İdrîs Fassı-Giriş Bölümü

“Kuddûsiyye Hikmeti”nin İdrîs Kelimesine tahsîsindeki hik­met budur ki: İdrîs (a.s.) ağır riyâzât ile nefsini hayvâni sıfatlardan ve tabîat kirlerinden ve ârızî noksanlıklardan temizlemiş ve sonuçta rûhâniyyeti hayvâniyyeti üzerine üstün gelerek, madde beden kaydından çıkmış ve mi’râc sâhibi olmuş ve melekler ve saf rûhlar ile karşılıklı görüşme ve konuşmalarda bulunmuş idi. Nitekim, on altı sene yiyip içmediği ve uyu­madığı ve salt akıl hâline geldiği hikâye olunur.

Bu ma’nâlar, cismâni kesâfeti içinde, fikrî görüşlere dayalı olan aklı vücûduna hâkim olan filozoflarca kabûl edilir bir şey değildir. Fakat ne yapsınlar ki, onların akılları cisim ve cismâ­niyyet dâiresinde mahsûr ve mahbus kalmıştır. O sınırların dışına çıkamazlar; ve “insan yiyip içmese ve uyumasa ölür” derler. Gerçi bu hükümleri, vücûdlarında kesâfet hükümleri hükümrân olan kimseler için doğrudur. Velâkin nefislerini, tabîat kirlerinden ve cismâni kesâfetten kurtaran kişiler hakkında aslâ doğru değildir. Bu kişilerin hâllerinden haberdâr olmaya cüz’i akıl sâhipleri için imkân yoktur. Çünkü, onların akılları sınırlı bir dâire içerisinde mantı­k ve tabîat kayıtları ile bağlı kalmıştır.

“Kuddûs”, mukaddes ma’nâsına “takdîs”ten türemiştir. Sözlük ma’nâsı “tathîr yâni temizlemek”dir. Ve terim olarak “Hakk’ı, imkân ve ihtiyâçtan ve kevni noksanlıklardan ve kendinin gayri bulunan mevcûtlara göre kemâl sayılan kemâlâttan, Cenâbına lâyık olmayan şeyden temizlemektir”. Çünkü, Hak Sübhânehû ve Teâlâ ve onun zâti kemâlâtı, akıl ve vehim ve hayâl ile idrâk olunan kemâlâttan a’lâ ve ecell­dir. Nitekim kemâl ehlinden mübârek bir zât Cenâb-ı Kibriyâ’ya hitâ­ben buyurur: Rubâî:

Tercüme: “Ey noksandan pâk ve ey yokluktan beri olan Zât-ı Celîl! Senin vasfında akıl ileriye bir adım atabilir mi? A’mâ olan kimse, kulağıyla renkleri ve sûretleri nasıl görür? Veyâhut sağır, göz ile nağmeleri nasıl işitebilir?”

Çünkü gayre mensûb olan kemâlât asl makâmından inmiştir; ve hakîkî mutlaklıktan hâriç ve kayıtlanmıştır ve ilâhi kemâlât üzerine bir daldır. Ve “kuddûs” nitelik ve nicelik îtibârıy­la “Subbûh”dan daha hâstır. Çünkü, onda pek şiddet ve çoklukla zâtı ten­zîh ma’nâsı vardır.

“Hak tenzîh ve teşbihten münezzehtir” denildiği zaman, tenzîh ve teşbîhten tenzîh edilmiş olur. Ve tenzîhin bu türünde fazla mübâlağa vardır. “Fenânın fenâsı”nın “fenâ”dan daha beliğ olması gibi. Ve “teş­bîh”, yalnız cem’ makâmı ve “takdîs” ise cem’ makâmı ve ayrıntılama dolayısıyladır, denilebilir. İşte bunun için Nûh (a.s.)’ın tenzîhi akli ve İdrîs (a.s.)’ın tenzîhi de hem aklî ve hem nefsîdir, demişlerdir. “Subbûhiyye hikmeti” ile “kuddûsiye hikmeti” arasında ma’nâ olarak ve mer­tebe olarak ilişki olduğu için bir diğerine yakın kılınmıştır. Ve Nûh (a.s.), her ne kadar zamân olarak İdrîs (a.s.)’dan sonra gel­miş ise de, daha beliğ olanın sonraya bırakılması evlâ olduğundan, onun hikmeti “subbûhiyye hikmetin”den sonra getirildi.

İdrîs Fassı-“Ve refa’nâhu mekânen aliyyen”“Ve onu, yüksek bir mekâna kaldırdık.”(19/57)

Ulüvv, iki nisbettir. Mekân ulüvvü ve mekânet ulüvvüdür. Şimdi mekân ulüvvü “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” yâni “Ve onu, yüksek bir mekâna kaldırdık.” (Meryem, 19/57) ve mekânların âlâsı, felekler âlemi değirmeninin onun üzerine döndüğü me­kândır. Ve o, güneş feleğidir. Ve İdrîs (a.s.)’ın rû­hâniyyet makâmı ondadır. Ve altında yedi felek ve üstünde yedi felek vardır. Ve o, on beşinci felektir. Şimdi onun üstündekiler Ahmer feleği, yâni Merih yâni Mars, Müşterî feleği yâni Jüpiter, Zuhâl feleği yâni Satürn, Menâzil feleği yâni yıldızlar feleği, Atlas feleği, Burçlar feleği, felek Kürsîsi ve felek Arş’ıdır. Ve onun altında Zühre feleği yâni Venüs, Utâ­rid feleği yâni Mekür, Kamer feleği yâni Ay ve Esîr Küresi ve Havâ Küresi ve Su Küresi ve Toprak Küresidir. Bundan dolayı o, feleklerin kutbu ol­ması yönüyle refî yâni yüksek mekândır. (1).

Yânî ulüvv ve yükseklik iki nisbettir: Birisi mekânın,diğeri de mekânetin ve mertebenin yüksekliğidir. Ve mekânın ulüvvünün delili Kur’ân-ı Kerîm’de İdrîs (a.s.) hakkında gelen “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni “Biz onu yüksek mekâna kaldırdık” mübârek sözüdür.

Ve mekânların en yükseği, üstüne felekler âlemi değirmeninin döndüğü mekândır ki, o da güneş feleğidir. Çünkü dünyâdan îtibaren kendi güneş sistemimizin merkezine yönelik en yüksek bir mesâfe ve bir mekâna çıkılması düşünülse, o me­kân ancak güneş feleğidir. Ve bu îtibar, dünyâdan böyle olduğu gibi Jüpiter ve Satürn’den de böyledir. Çünkü, Güneş sistemini teşkîl eden gezegenlerin hepsinin merkezi Güneş feleğidir.

Ve İdrîs (a.s)’ın rûhâniyyet makâmı oradadır. Çünkü İdrîs (a.s.) beşeri tabîat sıfatlarından soyunmuş olup rûhâni sıfatlar ve nûrâni sûret ile bâ­kî kaldı. Bundan dolayı, karanlık nefsinin sûreti aydınlık rûhunun sûretine dönüşmüş oldu. Ve sûreti de, rûhani sûretine uygun olan misâl âleminin rûhani sûretine geçti. Ve bu nûrâni ilişki ile Güneş feleğine yükseldi. Ve Güneş feleğine cisim ile yükselmek maddeten mümkün değildir. Ve mümkün olduğu var sayılsa, Güneş cismi yakar ve onun kesâfetini yok eder. Çünkü güneş küresi, dünyâ küresi gibi soğuk ve katı bir cisim değil, akıcı veyâ ateş buhârı bir haldedir. O makâma ancak rûhen yükselmek mümkündür. Çünkü latîf rûh, kesîf cisim gibi, ateşte yanıp erimez. Nitekim, ri­yâzâtla lâtifleşen evliyâullâhtan ateşte yanmamak ve suya bat­mamak ve havada uçmak gibi rûhi eserler görülür.

Bilinsin ki, Hz. Şeyh (r.a.) Güneş feleğinin mekân ulüvvünü anlatmak için eski astonomi gereğince feleklerin mertebelerini saymıştır. Yüksek maksatları astronomi ilminden bahsetmek değil, Güneş sistemine göre, insânlara mekân ulüvvünü anlatmaktır. Bunu anlatmak için yüksek zamânlarındaki âlimlerin düşüncelerine uygun beyânlarda bulunmuşlardır. Ve bu yüksek beyânlar, yeni astonomiye göre mekân ulüvvünün değişmesini gerektirmez.

Şöyle ki, eski astronomiye göre Güneş, feleklerin merkezi olması îtibarıyla onun altında veyâ üstünde olan her bir felekten Güneşe bakılsa maddi mekânların en yükseğidir. Ve yeni astronomiye göre güneş sisteminin merkezi ve kalbi, yine Güneş feleğidir. Ve bu sistemi oluşturan gezegenlerin hepsi, Güneşin etrâfında bir alan üzerinde dönerler. Güneşe en yakın bulunan Merkür olup ondan (57.85) milyon km, Venüs (108.1) milyon km, Dünya (149.5) milyon km, Mars (227.72) milyon km ve küçük gezegenler denilen asteroidler yaklaşık (400) milyon km, Jüpiter (777.6) milyon km, Satürn (1425.6) milyon km, Ura­nüs (2868.1) milyon km ve Neptün (4494.1) milyon km uzakta döner.

Bundan dolayı bu gezegenlerin herhangi birisinden kendi merkezi olan Güneşe bakılsa, maddi mekânların en yükseği “Güneş” ol­muş olur. Şu halde Güneş, gerek eski astronomiye ve gerek yeni astronomiye göre, feleklerin kutbu olması yönünden refî yâni yüksek mekândır. Bunda aslâ ihtilâf yoktur. Ammâ, merkezden bakılmayacak olunursa, dünyâdan îtibaren güneşten daha yüksek maddi mekânlar çoktur. Uranüs, Neptün veyâ diğer güneş sistemleri gibi. Buradaki ulüvv, her gezegenin kendi merkezi olan güneşe göredir. Çünkü cenâb-ı İdrîs, dünyâda bulunduğu halde hakkında “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni “Biz onu yüksek mekâna kaldırdık” buyruldu.

Soru: Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de mutlak olarak “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni “Biz onu yüksek mekâna kaldırdık” buyuruyor. Ve kaldırıldığı mekânın güneş olduğunu açıkça belirtmiyor. Oysa bir dâire çevresinin herhangi bir noktasından merkezden geçmek üzere dik bir çizgi çizilse, yâni dâirenin tam çapı çizilse, karşıdaki çevreden geçtiği nokta merkezden daha uzak ve daha refî yâni yüksek olur. Bu îtibarla güneşin refi yâni yüksek mekân olmaması gerekir.

Cevap: Bu yüksek fassın sonunda beyân olacağı üzere ulüvv dört çeşittir: Zâtî ulüvv, sıfâti ulüvv, mekânet yâni mertebe ulüvvü, me­kân ulüvvüdür. Âyet-i kerîmede mekân ulüvvü ibâre ile ve diğer ulüvvler ­işâret dili ile beyân buyurulur. Güneşten başka bu dört nevi ulüvv ile vâsıflanmış olan hiçbir mahal yoktur. Çünkü güneş, kendi tâbîi olan gezegenlerin kaynağı olduğundan onlara göre zâtî ulüvv sâhibidir. Ve bu tâbî olan gezegenler onun ışık ve ısısına muhtâç olduklarından, bu yönle sıfâtî ulüvv sâhibidir. Ve çekim gücüyle onların hâkimi ve idârecisi olduğundan, mekânet yâni rütbe ulüvvü ile vâsıflanmıştır. Ve her birisinden, kendi­sine kadar olan mesâfelerin hepsinden daha uzak ve daha refî yâni yüksek olduğundan mekân ulüvvü sâhibidir.

Not:

Ulüvv, “Alâ” fiilinin mastarı olup büyüklenmek, azmak, taşkınlık etmek, zorbalık yapmak, üstüne çıkmak ve yükselmek demektir. İsim şekli olan âlî, ulu, yüce, kibirli demektir. Çoğulu âlîndir.

Ve mekânet ulüvvüne gelince, o bizim için, yâni Muhammedîler içindir. Ve mekânet yâni rütbe ulüvvüne gelince, o bizim için, yâni Muham­medîler içindir. Allah Teâlâ “entumul a’levne” yâni “ “Siz âlîlersiniz” (Muhammed, 47/35) buyurdu. Ve Allah Teâlâ bu ulüvvde sizinle berâberdir. Ve o, mekândan müteâlî yâni âlî olandır ve mekânetten müteâlî yâni âlî olan değildir (2).

Yânî mekânet ulüvvü ve mertebe ve derece ulüvvü, özellikle bizim için, yâni Muhammed (s.a.v.)’e tâbî olan vârisler içindir. Nite­kim Hak Teâlâ, Muhammedîler hakkında “entumul a’levne” (Muhammed, 47/35) yâni “Siz âlîler yâni üstünlersiniz” buyuruyor. Siz, sizin dışınızdaki ümmetler üzerine mertebe olarak ve derece olarak âlîler yâni üstün olanlarsınız demektir.

Ve Allah Te­âlâ isimlerinin toplayıcılığı yönünden bu mekânet yâni rütbe uluvvünde sizinle berâberdir. Çünkü, sizin “hüviyet”iniz Hak’tır. Ve siz Hakk’ın zâhirisiniz. Çünkü, Hak cisim olmadığı yön ile mekândan müteâlî yâni yücedir. Fakat mekânetten yâni mertebeleri oluştan müteâlî yâni yüce değildir.

Ve ulüvv nisbeti iki sûretle olur: Birisi “âlî olan”ın sırf kendi şânındandır. Bu ulüvv, hakîkî ve zâtî ulüvvdür. Diğeri âlî mekâna göre olur. Bu dâ izâfi ulüvvdür. Bundan dolayı Hakk’ın ulüvvü, hakîkî ve zâtî ulüvv olan mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. Çünkü, Hakk’ın mutlak vücûd mertebesi kayıtlı vücûd mertebe­sinden âlâdır.

İdrîs Fassı-Amel mekânı taleb eder. İlim ise mekâneti yâni rütbeyi taleb eder.

Ve ne zaman ki, bizden amel sahibi olan nefisler korktu, Hak Teâlâ berâber oluşu “ve len yetireküm a’maleküm;” yâni “ve sizin amellerinizden asla eksiltmez” (Muhammed, 47/35) sözüyle tâbî kıldı. Şimdi amel mekânı taleb eder. İlim ise mekâneti yâni rütbeyi taleb eder. Böyle olunca Hak Teâlâ bizim için iki ulüvv yâni yükseklik arasını birleştirdi ki, biri amel ile mekân ulüvvü ve diğeri ilim ile mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. Daha sonra berâber oluşta ortaklığı tenzîh için “Sen âlâ Rabbini bu mânevi ortaklıktan tesbîh et” (A`lâ, 87/1) buyurdu. Ve insanın, yâni insan-ı kâmil’in, mevcutların âlâsı olması işlerin acâibindendir. Oysa ister me­kâna veyâ ister dereceden ibâret olan mekânete olsun, ulüvv, ancak ona tâbî oluş ile nisbet olundu. Böyle olun­ca onun ulüvvü bizzât olmadı. Bundan dolayı, o me­kân ulüvvü ve mekânet ulüvvü ile âlîdir. Şu halde ulüvv, onlar için­dir (3).

Yânî Muhammed (s.a.v.) sûresinde olan “Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum.” (Muhammed, 47/35) âyet-i kerîme­ sindeki “ve entumul a’levne” yâni “Siz âlîlersi-niz” sözü ile Hak Teâlâ bizi âlî oluş yâni üstün oluş ile vasfedip “vallâhu meakum” yâni “Ve Allah sizinle berâber” sözü ile de bizimle berâber olduğunu isbât edince, Muhammedî ümmetinden ilâhi hâkikâtlerden haberi olmayıp yalnız sâlih ameller işleyen kimseler, ulüvvden mekânet ulüvvünü an­ladılar; ve “Hak, mekândan münezzehdir; bundan dolayı bizim için mevcût olan âlî oluş, ilim yönüyledir. Çünkü biz kesîf cisimiz ve mekâ­nı oluş ile vâsıflanmışız. Eğer bizim ulüvvümüz mekân ile olsa, bizimle Hakk’ın berâberliği mevcût olduğuna göre, Hakk’ın mekândan münezzeh olmaması lâzım gelir. Oysa amellerin sûreti olur. Ve sûret ise me­kân ister. Ve Hak bizimle berâber olup ulüvvümüz de mekânet ve mertebe ulüvvünden ibâret olunca amellerimizin sûretleri nerede muhafaza olur?” diyerek amellerinin mükafatının kaybolacağından korktular. Bunun için Hak Teâlâ “vallâhu meakum” yâni “Ve Allah sizinle berâber” sözünü tâkiben “ve len yetirekum a’mâlekum” yâni “Allah Teâlâ cismâni amellerinizden ve onların mükâfatlarından bir şey noksan kılmaz” sözünü beyân buyurdu.

Şimdi, amel mekânı ve ilim, mekâneti yâni rütbeyi ister. Çünkü amel cismin âzâ ve organları vâsıtasıy­la çıkmış olan sûretlerden ibârettir. Ve o sûretler kevn âleminde muhafazalıdır. Bu hâl, zamânımızda, hissî bakış ile de görülebilir. Nitekim cis­min her anda olan fiilerini ve hareketlerini önüne bir enstantane fotoğraf makinesi konulunca kaydetmek mümkün oluyor. Bundan dolayı cismin hâllerinin ve hareketlerinin bütün sûretleri her yönden uzaya dağılıp sür’atle gitmektedir. Kevn âlemi içinde ondan bir şey kaybolmaz. Hattâ varsayalım yüz sene evvel dünya üzerinde gerçekleşen savaşların sûretlerini, bu sûretlerin uzaydaki sür’atlerinden daha serî bir sûrette mesâfe katederek bir fotoğraf makinesiyle önlerine geçilmesi mümkün olsa, onların hepsi kaydedilebilir.

Ve (Yûnus, 10/61) “Ve mâ tekûnu fî şe’nin ve mâ tetlû minhu min kur’ânin ve lâ ta’melûne min amelin illâ kunnâ aleykum şuhûden” yâni “Biz ancak sizin üzerinize şâhit ve gözetleyici olduğumuz halde, bir işte olursun ve Kur’ân okursun ve amelinden bir şey işlersin” âyet-i kerîmesi Hakk’ın birlikte oluşu ile beraber insanın işlerinin ve sözlerinin ve amellerinin kaydediliyor oluşunu beyân buyurur.

Şimdi amellerin sûretleri en yüksek mekân olan Sidretü’l-müntehâya ka­dar erişir. Ve “Sidre” sözlükte “kenardaki ağaç” ma’nâsına ge­lir. Ve güneş sistemimizi oluşturan her bir gezegen bir ağaç derecesindedir. Bundan dolayı “Sidretü’l-müntehâ” en son gezegenin taayyününden ibâret olur ki, bu gezegene “Neptün” denilmektedir. Ve bu gezegene ulaşan güneş ışıkları, dünyâya ulaşan ışığın binde biri oranındadır. Ve hayâli sûretlerin kemâliyle dağılması güneş ışıklarının bulunduğu mahallerde gerçekleşir. Ve bu son gezegen dünyâdan îtibaren dahi güneş sistemimizi oluşturan gezegenlerin en uzağı ve en yükseğidir. Fakat bundaki ulüvv, ancak mekân ulüvvüdür. Daha önce bahsedilen üç nevî güneş ulüvvü gibi, bu­rada mevcût değildir.

İşte bu kaydedilen hayâli sûretler âhi­ret yurdunda, o ortamın maddesine göre vücûdlanarak sâhibine eşlik eder. Eğer ameller sâlih ise, güzel sûrette ve eğer fenâ ise fenâ sûrette vücûd bulur. Bundan dolayı herkes dâhil olacağı cennetin nîmetlerîni, hûrîlerini, gılmanlarını ve diğer nîmetlenme sebeplerini âlem­de oluşturup berâberce götürür. Çünkü “eddünya mezraâtül ahiratün” yâni “Dünyâ ahiretin tarlasıdır” buyrulmuştur. Ve kâfirler ise aynı şekilde cehennemi ve cehennemdeki azâbın çeşitlerini dün­yâda oluşturup intikâlleri anında birlikte götürür. İşte bunun için Hak Teâlâ “inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrin” (Tevbe, 9/49) yâni “Cehennem kâfirleri, her an ihâta edicidir” buyurmuştur.

Şu halde ümmet-i Muhammedîyyeden olan bizler için Allah Teâlâ iki ulüvv yâni yükseklik arasını birleştirdi: Birisi amel ile mekân ulüvvü ve diğeri, ilim ile mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. İşte Hak Teâlâ “hüviyyet”inin bizimle berâber olduğunu “ve hüve meaküm” yâni “O sizinle berâberdir” sözü ile isbât buyurmakla, âlî oluşta ortaklığı vurgulayarak bu ibâreyi kullandıktan sonra, bu ortaklık vurgusunu kaldırmak için “Âlâ olan Rabb’inin ismini bu mânevi ortaklıktan tenzîh et!” dedi. Çünkü bizim vücûdlarımız, kayıtlanmış vücûdlar olduğundan, Hakk’ın bizim için birleştirdiği iki ulüvv, yâni mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ile bizim birleştiriciliğimiz kayıtlı birleştiricilik olmuş olur. Ve biz Hakk’ın mutlak vücûdu dolayısıyla âlâlarız. Halbuki, Hak Teâlâ küllün yâni bütünün ayn’ıdır. Ve onun ulüvvü zâti ulüvvdür. Ve hiçbir vücûd dolayısıyla oluşmuş olan bir ulüvv değildir. Bundan dolayı kayıtlı vücûd sâhibi olan kula bağlanan ulüvv, mutlak vücûd olan Hakk’ın ulüvvüdür. Ve bu ulüvv Hakk’ın “Aliyy” ismi ile ona olan tecellîsi kadardır. Ve şu halde, ulüvvün aslında Hakk’a ortaklık mümkün değildir.

Ve insan-ı kâmil’in mevcûtların âlâsı olması pek şaşılacak şeylerdendir. Oysa ona bağlanan ulüvv, ya mekâna veyâ mekânete, yâni rütbeye, tâbî oluş ile bağlandı. Bundan dolayı onun ulüvvü zâ­tından dolayı değildir. Belki o, mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ile âlâdır. Böyle olunca ulüvv bağlantısı, mekân ve mekânet için sâbit­tir. Ve insan-ı kâmil “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” ve bir rivâyette “Allah Âdem’i Rahmân sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerîfı gereğince ilâhi sûret üzerine mahlûktur. Ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünün(isticlâ) kemâli bu şehâdet mertebesinde açığa çıkan insan-ı kâmilin vücûduyla hâsıl olmuştur. Ve insan-ı kâmil kendi nefsinde bütün ilâhi mertebeleri toplamıştır. Ve onun dışındakiler kemâlde noksandır. Bundan dolayı insan-ı kâmil, mevcûtların âlâsıdır

İdrîs Fassı-Halîfe oluş ile olan ulüvv, zâti ulüvv olsaydı, her insan için olur idi.

Şimdi mekân ulüvvü “errahmânu alel arşisteva” “Rahmân arş üstüne istiva etti” (Tâhâ, 20/5) gibi­dir. Ve o, mekânların âlâsıdır. Ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ise, “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “Herşey helâk olucudur O’nun vechi dışında” (Kasas, 28/88) , “ve ileyhi yurceul emru küllühu” yâni “Emrin hepsi O’na döner” (Hûd, 11/123) , “eilâhun meallah” yâni “O’nunla beraber ilah var mıdır” (Neml; 27/63) dir. Ve Hak Teâlâ “Ve refa’nahu mekânen aliyyen” yâni ”Biz onu yüksek mekana kaldırdık” (Meryem, 19/57) buyurduğunda, “aliyyen” yâni yüksek sözünü mekân için nitelik kıldı. “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halifeten” yâni “Rabbin meleklere, “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti” (Bakara, 2/30) Bu, mekânet ulüvvüdür. Ve melekler hakkında “estekberte em kunte minel âlîn” yâni “kibirlendin yoksa âlîlerden mi oldun?” (Sâd, 38/75) buyurdu. Bundan dolayı, ulüv­vü melekler için kıldı. Eğer melâike olmalarından dolayı olsaydı bu ulüvve meleklerin hepsi dâhil olurdu. Vaktâ­ki melek târifinde ortak oluşlarıyla berâber hepsine yaygın olmadı; biz bildik ki, muhakkak bu, Allah indinde mekânet yâni rütbe ulüvvüdür. Ve insânlardan halifeler de böyledir. Eğer onların halife oluşu ile olan ulüvvü, zâti ulüvv olsaydı, her insan için olur idi. Vaktâki herkese yaygın olmadı; biz bildik ki, muhakkak bu ulüvv, mekânet yâni rütbe içindir (4).

Yânî ulüvv, mekân ve mekânet için sâbit olup ulüvv-i mekân Hak Teâlâ’nın “errahmânu alel arşisteva” yâni “Rahmân arş üzerine istivâ eyledi” sözüyle te’yid edilmiştir. Çünkü cismânî âlemin sonu Arş’tır. Ve Arş, cismânî âlemin tamamını ihâta etmiştir. Şu hal­de Arş, mekânların en yükseğidir. Ve Hak Teâlâ, “Rahmân” ismiyle Arş üzerine istivâ edince, onun için mekân uluvvü sâbit olmuş olur.

Mekânet uluvvüne gelince “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “Herşey helâk olucudur O’nun vechi dışında” (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesi Hak için bu mekânet uluvvünü isbât eder. Çünkü her bir şey helâk olucudur. Ancak onun “vech”i ve “zât”ı helâk olucu değildir. Çün­kü kayıtlı vücûdlar mutlak vücûd ile kâimdir. Ve kayıtlı olan vücûd, taayyün kaydından kurtulunca, mutlak ayn olur. Ve bu, Hakk’ın mekânet ulüvvüdür.

Ve aynı şekilde “ve ileyhi yurceul emru küllühu” (Hûd, 11/123) yâni “Emrin hepsi ona döner” ve “O’nunla berâber ilâh var mıdır?” (Neml, 27/63) âyet-i kerîmeleri de, bu mekânet uluvvünü isbat eder. Çünkü kayıtlı vücûdlar helâk olup taayyün elbisesinden soyunduğu zaman, vücûdun aslı olan mutlak vücûda katılır ve döner. Bundan dolayı gayr için vücûd olmayınca, Allah ile berâber ilâh olma­sı tasavvur edilebilir değildir.

Ve Hak Teâlâü, İdrîs (a.s.) hakkında “Ve refa’nahu mekanen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni “Onu âlî mekâna kaldırdık” buyurduğunda, “aliyy” güzel sıfatını mekâna nitelik kıldı. Yânî mekânı “aliyy” güzel sıfatı ile vasıflandırdı. Şu halde ulüvv, insanın vasfı değil, mekânın vâsfı olur. Ve insan o âlî mekâna çıkmakla âlî olur.

Ve Hak Teâlâ, Âdem (a.s.) ve evlâdı hakkında “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) yâni “Rabbin meleklere hitâben ben yeryüzünde halîfe kılıcıyım, dediği vakit” buyur­duğunda, bu söz dahi mekânet yâni rütbe ulüvvünü gösterir. Çünkü bu sözde mekânet ulüvvü, hilâfet rütbesine tahsis edilmiştir. Bundan dolayı insan, kendi nefsinde bütün ilâhi mertebeleri toplamış olarak hilâfet rütbesine sâhip olmakla mekânet ulüvvü sâhibi olur. Bu halde de ulüvv, insa­nın vasfı değil, mertebenin vasfı olmuş olur.

Ve aynı şekilde Hak Teâlâ İblîs’e hitâben, melekler hakkında: “Sen Âdem’e secdeden kibirlendin mi? Yoksa sen, âlîn meleklerdenmisin?” (Sâd, 38/75) buyurdu. Ulüvvü âlîn melekler için sâbit kıldı. Çünkü âlîn melekler, meleklerin bir sınıfıdır ki, Hak’ta heyemânlarının yâni aşklarının şiddetinden ve hálktan gaybta oluşlarının kemâlinden dolayı, Âdem (a.s.) a ve ev­lâdına secde ile me’mûr değildirler. Çünkü onlar oluşumlarından beri, Hak’ta gark olup gayrin ne olduğunu bilmezler. Hattâ kendi nefislerinden dahi habersizdirler. Bundan dolayı onlardaki ulüvv, ken­dilerinin zâtî ulüvvleri değil, Hak’ta gark oluşlarından dolayı Hakk’ın ulüvvüdür. Eğer bu ulüvv, sâdece melâike oldukları için kendilerine tahsîs edilmiş olsaydı, meleklerin hepsinin bu ulüvve dâhil olması lâzım ge­lirdi.

Şimdi ne zaman ki, melek târîfinde hepsinin varlığı ortak olmakla berâber, bu ulüvv, meleklerin hepsine yaygın ve içine alıcı ol­madı; bu sebebe binâen, biz bu genele yaygın olmayıştan, bu ulüvvün Allah indinde mekânet ulüvvü olduğunu, yâni Hakk’ın vücûdunda gark oluş ve heyemân yâni aşk mertebesinin ulüvvü bulunduğunu bildik. Ve insânlardan halifeler de âlîn melekler gibidir. Çünkü halifelerin ulüvvü, sâdece insan olduk­ları için zâti ulüvv olsaydı, bu ulüvv insanların hepsine yaygın olur­du. Ne zaman ki bu halife oluş, insan fertlerinin hepsine genel olmadı; biz bu yaygın olmayıştan bildik ki, bu ulüvv hilâfet mertebesini kazananlara mahsûstur. Ve ulüvv de mekânet yâni rütbe içindir.

İdrîs Fassı-O’nun ulüvvü, kendi nefsi içindir.

Ve “Aliyy” O’nun güzel isimlerindendir. Kimin üzerine? Oysa vücûdda ancak O vardır. Şimdi O; zâtından “Aliyy”­dir. Yâhut ne şeyden? Oysa o şey, ancak O’dur. Bundan dolayı onun ulüvvü, kendi nefsi içindir. Ve O, vücûd îtibarıyla mevcûtların “ayn”ıdır. Böyle olunca sonradan olan olarak isimlendirilenler, zâtında “Alliyy”dir. Oysa sonradan olan denilen an­cak O’dur. Şu halde Hak, izâfi ulüvv olmaksızın “Aliyy”­dir. Çünkü kendileri için yokluk sâbit olan ayn’lar ki, o yoklukta sâbittirler, vücûddan bir koku almadılar. Şimdi mevcûtlarda sûretlerin çoğalması ile berâber, onlar hâli üzeredir. Oysa tamamında, hepsinden açığa çıkan “ayn” bir­dir. Şimdi çokluğun vücûdu isimlerdedir; o da bağıntılardır ve bağıntılar yokluksal işlerdendir ve ancak “zât” olan “ayn” vardır. Şimdi, o, izâfetle değil, nefsinden “Aliyy”dir (5).

Yânî “Aliyy” ismi, çok sağlam hâdîslerde bize ulaşan Hakk’ın doksan do­kuz isimlerinden birisidir. Ve Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “ve hüvel aliyyul azîm” yâni “O Aliyy’dir, Azîm’dir.” (Bakara, 2/255) buyurur.

Hak Teâlâ “Aliyy”dir, yâni mürtefîdir ve yüksektir. Fakat kimin üzerine “Aliyy”dir? Ve onun bu yüksek­liği kimin üzerinedir? Oysa vücûdda O’ndan başka bir vücûd yoktur Mahlûkların vücûdu, Hakk’ın vücûduna bağlı olan îtibari vücûdlardır. Bundan dolayı Hakk’ın gayri yoktur ki, Hak ondan yüksek olsun. Böyle olunca Hak, kendi zâtından dolayı “Aliyy”dir. Ve O, öyle bir “Aliyy”dir ki, O’nun ulüvvü başka bir şeye göre değildir.

Yâhut Hak ne şeyden “Aliyy”dir? Yânî hangi şeyden yüksektir? Halbuki o şey, ancak O’dur. Yânî Hak şu şeyden “Aliyy”dir denilse, bu doğru ol­maz. Çünkü o şey, Hakk’ın mutlak vücûdunun letâfet mertebesinden kesâfet mertebesine tenezzülünden oluşan bir vücûddur ki, isimlerinden bir veyâ birden fazla isimlerinin kemâlâtına görünme yeridir. Bundan dolayı onun “hüviyyet”i Hak’tır; ve o şey Hakk’ın zâhiridir. Şu halde, Hakk’ın ulüvvü kendi nefsi için olur. Çünkü Hak “hakîkat”iyle gayriden ganîdir.

Ve O, eşyânın hepsinin “ayn”ıdır. Ve Hakk’­ın vücûdundan başka bir vücûd olmadığına göre, Hak vücûd îtibarıyla mevcûtların “ayn”ı olunca, sonradan olan denilen eşyâ kendi zâ­tından dolayı “Aliyy” olur. Fakat Hakk’ın kesîf şehâ­det mertebesindeki ulüvvü ile zât mertebesindeki ulüvvü arasında fark vardır. Çünkü şehâdet mertebesindeki ulüvvü, eşyânın bütün sûretlerinde isimleriyle açığa çıkışı ve bütün sûretleri kapsam olmasıdır. Ve zât mertebesindeki ulüvvü ise, isimlerin çokluğundan ulüvvüdür. Ve vücûd îtibarıyla muhdesât yâni sonradan olanlar ancak Hak’tır, Hakk’ın gayri değildir. Bundan dolayı Hak, mevcûtların “ayn”ı olduğuna göre, o mekâna ve mekânete yâni rütbeye göre “Aliyy” değil, hakîkî ulüvv ile “Aliyy”dir. Çünkü “a’yân-ı sâbite” vücûddan bir koku duymadılar. Çünkü onlar için yokluk vardır. Ve onlar o yokluk hâli içinde sâbittirler. Yokluk hâlinde sâbitliğin ne de­mek olduğu Uzeyr Fassı’nda örnek ile îzâh edilir.

A’yân-ı sâbite ilâhî ilimde peydâ olan isimlerin sûretleri olduğundan, vücûd sâhi­bi olmadıkları açıktır. Çünkü onların ilâhî ilimdeki sûretleri Hakk’­ın taayyün etmiş vücûdu olduğu gibi, kevnî vücûdları dahi a’yân-ı sâbite sûretlerinde taayyün etmiş olan Hakk’ın vücûdudur.

Örnek: Kendisinde ressâmlık ve hattâtlık sıfatları bulunan bir şahıs, resim yapacağı veyâ yazacağı levhanın sûretini hâriçte açığa çıkarmadan önce zihninde tasavvur eder. Zihninde peydâ olân o lev­haların hakîkî vücûdları yoktur. Onların ilmî ve zihnî vücûdları ressâmın vücûdudur. Ve onlar bağıntılardan ibârettir ve bağıntılar ise yokluksal işlerdir. Ne zaman ki o şahıs levhaları hâriçte resimlendirir veyâ yazar, onların o şahsın ilmindeki sûretleri kendi halleri üzere bâkîdir. Hârice çıkan levhalar ancak onların gölgesidir. Bundan dolayı levhaların ilmî vücûdları vücûddan bir koku almamış olurlar. Çünkü duvar­lara asılan levhaların vücûdu, ressâmın ve hattâtın ilminde peydâ olan sûretlerin vücûdu olsa, levhalar hârice çıkmakla ressâ­mın veyâ hattâtın ilminde onların sûretlerinin bâkî kalmaması lâzım gelir idi. Oysa iş böyle değildir. Eğer o levhalar yanmış olsa, ressâm ve hattât ilmindeki sûretlere, yine hâricî vücûd giydirebilir ve ilmi sûretler yine yerinde durur.

İşte ilâhî ilimdeki isimlerin sûretleri de bunun gibidir. Bundan dolayı mevcûtlarda sûretlerin çoğalması ile berâber, a’yân-ı sâbite halleri üzere bâkîdir. Oysa “bir olan ayn”, yâni bir olan hakîkî mevcût, kendisinin yansıması olan mevcûtların bütün hepsinden açığa çıkmış ve “vücûd” îtibarıyla mevcûtların tümünde sâbittir; onlardan hâriç değil­dir. Ve hakîkî mevcût mevcûtların hepsinde ancak birdir. Ve o “bir olan ayn”dır ki, ilmi sûretlerden ibâret olan yokluksal ayn’lar gereğince taayyün etmiş ve mevcûtların sûretleriyle açığa çıkıp birden fazla oldu.

Bundan dolayı çokluk vücûdu isimlerin çokluğundan ileri geldi. Ve isimler de bağıntılardan ibârettir; ve bağıntılar da yokluksal işlerdendir. Çünkü bağıntıların vücûdu yoktur. O ancak bağıntıların sâhibi ile kâ­imdir. Böyle olunca “vücûd”ta, “zât” olan “bir ayn”dan başka bir şey yoktur. Şimdi mevcûtların sûretleri, a’yân-ı sâbite aynalarında bir ayn olan bir zâtın tecellîsinden taayyün etmiş ve açığa çıkmış olunca, Hak sûretlerin hepsinde izâfet ile değil, zâtî ulüvv ile ve nefsinden dolayı “Aliyy”dir.

İdrîs Fassı-Allah onu zıtlar arasında toplamakla,onun üzerine onunla hükmetmekte bilinir

Şimdi bu îtibar ile âlemde izâfet ulüvvü yoktur. Lâkin vücûdun vecihleri fazladır. Böyle olunca izâfet ulüvvü, çok olan vecihler îtibarıyla bir olan ayn’da mevcûttur. İşte bunun için biz âlem hakkında odur, o değildir; sensin, sen değilsin, deriz. Harrâz dedi; oysa o, Hakk’ın vecihlerinden bir vecihdir ve lisanlardan bir lisandır. Kendi nefsin­den konuşur ki: “Muhakkak Allah Teâlâ ancak onu zıtlar arasında toplamakla, onun üzerine onunla hükmet­mekte bilinir.” Böyle olunca Hak, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâ­hir’dir ve Bâtın’dır. Bundan dolayı O, zâhir olan şeyin “ayn”ıdır. Ve O, zâhir oluşu hâlinde bâtını olan şeyin “ayn”ıdır. Ve vücûdda O’nu gören O’nun dışında bir şey yoktur. Ve vücûdda, O’n­dan bâtın olduğu kimse yoktur. Şimdi O nefsine zâhirdir ve ondan bâtındır. Ve Ebâ Said el-Harrâz ile ve muh­desât yâni sonradan olan isimlerden diğerleri ile isimlendirilen O’dur (6).

Yânî Hakk’ın mevcûtların “ayn”ı oluşu îtibarıyla, âlemde izâfî ulüvv yoktur; belki zâti ulüvv vardır. Fakat Hakk’ın bir olan vücûdunun isimlerinin fazla oluşu ve bu isimlerin fazlalığı dolayısıyla o isimlerin görünme yerleri vücûdunun vecihlerinin bulunuşu ve onların vücûdlarının izâfi vücûdlar oluşu yönüyle tabî olarak fazlalık hükmü bunlarda da geçerlidir. Bundan dolayı izâfet ulüvvü bir olan ayn’da bu çok olan vecihler yönünden mevcûttur. Şu halde biz âlem hakkında hakîkati dolayısıyla Hak’tır ve taayyünü dolayısıyla Hak değildir; ve aynı şekilde “sûret” dolayısıyla sensin ve “hakîkat” dolayısıyla sen değilsin, deriz.

Örnek: Buhâr bir latîf maddedir. Bir mertebe kesîfleşerek tenez­zül edince bulut olup gözle görülür. Ve bir mertebe daha tenezzül ettiğinde su olup dokunma duyusu onun vücûdunu hisseder. Ve bir mer­tebe daha tenezzül edince donup buz olur. Bu tenezzüllerde bu­harın zâtı bozulmadı. Çünkü bozulsa, buzun eriyip su ve suyun buharlaşarak bulut ve bu lutun lâtifleşerek tekrâr buhar olmaması lâzım gelir. Ve bu tenezzüllerinde buhârın terkîbine başka bir şey dâhil olmadı. Belki buharın her bir mertebede kazandığı sûret, onun ârızi sıfatlarından ibârettir. Buzun hüviyyeti ve bâtını buhar­dır. Ve buz buharın zâhiridir. Buzun vücûdundaki buhar buza “hulûl” etmedi yâni girmedi ve buzun vücûduyla “ittihâd” etmedi yâni birleşmedi. Buz buharın aynı de­ğildir, gayri de değildir. Bundan dolayı biz buz hakkında ­“hakîkati” dolayısıyla buhardır ve “taayyünü” dolayısıyla buhar değildir, deriz.

Ebû Saîd Harrâz (k.s.) buyurdu: Oysa o hazret Hakk’ın vecihle­rinden bir vecihdir; ve onun lisanlarından bir lisandır. Ona “Hakk’ı ne şeyle bildin?” dediler. O saâdet sofrası olan zât zıtları toplamış olan Hakk’­ın sûreti üzere olmakla bu soruya cevâben buyurdular ki: “Zıtlar ile onun üzerine hükmetmekte onu cem’ etmekle bildim.” Çünkü Hak zâtı bakımından ahad ve isimleri ve sıfatları bakımından ahad’dır. Ve ilâhi hüviyyet karşılıklı ve birbirine zıt isimlerin hepsini toplayıcıdır.

Ve zıt oluş ve karşılıklı oluş, isimler arasındaki göreceliklerden ibârettir. Yoksa ilâhi hüviyyete göre zıt oluş ve karşılıklı oluş yok­tur. Bundan dolayı Hak bütün zıtları toplamakla bilinir. Çünkü Ce­lîl ve Cemîl ve Hâdî ve Mudill ve Dârr ve Nâfi’ ve Muhyî ve Mümît ancak O’dur. Şu halde Hak üzerine zıtları toplamakla hükmolunur. Ve mâdemki, Hak zıtları toplayıcıdır, şu halde Hak Evvel’dir; ve Evve­lin zıddı ve karşısı olan Âhir’dir.

Ve aynı şekilde Hak Zâhir’dir ve Zâ­hir’in zıddı ve karşısı olan Bâtın’dır. Ve Hak zâhir olan şeyin “ayn”ıdır. Ve zâhir oluşu hâlinde bâtın olan şeyin “ayn”ıdır. Ve vücûdda O’ndan gayri bir kimse yoktur ki, zâhir olduğu vakit O’nu gör­sün.

Ve aynı şekilde vücûdda bir kimse yoktur ki, O’ndan bâtın olsun. Bundan dolayı Hak zâhir oluşu hâlinde kendi nefsine zâhir olur. Ve bâtın olduğu zaman da zâhir olan kendi nefsinden yine kendi nefsi bâtın olur. Ve bu kevn yâni varlık mertebelerine tenezzülleri dolayısıyla Ebû Saîd Harrâz ile Cüneyd Bağdâdî ve Şiblî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazretleri gibi çeşitli muhdesât yâni sonradan olan isimleriyle isimlenen ancak O’dur.

İdrîs Fassı-Zâhir “ben” dediği zaman, Bâtın hayır, der.

Şimdi Zâhir “ben” dediği zaman, Bâtın hayır, der. Ve Bâtın “ben” dediği zaman, Zâhir hayır, der. Ve bu, her bir zıdda vardır. Oysa söyleyen tektir. Ve o işitenin aynıdır (7).

Yânî Zâhir ismi kendi benliğini açığa çıkarmak ve Bâtın ismini kaldırarak kendisini isbât için “ben” dediği zaman, onun zıddı olan Bâ­tın ismi ona karşılık verip “hayır, sen değilsin” der.

Ve aynı şekilde Bâ­tın ismi kendisini isbât edip “Ben” dediği vakit, ism-i Zâhir ona mukâbele edip “hayır sen değilsin” der. Çünkü zıd zıddı kaldırır. İşte bu hüküm her bir zıdda böyledir. Çünkü her biri kendi zâtının icâblarını isbât eder ve kendisine karşılık olan zıddın icâblarını kaldırır. Oysa Zâhir ve Bâtın olan ancak bir ayn olan Hak ol­duğu için “ben” sözüyle söyleyen birdir; ve “ben” sözünü işitenin “ayn”ıdır.

Nebî (a.s.) buyurur ki: “Muhakkak Allah Teâlâ, nefisleri­nin söylediği, onların söylemedikleri, yâhut işlemedikleri şe­yi ümmetimden geçti.” Şimdi nefis, kendi söylediklerini dinleyen ve işitendir. Ve nefsin söylediği şeyi bilicidir. Ve oysa her ne kadar hükümler muhtelif ise de, “ayn” birdir. Ve bunun benzerinin cehline yol yoktur. Çünkü her bir insan kendi nefsinden bunu bilicidir. Ve insan Hakk’ın sûretidir. Bundan dolayı işler muhtelif oldu. Ve sayılar, bilinen mertebelerde bir ile açığa çıktı. Böyle olunca bir, sayıyı meydana getirdi. Ve sayı da biri ayrıntılandırdı. Ve sayının hükmü ancak saymakla ortaya çıktı (8).

Daha önce Zâhir ve Bâtın tek bir ayn olan Hak’tan ibâret olduğu için “ben” sözünü söyleyen bu sözü işitenin “ayn”ıdır, denilmiş idi. Hz. Şeyh (r.a.) bu hâli izâh etmek için örnek verip buyururlar ki; Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz: “Muhakkak Allah Teâlâ, nefislerinin söylediği ve fakat onların harf ve söz ile söyleyerek hârice çıkarmadıkları veyâhut işlemedikleri şeyi ümmetim­den affetti ve o şeyden geçti” buyurur. Meselâ bir kimse birine gazab etti. Bâtınından kendisine hitâben “Ona şu şekilde söv; veyâhut bir tokat vur!” denildi. O kimse bâtınının verdiği şekilde küfür lisâ­nıyla konuşur ve tokadı vurursa, bu söz ve ameline cezâ gerekir. Bir şey söylemez ve bir amelde bulunmazsa nefsin o lakırdısı affedilmiştir.

Şimdi nefis, hem kendi söylüyor, hem de kendi dinliyor. Ve bir kimsenin nefsi kendisine bu lakırdıları söylediğin­de yanında oturan kimselerin haberi bile olmamakla berâber, o kim­se, nefsinin kendisine söylediğini bilir. Ve bu, insanın “bâtın”ının “zâhir”ine olan emridir. Oysa insanın bâtınının söyleyip zâhiri­nin dinlemesiyle onun “ayn”ı çoğalmaz; o yine tek bir ayn’dan ibârettir. Söyleyen ve işiten yine insanın nefsidir. İhtilâf ancak açığa çıkma mertebelerindedir. Bir mertebeden söyler, diğer mertebeden işitir. Ve açığa çıkma mertebelerinde ihtilâf bulunması insanın tek bir ayn’dan ibâ­ret olmasına mânî değildir.

Ve hiçbir insan, kendi nefsinin söyleyip yine kendi nefsinin dinlemesi mes’elesinin câhili değildir. Bunun böyle olduğunu herkes bilir. Ve bu, ondan dolayı böyledir ki, insan Hakk’ın sûretidir. Nitekim hadîs-i şerifte “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” buyrulmuş­tur. Çünkü Hak zâtı dolayısıyla birdir. Karşılıklı isimleri ve sıfatlarıyla çoktur. Ve daha önce beyân olduğu üzere Ebû Saîd el-­Harrâz (k.a.s.).hazretlerinin buyurduğu gibi Allah Teâlâ birbirine zıt isimlerin ve sıfatların arasını cem’ etmekle bilinir. Böyle olunca tekrârlanan işler tek bir ayn’da karıştı ve onda toplandı ve isimlerin çokluğu zâhir oldu. Buna örnek istersen, sayılara bak! Çünkü sayılar iki, üç, dört, on, yüz, bin vb. gibi bilinen mertebelerde birin tekrârı ile zâhir oldu. Bundan dolayı bir tekrar ile sayıyı îcât etti. Ve sayı da bilinen mertebelerde biri ayrıntılandırdı.

Bilinsin ki, “bir”in vâhidiyyeti yâni birliği bir kavramdır ki, onda as­lâ çokluk yoktur. Çünkü “vâhidiyyet” yâni birlik dediğimiz zaman zihnimizde an­cak bir ma’nâ oluşur; zihinde ikinci bir ma’nâ oluşmaz. Ve bir sayı değildir. Çünkü sayılma ile oluşan bir şey değil­dir. Belki sayıların menşe’ ve kaynağıdır. Bütün sayılar birden zâhir olur.

Örneğin iki, üç, dört vb. birer sayıdır. Çünkü biri, ikide iki ve üçte üç ve dörtte dört defa sayarız. Bu hal Aritmetik ile ilgili şekilde daha açık görünür. (1+1=2) ve (1+1+1=3) ve (1+1+1+1=4) ve (1+1+1+1+1=5) ve sonsuz olarak böylece zincirleme gider. Ve birden dokuza kadar olan âhâd mertebeleri birin cüz’i mertebeleri ve onlar ve yüzler ve binler mertebeleri de küllî mertebeleridir. Bununla berâber birin tekrârından meydana gelen sayıların her birisi de birer sayıdır. Örneğin (1 + 1 + 1 + 1 + 1= 5) dediğimiz zaman, bu bütünsellik ki, “beş”ten ibârettir, tek bir sayıdır. Çünkü, “beş” dediğimiz zaman, zihnimizde ancak bir sayının ma’nâsı bulu­nur; zihnimiz diğer sayılardan soyutlanmıştır. Bundan dolayı (5) sûret ve madde ve bütünsellik îtibariyle birdir. Şu kadar vardır ki, çokluk sûretinde tecellî etmiştir.

Bu hal, küllî mertebelerde de böyledir. Örneğin “on” sayısı, birlerin on defa ve “yüz” sayısı da yüz defa ve “bin” sayısı da bin kere tekrârlanmasıyla oluşur. Diğer mertebeler de buna kıyas edilebilir. Ve bu küllî mertebeleri gösteren sayıların her biri (10) ve (100) ve (1000) gibi sûret ve madde ve bütünselliği îtibarıy­la birdir. Çünkü herhangi birisinden bir çıkarılsa o mertebe bo­zulur.

Şu halde sayıların bütün mertebelerinde ve sayıların isimlerinde ve sûretlerinde dâhil ve onlar ile berâber isimlendirilendir. Yânî “üç” bir sayıdır. “Üç” dediğimiz zaman, üç defa tekrâr eden biri söylemiş oluruz. Ve bir, üçün üçüncüsü ve dördün dör­düncüsü ve beşin beşincisi ve altının altıncısıdır. Çünkü her birin­den bir çıkarılsa sayının ismi değişir. Şu halde bir, sayıyı meydana getiriyor ve sayı da biri ayrıntılıyor. Ve sayının hükmü ancak saymakla zâhir oldu. Çünkü bir teşkîl edeceğimiz sayı miktârınca sayıl­madıkça o sayı zâhir olmaz.

İdrîs Fassı-Bir, lâzımdır ki sayıyı inşâ etsin. Şu halde sayı, bir sebebiyle zâhir olur

Ve sayılandan bâzısı yoktur; ve ondan bâzısı vardır. Bundan dolayı zaman olur ki, bir şey his yönünden yok olur. Oysa o şey, akıl yönünden mevcûttur. Şimdi sayı ve sayılan lâzımdır. Böyle olunca bir, lâzımdır ki sayıyı inşâ etsin. Şu halde sayı, bir sebebiyle zâhir olur. Ve her ne kadar meselâ dokuz, on gibi aşağıya ve sonsuz olarak yukarıya kadar olan sayının her bir mertebesi bir hakîkat ise de o, bütün değildir. Ve ondan birlerin toplamının ismi ayrılmaz. Çünkü “iki” bir hakîkattir. Ve “üç” de bir hakîkattir. Bu mertebeler gittiği yere kadar böy­ledir. Ve her ne kadar bir hakîkat ise de onlardan bir ay­n diğer kalan şeyin aynı değildir. Böyle olunca toplamak tutar. Şu halde toplamak, onlardan onlar ile kâildir. Ve onlar ile onlar üzerine hâkimdir. Ve muhakkak bu sözde yir­mi mertebe zâhir oldu. Bundan dolayı terkîb, o mertebelere dâ­hil olur. Böyle olunca sen indinde zâtından dolayı kaldırılmış olan şe­yin aynını isbât etmekten ayrılmazsın (9).

Yânî sayılan ve sayılmış olan şeyin bâzısı, histe ve hâriçte yok­tur ve bâzısı da vardır. Bundan dolayı bâzen bir şey, his yönünden yok olur; fakat o şey akıl yönünden mevcûttur. Örneğin dört elma ile beş armudu bir tabağa koyduk. Dört ile beş sayıları, sayılmış olan armut ve elmanın varlığı ile histe mevcût oldu. Yânî his olarak dört ile beş sayısını gözümüz gördü. Fakat sayı bunlardan ibâ­ret değildir. İki, üç, altı, yedi vb. birçok sayılar daha vardır. Sayılmış olmadığı için o sayıların varlığı histe görünmüyor. Ancak akıl­da mevcûttur.

Ve kezâ sayılmış olan elma ile armudu yedik. Dört ile beş sayısı his mertebesinden akıl mertebesine intikâl etti; yâni his mertebesinde yok oldu ve akıl mertebesinde mevcût oldu. Şu hal­de ya akılda veyâhut histe sayı ile sayılmak elbette lâzımdır. Ve sayı ile saymak lâzım olunca sayıyı inşâ ve var etmek için de birin varlığı gerekir. Bundan dolayı sayı, birin varlığı sebebiyle zâ­hir olur. Şiir:

Tercüme: “Eğer her iki âlemde yüz bin dalga gösterirlerse, hepsi birdir. Tekrâr ile zâhir olmuştur. Aşk bağında bâkî olan bir aha­diyyet, dal ve ağaç ve gül yaprağı ve diken olarak gelmiştir. Vahdet perdesinin altından bir akseden yaprak çıkıp, yüz bin vehim ve zan perdesinde zuhûr etmiştir. Bir müttefik ve müttehid ayn’dır ki, onun gayrı bir zerre yok idi; açığa çıkınca bütün bu ağyâr yâni başkalar zuhûra geldi. Bir gayr nasıl yüz gösterir? Çünkü açığa çıkan “ayn”, gayr dediğimiz şey hep birdir.”

Gülşen-i Râz‘dan:

Tercüme: “Bu şehâdet âleminde bütün fertler birdir. Sayıların “ayn”ın­dan sârî olan bir gibidir. Sen vahdetin “ayn”ı olan bir bütünsün. Ve sen çokluğun “ayn”ı olan birsin.”

Şimdi “bir” sebebiyle zâhir olan sayıların dokuzdan aşağıya ve on­dan sonsuz olarak yukarıya kadar olan her bir mertebesi, gerçi birer “bir” hakîkatidir. Yânî dokuz, sekiz, yedi, altı dediğimiz zaman her bir sayı bir kavram beyân eder ki, o kavram diğerlerinde yoktur. Meselâ altı sayısının kavramı beşte, dörtte, sekizde ve do­kuzda yoktur. Böyle olmakla berâber, her bir mertebe de mertebelerin bütünü değildir. Çünkü her birinin kavramı kendine mahsustur. Ve mertebeleri teşkîl eden birlerin bütünü değildir. Çünkü diğer sayıları teşkîl edecek olan sonsuz birler, kendi mertebesinin hâ­ricinde kaldı.

Ve “bir” hakîkatı olan o mertebe birlerin hepsini toplamış olmamakla berâber birlerin toplayıcı ismi kendisinden ayrılmaz. Çünkü “altı” sayısının oluşması için birin altı defa toplanması lâzım gelir. (1+1+1+1+1+1=6) gibi. Ve aynı şekilde “iki” bir hakîkattir. “Üç” dahi bir hakîkattir. Bu mertebeler böylece gittiği ye­re kadar gider. Ve sayıların her bir mertebesi her ne kadar “bir” hakîkatı ise de, onlardan herhangi birisini alsan, o aldığın bir ayn, diğer mertebelerden hiçbirisinin aynı değildir. Örneğin iki üçün, dördün ve beşin vb. aynı olmadığı gibi, bunların her birerleri de bir dîğerinin aynı değildir.

Şimdi, bütün sayıların mertebelerini tutan, birlerin toplanmasıdır. Şu halde birleri toplamak toplayıcılık hakîkatinden o mertebeler ile kâildir. Ve o ha­kîkat ile onların üzerine hâkimdir. Örneğin birleri toplamak “üç” merte­besinde bu mertebenin lisânıyla “Ben üçüm” der. Ve onun lisânıyla onun üzerine hükmeder.

Ve bu sözde sayı mertebelerini temsîl eden yirmi mertebe zâhir oldu ki, onlar da: (1,2,3,4,5,6,7,8,9) sayılarından ibâret olan birler mertebeleri ve (10,20,30,40,50,60,70,80,90 ve 100) sayılarından ibâret olan onlar mertebeleri ve bir de (1000) merte­besidir. İşte bu mertebelerin tümü “yirmi” olur. Bunlardan her bir mertebe için “bir” hakîkatı sâbit olur ki, bu sâbit hakîkat ile bir dîğerinden ayrılırlar. Ve birlerin toplanması ismi bu mertebe­lerin her birerlerini kapsamına alır. Ancak “bir” birlerin toplanmasından oluşmuş bir sayı olmadığı için bu isim onu kapsamına almaz. Ve “bir” sayı değildir. Belki bütün sayıların aslı ve menşeidir. Bundan dolayı bu yirmi mertebeye terkîb dâhil olur. Ve birlerin toplanması ismi “bir” den başka bir mertebeye kapsam olur.

Böyle olunca sen zâtından dolayı indinde kaldırılmış olan şeyin “ayn”ını isbât etmekten ayrılmazsın. Yânî sen dersin ki: “Bir sayı değildir, belki sayıların menşei­dir. Ondan sonra tek olsun terkip edilmiş olsun ne kadar sayı gelir­se, hepsi birin gayrıdır.” Bu sözün ile mertebelerin hepsinde biri kaldırırsın. Daha sonra dönüp dersin ki: “Farz edelim (5) sayısı “bir”in beş defa tekrârından oluşan bir mertebedir. Ve bir beş defa tekrâr edip toplanmasa bu mertebenin varlığı olmazdı.” Oysa ilk başta (5) sayısına “bir”in gayrı deyip biri ondan kaldırmış idin. Daha sonra bu sûretle isbât etmiş oldun. Diğer bir tâbir ile, sen çoğalma şânından olmayan “bir”i, zâtından dolayı icmâlinin mertebesinde bütün sayısal mertebelerden kaldırıp onlar birin gayridir dedin. Sonra da onun ârızi sıfâtı olan tekrârından dolayı ayrıntılama mertebesinde isbât ettin.

İdrîs Fassı-İş budur ki, Hâlık mahlûktur. Ve yine iş budur ki, mahlûk Hâlık’tır.

Ve kim ki, sayılar hakkında izâh ettiğimiz şeye ve muhakkak onların kaldırılmasının, onların isbatının ayn’ı olduğuna ârif olsa, her ne kadar hálkedilen, Hâlık’tan farklı ise de, muhak­kak tenzih edilen Hakk’ın teşbih edilen hálk olduğunu bilir. Şimdi iş budur ki, Hâlık mahlûktur. Ve yine iş budur ki, mahlûk Hâlık’tır. Bunun hepsi “bir“ ayn’dandır. Hayır belki o, bir olan ayn’dır; o çok olan ayn’lardır (10).

Yânî bir’in, sayıyı inşâ ettiğini ve sayının da “bir”i ayrıntılandırdığını ve “bir”in sayılardan kaldırılmasının, onlarda onun isbatının aynı oldu­ğunu ve her bir sayısal mertebenin bir îtibar ile diğer mertebelerin gayrı olan bir “bir”in hakîkati olduğunu ve fakat hepsinin birin toplanmasından oluşmuş olan birer mertebe olmaları îtibarıyla, bir dîğerinin aynı bulunduğuna ârif olan kimse bildi ki, ahadiyye hakîkati îtibarıyla teşbîhden münezzeh olan Hak, taayyün etmiş olan sûretteki tecellîsi îtibarıyla teşbih edilen hálktır.

Bununla berâber hálk, Hâlık’­tan farklıdır. Çünkü îcâd olunan şey, mûcidin gayrıdır. Nitekim “bir” dokuz sayısını îcâd eder. Fakat “dokuz” birin aynı değildir; bir dîğerinden farklıdır. Ve kezâ “bir” tektir. “İki” sayısı ise çifttir. Tek ile çift arasındaki fark ve ayrılık ise açıktır.

Ve Hakk’ın vücûdu ile hálkedilenlerin vücûdu arasındaki ilişkinin ne sûrette ­olduğu daha önce bahsedilen buhar, bulut, su ve buz örneklerinde îzâh olundu. Aralarındaki fark latîf oluş ve kesîf oluştan ibârettir. İşte bu hakîkati izâhen ârif-i billâh Ebu’l-Hasan Gûrî (k.s.) hazretle­ri “O zât-ı celîlü’ş-şânı tenzîh ederim ki, nefesini* ve zâtını latîf kılıp onu “Hak” olarak isimlendirdi. Ve aynı şekilde zâtını ve nefesini kesîf kılıp onu “hálk” olarak isimlendirdi” buyurur. Bundan dolayı “hálk” dediğimiz cisimler âlemi, kendinin üstünde bulunan misâl âlemine göre kesîftir. Ve misal âlemi de rûhlar âlemine; ve rûhlar âlemi de ilim âlemine; ve ilim âlemi ise Hakk’ın zâtına göre kesîftirler. Ve hepsi Hakk’ın latîf zâtının derece derece kesîf mertebelere tenezzülünden husûle gelmiştir. Şu kadar ki latîf zât her bir mertebeye tenezzül edip kesîf oluşla tecellî edici olduğunda birer isimle isimlenir. Artık onlara “zât” denemez. Nitekim latîf buhar tenezzül edip bir derece kesîf oluşla tecellî edici olunca ona “bulut” deriz. Ve diğer kesîf mertebelerinde de “su” ve “buz” olarak isimlendiririz. Buz her ne kadar buhardan ibâret ise de, buza buhar ismini vermek mümkün değildir. Çünkü aralarında çok fark vardır.

Bu îzâhtan da görüldüğü üzere işin hakîkâti budur ki, Halik mahlûktur ve onun aksi olmak üzere, mahlûk Hâlik’tir.Yânî taay­yün ve zuhûr ancak kendisinin olması îtibarıyla, Hâlik mahlûktur. Ve vücûdu bağımsız olmayıp ancak latîf zâtın kesîf mertebeye tenezzülünden husûle geldiği için, mahlûk da Hâlik’tir. Ve Hâlik ile mâhlûkun hepsi bir ayn’dandır.Yânî bir ayn’dan zu­hûra gelmiştir.

Sa’dî’nin (k.s) beyiti:

Tercüme: “Cihân ile o sebepten sevinçliyim ki, cihânın sevinçli oluşu ondandır. Bütün âleme âşıkım, çünkü bütün âlem ondandır.”

Bilinsin ki, tahkik ehli arasında Hak ile hálk arasındaki ilişki iki meşreb üzerine beyân olunur: Birisi “Heme ez öst”, yâni “Hep O’ndandır”, diğeri “Heme öst”, yâni “Hep O’dur”. Hz. Şeyh (r.a.) ilk meşrebe göre “hepsi “bir“ ayn’dandır” buyurmuşlar ve Hz. Sa’dî’nin beyti dahi aynı şekilde bu meşrebe göre olmuştur.

Reşehâtü Ayni’l-Hâyât’da anlatılmıştır ki: “Hâce Ubeydullah Ah­râr (k.a.s.) buyurmuşlar ki: Bir gün Şeyh Bahâeddin Ömer hazretle­rine gittim. Âdetleri olduğu yön ile “Şehirde ne haber var?” diye sordular. “İki türlü haber var” dedim. “O iki türlü haber nedir?” buyurdular. Cevap verdim ki: “Şeyh Zeynüddîn ve ashâbı “Heme ez öst”, yâni “Hep O’ndandır” derler. Ve Seyyid Kâsım ve tâbîleri ise “Heme öst”, yâni “Hep O’dur” derler. Siz ne buyurursunuz?” Buyurdular ki: “Şeyh Zeynüddîn takımı doğru söylerler.” Ondan sonra Şeyh Zey­nüddîn’in sözünü tavkiye için delîl getirmeye başladılar. Fakat getirdikleri deliller, Seyyid Kâsım’ın sözünü te’yîd etmekte idi. De­dim ki: “verdiğiniz deliller Seyyid Kâsım tarafının sözünü te’yîd ediyor?” Hz. Şeyh, yine sözlü deliller söylemeye başladı. Fakat yine Seyyid Kâsım tarafının sözünü te’yîd etmekte idi. An­ladım ki, mübârek amaçları bâtını dolayısıyla “Heme öst” olduğuna inanmak ve zâhiri îtibarıyla “Heme ez öst” sözünü delil vermek husûsunu tavsiyeden ibârettir.”

Çünkü zayıf akıllar âlemin Hak olduğunu kolayca idrâk edemez. Ve mertebelerin icâblarını bilememesi, kendisini dalâlet çukuruna düşürür. Ve mâ­demki bu iki söz de esas îtibariyle doğrudur, hakîkât ehli, kullara rahmetinden dolayı, avâma ilk söz ile zâhir olurlar.

Ve sâlik ilâhi mârifetlerde ilerledikçe mutlak vücûdun her mertebede­ki îcâblarına vâkıf olup şerîatın boşlanması tehlikesinden yakasını kurtarır. Ve o zaman “Âlem hep O’dur” inanışında bulunur. Bunun için Hz. Şeyh (r.a) ilk önce “Hâlık ve mahlûk hep bir ayn’dandır ” buyurduktan sonra bu ma’nâdan ilerlemeye işâret ederek: “Hayır, belki o bir ayn’dır” buyururlar. Yânî mertebeleri dolayısıyla Hâlık oluş ve mahlûk oluş ile taayyün etmiş olan vücûd, bir ayn’dan değil, belki ilâhi vâhidiyyetin hakîkati îtibarıyla bir ayn’dır.

Ve çeşitli mertebelerde ve çok olan görünme yerlerinde taayyünü ve zuhûru îtibarıyla, o vücûd, çok olan ayn’lardır. Nitekim sayıların hepsi, bir ayn olan “bir”den oluşmuştur. Ve belki hepsi “bir”in aynı­dır. Şu halde “bir”, birçok sayı mertebesinde taayyün etmiş olan çok olan ayn’lardır. “Bir” ile “sayıların” mertebeleri arasındaki fark, icmâl ve ayrıntıdan ibârettir. Şimdi Şeyh (r.a.) “bir” olan vücûdun taayyünler ile çok ve çok olan taayyünlerin hakîkatte bir vücûd olduğunu îzâ­h etmek için İbrâhîm (a.s.) kıssasının beyânına başlayarak buyururlar ki:

Ve kim ki, sayılar hakkında izâh ettiğimiz şeye ve muhakkak onların kaldırılmasının, onların isbatının ayn’ı olduğuna ârif olsa, her ne kadar hálkedilen, Hâlık’tan farklı ise de, muhak­kak tenzih edilen Hakk’ın teşbih edilen hálk olduğunu bilir. Şimdi iş budur ki, Hâlık mahlûktur. Ve yine iş budur ki, mahlûk Hâlık’tır. Bunun hepsi “bir“ ayn’dandır. Hayır belki o, bir olan ayn’dır; o çok olan ayn’lardır (10). Yânî bir’in, sayıyı inşâ ettiğini ve sayının da “bir”i ayrıntılandırdığını ve “bir”in sayılardan kaldırılmasının, onlarda onun isbatının aynı oldu­ğunu ve her bir sayısal mertebenin bir îtibar ile diğer mertebelerin gayrı olan bir “bir”in hakîkati olduğunu ve fakat hepsinin birin toplanmasından oluşmuş olan birer mertebe olmaları îtibarıyla, bir dîğerinin aynı bulunduğuna ârif olan kimse bildi ki, ahadiyye hakîkati îtibarıyla teşbîhden münezzeh olan Hak, taayyün etmiş olan sûretteki tecellîsi îtibarıyla teşbih edilen hálktır. Bununla berâber hálk, Hâlık’­tan farklıdır. Çünkü îcâd olunan şey, mûcidin gayrıdır. Nitekim “bir” dokuz sayısını îcâd eder. Fakat “dokuz” birin aynı değildir; bir dîğerinden farklıdır. Ve kezâ “bir” tektir. “İki” sayısı ise çifttir. Tek ile çift arasındaki fark ve ayrılık ise açıktır. Ve Hakk’ın vücûdu ile hálkedilenlerin vücûdu arasındaki ilişkinin ne sûrette ­olduğu daha önce bahsedilen buhar, bulut, su ve buz örneklerinde îzâh olundu. Aralarındaki fark latîf oluş ve kesîf oluştan ibârettir. İşte bu hakîkati izâhen ârif-i billâh Ebu’l-Hasan Gûrî (k.s.) hazretle­ri “O zât-ı celîlü’ş-şânı tenzîh ederim ki, nefesini* ve zâtını latîf kılıp onu “Hak” olarak isimlendirdi. Ve aynı şekilde zâtını ve nefesini kesîf kılıp onu “hálk” olarak isimlendirdi” buyurur. Bundan dolayı “hálk” dediğimiz cisimler âlemi, kendinin üstünde bulunan misâl âlemine göre kesîftir. Ve misal âlemi de rûhlar âlemine; ve rûhlar âlemi de ilim âlemine; ve ilim âlemi ise Hakk’ın zâtına göre kesîftirler. Ve hepsi Hakk’ın latîf zâtının derece derece kesîf mertebelere tenezzülünden husûle gelmiştir. Şu kadar ki latîf zât her bir mertebeye tenezzül edip kesîf oluşla tecellî edici olduğunda birer isimle isimlenir. Artık onlara “zât” denemez. Nitekim latîf buhar tenezzül edip bir derece kesîf oluşla tecellî edici olunca ona “bulut” deriz. Ve diğer kesîf mertebelerinde de “su” ve “buz” olarak isimlendiririz. Buz her ne kadar buhardan ibâret ise de, buza buhar ismini vermek mümkün değildir. Çünkü aralarında çok fark vardır. Bu îzâhtan da görüldüğü üzere işin hakîkâti budur ki, Halik mahlûktur ve onun aksi olmak üzere, mahlûk Hâlik’tir.Yânî taay­yün ve zuhûr ancak kendisinin olması îtibarıyla, Hâlik mahlûktur. Ve vücûdu bağımsız olmayıp ancak latîf zâtın kesîf mertebeye tenezzülünden husûle geldiği için, mahlûk da Hâlik’tir. Ve Hâlik ile mâhlûkun hepsi bir ayn’dandır.Yânî bir ayn’dan zu­hûra gelmiştir.

Sa’dî’nin (k.s) beyiti: Tercüme: “Cihân ile o sebepten sevinçliyim ki, cihânın sevinçli oluşu ondandır. Bütün âleme âşıkım, çünkü bütün âlem ondandır.”

Bilinsin ki, tahkik ehli arasında Hak ile hálk arasındaki ilişki iki meşreb üzerine beyân olunur: Birisi “Heme ez öst”, yâni “Hep O’ndandır”, diğeri “Heme öst”, yâni “Hep O’dur”. Hz. Şeyh (r.a.) ilk meşrebe göre “hepsi “bir“ ayn’dandır” buyurmuşlar ve Hz. Sa’dî’nin beyti dahi aynı şekilde bu meşrebe göre olmuştur. Reşehâtü Ayni’l-Hâyât’da anlatılmıştır ki: “Hâce Ubeydullah Ah­râr (k.a.s.) buyurmuşlar ki: Bir gün Şeyh Bahâeddin Ömer hazretle­rine gittim. Âdetleri olduğu yön ile “Şehirde ne haber var?” diye sordular. “İki türlü haber var” dedim. “O iki türlü haber nedir?” buyurdular. Cevap verdim ki: “Şeyh Zeynüddîn ve ashâbı “Heme ez öst”, yâni “Hep O’ndandır” derler. Ve Seyyid Kâsım ve tâbîleri ise “Heme öst”, yâni “Hep O’dur” derler. Siz ne buyurursunuz?” Buyurdular ki: “Şeyh Zeynüddîn takımı doğru söylerler.” Ondan sonra Şeyh Zey­nüddîn’in sözünü tavkiye için delîl getirmeye başladılar. Fakat getirdikleri deliller, Seyyid Kâsım’ın sözünü te’yîd etmekte idi. De­dim ki: “verdiğiniz deliller Seyyid Kâsım tarafının sözünü te’yîd ediyor?” Hz. Şeyh, yine sözlü deliller söylemeye başladı. Fakat yine Seyyid Kâsım tarafının sözünü te’yîd etmekte idi. An­ladım ki, mübârek amaçları bâtını dolayısıyla “Heme öst” olduğuna inanmak ve zâhiri îtibarıyla “Heme ez öst” sözünü delil vermek husûsunu tavsiyeden ibârettir.” Çünkü zayıf akıllar âlemin Hak olduğunu kolayca idrâk edemez. Ve mertebelerin icâblarını bilememesi, kendisini dalâlet çukuruna düşürür. Ve mâ­demki bu iki söz de esas îtibariyle doğrudur, hakîkât ehli, kullara rahmetinden dolayı, avâma ilk söz ile zâhir olurlar. Ve sâlik ilâhi mârifetlerde ilerledikçe mutlak vücûdun her mertebede­ki îcâblarına vâkıf olup şerîatın boşlanması tehlikesinden yakasını kurtarır. Ve o zaman “Âlem hep O’dur” inanışında bulunur. Bunun için Hz. Şeyh (r.a) ilk önce “Hâlık ve mahlûk hep bir ayn’dandır ” buyurduktan sonra bu ma’nâdan ilerlemeye işâret ederek: “Hayır, belki o bir ayn’dır” buyururlar. Yânî mertebeleri dolayısıyla Hâlık oluş ve mahlûk oluş ile taayyün etmiş olan vücûd, bir ayn’dan değil, belki ilâhi vâhidiyyetin hakîkati îtibarıyla bir ayn’dır. Ve çeşitli mertebelerde ve çok olan görünme yerlerinde taayyünü ve zuhûru îtibarıyla, o vücûd, çok olan ayn’lardır. Nitekim sayıların hepsi, bir ayn olan “bir”den oluşmuştur. Ve belki hepsi “bir”in aynı­dır. Şu halde “bir”, birçok sayı mertebesinde taayyün etmiş olan çok olan ayn’lardır. “Bir” ile “sayıların” mertebeleri arasındaki fark, icmâl ve ayrıntıdan ibârettir. Şimdi Şeyh (r.a.) “bir” olan vücûdun taayyünler ile çok ve çok olan taayyünlerin hakîkatte bir vücûd olduğunu îzâ­h etmek için İbrâhîm (a.s.) kıssasının beyânına başlayarak buyururlar ki: Şimdi bak, ne görürsün! “Ey babacığım, emrolduğun şeyi yap! dedi.” (Saffât, 37/102) Çocuk, babasının aynıdır. Şimdi o nefsinin dışında bir şeyi boğazlar görmedi. Ve ona büyük kurbanlığı fidye kıldı. Şimdi, insan sûretiyle zâhir olan kimse, koç sû­retiyle zâhir oldu. Böyle olunca çocuk sûretiyle zâhir oldu. Hayır, belki babanın aynı olan kimse, çocuk hükmünde zâ­hir oldu. Ve ondan onun eşini hálk etti. Bundan dolayı nefsinin dışında bir şeyi nikâh etmedi. Şu halde eşi ve çocuğu on­dandır. Oysa iş, sayıda birdir (11).

Hz. Şeyh (r.a.) Fusûs‘un ibârelerinin ekserîsini, işâretler derecesinde müc­mel yâni öz olarak anlatmışlardır. Onun için kelime kelime olan tercümesi Arab lisânı ile Türk lisânı arasında, keli­melerin ve zamirlerin ma’nâlarının kapsam ve ifâde ettikleri açısından çok fark olduğu yön ile, işâretler derecesinde olan aslından daha çok şerh ve tefsîre muhtaçtır. Bundan dolayı mücmelin şerhi şu şekilde olur: Kur’ân-ı Kerîm’de boğazlama kıssası Sâffât sûresinde “Fe lemmâ belega meahus sa’ye kâle yâ buneyye innî erâ fîl menâmi ennî ezbehuke fanzur mâzâ terâ, kâle yâ ebetif’al mâ tû’meru setecidunî inşâallâhu mines sâbirîn” yâni “Böylece onunla beraber çalışma çağına eriştiği zaman dedi ki: “Ey oğulcuğum! Gerçekten ben, uykuda seni boğazladığımı gördüm. Haydi bak (bir düşün). Bu konudaki görüşün nedir?” “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.” (Saffât, 37/102) âyet-i ke­rîmesinde beyân buyrulmuştur.

Hz. Şeyh (r.a.) bir olan vücûdun taayyü­nler ile çok ve çok olan taayyünlerin hakîkatte bir vücûd olduğunu bu âyet-i kerîmeyi beyân ile îzâh buyurur.

Yânî bir olan vücûdun bir taayyün etmiş görünme yeri olan İbrâhîm (a.s.), o bir olan vücûdun taayyünü olan kendi oğluna hitâb edip der ki: “Ey oğlum, ben seni rûyâda boğazlar olduğumu yâni kestiğimi gördüm. Sen basarın ve basîretin ile bak ki ne görürsün? Çünkü vücûd işi birdir. O bir olan vücûdu Hâlık mı, yok­sa mahlûk mu görürsün? Eğer onu “Hâlık” görürsen, kastedilen mârifet budur. Ve eğer “mahlûk” görürsen, bu ancak vücûd işini hâlin hakîkatinin tersi görmen için, tabîî ve unsurî cesedinin basa­rını ve basîretini istîlâ etmiş olmasından dolayıdır. Şu halde senin boğazlanman yâni kesilmen ve unsurî ceset hükmünün senden kalkması lâzımdır, tâ ki vücûd işini hâlin hakîkati üzere göresin.”

Şimdi bir olan vücûd, ki Hak’tır, İshak (a.s.)’ın sûretiyle giyinmiş olduğu halde, İbrâhîm (a.s.) sûretinde taayyün etmiş olan kendi nefsine hitâben:

“yâ ebeti” “Ey babacığım”, yâni “Ey kendi sûretinde Hak açığa çıkıp, o açığa çıkış vâsıtasıyla Hakk’ı benim sûretimde açığa çıkaran mübârek taayyün!”

“if’al” “yap” yâni “Hakk’ın fiilinin senin sûretinde açığa çıkışına başla!” dedi.

Oysa baba, oğlunun aynıdır. Çünkü, oğlunun vücûdu, babanın vücûdunun parçalarından ayrılmış olan nutfeden ibâ­rettir. Ve nutfe ise, sûreten babanın gayrı ise de, mânen ve hakîka­ten gayrı değildir. Şu halde İbrâhîm (a.s.) rûyâsında oğlu olan İshak (a.s)’ı boğazladığını gördüğü zaman, kendi nefsinden başkasını boğazlar görmedi; yâni kendi nefsini boğazlar gördü.

Ve kurban edilecek olan İshak (a.s) mıdır, yoksa İsmâil (a.s.) mıdır? Bu husûs İshâk Fassı’nın giriş bölümünde ayrıntılı olarak beyân olunur.

Hz. İbrâhîm’in Hz. İshâk sû­retinde görülen nefsine Allah Teâlâ büyük kurbanlığı fideye kıldı. Bundan dolayı hayâl âleminde “insan” sûretinde görülen kimse, his âleminde “koç” sûretinde görüldü ki, bunun sırrı Hz. Şeyh (r.a) tara­fından İshâk Fass’ında îzâh buyrulmuştur.

Şimdi görünme yerlerinin hepsinde şahsiyetle taayyün etmiş olan bir olan hakîkî vücûd, oğul sûretinde, hayır belki oğul hükmünde açığa çıktı. Çünkü oğul ile babanın sûreti, tür hakîkatinde birlikte olmaları îtibarıyla birdir. Çünkü ikisi de insan sûretinde taayyün etmiştir. Gayr oluş ancak babalık ile oğulluğun hükümlerinde ve şahsi sûretindedir.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bir olan vücûdun taayyünler ile çok ve çok olan taayyünlerin hakîkatte bir olan vücûd olduğunu, yâni bir olan ayn’ın çok ayn’lar ile açığa çıktığını “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâe” (Nisâ, 4/1) yâni “Ey insânlar, sizi tek bir nefsten hálk eden ve ondan eşini hálk eden ve onlardan birçok erkek ve kadınları üretip yayan Rabb’iniz­den sakının!” âyet-i kerîmesiyle şâhitlendirerek buyurur ki:

Bir olan hakîkî vücûd, bir olan nefsten onun eşini hálk etti. Yânî bir olan hakîkî vücûd isimlerinin kemâlâtını açığa çıkarmak için mertebelere tenezzül edip “Âdem” dediğimiz şahıs ile taayyün etti ki, bir nefstir. Ve o bir olan nefsten onun eşi olan Havvâ’yı açığa çıkarıp Hav­vâ’nın şahsı ile taayyün etti. Şu halde Hz. Âdem kendi nefsinden başkasını nikâh etmemiş oldu. Bundan dolayı onun eşi olan Hz. Havvâ, Hz. Âdem’in kendi nefsinden mahlûktur. Ve Âdem (a.s) nasıl ki, eşi sûretinde kendi nefsini nikâh etmiş ise, İbrâhim (a.s.) da oğlunun sûretinde öylece hayâl âleminde kendi nefsini boğazlar görüp his âleminde, koç sûretinde, yine kendi nefsini fidye verdi. Oysa vücûd işi, hakîkatte sayı sûretinde birden ibârettir. Nitekim sayıların mertebelerinin birden ne şekil ile zuhûra geldiği daha önce detaylı anlatılmıştı.

Bilinsin ki, küllî hakîkat olan bir olan ayn, küllî taayyün ile taayyün ettiği zaman, mutlak insan olur. Çünkü âlem­de ne kadar insan fertleri varsa “insan” küllî kavramı altına dâhil olur. Bu taayyün, bir olan ayn’ın tür taayyünü ile taayyün etmesidir. Ve yine o bir olan ayn cüz’î taayyün ile taayyün ettiği zaman, insan fertlerinden bir fert ve bir şahıs olur. Bundan dolayı “bir” hakîkat olan Hakk’ın bir olan vücûdu çeşitli mertebelerde açığa çıkmış ve çok olan taayyünlerde taayyün etmiştir. Ve her bir mertebe ve taayyünde bir isim ile isimlenen olur. Örneğin şehâdet mertebesinde insan şahıslarından birer şahsın sûretleri ile taayyün ettikte Mehmed, Es’ad, Ahmed, Avnî vb. gibi özel isimler ile isimlenendir. Bu şahıslardan üreme gerçekleştiğinde “nutfe” denilir. Anne rahminde “alaka”, “mudğa”, “cenîn” ve daha sonra “bebek” ve “insan” isimleriyle isimlenir. Ve bir sûretle tayyün ettiği zaman, o sûrete verilen isim, diğer taayyünlere verilmez. Bundan dolayı “sûret” ne kadar çok olursa olsun “hakîkat”leri birdir; gayr oluş, ancak sûretlerdedir. Hz. Mevlânâ (r.a.) bu hakikâte işâreten Mesnevî-i Şerîf’te aşağıdaki beyitleri söylerler: Mesnevî:

Tercüme: “Türlü türlü yüz bin yemek vardır. Îtibârda hepsi bir şey­dir. Birinden tamâmen doyduğun zaman, gönlün elli yemekten soğur. Sen açlık işinde şaşı olmuşsun. Çünkü biri yüz bin görmüşsün.”

Ve bu ma’nâyı Fîhi Mâ-fîh ismindeki yüce eserlerinde de te’yîd ederek şöyle îzâh buyururlar:

“Hakîkatte cezbeden birdir, fakat çeşitli görünür. Görmez misin ki, bir adam türlü türlü yüz şey arzû eder. Meselâ “tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, yahni isterim, meyve isterim, hurma isterim, incir isterim” der. Ve bunları sayarak lisâna getirir. Ve lâkin onun aslı açlıktır, o da birdir. Görmez misin ki, bir şeyden doyunca bunların hiçbirisi lâzım değildir, der. Bundan dolayı bilindi ki, on ve yüz yoktur, belki bir vardır. “ve mâ cealnâ ıddetehum illâ fitneten” (Müdessir, 74/31). Yâni “Halkın bu sayması fitnedir.

İdrîs Fassı-Şimdi “tabîat” kimdir ve ondan açığa çıkan kimdir?

Şimdi “tabîat” kimdir ve ondan açığa çıkan kimdir? Ve biz onu kendisinden açığa çıkan şeyle noksan ve açığa çıkan şeyin yokluğu ile fazla olduğunu görmedik. Ve açığa çıkan şey onun gayrı değildir. Ve sûretlerin ihtilâfından dolayı onun üzeri­ne bu; soğuk ve kurudur; ve bu, sıcak ve kurudur diye hüküm ile berâber, açığa çıkan şey onun aynı değildir. Böyle olun­ca “tabîat” kuruluğu birleştirdi ve bundan gayrısını da ayırdı. Oysa toplayıcı olan tabîattır. Hayır, belki “ayn” tabîattır. Bundan dolayı tabîat âlemi, bir aynada olan sûretlerdir. Ha­yır, belki çeşitli aynalarda olan bir sûrettir. Şu halde bakış açılarından dolayı, ancak “hayret” vardır (12).

Bilinsin ki, insan denilen düşünen mahlûk, kendi varlığını ve çevresindeki mevcûtları idrâke başlayınca fikri bunların kaynağını araştırmaya başlar. Vahşi kavimlerin bile bir var edicinin varlığını kabûl ile şuna buna tapmaları bu fikirlerin araştırmasının netîce­sidir. İnsanların sûretlerindeki farklılık gibi akılları da farklı farklı bulunduğundan akıllar genel olarak terbiye ve tahsîl ile aydınlanıp düşünceleri o oranda yükselir. Fakat akıl ne kadar aydınlanırsa aydınlansın ve yükselirse yükselsin, vehim ile karışmış olduğundan eşyânın hakîkatlerine ulaşmak için uyguladığı çok ince ve derin tetkikler vehmin hükmünden sıyrılamaz. Bundan dolayı, ben aklımla hakîkati bulurum, diyen herhangi bir düşünen âklın vehim ile karışmış olan aklının verdi­ği bir hüküm, onun vehim hükmünden hâriç bulunan diğer bir âkıl tarafından bir delîl getirilerek çürütülür. Fakat delili hükümsüz bırakan tetkikçinin vehmi de kendi vücûdunda hâkim olduğu için, onun koyduğu felsefi kanunlar da o kimsenin vehim hükmünden hâriç olan bir diğeri tarafından iptâl olunur. Bu hal böylece silsileler halinde gider. İşte bunun netîcesi olarak âlemde birçok felsefi meslekler meydana gelmiştir. Her ne kadar her birerlerinin hakîkatlere temâs ettiği noktalar mevcûttur. Fakat akıllarına hâkim olan vehim­leri dâimâ doğru yoldan ayaklarını kaydırmıştır. Zamânımı­zın düşünürleri ise bilim dâiresinde tabîat âlemini tetkîk ve ha­kîkatleri duyular ile algılanan şeylerden delil getirerek açıklamak yolunu tâkîp ederler. Fakat duyularla algılanan şeylerden silsiler yoluyla kaynağa ulaşmak mümkün değildir. Bir sınır gelir ki duyularla algılanan şeyler müzmahıl yâni yok hükmünde olur. İşte o zaman yine idrak edilebilenler sâhasına dalmak ve vehmin üstün gelen kuvveti altında zebûn kalmak vardır. Bundan dolayı hakîkatleri akıllarıyla bulup çıkarmak için sürekli mesâîde bulunanlar Ömer Hayyâm hazretlerinin şu: Rubâî:

Tercüme: “Onlar ki akıl kârı çalışırlar. Yazık ki hep öküz­den süt sağarlar. Ahmaklık elbisesi giymeleri iyidir; öyle ki bugün akıl ile yaprak bile satmasınlar!”

Rubâîsinde dediği gibi öküzden süt sağmak kabîlinden boşyere ömürlerini ziyân ederler. Bu hâlin sebebi, isimlerine ve sıfatlarına ait hakîkatleri öğretmek için şehâdet mertebesine tenezzül ederek nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) taayyünleriyle taayyün etmiş olan bir olan hakîkî vücûdun, onların li­sanlarından gerçekleşen haberlere kulak asmamaktır. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz “Ben öğretmen olarak gönderildim” buyururlar. Hâlin hakîkati bu merkezde iken akıllar kendi akıllarına îtimât edip “Bizim öğretmene ihtiyâcımız yoktur, biz aklımız ile ha­kîkatleri idrâk edinceye kadar çalışırız. Nübüvvet dâvasıyla içimizden ortaya çıkan bizim gibi bir akıla niçin tâbî olalım?” deyip dik başlılık ederler. Eğer tâbî olsalardı kendi nefislerini bilmekle, Hak kendile­rine zâhir olur idi. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde buyurur: “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehul hakk“ (Fussılet, 41/53) yâni “Biz âyetlerimizi ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara gösteririz, tâ ki Hak onlara zâhir olur.” Bundan dolayı eşyanın hakîkatine ulaşmak için çalışanlar mücmel olarak yâni topluca iki kısma ayrılır:

Bir kısım, çalışıp bulduk, derler. Bunlar nebîlere tâbî olup onla­rın getirdikleri şeriatlara harfiyyen uyan ve onların karşısında akıllarını aslâ kullanmayan kimselerdir ki, hakîkât ehli ve tasavvuf ehlidir. Bu grup sözden ziyâde, hâle rağbet ederler. Nite­kim bu ma’nâyı anlatmak için Hakîm Senâî hazretleri buyurur:

Tercüme: “Söylediğim şeyden vazgeçtim. Çünkü sözde ma’nâ ve ma’nâda söz yoktur.”

İkinci grup: Şimdiye kadar çalıştık, henüz bulamadık ve anlayama­dık. Fakat yine çalışacağız. Elbette bir gün bulup anlayacağız, der­ler. Bunlar, nebîlere tâbî olmaktan kaçınıp akıllarına îtimât eden­lerdir ki, daha önce îzâh edildiği şekilde, bu yoldan kaynaklarına ulaşmaları mümkün değildir. Ve bu hükümleri ancak vehimden doğmaktadır.

Tabîat âleminin yalnız akıl ile tetkîkinin, insanı salt hakîkata ulaştıramayacağı îzâh edildikten sonra tahkik ehlinin önderi ve tasavvuf ehlinin zübdesi olan Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin Hak lisânı ile “tabîat” hakkındaki beyânına geri dönelim: Dikkati çekmek için sormak sûretiyle buyururlar ki: Tabîat dediğin nedir? Ve tabîat­tan açığa çıkan kimdir? Yânî “tabîat”, ulûhiyyet’in açığa çıkışı olan “bir” olan hakîkattir. Ve bir dîğerine zıt birtakım esaslara sâhip olan tabîi cisimler, o “bir” olan hakîkatten açığa çıkıp çeşitli taayyünler ile taayyün etmiştir. Bundan dolayı tabîat ve tabîat­tan açığa çıkan tabîi cisimlerin bütün hepsi, hakîkat yönünden “bir” olan ayn’dır. Ve taayyün yönünden ise çok olan ayn’lardır. Ve “bir olan ayn” da, Hakk’ın hakîkati olan “ahadiyye ayn’ı”dır. Ve bu tabîi sûretler “bir” olan ayn’ın muhtelif taayünleri ol­duğu için, taayyünler sahasında mevcût olmayan bir şey tabîattan açığa çıktığında veyâhut mevcût cisimlerden birtakımı bozulup yok olduğunda, o tabîat ne eksilir, ne de fazlalaşır. Belki bu hâl latîf oluştan kesîf oluşa ve kesîf oluştan latîf oluşa geçiştir. Bundan dolayı açığa çıkan sûretler, mutlak yokluktan gelmez. Ve yok olan sûretler de mutlak yokluğa gitmez. Onların varlık ve yoklukları izâfidir.

Ve “tabîat”tan açığa çıkan şey, tabîatın gayrı değildir. Çünkü tabîattan açığa çıkan tabîi cisimlerin bütün hepsi hakîkat yönünden “bir” olan ayn’dır. Ve tabîat kendisinden açığa çıkan şeyin aynı değildir. Çünkü tabîattan açığa çıkan muhtelif sûretler üzerine bu, soğuk ve kurudur; ve bu, sıcak ve kurudur, diye hükmolunur. Bundan dolayı böyle muh­telif hükümler sâhip bulunan iki şey arasında tabîat kuruluğu birleştirdi; fakat soğukluk ile sıcaklığı ayırdı. Şu halde, tabîat elbette onla­rın aynı olmaz. Çünkü tabîat bütün hükümleri toplayıcıdır. Fakat tabî­attan açığa çıkan eşyâ, tabîatın bâzı hükümleri ile açığa çıkar. Şu halde zıtları toplayıcı olan tabîattır. Hayır, belki bu mevcûtların hepsini muhtelif sûretler ile açığa çıkaran “bir olan ayn”dir ki, o “bir” olan ayn tabîatın aynıdır. Bundan dolayı tabîat âlemi bir aynada gözüken muhtelif sûretlerdir. Yânî tabîat âlemi çoğalma hâsıl olmaksızın ilâhi zât aynasında gözüken türlü türlü sûretlerdir. İşte bu müşâhede “tevhid ehli”nin müşâhedesidir.

Ondan sonra Hz. Şeyh (r.a.) tahkik ehlinin makâmını beyânen bu­yururlar ki: Hayır, belki tabîat âlemi lâhi zâttan ibâret olan bir sûretin aynalar derecesinde bulunan ayn’ların sûretlerinde görüntüsünden ibârettir. Nitekim şu beyitte işâret olunur. Beyt:

Tercüme ve îzâh: “Muhakkak bir vechin gayrı vücûdda bir şey yoktur. Sen aynaları birden fazla kıldığın zaman, o bir vech de aynaların gereğine göre çoğalır.”

Şu halde perde ehlinin bakışı çeşitli olduğu için vücûdda “hay­ret”ten başka bir şey yoktur. Çünkü aklî fikri kendisine perde olan kimse, tabîat âleminde var olmuş olan muhtelif sûretlere baktığı zaman: Bu çok olan sûretler nedir ve “bir” olan hakîkat ile aralarında­ki ilişki ne gibi bir şeydir? der ve tetkîk ettikçe hayreti artar. Ve işin hakîkâtini anlayamadığı için çırpınır durur.

Bunlardan birinin düşüncelerini özet olarak burada anlatmak, fayda sağlayacaktır: “Hay­di kabûl edelim ki, bir mutlak hakîkat ve bizden bağımsız olarak mev­cût bir “varlık” vardır. Ve biz o mutlak hakîkat ile her sâniye, her ân bir samîmî temasta bulunuruz. Lâkin bu temâs onun zâti hakî­katine vâkıf olmak için yeterli gelmiyor. Muhakkaktır ki bizim için ilk idrâk vâsıtası duyulardır. Duyular ise, bize olduğu gibi, o eşyânın hakîkatini bildirmiyor. Onların ancak bizim vicdânımızda gerçekleşen te’sîrleri algılıyor. Bu ancak eserdir. Oysa biz hakîkî te’sir ediciyi zâti hakîkati ile, yâni hadd-i zâtında oldu­ğu gibi görmek, bilmek ve anlamak kaydındayız. Bunun sebebi bu­dur ki, bizim makinemiz, ilk önce düşünmek değil, uygulamak, hare­ket eylemek için yapılmıştır. Yaşamak ve hayâti menfaâtleri müm­kün olduğu kadar sür’at ve kat’iyyet ile takdîr ve tâyîn edebilmek için, uzuvlarımız, kendi muhîtine mutâbakat etmek mecbûriyyetin­dedir. Zâten başka türlü olamazdı. Eğer olsa idi, birer uzvî vücûd olarak bakâ bulup kemâl bulamaz idik. İşte bunun için biz, bu duyularımızla kâinâta baktığımız zaman, onda gizli olan zâti hakîkâti değil, ancak işimize yarayan ve şahsımızın devamlılığına yardımcı olan yüzeysel hâdiseleri anlayabiliyoruz. Bundan dolayı aradığı­mız hakîkate karşılık gelen, onun zâtına, aslına kat’iyyen benzemeyen bir fikrî simge elde edebiliyoruz. Şu halde ne yapmalı da eşyanın hakîkatini idrâke yol bulmalı? Bâtına bakışımızı döndürerek vicdâ­ni esasları inceden inceye tahlîl etmeli; vs.”

İşte görülüyor ki, bu filozof duyular ile algılanan şeylerden idrâk edilebilen şeylere geçiyor. Fakat idrâk edilebilen şeyleri de türlü türlü kusurlardan hâlî görmüyor. Tetkiklere girişiyor. Emîn olsun ki, bu akli tetkikleri veh­minin te’sîri altındandır. Vehim ise hayvânî vücûdda vicdâni esasların en güçlüsüdür. İşte fikrî görüş ile kaynağa doğru bu ka­dar gidilebilir. Diğer filozofların görüşleri de hep bunun gibidir. Onun için Hz. Hayyâm onların hâlini şu rubâîde ne güzel tasvîr buyurmuştur. Rubâî:

Tercüme: “Âlemde türlü türlü sözler söylediler. Bu hâlin hakîkatinden habersiz olanlar mârifet cevherini deldiler. Ne zaman ki âle­min sırlarına ve eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmadılar,evvelâ çene çaldılar; son­ra da uyudular.”

Oysa nebîlerin sûretlerinde taayyün etmiş olan “bir” olan hakîkatin akli vehimlerden temizlenmiş olan haberlerini ve öğretimlerini önem verip dinlemedikçe hakîkate ulaşmak mümkün değildir. Çünkü bu haberler o “bir” olan hakîkatin kendisi tarafından, yine kendi çok olan vecihlerine, isimlerinin ve sıfatlarının hepsini teblîğden ibârettir. Eğer o “bir” olan hakîkat nübüvvet ve risâlet mertebesine tenezzül etmese idi, herkes kendi hâs rabbine dönük kalır ve Rabbü’l-erbâb ve Vâhid-i Kah­hâr olan Allah’tan gâfil bulunurdu. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buy­rulur: “e erbâbun muteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr” (Yûsuf; 12/39) yâni “Farklı farklı Rab’ler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan Allâh mı hayırlıdır?”

İdrîs Fassı-Oysa onun üzerine ancak tecellî ettiği “ayn” hükmeder.

Ve bizim dediğimiz şeyi ârif olan kimse, hayrete düşmez. Her ne kadar ilim artışta ise de, ancak mahallin hükmündedir. Oysa mahal, ayn-ı sâbitenin aynıdır. Bundan dolayı Hak, onunla aynada türlü türlü olur. Böyle olun­ca onun üzerine hükümler çeşit çeşit olur. Şu halde her hük­mü kabûl eder. Oysa onun üzerine ancak tecellî ettiği “ayn” hükmeder. Ve, olan âncak budur (13).

Yânî biz daha önce gerek sayı mertebelerini ve gerek tabîatı îzâh ettiğimiz sırada beyân ettik ki, Hakk’ın bir olan vücûdu, zâtı yönünden “bir” olup çoğalmayı kabûl etmez. Fakat çok olan isimleri dolayısıyla çeşitli sûretler ile zâhir olup türlü türlü görünür. İşte bunun böyle olduğunu bilen kimse çok olan taayyünleri görüp: “Müstakil bir hakîkî vücûd vardır. Fakat bu çoklukla o birlik arasındaki ilişki nedir? Ve o vücûd nasıl olmuş da çeşitli sûretler ve türlü türlü vücûdlar ile çoğalmıştır”?” diye perde ehli gibi hayrete düşmez. Vâ­kıâ her bir nefesinde o ârifin Hak ve hálk hakkındaki ilmi artar. Ve kendisi (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin yüce yoluna uyarak yeterli bulmayarak “rabbi zidnî ılmâ” yâni “Rabbim, ilmimi arttır” (Tâhâ, 20/114) der. Fakat bu ilim artışı hayreti gerektirmez; belki o ilimler, bâzısı bâzısının üstünde olarak yakîni ilimlerdir. Ve hayretin yokluğu ile berâber, ilimdeki artış, ancak ma­hallin hükmünden hâsıl olur. Ve mahal ayn-ı sâbitenin aynıdır ki, Hak o a’yân-ı sâbitenin isti’dâdlarına göre aynada ve görünme yerlerinde tür­lü türlü görünür.

A’yân-ı sâbitenin ne demek olduğu Üzeyr Fassı’nda örnek ile îzâh olunmuştur. A’yân-ı sâbitenin bir dîğerinden ayrı oluşu, ilâhi isimler arasındaki fark ve ayrı oluştan kaynaklanmaktadır. Çünkü, a’yân-ı sâ­bite ilâhi isimlerin gölgeleridir. Gölgeler ise, gölge sâhiplerinin biçi­mine göre gözükür. Hakk’ın bir olan vücûdu ise tabîidir ki kendi isimlerini toplamıştır. Bundan dolayı Hakk’ın kendi zâtına tecellîsi indinde, ken­di ilminde peydâ olan ve isimlere âit sûretlerden ibâret olan a’yâ­n-ı sâbite, Hak üzerine isti’dâdlarıyla ne hüküm vermiş iseler, Hak o hükümleri kabûl eder; yâni Hak üzerine hükmedilen olur. Fakat Hak üzerine hükmeden a’yân onun zâtından hâriç şeyler değildirler. Çün­kü a’yân-ı sâbite, ki tecellî mahallidir, ilâhî ilimde açığa çıkan sûretlerden ibârettir. Ve ilmi sûretler ise, Alîm’in zâtından hâriç de­ğildir.

Örneğin bir ressam çizeceği tablonun sûretini il önce zihninde tasavvur eder. Bundan dolayı tablonun ilmî vücûdu ressâmın ilmin­de peydâ olur. İşte bu sûret ressâmın kendi zâtından hâriç değildir. Ve aynı şekilde o ressâm olan şahısta hattâtlık sıfatı da bulunup da bir yazı levhası düzenlemek istese, yazacağı levhayı ilk önce yine zihninde tasavvur eder. Ve bu levhanın da ilmî sureti peydâ olur. Fakat resim levhasıyla yazı levhası başka başka hükümleri taşırlar. Çünkü ressâmlık ve hattâtlık sıfatları o şahıs üzerine isti’­dâd lisânlarıyla “Bizi böyle tasvîr et!” diye hükmettiler. O şahıs da on­ların verdikleri hükme binâen, kendi zâtının kendi zâtına tecellîsi indinde, ilminde peydâ olan onların ilmi sûretlerine, o sûrette ol­malarına hükmetti. Şu halde o “bir” olan şahıs hükmü, ancak kendi zâtından kabûl etmiş oldu. İşte hakîkâtte olan hâl ancak bun­dan ibâretir. Yânî Hak üzerine hükmeden ancak Hakk’ın tecellî ettiği a’yân-ı sâbitedir. Ve Hak “bir” olan ayn iken isimleri ve sıfatları­nın sûretlerinden ibâret bulunan a’yân-ı sâbitenin verdiği hükümler ile türlü türlü görünür. Ve “külle yevmin hüve fî şe’n” yâni “O her an yeni bir iştedir” (Rahmân, 55/29) âyet­i kerîmesi gereğince ebediyyen bu tecellîsi devâm edip gider. Çünkü ilâhi isimler her ne kadar bütünsellik îtibarıyla sayılması mümkün ise de cüz’iyyâtı yâni parçasallık îtibarıyla sonsuzdur. Bundan dolayı tecellîsi de sonsuz olur.

Hz. Şeyh (r.a.) yukarıda beyan buyurduğu hakîkatleri aşağıdaki mübârek beyitlerde icmâl edip ya’nî öz olarak buyururlar ki:

İdrîs Fassı-Benim dediğim şeyi bilen kimsenin basîreti değersiz olmaz.

Şimdi Hak, bu vech ile hálktır. İbret alınız! O vech ile de hálk değildir. Tezekkûr edin yâni hatırlayın! (14)

Yânî a’yân aynalarında, “bir” ayn olan Hakk’ın, o aynaların icâbına göre açığa çıkması îtibarıyla meydana gelen bu çok olan sûretler, ki biz ona “hálk” tâbîr ederiz, onların hepsi Hak’tır. Bundan dolayı bundan ibret alıp aynaların çokluğunu bırakârak, bu aynalarda tecellî edici olan “bir” olan vechi müşâhede ediniz! Ve yine biliniz ki, Hakk’ın latîf vücûdu ahadiyyet mertebesinde çokluk ve kesâfetten mü­nezzehdir. İşte bu îtibar ile Hak, “hálk” dediğimiz bu çok olan sûretler değildir. Bundan dolayı “bir” olan vechi tezekkür edin yâni hatırlayın!

Benim dediğim şeyi bilen kimsenin basîreti değersiz olmaz. Ve onu ancak gözü olan kimse bilir (15).

Yânî Hakk’ın bir vech ile hálk olduğunu, bir vech ile olmadığını bilen kimsenin basîret gözü ilâhî yardıma nâil olur. Ve ilâhî yardım onun basîretini terk etmek sûretiyle değersiz olmaz. Ve bu bahsedilen hakîkatleri ancak çabuk kavrayan ve bakışı keskin göz sahi­bi bilir ve anlar.

Cem’ et ve fark et! Çünkü “ayn” birdir. Ve o çoktur; devamlılığı sona erdirmez ve bırakmaz (16).

Yânî ulûhiyyet mertebesinde “cem’ yâni toplama” ve “vahdet yâni birlik” ile hükmet! Ve çokluk mertebesinde de “fark” ile hükmet! Çünkü hakîkatte “ayn”, birden ibârettir. Ve o “bir” olan ayn, ki hakîkî “bir” olan vücûddur, a’­yân aynalarında tecellî edici olan isimleri dolayısıyla birden fazla ve çok görünür.

Vahdeti ile tecellî ettiğinde o çoklardan hiç bir şeyin devamlılığını sona erdirmez. Ve onlardan hiç birisini hâli üzere terk etmez. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü’min, 40/16) Yânî küçük ve büyük kıyâmette Hak, isimlerinin çokluğuna hitâben “Mülk kimindir?” buyurur. Oysa o çokluklar, “bir” ayn olan kendi hakîki “bir” olan vücûdunda gizlendikleri cihetle isimlerin dili sus-pus olup “senindir” veyâ “benimdir” diyen bulunmaz. Yal­nız, üç ismin hükümleri geçerli olduğundan cevap bütün isimleri ihâtası altına almış olan “Allah” ismi tarafından çıkar. Çünkü “Kahhâr” ismi, bütün çokluklara kahr ile tecellî edip onları “bir” olan ayn’a geri döndürmüştür. Ve “Vâhid” ismi de, o çoklukları Kahhâr isminin elinden alıp kendinde cem’ etmiş yâni toplamıştır. Ve “Allah” ismi ise, isimlerin hepsini olduğu gibi o mertebede Vâhid ve Kahhâr’ı dahi ihâta etmiştir. Bundan dolayı küçük ve büyük kıyâmette ilâhi isimler faaliyet dışı kalmayıp ve Hakk’ın tecellîleri kesilmeyip belki bu üç ismin kemâlâtı açığa çıkmıştır. Şu kadar ki, diğer isimlerin hükümleri bu üç ismin saltanatının açığa çıkmasında, onların hükümlerinin zevâline bakışla gizlenmişlerdir. Nitekim Hak “rızâ” ile açığa çıktığı anda “gazab” ile açığa çıkmaz. Bundan onun gazabının faaliyet dışı bulunduğu ma’nâsı anlaşılmaz. Ve örneğin güneş doğduğu zaman, yıldızların nûru faaliyet dışı de­ğildir. Yine onlar nûrlarını saçmaya devam ederler. Fakat güneşin nûrunun şiddetin­den onların ışıkları görünmez. Ve büyük kıyâmet hakkındaki diğer ayrıntılar Âdem Fassı’nda anlatılmıştır.

Soru: Küçük ve büyük kıyâmet ne demektir?

Cevap: “Küçük kıyâmet” “Kim öldü ise onun kıyameti kopmuştur” hadîs-i şerîfi gereğince her bir ferdin ölümüyle gerçekleşen kıyâmettir. Ölüm de iki tür­lüdür; birisi “irâdî ölüm”, diğeri “kaçınılmaz ölüm”dür. “İrâ­dî ölüm”, Hakk yoluna sâlik yâni yolcu olanların şiddetli riyâzât ve çok mücâhedeler yapmasıyla nefsâni sıfatlarını imhâ etmeleriyle zuhûra gelir. “Ölmeden önce ölünüz” hadîs-i şerîfinde emr buyrulan ölüm budur. Bu hâle gelen sâlikin bakışında, ne kendi vücûdu ve ne de âlem çokluklarının vücûdu kalmaz. Her nereye baksa “bir olan vechi görür. Belki onun görmesi, Hakk’ın kendisini görmesi olur. “Kaçınılmaz ölüm”, hâllerin hakîkatlerinden habersiz olan ve hayvâni hayatta bütün hayvânlar ile ortak olan perde ehlinin ölümüdür. Bu bahsin detayları uzundur. Bu kadarı yeterli olur.

“Büyük kıyâmet”te, âlemin bütün herşeyiyle Âdem’in izâfi vücûdu gibi vâkti gelince fenâ bulmasıdır. Çünkü âlemin tamamı, Âdem gibi bütün ilâhi isimlerin görünme yeri olduğundan ha­kîkat ehli “büyük insan” olarak isimlendirmişlerdir. Eceli gelince küçük insan nasıl ölür ve izâfi vücûdu muzmahil yâni yok hükmünde olursa, büyük insan da öy­lece ölür ve izâfî vücûdu mahvolur. Ve bu anda da yukarıda îzâh edildiği üzere Allah, Vâhid ve Kahhâr isimlerinin kemâlâtı açığa çıkar. Çünkü hálk ediliş öncesi olan ulûhiyyet ve vâhidiyyet ve kahhâriyyet ile hálk ediliş sonrası olan ulûhiyyet ve vâhidiyyet ve kahhâriyyet arasında icmâl ve ayrıntı îtibarıyla fark vardır. Diğer ayrıntılar Âdem Fassı’nda anlatılmıştır.

Bu mübârek beyitlerden sonra Hz. Şeyh (r.a.) İdrîs Fassı’nın beyânı­na geri dönerek buyururlar ki:

İdrîs Fassı-O vech ile ki, ondan bir nitelikte onu dışlamak mümkün olmaya.

Şimdi nefsiyle “Aliyy” odur ki, onun için bir kemâl ola ki onunla bütün varlıksal işleri ve yokluksal bağıntıları gark etsin. O vech ile ki, ondan bir nitelikte onu dışlamak mümkün olmaya. Gerek örfe ve akla ve şerîata göre övülmüş olsun ve gerek örfe ve akla ve şerîata göre kötülenmiş olsun, farketmez. Oysa bu, ancak hâssaten “Allah” ismi ile isimlenmiş olan içindir (17).

Yânî kendi zâtı ve hakîkâti ile “Aliyy” olan vücûd, o vücûddur ki, o vücûd için öyle bir kemâl sâbit olur ki, ne kadar varlıksal işler ve yokluksal bağıntılar varsa, o kemâl sebebiyle hepsini gark eder ve hepsine muhît olur. Ve bu gark ediş ve ihâta öyle bir gark ediş ve ihâtadır ki, o varlıksal işler ve yokluksal bağıntılardan hiçbir nitelikte onu dışlamak mümkün olmaz.

“Varlıksal işler”den kasıt, hâriçte mevcût olan a’yândır. Ve “yokluksal bağıntılar”dan kasıtta hâriçte görünme yerleri ve a’yânı olmayan sıfat ve isimlerdir. Ve o vücûdun gark ettiği ve muhît bulunduğu varlıksal işler ve yokluksal bağıntılar, cömertlik ve yiğitlik ve cömert ve yiğit gibi örfe göre ve ihsâna ihsân ile mukabele ve ihsan eden gibi akla göre; kâtilin öldürülmesi ve cihât ve bu husûstaki öldürme gibi şerîata göre övülmüş olabilir. Veyâhut cimrilik ve korkaklık ve cimri ve korkak gibi örfe göre ve ihsân etmeme ve ihsân etmeyen gibi akla göre ve Allâh’ı inkâr eden ulûhiyyeti inkâr eden gibi şerîata göre kötülenmiş olabilir. Böyle dahî olsa farketmez.

Çünkü bunlar da isimlerin görünme yerleridir. Ve bâzı isimlerin kemâlâtının açığa çıkması bunların vücûdunu gerektirir. Ve bütün övülmüşlerin ve kötülenmişlerin Hakk’a geri dönüşü esasları bahsi İbrâhîm Fassı’nda ayrıntılı anlatılmıştır. Oraya mürâcaat lâ­zımdır. Ve bütün övülmüşlerin ve kötülenmişlerin vücûdu, Hakk’a göre hikmettir. Övülmüşlük ve kötülenmişlik hálk edilmişlere göredir.

Oysa bu zâtî ve hakîkî ulüvv, ancak hâssaten “Allah” ismi ile isimlenmiş olan zât için sâbittir. Ve “Allah” ismi ile isimlenmiş olan zât ahadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine tenezzül etmedikçe bu isim ile isimlendirilmiş olmaz. Çünkü ahadiyye zâtı hiçbir sıfat ve nitelik ve isimler ile vasıflanmış ve nitelenmiş ve isimlenmiş degildir. Sırf zât mertebesinden sıfat ve isimler mertebesine tenezzül ederek “ilk taayyün” ile taayyün ettiğinde “Allah” toplayıcı ismiyle isimlenen olur. Ve bu mertebe bütün ilâhi isimlerin sûretlerinin ilâhî ilimde peydâ ola­rak bir dîğerinden ayrılmış olduğu mertebedir. Ve bu mertebe, mâ­demki bütün isimleri toplayıcıdır, şu halde ne kadar varlıksal işler ve yokluksal bağıntılar varsa hepsini muhît olur. Nitekim Hak Teâ­lâ buyurur “ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” yâni “Ve Allah herşeyi muhîttir” (Nisâ, 4/126)

Hikâye: Bir tasavvuf ehli ile bir kelâm âlimi arasında karşılıklı konuşma oldu. Kelâm âlimi dedi ki: “Ben köpek sûretinde de tecellî edici olan Hu­dâ’dan bîzârım.” Tasavvuf ehli de buyurdu ki: “Ben de köpek sûretinde tecellî edici olmayan Hudâ’dan bîzârım.” Orada hâzır olanlar dedi­ler ki: “Bunlardan birisinin sözü küfür oldu.” Tahkik ehlinden bir zât cevap verdi ki “Hayır; hiçbiri kâfir olmadı. Çünkü birinin sözü di­ğerine göre her ne kadar fenâ görünüyor ise de, kelâm âlimi, Hakk’­ın değersiz eşyâda açığa çıkışını uygun görmedi; ondan tenzîh etti. Tasavvuf ehli ise Hakk’ın değerli ve değersiz eşyâda tecellî edici olmasını ilâhi kemâlattan bilip eşyâyı değersiz oluştan tenzîhi bu kemâlâta aykırı buldu. Bundan dolayı her ikisi de Hakk’ın zâtı hakkında güzel görüş sâhibi olmuş oldu.

Bilinsin ki, değerli oluş ve değersiz oluş göreceli işlerden ibârettir. Örneğin pislik beşer taayyününe göre fenâdır; yenmez ve şerîata göre haramdır. Ve üzerimize bulaşsa namaz kılınmaz; temizlik lâzımdır. Fakat bu hüküm diğer taayyünlere göre böyle değildir. Pislik, pislik böceğine göre elbette değerlidir. Çünkü pislik için­de yaşamını sürdürür. Ve aynı şekilde domuz da onunla beslenir. Şu halde güzellik ve çirkinlik görecelidir. İnsan kendince çirkin gördüğü şeyde Hakk’ın zuhûrunu uygun görmez. Her ne kadar bu edebdir, hoştur. Fakat işin hakîkatinden gaflettir. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a) Risâle-i Ahadiy­ye‘lerinde buyururlar ki:

Yânî: “Eğer bir sorucu soru sorup kötü görülenlerin ve sevilen şeylerin hepsine hangi bakış ile bakalım? Bir pislik ve iğrenç bir şey gördüğümüz zaman, ona Allah Teâlâ mı diyelim? Biz deriz ki, Hak Teâlâ bunlardan bir şey ol­maktan mukaddes ve âlîdir. Ve bizim sözümüz, pisliği pislik ve iğrenci iğrenç görmeyen kimseyedir. Belki sözümüz basîreti olup anadan doğma kör olmayan kimseyedir.”

İdrîs Fassı-Ve ammâ hâssaten “Allah” ismi ile isimlendirilenin gayrısı

Ve ammâ hâssaten “Allah” ismi ile isimlendirilenin gayrısı ki, onun için meclâ yâni görünme yeridir, yâhut onda bir sûrettir. Eğer onun için görünme yeri olursa, farklılık olur. Bir görünme yeri ile diğer bir görünme yeri arasında bu, lâzımdır. Ve eğer onda bir sûret olursa, şimdi o sûret, zâti kemâlin ayn’ıdır. Çünkü o, onda zâhir olan şeyin aynıdır. Böyle olunca “Allah” ile isimlenmiş olan için sâbit olan, bu sûret için de sâbit olur. Ve o sûret odur ve onun gayrıdır, denilmez (18).

Yânî hâssaten “Allah” ismiyle isimlendirilenin gayrısına gelin­ce: O, ya “Allah” için meclâ yâni görünme yeridir; veyâhut Hakk’ın vücûd aynasında zâ­hir olan bir sûrettir.

Yânî ya hâricî ve hissî vücûd ile taayyün etmiş olan âlemlerin sûretlerinden bir meclâ yâni görünme yeri ve ayna olup onu açığa çıkarır. Ve­yâhut hâricî ve hissî vücûd ile tayyün etmeyip Hakk’ın vücûd aynasında akıl mertebesinde zâhir olan bir sûret olur.

Bundan dolayı âlem sûretlerinden biri gibi “gayr” ismi ile isimlendirilmiş olan şey, Allah için meclâ yâni görünme yeri ve ayna olursa, o zaman bu görünme yerleri arasında farklılık olur. Mese­lâ âlem sûretlerinden bir sûret olan insan-ı kâmil, bütün isimler için görünme yeri ise de, o sûretlerden birisi olan insan-ı kâmil olmayan, bütün isimler için görünme yeri değildir. Belki isimlerin bâzıları onda zâhir olmamıştır. Ve aynı şekilde her birerleri birer görünme yeri olan hayvan ve bitki ve madenler de böyledir. Hayvanda açığa çıkan isimler, bitkilere ve bitkilerde açığa çıkan isimler mâdenlere göre daha fazladır. İşte görünme yerleri arasında böy­lece farklılık olur. Şu halde görünme yerlerinden her bir görünme yeri için zâtî kemâl yoktur. Belki o görünme yerlerinin görünme yeri oldukları isimlere göre ke­mâlden nasîbleri vardır. Bundan dolayı her birisinin zâti ulüvvden de nasîbleri ancak ihâtalarına göre olur.

Ve eğer “gayr” ismi ile isimlendirilmiş olan şey, hâricî ve his­si vücûd ile taayyün etmeyip Hakk’ın vücûd aynasında akıl mertebesinde zâhir olan bir sûret olursa, yâni ilâhî ilimde peydâ olan a’yân-ı sâ­biteden biri ve ilâhi ilmi sûretlerden bir sûret olursa, o sûret için zâtî kemâlin ayn’ı hâsıldır. Çünkü o sûret, içinde zâhir olduğu vü­cûdun aynıdır. Demek ki “Allah” ile isimlendirilmiş olan vücûd için sâ­bit olan zâti kemâl, Hakk’ın vücûdunda zâhir olan o bir sûret için de sâbit olur.

Ve “Allah” ile isimlendirilmiş olan zât için sâbit olan sûrete, Hakk’ın aynıdır denilmez. Çünkü bir şeyin sûreti, her yön ile o şeyin aynı değildir.

Ve aynı şekilde o sûrete, “Allah” ile isimlendirilmiş olan zâtın her yön ile gayrıdır da denilmez. Çünkü zâta mensûb olan bir sûret olup isimlerden ayrılmış değildir.

Örnek: Farzedelim kendisinde hattâtlık, ressâmlık ve nakkâşlık sıfat­ları bulunan bir kimse, hattât ve ressâm ve nakkâş isimleriyle açığa çıkmak için hâriçte bir yazı ve resim levhası vücûda getirir ve bir nakış gösterir. İşte his mertebesinde görülmüş olan bu sûretler, o şahsın bu isimlerinin birer meclâ yâni görünme yeri ve aynalarıdır. Ve bu sûretler ara­sında ayrılık bulunduğu açıktır. Çünkü yazı levhasında o şahsın ressâmlığı ve nakkâşlığı görünmez. Ve resim levhasıyla nakşında da onun hattâtıyeti görülmez. Fakat o şahıs, bunları henüz yazmamış ve resmetmemiş ve nakşetmemiş, ancak onların ilminde sûretlerini tasarlamış bulunursa, o sûretler hissî vücûd ile taayyün etmeyip henüz akıl mertebesindedirler. Ve bunlar o şahsın vücûdunun hâri­cinde taayyün etmedikleri için, kendisinin aynı olurlar. İşte yukarıdaki hakîkatlerin her yönü bu örneğe tatbîk edilebilir. Çok çok iyi düşünmek lâzımdır.

İdrîs Fassı-Muhakkak her bir isim zâta ve kendisi için konulan mânâya delâlet eder

Ve muhakkak, Ebû Kasım ibn Kasiyy, Hal’ında: “Tahkîkan her bir ilâhî isim bütün ilâhi isimler ile isimlenen ve onlar ile nitelenen olur” sözü ile buna işâret etti. Ve burada beyânı budur ki, muhakkak her bir isim zâta ve kendisi için konulan ma’nâya delâlet eder ki, onu taleb eder. Bundan dolayı onun zâta delâleti yönünden, onun için bütün ilâhi isimler hâsıldır. Ve onunla kendisine hâs olan ma’nâya delâleti yönünden, Rab ve Hâlık ve Mûsâv­vir ve diğerleri gibi, kendisinin dışındakilerden ayırır. Şimdi isim, zât yönünden isimlendirilendir. Ve isim, ken­disi için konulan ma’nâdan ona âit olan şey yönünden isimlendirilenin gayrıdır (19).

Yânî Ebû’l-Kasım b. Kasiyy (k.s.) hazretleri, ki Batılı şeyhlerin en büyüklerindendir, yazmış olduğu Hal’-i Na’leyn ismindeki yüksek kitâbında fassın ibâresinde geçen ma’nâya işâreten buyu­rurlar ki: İlâhî isimlerden hangi birini alırsan al, o isim, ilâhi isimlerin hepsiyle isimlenen ve o isimler ile nitelenen olur.

Hz. Şeyh (r.a), zâten Hal’-i Na’leyn kitabını tamâmen şerh buyurmuş olduk­ları gibi, burada da kitabın bu ibâresini îzâh ederek buyururlar ki: Her bir ilâhî ismin delâlet edişi ikidir: Birisi zât, diğeri kendisinin mevzû’ olduğu özel ma’nâdır. Örneğin “Rezzâk” dediğimiz zaman aklımıza Hakk’ın zâtı gelir. Çünkü hakîkî Rezzâk ancak Hakk’ın zâtıdır. Fakat rızık verebilmek için Rezzâk, Hayy, Alîm, Semî’, Basîr, Hâlık, Rab, Mûsâvvir, Ganiyy vs. ne kadar isimler var ise hepsine hâiz olmak lâzım gelir. Bundan dolayı Rezzâk ismi zâta delâlet etmesi yönünden bütün isimler ile isimlenen ve nitelenen olur.

Ve fakat ken­dine mahsûs olan ma’nâ yönünden diğer isimlerden ayrılır. Çünkü Rez­zâk’ın gördüğü iş, Alim ve Semî’ ve Mûsâvvir’den beklenmez. Şu hal­de isim, zâta delâleti yönünden isimlenendir. Fakat taşıdığı özel ma’nâya delâleti yönünden isimlenenin gayrı olur.

İdrîs Fassı-Ve sıfât ile olan ulüvv böyle değildir.

Şimdi, sen bizim bahsettiğimiz “Aliyy”yi anladığın zaman, mu­hakkak onun mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü olmadığı­nı bildin. Çünkü mekânet yâni rütbe ulüvvü, sultân ve hâkimler ve vezirler ve kadılar ve bu mevkîye ehliyeti bulunsun bulunmasın, her bir mevkî sâhibi gibi âmir olanlara mahsûstur (20).

Yânî biz bu mübârek fassta “ulüvv” hâkkında ayrıntılar verdik. Bu anlatılanları anladığın zaman, Hak hakkındaki ulüvvün, mekân ulüvvü ve mekânet yâni rütbe ulüvvü olmadığını bilmiş oldun. Bundan dolayı Hak zâtıyla “Aliyy”dir. Çünkü mekân ulüvvü, cisme mahsûstur. Hak cisim değil­dir ki, mekân ile âlî olsun. Ve mekânet yâni rütbe ulüvvü ise, ehliyeti olsun olmasın, hâkimler, vezirler ve kadılar gibi mevkî sâhiplerine mah­sûs olan arazdan ibârettir. Ve kezâ Hak cevher değildir ki, ona araz katılmış olabilsin. Onun ulüvvü ancak zâtî ulüvvdür.

Ve sıfat ile olan ulüvv böyle değildir. Çünkü kendisi için hükmetme mevkî bulunan kimse, her ne kadar insânların en câhili olsa da, bâzen insânların en âlimine hükmettiği olur. Böyle olunca bu, tâbî oluş hükümleriyle, mekânet yâni rütbe ile “aliyy”­dir. O kendi nefsinde “aliyy” değildir. Bundan dolayı, bulunduğu mevkîden alındığı zaman, ulüvvleri gider. Oysa âlim, böyle değildir (21).

Hz. Şeyh (r.a.) burada zâtî ulüvv ile mekân veyâ mekânet yâni rütbe vâsıta­larıyla kazanılan tâbî oluş ulüvvü arasındaki farkı beyân buyu­rurlar. Çünkü zâti ulüvv, mekân veyâ mekânet vâsıtalarıyla olan ulüvv gibi değildir. Mekân ulüvvü ile olan ulüvv, duyusaldır. Mekâ­net ve mertebe ile olan ulüvv ise, akılsal ulüvvdür. Oysa zâtı ile “Aliyy” olan Hak Teâlâ hazretleri akılsal ve duyusal ma’nâlardan münezzehdir. İşte Hakk’ın zâti ulüvvü böyledir.

Ve sıfâtî ulüvv de mevkî sâhiplerinin mekânet yâni rütbe ulüvvü gibi değildir. Çünkü hakîkî mutlak kemâl ancak kendisine mahsûstur. Ve onun sıfâtî ulüvvü akılsal ve duyusal olmayıp belki akıl ve duyunun aslıdır. Çünkü ondan o sıfatın zevâli mümkün değildir. Belki zâti bağıntılarından ibâret bulunan o sıfat, ezelî ve ebedî bulunan zâtıyla berâ­ber ezelî ve ebedîdir.

Ve bu sıfat ulüvvü, mahlûklar arasında da mekân ulüvvü ve mekânet ulüvvünden farklıdır. Çünkü bir câhil hükmedici mevkîlerden birine geçip idâresi altında bulunan âlimlere hükmeder. O câhil âlimlerden mekânet yâni rütbe ulüvvü ile ve o âlimler de o mevkî sâhibi olan câhilden sıfat ulüvvü ile aliyydir. Ve aynı şekilde bir câhil kürsüye çıkar ve bir âlim de yerde oturur. O câhil orada mekân ulüvvü ile ve âlim ise sıfat ulüvvü ile aliyydir. Bundan dolayı mekân ve mekânet ulüvvü ile aliyy olan kimsenin ulüvvü, mekâna ve mer­tebeye tâbî oluş ile olur.

Mekânet ve mertebe ulüvvü ile aliyy olan kimse, o mertebeden azlolunduğu veyâ yüksek bir mekânda bulunmak sû­retiyle aliyy olan kimse, o mekândan indiği vakit, o ulüvvler ondan gider. Fakat sıfat ulüvvü ile âlî olan âlim, ister yüksek ister alçak mekânda bulunsun ve ister mevkî sahibi veyâ insânlardan bir insan olsun, dâimâ sıfat ulüvvü ile “aliyy”dir. Çünkü onun ulüvvü tâbî oluşla değil, nefsîdir.

Şu halde ulüvv, dört kısım üzerine olmuş olur. Âlâsı yâni en yükseği “zâti ulüvv”; daha sonra “sıfâtî ulüvv”; daha sonra “mekânet yâni rütbe ulüvvü”; daha sonra “mekân ulüvvü”dür. Ve Hak Teâlâ toplu ve ayrıntılı olarak bu dört kısım ulüvv ile “Aliyy” olur. Çünkü Hak ahadiyyet mertebesinde “zâti ulüvv” ile ve vâhidiyyet mertebesine tenezzülünde de “sıfat ulüvvü” ile ve şehâdet mertebesine tenezzülünde de “mekânet ulüvvü” ve “mekân ulüvvü” ile “Aliyy” dir.

Ve “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olan İd­rîs (a.s.) gibi, insan-ı kâmil’in bu dört kısım ulüvvden bol nasîbi vardır. Çünkü İdrîs (a.s.) da zâtî şerefi gibi “zâtî ulüvvü” ve ilim kemâli gibi “sıfâtî ulüvvü” ve nübüvvet mertebesi gibi “mekânet ulüvvü” ve “Ve refa’nâhu mekânen aliyyen” (Meryem, 19/57) yâni “Biz onu yüksek mekâna kaldırdık” âyet-i kerîmesinde beyân buy­rulduğu üzere “mekân ulüvvü” mevcûttur.

Bitişi: 02 Kasım 1917 cum’a günü sabâhı, sâat 03:00.