bâkîdir. Ve ilâhî hitâp insanın unsurlardan oluşmuş kalıbına değil, belki bu hakîkatinedir. Böyle olunca insan bu şehâdet âleminden bu sûretle göçtüğü zaman, berzah âleminde zâhir olur; ve bu isme berzah âleminin hâline uygun bir kalıp verilir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar: Beyt:
Tercüme: “Eğer benim bu vücûd kadehimi kırarsa gam çekmem. Çünkü o sâkînin koltuğu altında başka bir vücûd kadehi vardır.”
İşte “Diğer def’ada sizi çıkartır ve zâhir ederiz” sözünün îzâhı budur.
Cenâb-ı Nûh duâsında: “lâ tezer alel ardı” yânî “Yeryüzünde bırakma!” sözünden sonra “minel kâfirîne”(Nûh, 71/26) dedi. Yânî “Yeryüzünde kâfirlerden bırakma!” demek olur. O kâfirler ki, örtme talebi için elbiselerine büründüler ve parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. Çünkü, onlar istiğfâra yâni örtünme tâlebine dâvet olunmuşlardı. Bundan örtmeyi anladılar.
Ve duâda “minel kâfirîne” sözünden sonra “deyyârâ” yâni “devreden” sözü gelir. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) tefsîr ederek buyururlar ki: “ahadı-kimseyi” Yânî “Yeryüzünde kâfirlerden birisini bırakma; tâ ki dâvet genel olduğu gibi, menfaât dahi genel olsun.” Çünkü Cenâb-ı Nûh, isimlerin sûretleri olan çok görünme yerleri ile vahdet vechinden perdelenen kavmini, celâli perdelerin zulmetlerinden zât cemâlinin nûruna ve şekâvetten saâdete dâvet etti. Dâvet ettikçe onların perdeleri arttı. Anladı ki, onlar perde ehlidir ve farktan cem’ etmeye ve Zâhir isminden Bâtın ismine dönmeleri mümkün değildir. Bundan dolayı onların açığa çıkan taayyünlerinin Zâhir ismi görünme yeri olan yeryüzünden kalkarak, Bâtın isminin görünme yeri olan yerin içinde örtülmeleri için, yardımcı Rabbine Kahhâr ve Müntakım ismi ile duâ etti. Çünkü onların çokluktan vahdete ve farklılık ve uzaklıktan cem’ ve yakınlığa geçmeleri kendileri hakkında hayır ve en iyisi olduğu gibi, diğer geri kalan mü’minleri de şaşırtıp hayrete düşüremeyecekleri yönüyle, onlar hakkında da menfaât icâbıdır. Şu halde dâvet genel olduğu gibi, menfaât dahi genel olmuş olur.
“Eğer sen onları bırakırsan”, yânî sen onları terk edersen “kullarını dalâlete düşürürler” yânî onları hayrete düşürürler ve onları ubûdiyyetten yâni kulluktan, rubûbiyyet sırlarından kendilerinde mevcût olan şeye ihrâc ederler. Böyle olunca, onlar nefisleri indinde kullar olduktan sonra, nefislerine rablar bakışıyla bakarlar. Şimdi onlar kullar ve rablardır “ve doğurmazlar”, yânî intâc ve ızhâr etmezler; “ancak fâcir”i, yânî örtülmüş olan şeyi meydana koyanı, ki “keffâr”dır (Nûh, 71/27), yânî açık olan şeyi açıldıktan sonra örtücüdür (33).
Yâni sen Zâhir isminin terbiyesi altında bulunan onların vücûdi taayyünlerini aynı şekilde Zâhir isminin görünme yeri olan yeryüzünde bırakırsan ve onları yerin içine ve Bâtın isminin terbiyesi altına çekmezsen vehmi vücûdlarının icâbı olan hevâ ve tuğyân yâni küfürde çok ileri gitme dâiresinde hareket ederler; ve kullarını da şaşırtıp benlik vehmine dâvet ederler.
Ve nefsâni kuvvetler ve hayvâni sıfatlarının varlığıyla berâber, onların zâti sıfâtı olan, hâlis ubûdiyyetten yâni kulluktan çıkarıp kendilerinde olan rubûbiyyet sırlarına ihrâc ederler. Oysa nefsâni kuvvetlerinin hükmü altında zebûn olan kimselerin, rubûbiyyet sırlarından haberdar olmaları câiz değildir. Çünkü mutlak vücûd’un her mertebede bir hükmü vardır. Bu mertebelerin hükümlerine riâyet etmek gerekir. Nefsâni kuvvetleri henüz diri olan kimseler, mertebeleri muhafaza edemezler. Bundan dolayı dalâlete düşerler ve hálkı da dalâlete düşürüp insânların en şerlisi olurlar. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur: “İnsânların şerlisi o kimsedir ki, üzerine kıyâmet kopar. Rubûbiyyet sırları açığa çıkar, oysa o diridir.” Onun nefsâni kuvvetleri ve hayvâni sıfatları henüz ölmemiştir ve “Muti kable ente muti” yâni “ölmeden önce ölünüz” sırrına ulaşmamıştır.
Zamânımızda, “Zâhir ve Bâtın hep Hak’tır. Biz bunun böyle olduğunu anladık. Şerîat âlemin düzeni içindir; bundan dolayı, hâlin hakîkâtinden haberdâr olduktan sonra, namaza, abdeste ve oruca ne ihtiyâcımız vardır” deyip hevâ ve nefsâni heveslerine tabî olan birtakım zındıklar, bu hâlin birer açık şâhididir.
Evet, Zâhir ve Bâtın Hak’tır. Fakat senin kayıtlı vücûdun bu şehâdet mertebesinde hâlis kuldur. Ve Zâhir isminin terbiyesinde bulunân bu kayıtlı vücûdlara olan teklîf, bâtında oluşum içindir. Bundan dolayı ilâhî teklife itaat etmek sâlih amel; ve muhâlefet ise kötü fiildir. Ve senden çıkan sâlih fiillerin ve kötü fiillerin sûretleri diğer âlemde peydâ olur. Ve intikâl ettiğin berzah âleminde seni karşılayacak olan onlardır. Cemâl’e katılmış olmak başka, Celâl’e katılmış olmak başkadır. Dâimâ pâdişahın huzûrunda musâhib yâni arkadaşlık eden olmakla onun külhancısı olmak arasında çok büyük fark vardır.
İşte Nûh kavmi de, bâtınları rubûbiyyet sırlarının mazharı ve zâhirleri hâlis ubûdiyyet yâni kulluk olduğu halde, onlar ubûdiyyetten yüz çevirerek, rubûbiyyet sırları îtibârıyla nefislerine “rablar” bakışıyla bakarlar. Kayıtlı ve taayyün etmiş vücûdlarıyla ve zâhirleriyle kul iken ve nefsâni kuvvetlerinin hükmü altında iken, ubûdiyyetten yâni kulluktan rubûbiyyete geçerler. Ve bu halleriyle Mudill isminin dâvetine icâbet ederler. Bundan dolayı gerek kendileri ve gerek kendilerinden sonra gelecek olan kullar için hayırlı olan şey onların yerin içinde gömülü olmaları ve taayyün etmiş vücûdlarının kalkmasıdır.
Ve onlar ancak fâciri, yânî örtülmesi zorunlu olan kendilerindeki rubûbiyyeti doğururlar ve aşikâr ederler. Ve onlar öyle fâcirdir ki, “keffâr”dır, yânî mübâlağa ile örtendir. Zâhir olan şeyi açığa çıktıktan sonra örterler. Çünkü onlar benlikleri ile ilâhi hakîkati örterler. Yânî onlara lâzım olan ubûdiyyet yâni kulluk ile açığa çıkmak iken, benlikleri mevcût olduğu halde rubûbiyyet dâvası ile zâhir olurlar. Ve daha sonra kendi sûretlerinde zâhir olan ilâhi hakîkati benlikleri ve izâfi vücûdlarıyla örterler.
Blog
Fusûsu'l Hikem
23/04/2014
0 54
Değerli okuyucular; Burada yazılan bütün bilgiler “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât” yaşantısı içerisinde Efendimiz (s.a.v)’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in apaçık belirttiği zâhir hakîkatlerin doğru bir şekilde uygulanmasından ve yaşanmasından sonra ancak doğru bir şekilde yol gösterici olabilecektir. Bunların anlaşıldığı zannedilerek kulluğun gerekleri olan tâatten ayrılmakla dalâlet vâdîsine düşülebilir. Bu hakîkatler ve ilâhî bilgiler kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırât-ı müstakimdir. Zâhiri gözardı ederek bâtına geçmek nefse kolaylık vereceğinden herşeyden önce farzların ve sünnetlerin tatbîki şarttır.
besmele
Şimdi örtülmüş olan şeyi aşikâr ederler. Onu açığa çıktıktan sonra da örterler. Böyle olunca bakan hayrette kalan olur. Ve fâcirin fücûrunda olan kastını ve kâfirin küfründe olan kastını bilmez; oysa şahıs birdir (34).
Bilinsin ki, bu gördüğümüz kesîf sûretler, isimleri dolayısıyla, Hakk’ın mutlak vücûdunun mertebe mertebe tenezzül ederek, taayyün etmesi ve kayıtlanmış olmasından ibârettir. Şu halde bu taayyünlerin gerek zâhirleri ve gerek bâtınları hep Hakk’ın vücûdu olur; ve onların bâtınları zâhirlerini idâre edici olur. Örneğin: buhâr dediğimiz latîf madde mertebe mertebe tenezzül edince ve kesîfleşince bulut, su buz olur. Buzun zâhiri de buhar, bâtını da buhardır. Fakat buz, taayyünü yönünden buhar değildir. Çünkü, onda buhara mahsûs olan şeyler yoktur; ve aynı şekilde, buza “su” demek de mümkün değildir. Çünkü kesâfet mertebesinde bulundukça suyun işini göremez.
İşte bizim “Ben” tâbîr ettiğimiz bu taayyün etmiş ve kesîf vücûdumuz da bunun gibidir. Bundan dolayı Hak olan “hakîkât”imizi, “hüviyyet”imizi, benliğimiz ve taayyünümüz örtüyor.
Şimdi bir kimse: “Mutlak vücûd olan Hak bizim hüviyyetimizdir ve bizim bâtınımızdır; taayyünlerin hepsinde sirâyet etmiş olan O’dur; ve açığa çıkmış bütün taayyünleri terbiye eden o hakîkattir” demiş olsa, rubûbiyyet sırrını aşikâr etmiş olur. Fakat böyle dediği halde fiilen bu sözünü yalanlayarak kesîf taayyününün hükmüne tabî olarak ve nefsânî hevâsının yolundan giderek hareket eder ve tasarrufu bu izâfisi vücûduna bağlarsa, evvelce aşikâr etmiş olduğu rubûbiyyeti daha sonra zâhiri benliği ile örtmüş olur. Bu halde Hak tâlibi olan bakan onu görünce hayrete düşer ve fâcirin yâni aşikâr edenin fücûrunda yâni aşikâr etmesinde ve kâfirin yâni örtenin küfründe yâni örtmesinde olan maksadını bilmez. Oysa rubûbiyyeti söz ile aşikâr eden ve fiilen örten şahıs birdir, yânî aynı kimsedir. Hak tâlibi olan kimse, onun hangi hâline tabî olacağını bilemez, şaşırır kalır.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bu sözünde, henüz nefsâni sıfatlarının esîri olan kimselerin, tasavvuf bilgileri ile şunu bunu irşâd edemeyeceklerine ve bilakis Allâh’ın kullarını hayrete ve dalâlete düşüreceklerine işâret vardır.
“Yâ Rab beni ört!” yânî beni ört ve benden dolayı ört! Ve senin “Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî” yâni “Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler” (En’âm, 6/91) sözünde kadrin bilinmediği gibi, benim de makâmım ve kadrim bilinmiye! “Ve anne ve babamı da ört” ki, ben onlardan netîce oldum; ve onlar “akıl” ve “tabîat”dır. “Ve benim beytime”, yânî kalbime, “giren kimseyi de ört ki, mü’min olduğu halde”, yânî kalb içinde ilâhî haberlerden bildirilen şeyi tasdik edici olduğu halde. Ve o da nefislerinin söylediği şeydir. Ve akıllardan olan “mü’min erkekler”i ve nefslerden olan “mü’min kadınlar”ı da ört! Ve zulmânî perdelerin arkasında gizlenmiş olan ve gâyb ehli olan “zâlimlere arttırma, tebârdan”, yânî helâkdan başka (35).
Yânî Cenâb-ı Nûh’dan naklen Nûh sûresinin sonunda beyân buyrulur “Rabbigfirlî ve li vâlideyye ve li men dehale beytiye mu’minen ve lil mu’minîne vel mu’minât ve lâ tezidiz zâlimîne illâ tebârâ” yâni “Rabbim, beni, annemi, babamı ve evime mü’min olarak girenleri ve mü’min kadınları ve mü’min erkekleri mağfiret et. Zalimlere helâkından başka bir şeyi artırma.” (Nûh, 71/28) âyet-i kerîmesini Hz. Şeyh (r.a.) hakîkât lisânıyla tefsîr ederek buyururlar ki:
“Yâ Rab, zât nûrun ile benim taayyün etmiş benliğimi ve sıfat nûrun ile taayyün etmiş vücûdumda görülen eserleri ve nefsim ile tabîatımın kuvvetlerini ört! Tâ ki bunlar ile zâhir olmaktan kurtulayım; ve benim zât ve sıfâtım, senin zât ve sıfâtında mahvolsun. Ve benim vücûd dalgam, senin mutlak zâtının deryâsında yok olsun. Bundan dolayı sen “Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî” yâni “Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler” (En’âm, 6/91) âyet-i kerîmesinde, nasıl ki hakkıyla kadrinin bilinmediğini beyân etmiş olduğun yön ile, zâtın ile bilinen değil isen, benim de kadrim bilinmesin; yânî senin zâtında helâk oluşum dolayısıyla, sana tâbi olarak ben de bilinen olmayan olayım. Çünkü benim vücûdum senin mutlak vücûduna bağlı olmuş bir kayıtlı vücûddur. Ve hakîkatte kayıtlı olanın vücûdu ancak mutlakın vücûdudur. Ve vücûdumda hükümrân olan ancak Sen’sin.
Ve anne ve babamı da ört ki, ben onların netîcesiyim. Ve benim anne babam da, “baba” derecesinde olan “akıl” ile, “anne” derecesinde olan “tabîat”tır. Çünkü kevn âleminde “akıl” fâil yâni etken ve müessir yâni te’sir edici; ve “tabîat” mef’ûl yâni edilgen ve te’siri kabûl edicidir. Bundan dolayı akıl ile tabîatın nikâhlanmasından insâni sûret doğar. Ve insan vücûduna göre “âkıl”dan kasıt “rûh” ve “tabîat”tan kasıtta “nefis”tir. Ve onların izdivâcından “insânî kalb” doğar.
Ve şu halde ma’nâ böyle olur: Yâ Rab, rûh ile nefsi de ört, tâ ki onların ismi ve resmi kalmasın. Ve isim ve resimleri kalmayınca kadr ve makâmı da bilinmez olsun. Ve mü’min olduğu, yânî onda ilâhî haberlerden bildirilen şeyi tasdîk edici olduğu halde beytime, yânî kalbime, dâhil olan kimseyi de ört!
Ve o ilâhî haberler de (S.a.v.) Efendimiz’in “Allah Teâlâ hazretleri benim ümmetimin nefislerinin söylediği şeyden geçti” hadîs-i şerîfinde beyân buyurulduğu üzere, tasdik edici mü’minin nefsinin söylediği şeydir. Çünkü beşeri kirlerden ve nefsâni sıfatlardan pâk olan kalbe gelen ilâhî vâridat dahi aslî temizliğini muhâfaza eder. Çünkü inmiş olduğu mahal temiz olduğu için, o ilhâmı bozmaz. Bundan dolayı kalb mertebesinde olan nefsin lakırdılârı ilâhî haberlerdir. Fakat beşeri kirler ve nefsâni sıfatlar ile kalbi bulanık olan kimselerin nefsi sözleri temizlik üzere değildir. Onların kalblerine gelen ilâhî ilhamlar kalbdeki kirliliğin rengine boyanıp sâfiyetini kaybeder. Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî (r.a.) efendimiz bu hâli Fîhi Mâ-fîh’de şöyle beyân buyururlar:
“Bu fıkhın aslı vahiy idi. Fakat hálkın fikirleri ve duyguları ve tasarrûfu ile karışınca o letâfet kalmadı. Ve zamânımızdaki vahyin letâfetine hiç benzer mi? Nitekim bu su, şehre “Turut” ismindeki dağdan akmaktadır; kaynağı oradadır. Bak ki, ne latîf ve sâfın sâfıdır! Ne zaman ki şehre gelir ve şehir hálkının mahallelerinden geçer ve bu kadar hálk ellerini ve yüzlerini ve ayaklarını ve âzâlarını ve elbiselerini yıkarlar ve hayvanların pislikleri onun içine dökülüp karışır ve oradan başka tarafa akıp gider. Bakarsan, gerçi yine o sudur. Toprağı çamur eder ve susamışı kandırır ve sahrâyı yeşillendirir; fakat bu suyun daha önce sâhip olduğu letâfetinin kalmadığını ve ona nâhoş şeyler karıştığını anlayacak bir ayırt edici lâzımdır.”
Sonuç olarak, sâf kalbe gelen ilâhî vâridat aslî sâfiyetini muhâfaza ettiğine ve Nûh (a.s.) gibi bir Nebiyy-i zî-şânın mukaddes kalbine olan vâridâtın ilâhî vahiy olduğunda şüphe olmadığına göre, cenâb-ı Nûh ilâhî haberlerden ibâret olan kendilerinin nefsinin sözlerini tasdîk edici olduğu halde gönlüne giren mü’minlerin de taayyün etmiş benliklerinin örtülerek fenâ-fillâh makâmına ulaşmalarını taleb eder.
Ve nebîlerin gönüllerine dâhil olan kimselerin, onların mübârek kalblerine nâzil olan ilâhî tecellîlerden istîdâdları kadar nasîbleri vardır. Onun için nebîlerin vârisleri olan insan-ı kâmillerin gönüllerini kazanmak, sâlikler için en birinci vazifedir.
Ve “akıllar”dan olan mü’min erkeklerin ve “nefisler”den olan mü’min kadınların da taayyün etmiş benliklerini ört! Ve zulmâni perdeler ve cismâni örtüler arkasında gaybda gark olması dolayısıyla yer tutan ve bakanın gözlerinden perdelenmiş olan zâlimlere sen de helâkten başkasını arttırma! “Zâlimîn” “zulumât”tan türemiştir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz hadîs-i şerîflerinde: “Zulüm kıyâmet gününün zulmetleridir.”
Şimdi onlar, nefisleri olmaksızın, Hakk’ın vechini müşâhede ettikleri için nefislerini bilmezler. Muhammedîler hakkında “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu“ yâni “herşey helâk olucudur, ancak O’nun vechi hariç” (Kasas, 28/88)dir. Ve “tebâr” helâktir. Ve bir kimse Nûh (a.s.)ın sırlarına vâkıf olmak isterse, onun üzerine güneş feleğine yükselmek lâzım olsun. Ve o bizim Tenezzülât-ı Mevsiliyye’mizdedir, vesselâm (36).
Yânî izâfî vücûdlarını ve cismâni örtülerini kaldırıp, Hakk’ın mutlak vücûdunda helâk olan Muhammedî zâlimler, arada nefisleri olmaksızın, bâkî olan Hakk’ın vechini müşâhede ettikleri için nefislerini bilmezler; zâtlarına vâkıf oluşları olmaz; benliklerini aşikâr etmezler. Nitekim bu Muhammedîler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu“ (Kasas, 28/88) yânî “Her bir şey helâk olucudur; ancak onun vechi helâk olucu değildir” buyurur.
Bu âyet-i kerîmede “vechehû”nun zamîri “şey”e dönük olunca ma’nâ “Her bir şey helâk olucudur; ancak o şeyin vechi helâk olucu değildir” olur. Ve bir şeyin “vech”i denildiğinde, onun “zâtı ve hakîkât”i kastedilir. Ve daha önce îzâh edilmiş idi ki, bu çok olan taayyünler Hakk’ın mutlak vücûdunun, kayıtlı oluşundan ibarettir. Bundan dolayı eşyânın hakîkâti Hakk’ın vücûdudur. Şu halde âyetin ma’nâsı şöyle olur: “Her şeyin taayyünü helâk olucudur. Ancak o şeyde taayyün etmiş olup onun hakîkâti olan mutlak vech helâk olucu değildir.
Ve zamîr Hakk’a dönük olduğunda “Her bir şey helâk olucudur; ancak Hakk’ın vechi helâk olucu değildir” demek olur. Ve “ve lâ tezidiz zâlimîne illâ tebârâ” (Nûh, 71/28) âyet-i kerîmesindeki “tebâr” “helâk” ma’nâsınadır.
Sonuç olarak, Muhammedî zâlimler Hakk’ın mutlak vechinde kendi vehmî benliklerinden fânî olmuşlardır. Onlar ebeden Hakk’ın müşâhedesinde olup nefislerini bilmezler. Ve Nûh (a.s.)’ın sırlarına vâkıf olmak isteyen kimseler, rûhen güneş feleğine yükselsinler. Çünkü, Nûh Kelimesi’ne âit hikmetlerin ve mârifetlerin ve müşâhedelerin sırları, ancak rûhu güneş feleğine yükselen kimselere açılır.
“Yûh” güneşin bir adıdır; o da cisimler âleminde ısı ve ışık kaynağı olan bir cisimdir. Ve akıllar âleminde cüz’i rûhların hepsi ondan gelir. Ve hálk edilmiş beşeri mertebelerden ve insâni fıtrattan güneş feleğine yükselme keşf iledir. Ve Cenâb-ı Şeyh (r.a.), güneş feleğine yükselmeyi Tenezzülât-ı Mevsıliyye ismindeki kitâplarında en mükemmel yön ile beyân buyurmuştur. Ve bu kitâbı Musul şehrinde, elli beş bölüm üzerine yazarak, onda ilimlerin ve hakîkatlerin sırlarını belirtmiş ve özellikle bu güneş feleğine yükselmeyi bu kitâbın kırk altıncı bölümünde uzun uzadıya açıklamıştır.
(Bitti; hâzâ min fazli Rabbî. Bu Rabbimin fazlındandır).