İSMÂÎL KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN ALİYYE HİKMETİNİN
BEYANI OLAN FASSTIR
“Aliyye hikmeti”nin İsmâîl kelimesine dayandırılmış olmasının sebebi budur ki, Hak Teâlâ İsmâil (a. s)ı “Aliyy” ismine görünme yeri kıldı. Onun için himmeti âlî olup, Hakk’a karşı önceki ve sonraki ahitlerinde vaadine vefâ ederek, sadâkatını gösterdi.
Nitekim, Hak Teâlâ onun hakkında “ve cealnâ lehüm lisâne sıdkın aliyyâ” yânî “ve onları lisânda sâdık ve aliyy kıldık” (Meryem, 19/50) buyurmuştur. Ve bu mertebesinin yüksekliğinden dolayı Rabb’i indinde kendisinden râzı olunan oldu.
Yâhut İsmâîl (a.s.) toplayıcılık zâtının görünme yeri olan ve zâti ulüvv sâhibi bulunan Nebî’miz (s. a. v. ) Efendimiz’in rûhâniyyetini taşıyıcı oldu ğu için, “aliyye hikmeti” bu kelimeye ilişik kılındı.
Ve “Aliyy” zâti isimlerinden bir isim olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r. a) onların hikmetinde, zât dolayısıyla, o ismin ahad oluşunu; ve isimler ve sıfatlar dolayısıyla da küllî oluşunu beyâna girişti.
Ve Aliyy ismi İsmâil (a. s)ın Rabb-i hâssı olup, ondan râzı olduğu gibi, mevcûtlardan her bir mevcûdu terbiye eden ilâhi isimlerden her birisinin de kendi merbûb yânî Rabb’i olanlardan ve görünme yerlerinden râzı bulunduğunu bu yüce fassda beyân etti.
Bilinsin ki, muhakkak Allâh ismiyle isimlendirilen, zât ile ahadî, isimler ile küldür (1).
Yânî “Allah” olarak isimlendirilen “vücûd”un zâtında hiç bir yön ile çokluk yoktur. Belki o vücûd, zât ile ahaddır. Ve ahadiyyet zâtı tecellîden berîdir; çünkü âlemlerden ganîdir. Ve bu zât için sonu olmayan vecihler vardır ki, isimleri ve sıfatları iktizâ ettirici olan “ulûhiyyet” o vecihleri toplar.
Şimdi hazret-i ilâhiyye yânî uluhiyyet mertebesi bütün sıfatlar ve isimler ile berâber “zat”tan ibâret olduğundan, isimlere ve sıfatlara göre küll yânî bütünselliğin toplanmışlığıdır.
Örnek: “Akıl” dediğimiz şey bir ma’nâdır ki, zâtında aslâ çokluk yoktur; zât ile ahadîdir. “Akıl” olabilmesi için, işin aslında, eserlerde tecellî edici olmasına lüzûm yoktur. Eserlerde açığa çıksa da, çıkmasa da, zâtında yine akıldır. Bundan dolayı eserlerden ganîdir. Fakat onun sonsuz işleri vardır ki, onları zâtında toplamıştır. Âdem devrinden bu âna kadar ortaya çıkmış ve bundan sonra da ortaya çıkacak muhtelif eserleri îtibârıyla o ma’nâ küldür yânî bütünseldir.
Her bir mevcût için, Allâh’dan, hâs olarak onun Rabb’inin dışında bir şey yoktur. Onun için kül olması imkânsız olur (2).
Yânî her bir mevcûdun, “ulûhiyyet” mertebesinden aldığı hisse ve nasîp, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir “isim”dir; ve o mevcûdun Allah’a irtibâtı, o isim vâsıtasıyladır; ve o ismin “eser”i, o mevcût olduğundan, onun görünen sûretidir. Ve o “isim”, o mevcûdun bâtınıdır ve hakîkatidir. Bu şekilde her bir mevcût, âlemlerin Rabb’i olan Allâh’ın görünme yeridir.
Fakat bu görünme yeri oluş mevcûtlardan her birinin mutlak rubûbiyyetten görünme yeri olduğu hâs ismin ona hâs olan rubûbiyyeti yönüyledir; yoksa ulûhiyyet mertebesinin barındırmış olduğu isimlerin bütününe görünme yeri oluş her bir mevcût için imkânsızdır. Bu görünme yeri oluş ancak “insan-ı kâmil”e mahsûstur.
Çünkü insan-ı kâmil, bütün ilâhi isimleri toplamış olan “Allâh” isminin görünme yeridir ve insan-ı kâmil’den başka hiçbir mevcûdun bu görünme yeri oluşa istîdâdı yoktur.
Örnek: Kendisinde mîmârlık, hattâtlık, ressâmlık ve marangozluk vesâire gibi birtakım sıfatlar olan kimse, bu sıfatlarının îcâbları olan isimler ile açığa çıkmayı murâd etse ve örneğin kendisinin ressâm olduğunun bilinmesini istese, bir tablo resmedip ortaya atar. Bu tablo, onun “ressâm” isminin görünme yeri olur. Çünkü “ressâm” isminin terbiyesi altındadır. Ve bu şahsın çeşitli isimlerinden tablonun nasîbi, hâs olarak “ressâm” ismidir.
Bununla birlikte o tablo, o kimsenin mutlak rubûbiyyeti altında olmaktan da kurtulmuş değildir. Çünkü bu şahıs, o tabloya ilmiyle, irâdesiyle, kudretiyle ve diğer sıfatlarıyla da tecellî edicidir. Şu kadar ki, bu mutlak rubûbiyyete o tablonun görünme yeri oluşu, ressâm hâs isminin, hâs rubûbiyyeti yönüyle olmuştur. Bundan dolayı tablonun mîmâr, hattât ve marangoz ve diğer isimlerin görünme yeri olması imkânsızdır.
Çünkü o tablo bu isimlerin tecellî mahalli olmak istîdâdına sâhip değildir. Fakat bu kimse bütün isimlerin açığa çıkmasına istîdâdlı olmak üzere, meselâ bir câmi’ binâ etse, bunda mîmârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar yazsa hattâtlığı ve resimler yapsa ressamlığı ve kürsüler îmâr etse marangozluğu görünür.
Ve câmi’ o kimsenin ne kadar isimleri varsa, hepsinin görünme yeri olduğundan, resim tablosuna göre, kâmil bir görünme yeri olur.
Ancak ilâhi ahadiyyette kimse için ayak yoktur. Çünkü biri için ondan bir şey vardır ve diğeri için de ondan bir şey vardır, denilmez; çünkü O bölünme kabûl etmez. Şimdi O’nun ahadiyyeti kuvvede olan yânî potansiyel bütün isimlerin toplanmışlığıdır (3).
Cenâb-ı Şeyh (r. a), yukarıda “Allâh” ismi ile isimlendirilmiş olan vücûdun, zât ile ahadî ve isimler ile kül yânî bütünsel olduğunu beyan buyurmuş idi. Şimdi de ilâhi zâti ahadiyyede kimse için ayak, yânî vücûd ve sâbitlik olmadığını ve örneğin falan sûret için falan şey ve falan sûret için de falan şey sâbit olmuştur denilemeyeceğini ve çünkü ahadiyyetin bölünme kabûl etmeyeceğini beyân buyururlar.
Bilinsin ki, ahadiyyet mertebesinde ne isim ve ne de resim yoktur. Bu mertebeye verilen “mutlak vücûd” ismi, akıllara anlatmak için konulan özel bir terimden ibârettir. Bundan dolayı bu mertebede fiilen sâbit olmuş bir vücûd yoktur.
Ne kadar bağıntısal ve mevcûtsal çokluk varsa, hepsi O’nda toplu halde kuvvededir yânî potansiyeldir; ve ilâhi isimler bir dîğerinden ayrılmış bir halde değildir ve hepsi O’nun aynıdır. Ve ahadiyyet zâtı parçalara ayrılabilir olmadığından, bir parçası falan ve bir parçası da falan şey içindir denemez.
Bundan dolayı “Allah” ismi ile isimlendirilmiş olan zâtın ahadiyyeti, O’nda kuvvede yânî potansiyel olarak bulunan bütün isimlerin toplanmışlığıdır. Çünkü daha önce beyân olunduğu üzere isimler ile küldür yânî bütünseldir.
Örnek: Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle, meyveleriyle berâber bir ağaç vardır. Fakat bu ağaç kuvvededir yânî potansiyeldir, henüz fiile çıkmamıştır ve icmâldedir yâni toplu haldedir, henüz ayrıntıya gelmemiştir.
Ve çekirdek içinde mevcût olan bu ağaç, o çekirdeğin aynıdır. Ve onun dalları, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri birbirinden ayrılmış değildir. Çekirdeğin zâtı ahadiyyet üzeredir; fakat kendisinde potansiyel olarak mevcût olan ağacın ve ayrıntısının ve bu ağacın meyvelerindeki çekirdeklerden silsileler hâlinde sonu olmayan bir şekilde meydana gelecek olan ağaçların ve onların ayrıntılarının hepsinin toplanmışıdır.
Şimdi Cenâb-ı Şeyh (r.a) daha önce her bir mevcûdun bir Rabb-i hâssı olup, o mevcûdun mutlak rubûbiyyetten nasîbinin, ancak o hâs ismi olduğunu beyân etmiş idi. Şimdi de mevcûtlardan her birisinin, kendi Rabb-i hâssı olan isme göre saîd olduğunu ve her bir mevcûttan Rabb-i hâssının râzı olucu bulunduğunu beyân buyururlar. Ve mevcûtların, kendi Rabb-i hâslarının sırât-ı müstakîmi yânî doğru yolu üzerinde nasıl yürüdükleri, Hûd Fassı’nda ayrıntılı anlatılmıştır.
Ve saîd Rabb’i indinde kendisinden râzı olunan kimsedir. Oysa hazreti vücûd mertebesinde, Rabb’i indinde kendisinden râzı olunmayan kimse yoktur. Çünkü o Rab, onun üzerine rubûbiyyetini bâkîleştirir yânî devamlı kılar. Böyle olunca o kimse, Rabb’i indinde kendisinden râzı olunandır. Kendisinden râzı olunan ise saîddir (4).
Yânî saîd kendisini terbiye eden hâs ismi indinde kendisinden râzı olunan kimsedir. Çünkü o hâs isim onun alnından tutup, kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Ve merbûbun yânî Rabb’i olanın bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir.
Bundan dolayı Rab olan o hâs isim merbûbundan yânî Rabb’i olduğu birimden râzıdır. Ve mevcûtlardan her birisi, böylece kendi Rab’leri olan hâs isimlerin indinde kendilerinden râzı olunandırlar. Çünkü o Rab merbûbunun üzerinde devâmlı olarak rubûbiyyeti ile mevcût ve bâkîdir. Eğer merbûbdan râzı olmasa idi, onun üzerinde terbiyesini dâim ve kâim kılmaz idi.
Ve Rabb’i olan kimse, mâdemki Rabb-i hâssının rubûbiyyetini kâbiliyyeti ile kabûl etmiştir, elbette onun indinde kendisinden râzı olunandır ve kendisinden râzı olunan kimse ise saîd olur.
Bununla berâber diğer isme göre şakî olması, başka bir meseledir. Ve âyet-i kerîmede “ve lâ yerdâ li ıbâdihil küfra” (Zümer, 39/7) Yânî “Hak Teâlâ kullarının küfrüne râzı olmaz” buyrulması bu hakîkata aykırı değildir. Çünkü Rabbü’l-erbâb olan Allah Zü’l-Celâl Hazretleri hâs Rabb’lerin hepsinin îcâblarından râzı olucu değildir. Ancak o isimlerin îcâblarının açığa çıkması zâtının gereklerindendir.
Ve bunun için Sehl dedi: “inne rububiyyeti sırrâ ve hüve ente” yânî “Muhakkak rubûbiyyet için bir sır vardır ve o da sensin”. Her bir “ayn”a hitâb eder. “Lev zahara batıltu rububiyyeti” yânî “Eğer o sır zâil olsaydı rubûbiyyet bâtıl olurdu” ve “zahara yânî zâil olma” üzerine “lev yânî eğer” dâhil etti ve “lev yânî eğer” olumsuzluk harfidir, olumsuzlaştırma içindir. Oysa o sır zâil olmaz. Bundan dolayı rubûbiyyet de bâtıl olmaz (5)
Yânî her bir hâs ismin rubûbiyyeti, merbûbu yânî Rabb’i olanın üzerinde devamlı olduğu için Sehl b. Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki:
“Muhakkak rubûbiyyet için bir sır vardır ve o sır da sensin ve eğer o sır zâil olsaydı rubûbiyyet bâtıl olurdu.” Hz. Sehl “ente yânî sen” sözüyle her bir mevcût ayna hitâb eder. “Zahara”, “zâle”, yânî “zâil oldu” ma’nâsına gelir. Yânî Hakk’ın “rubûbiyyet” sıfatıyla sıfatlanması merbûbun yânî Rabb’i olanın mevcût oluşuna bağlıdır. Bundan dolayı merbûb mevcût ve vâr oldukça, rubûbiyyet de mevcût ve vâr olur.
Rabb’i olan zâil olduğunda rubûbiyyet de zâil olur. Şu halde rubûbiyyet için olan sır, senin varlığındır. Eğer senin mevcût aynın olan o rûbubiyyet sırrı zâil olacak olsa, rubûbiyyet bâtıl olurdu. Oysa Hak merbûb üzerinde rubûbiyyetini devamlılaştırmakla o sır zâil olmaz. Ve netîce olarak rubûbiyyet de bâtıl olmaz.
Bunun için Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretleri “Lev zahara yânî eğer zâil olsaydı” deyip “zahara yânî zâil olma” kelimesine olumsuzluk harfi olan “lev yâni eğer”i dâhil etti; ve bununla rubûbiyyet sırrı olan mevcût aynın zâil olmasının imkânsız olduğunu belirtmeyi amaçladı.
Çünkü “ayn”ın vücûdu, ancak Rabb’iyledir; “ayn” ise dâimâ mevcûttur. Bundan dolayı rubûbiyyet de dâimâ bâtıl olmaz (6).
Ya’nî rubûbiyyet sırrı olan ayn’ın vücûdu ebeden zâil olmaz; ve o zâil olmadıkça, rubûbiyyet de zâil olmaz. Çünkü mevcût ayn’ın vücûdu hâriçte, ancak Rabb’iyledir. Oysa “ayn” ilâhî ilim mertebesinde, rûhlar âleminde, misâl âleminde, şehâdet âleminde ve berzah âleminde ve âhiret âleminde, sonuç olarak bütün hâl ve tavırlarda dâimâ Rabb’i ile mevcût ve bâkîdir.
Ve bu “ayn” ile tahakkuk eden rubûbiyyet de böylece bütün hâl ve tavırlarda dâimâ bâkî olduğundan ebeden bâtıl olmaz. Bundan dolayı herhangi bir “ayn”, ilk taayyün mertebesinde taayyün ettikten sonra, hangi mertebeye geçerse geçsin, artık yok olmaz. Her mertebenin îcâbına göre bir elbiseye bürünür. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a) buyurur: Beyt:
Tercüme: “Eğer benim vücûd camımı sâkî kırarsa, bundan dolayı gam yemem; çünkü onun koltuğunun altında başka bir vücûd kadehi vardır. Yânî sûrete âit ölüm ile bu cismânî vücûd harâb olursa, Hak berzah âlemine uygun diğer bir vücûd verir. “
Ve her kendisinden râzı olunan muhabbet edilendir ve muhabbet edilenin her işlediği şey muhabbet edilmiştir. Çünkü “ayn” için fiil yoktur; belki fiil, o aynda, onun Rabb’i içindir. Bundan dolayı “ayn”, fiilin ona bağlanmasından emin olmuş oldu. Şu halde “ayn” Rabb’inin fiillerinden onda ve ondan açığa çıkan şeyle râzı olucu oldu. Bu fiiller kendilerinden râzı olunanlardır. Çünkü, her bir fâil ve san’atkâr kendi fiilinden ve san’atından râzıdır. Çünkü her fâil ve san’atkâr; kendi fiilinin ve san’atının içeriği neyi gerektiriyorsa onun hâkkını mükemmel bir şekilde verdi. “a’tâ külle şey’in hálkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50) Yânî “Hak Teâlâ her şeye hálkını verdi.” Yânî beyân etti ki, Hak her şeye hálkını verdi. Bundan dolayı eksiklik ve fazlalığı kabûl etmez (7).
Yânî her bir kendisinden râzı olunan kimse, terbiyesi altında bulunduğu ilâhî ismin muhabbet edilenidir. Ve o kimse muhabbet edilen olunca, o ismin îcâblarından olarak kendisinden çıkan fiiller ve ahlâk ve kelâm ve sâire hep Rabb’inin muhabbet edişidir. Çünkü mevcût ayn’ın belli başlı fiili yoktur.
Çünkü şâhidi olduğumuz o “ayn”ın bağımsız bir vücûdu yoktur. Onun vücûdu Rabb’i olan ismin sûretidir; ve o isim, o sûretin bâtını ve rûhudur. Bundan dolayı o “ayn”da açığa çıkan fiil, “ayn”ın Rabb’i olan ilâhî ismindir. Bu şekilde her bir “ayn”, kendisinden çıkan fiillerin kendine bağlanmayacağından emindir.
Bu hakîkat bilinince, hakîkât bakışı ile bakıldığı zaman; hiçbir ferdin fiillerine îtirâz etmek uygun olmaz. Fakat şerîat bakışıyla bakıldığı zaman, Hâdî ismi Mudill isminin fiillerine îtirâz eder. Çünkü şeriat ehli olan kimse, Hâdî isminin ve kâfir ve günâhkâr olan kimse de Mudill isminin terbiyesi altındadır. Birinin îcâbları, diğerinin îcâblarına zıttır.
Ve doğru yolları ve bu yolların varış yerleri başka başkadır. Birinin yolunun varış yeri âhiret oluşumunda cennet ve diğerininki cehennemdir.
Şimdi her bir “ayn”, kendi vücûdunda, terbiye edicisi olan Rabb-i hâstan açığa çıkan şeyle, o Rabb’inin fiillerinden râzı olucudur. Bu fiiller kendisinden razı olunandır.
Çünkü, her bir fâil ve san’atkâr kendi fıilinden ve san’atından râzıdır. Eğer râzı olmasa onu yapmaz idi. Ve her fâil ve san’atkâr kendi fiilini ve san’atını, o fiilin ve san’atın içeriği neyi gerektiriyorsa, hakkını vermek sûretiyle, mükemmel bir hâle getirdi.
Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’de: “a’tâ külle şey’in hálkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50) buyurdu. Mübârek ma’nâsı budur ki: “Hak Teâlâ her şeye hálkını, yânî istîdâdının gereği olan hakkını verdi. Ondan sonra da her şeye hálkını verdiğini beyân etti.” Bundan dolayı her şey, kendi istîdâdıyla neyi talep etmiş ise, ondan eksiğini ve fazlasını kabûl etmez.
Şimdi İsmaîl (a.s.), bizim bahsettiğimiz şeye olan keşfi sebebiyle Rabb’i indinde, kendisinden râzı olunandır. Ve aynı şekilde her bir mevcût Rabb’i indinde kendisinden râzı olunandır. Ve her bir mevcût, beyân ettiğimiz üzere, Rabb’i indinde kendisinden râzı olunan olduğunda, diğer kulun Rabb’i indinde kendisinden râzı olunan olması gerekmez. Çünkü rubûbiyyeti, ancak külden aldı; vâhidden almadı. Bundan dolayı ona külden, ancak ona uygun olan şey tâyin edilmiş oldu. O da onun Rabb’idir (8).
Yânî İsmâil (a. s) fiilin, “ayn” için sâbit olmayıp, ancak aynda tecellî edici olan ve açığa çıkan Rabb-i hâs için sâbit olduğuna ve o ayn’ın da ancak kendisinden açığa çıkan şeyi kâbiliyyet ve istîdâdı ile Rabb’inden taleb ettiğine vâkıf oluşu sebebiyle, Rabb-i hâs indinde kendisinden râzı olunmuştur ve beğenilmiştir.
Çünkü Rabb-i hâssı o mevcûdun üzerine rubûbiyyeti bâkîleştirdi ve onun istîdâdı dolayısıyla, ona tecellî edip fiillerini onda açığa çıkardı. Bununla berâber her mevcût, Rabb-i hâssının indinde kendisinden râzı olunan olmakla yine o mevcûdun, diğer kulun Rabb’i indinde kendisinden râzı olunan olması ve beğenilmesi gerekmez.
Çünkü mevcûdun her birisi rubûbiyyeti, ancak isimler ile küllden yânî bütünden aldı; belirli olan tek bir isimden almadı. Ve külden onun için belirlenmiş olan şey de, ancak kendisine uygun olan şeydir.
Ve kendisinin uygunu olan şey de onun istîdâdıdır. Ve o mevcût için kendisine uygun olarak külden belirlenmiş olan şey, onun Rabb’idir. Bu bahsi biraz îzâh edelim:
Bilinsin ki “ulûhiyyet”, yânî “vahdet” mertebesi, kendisinde isim ve resim olmayan “ahadiyyet” mertebesi ile, isimler ve sıfatlar mertebesi olan “vâhidiyyet” arasında vâsıta olan bir mertebedir. Ve bu ulûhiyet mertebesi mutlak rubûbiyyeti îcâb eder.
Çünkü ilâhı olan olmayınca “ilâh” kimi terbiye edecektir?
Oysa âlemlerin tamamı ilâhı olandır. Bundan dolayı Allah, Rabbü’l-âlemindir. O’nun âlemler üzerindeki rubûbiyyeti mutlak rubûbiyyettir ve geneldir. Ve her mevcûdun bu “ulûhiyyet” mertebesinden aldığı hisse ve nasîp, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir isimdir.
Ve bu ismin rubûbiyyeti hâs ve kayıtlı rubûbiyyettir. Bundan dolayı her bir mevcût rubûbiyyetini külden, yânî bütün isimleri toplamış olan ulûhiyyet mertebesinde almış olur. Ve bu, aldığı hâs rubûbiyyet de onun kâbiliyyet ve istîdâdına uygun olup, görünme yeri olduğu hâs isme mahsûs olur. İşte o mevcûdun fiillerinden râzı olan ve ondan çıkan şeyleri beğenen, ancak bu hâs isimdir.
Örneğin mühtedînin yânî hidâyette olanın Rabb’i olan Hâdî hâs ismi, ona hidâyetle tecellî edicidir ve mühtedîden çıkan fiillerden ve ahlâktan râzıdır. Ve aynı şekilde dalâlette olan kimsenin Rabb’i de, o dalâlette olana dalâletle tecellî edicidir. O Rab da Mudill hâs ismidir. Ve aynı şekilde menfaâtlenenin Rabb’i Nâfi'; ve zarar görenin Rabbi Dârr ve intikam olunan kimsenin Rabb’i Müntakım ve merhûmun yânî rahmet edilenin Rabb’i Rahmân’dır. Ve diğerleri de bunlara kıyâs olunur.
Birine göre kendisinden râzı olunan olan kimse diğerine göre kendisinden râzı olunan olmaz. Ve aynı şekilde bir isme göre saîd olan, diğer isme göre saîd olmaz Çünkü mevcût ayn’lar rubûbiyyetlerini kül yânî bütünsel olan ulûhiyetten ayrı ayrı hâs isimler ile aldı; yoksa belirli tek bir isimden almadı.
Eğer belirli tek bir isimden alsaydı, mevcûtlar rubûbiyyette ortak olur ve hepsinin fiilleri, o belirli olan isme göre kendisinden râzı olunan olmakla, hepsi eşit şekilde saîd olurdu. Fakat her bir mevcûdun hissesini ve nasîbini bir hâs ismin vâsıtasıyla külden alması, mevcûtların rızâ ve saâdette bir dîğerine eşit olamamalarını meydana getirir. Bundan dolayı bir hâs isme göre saîd olan, diğer hâs isme göre şakî olur.
Ve hiçbir kimse rubûbiyyeti, Hakk’ın ahadiyyeti yönüyle almaz ve bunun için ehlullah, ahadiyyette tecellîyi men’ etti (9).
Yânî ahadiyyet zâtı parçalanabilir olmadığı yön ile , falan parçasını falan şey ve falan parçasınaı da falan şey aldı demek mümkün olmadığından: ve bundan dolayı onda ne isim ne de resim bulunmadığından, hiçbir kimse “rubûbiyyet”i Hakk’ın “ahadiyyet”i yönüyle almaz.
Çünkü “rubûbiyyet” bir sıfattır ve ahadiyyet zâtı ise isimlerden ve sıfatlardan berîdir. İşte bu sebepten dolayı, ehlullah, ahadiyyet mertebesinde tecellî yoktur, derler. Çünkü tecellî için, tecellî olunan bir şey lâzımdır. Oysa bütün bağıntılar ve izâfeler ahadiyyet zâtında mahvolmuş ve helâk olmuştur.
Şimdi sen O’nunla O’na bakıcı olursan, O kendi nefsine bakıcıdır. Böyle olunca O, kendi nefsine, kendi nefsiyle bakıcı olmaktan zâil olmadı (10).
Yânî ey ârif, sen fenâ makâmında, Hakk’a nefsin ile değil, yine Hak ile bakarsan, O’na bakıcı olan sen olmazsın; O kendi nefsine bakıcı olur. O ise evvel ve âhir bulunduğu halden zâil olmadı ve dâimâ kendi nefsine, kendi nefsiyle bakıcıdır ve hiçbir şeye “ahadiyyet” ile tecellîsi yoktur.
Çünkü tecellî, gayr için keşf oluştan ibârettir. Oysa burada ne başkaları ve ne de gayr yoktur. Ve bu mertebe, bâtın olma mertebesidir; zâhir olma mertebesi değildir. Tecellî ise bâtın olma değil, zâhir olmadır.
Ve eğer sen O’na senin ile bakarsan, “ahadiyyet” zâil olur. Ve eğer sen O’na O’nunla ve seninle bakarsan, yine “ahadiyyet” zâil olur. Çünkü “nazarte-hû yânî sen ona baktın”daki “tâ” zamîri, bakılanın “ayn”ı değildir. Şimdi “bakan” ve “bakılan” olan iki husûsun gerektirdiği bağıntının vücûdu lâzımdır. Böyle olunca “ahadiyyet” zâil olur (11).
Yânî sen Hakk’a nefsin, kayıtlı vücûdun ile bakarsan, o zaman bu nefsin sebebiyle “ahadiyyet” zâil olur ve bu sûrette Hak sıfatları ve isimleriyle sana tecellî eder; yânî ahadiyyetle değil, “vâhidiyyet”le tecellî eder.
Ve eğer sen Hakk’a, Hakk’ın vücûduyla ve senin vücûdun ile bakarsan, sen nefsinde Rabbânî iniş ile tahakkuk etmiş olursun. Nitekim hadîs-i şerifde buyrulmuştur:
“Rabbimiz her gece dünyâ semâsına iner. “
Ve bu bakış, ilâhî yakın olmuşlar ve Muhammedî vâris olan saâdet sofrası zâtların bakışıdır. Ve buna “ikinci fark” derler. Çünkü bu saâdetlinin bakışında Hakk’ın vücûdu, hálkın vücûduna ve hálkın vücûdu da Hakk’ın vücûduna perde olmaz.
Ve bu nazar ile de “ahadiyyet” zâil olur. Çünkü “nazarte-hû yânî sen ona baktın”daki “hitâp tâ”sı yânî “sen” zamîri, “bakılan” olan Hakk’ın aynı değildir, gayrıdır. Çünkü “sen” dediğimiz zaman, senin kayıtlı vücûdun ve “O” dediğimiz zaman da Hakk’ın vücûdu sâbit olur ve bundan da ikilik ortaya çıkar.
Ve “bakan” ile “bakılan”dan ibâret bulunan iki şeyin gerektirdiği bağıntının vücûdu lâzım gelir ve “bakan” ile “bakılan” arasında gayrılık sâbit olunca, ahadiyyet de zâil olur; çünkü ahadiyyette bütün bağıntılar yok hükmündedir.
Ve yine de Hak kendi nefsiyle, kendi nefsinin gayrını görmedi; oysa bu vasıfta bakanın ve bakılanın Hak olduğu ma’lûmdur (12).
Yukarıda, senin Hakk’a seninle olan bakışın ile, senin O’na O’nunla ve seninle olan bakışın anlatılmış idi. Bu iki türlü olan bakışta dahi Hak, kendi nefsiyle, kendi nefsinden gayrısını görmez. Oysa Hak bu vasıfta, yânî senin vücûdun ile ve kendi vücûdu ile bakıcı olduğunda hem bakan ve hem de bakılandır. Ancak bakıcılık ve bakılıcılık bağıntısıyla ahadiyyet zâil olur.
Ve bakıcılık ve bakılıcılık ile tecellîde ise bağıntıların vücûdu lâzımdır.
Şimdi kendisinden râzı olunanın mutlaka kendisinden râzı olunan olması geçerli olmaz. Ancak onda, onunla açığa çıkan her şey, râzı olanın fiilinden olduğu zaman, kendisinden râzı olunanın mutlaka kendisinden râzı olunan olması geçerli olur (13).
Bu cümle daha önce yazılmış olunan “Her bir mevcût rubûbiyyeti ancak külden aldı, vâhidden almadı; bundan dolayı ona külden ancak ona uygun olan şey tâyin edilmiş oldu” cümlesinin devâmıdır ve o cümleye ilişiktir. Ve bu iki cümle arasındaki beyânlar, ahadiyyette tecellî olmadığını îzâh için verilmiştir.
Şimdi her bir mevcût, mâdemki rubûbiyyeti belirli tek bir isimden almayıp, hâs rubûbiyyetten kendisine uygun şeyi külden, yânî mutlak rubûbiyyetten aldı ve diğer tâbîr ile, her mevcût, mâdemki rubûbiyyeti istîdâdına göre “Allah” toplayıcı ismi altında bulunan isimlerin birinden aldı; şu halde ancak terbiyesi altında bulunduğu isme göre kendisinden râzı olunan olur; yoksa mutlakâ kendisinden râzı olunan olmaz.
Çünkü diğer bir isme göre kendisinden râzı olunan değildir ve her bir ismin görünme yeri diğerini beğenmez. Nitekim Şeyh Sâdî (k. s) buyurur. Beyt:
Tercüme: “Bir yahûdi ile müslüman çekişiyorlardı. Öyle ki, onların sözlerinden bana gülme geldi. Müslüman hiddetle dedi ki: “Eğer bu delîlim doğru değilse, ilâhî, yahûdi olarak öleyim.” Yahûdi dedi: “Tevrât’a yemin ediyorum, eğer muhalefetim varsa, senin gibi müslüman olayım. “
Sonuç olarak Rabb-i hâssı olan isme göre kendisinden râzı olunan olan kimse, mutlakâ kendisinden râzı olunan değildir. Ancak kendisinden râzı olunanda, vücûdu ile açığa çıkan bütün fiiller ve haller, râzı olanın fiili olursa, yânî kendisinden râzı olunan olan kulun fiili olmazsa, o zaman o kul, mutlakâ kendisinden râzı olunan olur.
Çünkü râzı olanın fiili, kemâliyle insan-ı kâmilde ortaya çıkar. Çünkü insan-ı kâmil, “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olduğundan bu isim altında toplanmış olan bütün ilâhi isimlerin görünme yeri olmuş olur. Ve onun Rabb’i, mutlak Rabb ve Rabbü’l-erbâb olan “Allah” toplayıcı ismi olur. Nitekim âyet-i kerîmede: “e erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr” (Yûsuf, 12/39) Yânî “Ayrı ayrı Rabb’lar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan “Allah” mı hayırlıdır?” buyrulur.
“İnsân-ı kâmil” rubûbiyyeti mutlak Rabb olan Allah’dan aldığından, onun görünme yerinde açığa çıkan bütün fiiller ve haller, mutlakâ kendisinden râzı olunan olur. Nitekim Hızır (a.s.) gemiyi deldi ve erkek çocuğunu öldürdü.
Ve bunların görünüşte inkâr edilmiş olması nedeniyle, Mûsâ (a.s.)’ın inkârına cevâben: “mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) Yânî: “Ben o işleri kendi nefsimin emriyle işlemedim” buyurdu. Çünkü: “innen nefse le emmâretun bis sûı” yânî “Muhakkakki nefs, kesinlikle kötülüğü emreder” (Yûsuf, 12/53) âyet-i kerîmesi gereğince “Nefis kötülük ile emreder.” Fakat Hak emrinde hakîmdir. Bundan dolayı insan-ı kâmilden çıkan fiiller, görünüşte çirkin bile olsa, râzı olanın fiili olduğundan mutlakâ kendisinden râzı olunan olur.
Şimdi Hak Teâlâ onu Rabb’i indinde kendisinden râzı olunan olmasıyla vasfetmekle, İsmâîl (a.s.) ayn’lardan kendisinin dışındakiler üzerine üstün oldu. Ve “Ey nefis, Rabb’ine dön!” (Fecr, 89/27-28) denilen her mutmainne nefs de bunun gibidir. (14).
Yânî İsmâîl (a.s.) Rabb’leri indinde kendisinden râzı olunmuş olan ne kadar ayn’lar varsa, onların hepsinden üstün oldu. Çünkü Hak Teâlâ onu: “ve kâne inde rabbihî mardıyyâ” yânî “Ve o, Rabb’inin indinde râzı olunmuşlardandı” (Meryem, 19/55) âyet-i kerîmesinde kendisinden râzı olunan olmakla vasfetti.
Ve İsmâîl (a.s.), Hak Teâlâ Hazretlerinin her şeye hálkını, yânî istîdâdıyla taleb ettiği hakkını, verdiğine vâkıf oldu. Bu vâkıf oluş ise kazâ ve kader sırrına ilimdir. Ve kazâ ve kader sırrına vâkıf olmak ta, insan-ı kâmil’in hâlidir.
Ve insan-ı kâmil, mutlak Rabb’in terbiyesi altındadır ve zât isminin görünme yeridir. Nitekim İsmâîl (a.s.) da: “ve cealnâ lehüm lisâne sıdkın aliyyâ” yânî “ve onları lisânda sâdık ve aliyy kıldık” (Meryem, 19/50) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere zât ismi olan Aliyy isminin görünme yeridir.
Bundan dolayı o mutlaka kendisinden râzı olunmuş olandır; ve diğer ayn’lar ise Rabb-i hâsları indinde kendisinden râzı olunanlardır. Bu şekilde İsmâîl (a.s.) kendisinin dışında olan ayn’lar üzerine üstün olur.
Ve “Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh, İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh, Fedhulî fî ibâdî, Vedhulî cennetî.” Yânî “Ey mutmain olan nefs!, Rabbine dön râzı olarak ve râzı olunmuş olarak!, O zaman, kullarımın arasına gir. Ve cennetime dâhil ol.” (Fecr, 89/27-30) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu yön ile, her bir mutmainne nefs te, İsmâîl (a.s.) gibi kendisinden râzı olunmuş olandır.
Çünkü “emmâre” değildir ki, fiilleri kendisine dayandırma ile dâvâya kalkışsın ve “levvâme” değildir ki, aynı şekilde fiilleri kendine bağlı kılarak kendini levm etsin? O tercihli ölüm ile bütün fiillerinden fânî olmuş ve kendisinde fiilleri dayandırabileceği bir vücûd görememiştir. Onun için o nefse gerek tercihli ölümde ve gerek zorunlu ölümde “Rabb’ine dön!” hitâbı ulaştı. Çünkü bir kimse nefsinden dönünce, Hak açığa çıkar.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “câel hakku ve zehekal bâtıl” (İsrâ, 17/81) Yânî “Hak geldi, bâtıl gitti.”
Şurası da kapalı kalmasın ki, her mutmainne nefsin kendisinden râzı olunmuş olması, Rabb-i hâsı indinde kendisinden râzı olunmuş olmasıdır. Hattâ İsmâîl (a.s.) da, Rabb-i hâsı indinde kendisinden râzı olunmuş olmakla bir yön ile kayıtlı kendisinden râzı olunmuştur ve ikinci yön ile mutlak kendisinden râzı olunmuş olandır.
Birinci yön budur ki, İsmâîl (a.s), insan-ı kâmil olduğundan mutlak rubûbiyyeti barındıran bütün rubûbiyyetlerin görünme yeri oluştadır. Ve mutlak rubûbiyyet onunla tahakkuk edici olmuştur.
İkinci yön budur ki, salt kul oluş ile vasıflanmış olduğundan ondan açığa çıkan bütün fiiller, râzı olucu olan Hakk’ın fiilleridir.
Şimdi Hak Teâlâ mutmainne nefse, ancak onu dâvet eden Rabb’ine dönmek ile emretti. Böyle olunca nefis de, “râzıyye yânî râzı olmuş” olduğu halde, Rabb’ini külden ârif oldu. Şimdi sen “Ey nefis”, bu makâm, onların mülkü olması yönüyle, “Benim kullarım zümresine gir!” Şu halde burada bahsedilen “kullar”, Rabb’ini bilen ve onunla yetinen ve ondan başka Rabb’a bakmayan her kuldur (15).
Yânî Hak, mutmainne nefse, kendisini çağıran Rabb-i hâssına dönme ile emretti. O da bu Rabb-i hâssını, diğer hâs Rabb’lerden, yânî isimlerden ayırıp O’nun dâvetinden râzı olduğu halde ârif oldu ve O’nun dâvetine îcâbet etti.
Ve Hak, dönüş ile berâber bu rızâ makâmının onların mülkü olması dolayısıyla, mutmainne nefs sâhipleri olan kullarının zümresine dâhil olmasını da emretti; ve “Fedhulî fî ibâdî” yânî “Kullarım arasına dâhil ol!” (Fecr, 89/29) âyet-i kerîmesindeki kullar, hangi ismin terbiyesi altında olduğunu bilip onun üzere yetinerek, onun dışında olan hâs Rabb’lara bakmayan her bir kuldur.
Ve “Ey mutmainne nefs, benim cennetime gir” ki, benim örtmem onun iledir. Oysa benim cennetim senden gayrı değildir. Çünkü sen, zâtın ile beni örtersin (16).
Cennet, sözlükte “Sık ağaçların gölgeleriyle örtülmüş olan yer”e derler. “Örtme” ma’nâsına olan “cenn”den türemiştir. Ve zâhir âlimlerin terimlerinde “Âhiret yurdunun ferah makâmlarından ve muhabbet edilen yurtlardan ibârettir” ki, onlar da “ameller ve fiiller cennet”idir. Fakat ârifîn indinde bunlardan başka cennetler de vardır ki, onlar “sıfat cennetleri” ve “zât cennetleri”dir. Sıfat cennetleri, kemâl sâhiplerinin sıfatıyla sıfatlanmak ve ilâhi ahlâk ile ahlaklanmaktır.
Ve bunun da birtakım mertebeleri vardır. Zât cennetleri, ârifinden Rabb’in zuhûru ve onların üzerinde zâhir olması ve Rab’leri indinde onların örtünmesidir. Kul için olan bu cennetlere karşılık, Hak için de cennetler vardır. B
una binâen Hak Teâlâ: “Vedhulî cennetî” (Fecr;’ 89/30): Yânî: “Cennetime gir!” buyurur ve cenneti, ecell ve âlâ Zât’ına bağlar.
İlâhi cennetlerden birincisi; “a’yân-ı sâbite cennetleri”dir. Çünkü Hak onunla örtünür ve a’yân-ı sâbite örtülerinin arkasından zâtını zâtı ile müşâhede eder.
İkincisi; ne mukarreb meleklerin, ne de diğerlerinin vâkıf olamayacağı şekilde rûhlarda örtünmesidir.
Üçüncüsü; gayrın vâkıf olamayacağı yön ile perde arkasından âlemlerini müşâhede etmek için, şehâdet âleminde varlıklar ile örtünmesidir.
Şimdi nefsâni hazlardan fânî olan ârife “Benim cennetime gir!” denilince o ârif bu sözden, “zâtına ve “ayn”ına ve hakîkatınâ gir ki, onda Ben’i bulasın; ve onunla Ben’i müşâhede edesin” ma’nâsını anlar.
Çünkü onun isteği Hakk’ın cemâlidir. Ârif olmayan kimse ise bu hitâptan yenilip içilecek ve hûrîlerle zevk edilecek, sonuç olarak bu gibi nefsâni hazlar ile meşgûl olunacak yere dâhil oluşu anlar.
Nitekim Şeyh (r.a.) Hak tarafından tercümân olarak “Benim cennetim senden gayrı değildir; çünkü sen zâtınla beni örtersin” buyurur. Yânî sen zâtınla ve sıfatlarınla ve fiillerin ile zâtıma, sıfatlarıma ve fiillerime koruma, yânî siper olursun demektir. Ve kulun nefsini Rabb’ine siper etmesi hakkındaki izâhlar İbrahim Fass’ında geçmiştir; oraya mürâcaat buyrulsun.
Şimdi Ben bilinmem, ancak senin ile; nitekim hakîkatte sen mevcût olmazsın, ancak Ben’im ile. Böyle olunca seni bilen kimse, Ben’i bildi. Oysa Ben bilinmem, sen de bilinmezsin (17).
Yânî varlıklarda Ben’im açığa çıkışım, ancak senin iledir. Çünkü sen Ben’im zâtımın aynası ve sıfatlarımın görünme yeri ve tasarruflarımın mahallisin. Nitekim sen de, ancak Ben’im ile mevcûtsun. Çünkü senin senliğin yokluktan başka bir şey değildir. Belki Ben kendi vücûdumdan sana bir izâfi vücûd verdim de, senin senliğin bu sâyede meydana gelmiş oldu.
Böyle olunca, hakkıyla seni bilen kimse Ben’i bildi; çünkü senin hakîkatin Ben’im. Oysa benim hakîkatimi ve zâtımın özünü hiçbir kimsenin bilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı sen de hakîkatinle ârif olunan olamazsın.
Bu hitâp, “insan-ı kâmil” olan Şeyh (r.a)in bâtınından zâhirinedir. Çünkü insan-ı kâmilin vücûdu Hakk’ın vücûduna bütünüyle görünme yeridir ve Hak, suyun buzda gizlenmesi gibi, onda gizlidir. Rubâî-i Hazret-i Mevlânâ:
Tercüme: “Ey Hoten şehrine mensûp olan güzel yüzlü sevgili! Ben seninle öyleyim ki, acabâ ben sen miyim, yoksa sen ben misin? diye yanılgı içindeyim. Ben ben değilim, sen de sen değilsin. Sen, ben de değilsin. Hem ben benim; ve hem sen sensin; hem de sen bensin.”
Şu halde sen Rabb’in cennetine girdiğin zaman, “nefs”ine dâhil olursun (18).
Yânî birer Rab olan ilâhi isimlerden birisi, alnından tutup çektiği kuluna “Fedhulî fî ibâdî” yânî “Kullarım arasına dâhil ol!” (Fecr, 89/29) sözüyle seslenip ve cennetine dâhil olmayı emretse, o ârif kul kendi nefsine dâhil olur.
Çünkü, ârif Rabb-i hâssı olan o ismin cennetinin kendi “nefs”i olduğunu ve kendisinin o Rabb’in görünme yeri ve aynası ve istivâ ettiği arşı olduğunu bilir. Bu şekilde Rab, kulunu ve kul da Rabb’ini sever. Biri râzı olan, diğeri de râzı olunandır.
Rabb’ini tanıdığın anda, Rabb’ine ârif oluşun sebebiyle, kendi nefsini bildiğin ârif oluşun dışında olarak, diğer bir ârif oluş ile tanırsın. Bu sûrette sen iki ârif oluş sâhibi olursun. Birisi, senin nefsin yönüyle Rabb’in ârif oluşudur; diğeri, nefsin yönüyle değil, Rabb’in yönüyle, Rabb’in ârif oluşu sebebiyle, nefsin ârif oluşudur (19).
Yânî Rabb’in cennetine girdiğin zaman, nefsine ve zâtına dâhil olur ve Hakk’ın nûrlarından ve zâtından, o nefsinde olan şeyi ve sırları müşâhede edersin. Ve bu şekilde nefsini ikinci bir tanıyış ile tanırsın ki, bu ârif olma nefsini tanıdığın ârif olmanın gayrıdır.
Yânî bundan evvel nefsini bilmiş ve bu bilme sebebiyle Rabb’ini tanımış idin. Bu defâ Rabb’in cennetine girip kendi nefsine dâhil olmakla, nefsin hakkında ikinci bir ârif olma oluşur ki, bu da önceki ârif olmadan başkadır. Ve bu ikinci ârif oluşun oluşması anında, Rabb’ine ârif oluşun sebebiyle nefsini tanımış olursun ve netîce olarak sende iki ârif oluş hâsıl olur. Çünkü, daha önce nefsini bilmiş ve ondan sonra Rabb’ini tanımış idin.
Ve bu ârif oluşta sen kendinin âciz, fakîr, noksanlıklar ve şerler kaynağı olup, sendeki kemâlâtın ödünç olduğunu ve Rabb’inin Kâdir, Ganî, kemâlât ve hayırlar mâdeni olup, zâti kemâlât sâhibi bulunduğunu anlamış idin. Ancak, Rabb’ini ve görünme yerlerinde onun açığa çıkışlarını bildiğin zaman, bu biliş ile tekrâr nefsinin ârif oluşuna döner ve yönelirsen, sende ikinci bir ârif olma daha peydâ olur ki, bu ârif olma öncekinden daha tam ve mükemmeldir.
Çünkü bu defâ, nefsinin Hakk’ın görünme yerlerinden bir görünme yeri olduğunu bilmiş olursun. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz’e “Rabb’ini ne ile bildin!” diye sorulduğunda “Eşyâyı Allah ile bildim” buyurdular.
Şimdi sende hâsıl olan iki mârifetten yânî ârif oluştan birisi, nefsin yönünden Rabb’ini ve nefsini bilmektir ve diğeri, nefsin yönünden değil, Rabb’in yönünden, Rabb’ini ve nefsini bilmektir. (Dâvûd-ı Kayserî şerhi).
Beyt:
Sen kulsun ve sen Rab’sin; o kimse için ki, onun için onda sen kulsun (20).
Yânî ey iki mârifet sâhibi olan ârif! Birinci mârifetin yânî ârif oluşun yönünden sen kulsun; çünkü o mârifet sebebiyle vehmî nefsini bilip, daha sonra hakîki Rabb’ini anladın ve eseri bildin, eserin sâhibini tanıdın.
Ve böylece sen, ikinci mârifetin yânî ârif oluşun yönünden Rab’sın. Çünkü bu mârifet sebebiyle nefsinin hakîkâtini bildin ve senin üzerindeki Kayyûm’u tanıdın ve Hakk’ı anladın. Bu halde sen, resimlerin ile kulsun ve resimlersiz Rab’sın.
Ve sen, seninle kulsun; ve sensiz Rab’sın. Ve sen onun vücûdunda yok hükmünde olan içeriğin ile zâhirsin ve bu vücûdunda zâhir olduğun Rabb-i hâssın için kulsun; çünkü senin üzerinde o hâs ismin saltanatı açığa çıkmaktadır. Ve sen kulu olduğun bu hâs isim için Rab’sın. Çünkü O’nun vücûdunda o ismin hükümlerini kabûl edersin ve açığa çıkarırsın ve bu şekilde onun üzerinde de senin saltanatın açığa çıkar.
Bu ifâdelerin kısaca îzâhı budur ki: Sen, senin üzerine hâkim olan Rabb-i hâs için kulsun. Ve onun hükümlerinin ve fiillerinin cereyânı husûsunda sen, o Rabb-i hâssın hüküm ve saltanatı altında itaât edicisin; işte birinci mârifetin gereği budur.
Ve sen hükmünde bulunman ile kulu olduğun Rabb-i hâssın için Rab’sın. Çünkü sen, istîdâdın ile onun üzerine hâkimsin ve onun senin üzerine olan hükmü ve fiili, ancak istîdâd lisânın ile olan talebine dayanmaktadır. Bu da ikinci mârifetin netîcesidir.
Sonuç olarak Allah Teâlâ Zâhir ve Bâtın’dır ve Zâhir ismi ile Bâtın ismi için rubûbiyyet sâbittir. Zâhir Bâtın’ı ve Bâtın da Zâhir’i terbiye eder. Bâtın’ın Zâhir’i terbiye etmesi, Zâhir üzerinde isimlerin hükümlerini açığa çıkarmasıdır.
Ve Zâhir’in Bâtın’ı terbiye etmesi de, isimlerin hükümlerini kabûl edip, onun açığa çıkmasına görünme yeri olmasıdır.
Şimdi Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu beyitte kul ile Rabb-i hâs arasındaki bağıntıyı beyân buyurmuştur. Ve sonraki beyitte ise, abd ile Rabbü’l-erbâb yânî Rabb’ların Rabb’ı arasındaki bağıntı beyân olunur.
Ve sen Rab’sın ve sen, hitâpta onun için ahid sâbit olan Rab için kulsun (21).
Yânî sen, sende açığa çıkan “hüviyyet” îtibârıyla Rab’sın. Ve sen “e lestu birabbikum“ yânî “Ben sizin Rabb’iniz değilmiyim?” (A’râf, 7/172) hitâbında kendisi için ahid sâbit olan Rabb’in için, taayyünün ve kayıtlı oluşun îtibârıyla kulsun.
Ve kul ile Rab arasındaki geçmiş küllî ve cüz’î ahdi bilmek lâzımdır. “Küllî ahd” budur ki, ilâhî toplayıcı isim ile kullar arasında olmuştur. Ve “cüz’î ahd” ise isimlerden her biriyle kulları arasındaki ahiddir. Şimdi herkes Allâh’ın kuludur; fakat her bir kul kendisine hâkim olan isimler yönünden Hakk’a tapar.
Şimdi her bir inanç ki, bir şahıs onun üzerine sâbittir, o inançtan başka inancı olan kimse, o inancı reddeder (22).
Yânî herkesin bir inancı vardır. Başka birisinde, kendi inancının dışında olan bir inanç gördüğünde, onu hükümsüz bırakır. Çünkü her bir şahıs ilâhi isimlerden bir ismin görünme yeridir. Bundan dolayı o ismin hükmü îcâbınca kendine mahsûs bir inanç sâhibidir. Ve bu sebeple diğer inanç sâhiplerinden ayrılmıştır.
Ve bu inanç, o kimse ile Rabb-i hâssı arasındaki ahdidir. Bundan dolayı muhtelif isimlerin te’sîri altında olarak bir dîğerine inançları muhâlif olan kimselerden her biri, diğerini reddeder ve hükümsüz bırakır.
Böyle olunca, Allah kulundan râzı olucu oldu. Onlar da kendilerinden râzı olunanlardır ve onların hepsi O’ndan râzı olucu oldular. Bundan dolayı O da kendisinden râzı olunandır (23).
Allah, kulundan râzı olucu oldu; çünkü o kullar Allâh’ın isimlerinin gereklerini ve hükümlerini açığa çıkardılar. Örneğin kimi çevresine zarar verdi, Dârr isminin gereğini meydâna koydu ve kimi hálka fayda verdi, Nâfi’ isminin hükümlerini açığa çıkardı. Ve Allah ismi bütün isimleri toplamış olduğundan, bu isimlerin her birerlerinin kullarından râzı olucu oldu.
Ve netîce olarak da bu kulların hepsi Allah indinde kendilerinden râzı olunanlar oldular. Diğer taraftan onlara, taleb ettikleri aynî vücûdu verdiği ve bu yokluk gizlenmişliğinde gizli olan onların kemâlâtını isimlerin ellerinden açığa çıkardığı için, kullar da râzı oldular. Ve bu sebeble de Allah onların indinde kendisinden râzı olunan oldu.
Soru: Cenâb-ı Hak Kur’ân- Kerim’de: “ve lâ yerdâ li ıbâdihil küfra” yânî “Ve O, kulları konusunda küfre razı olmaz” (Zümer, 39/7) buyurmuştur. Oysa kulların bâzıları kâfirdir. Şu halde Hakk’ın onların küfürlerinden râzı olucu olması lâzım gelir ki, bu da bu apaçık ifâdeye ters görünür.
Cevâp: Hakk’ın emri mükellef olanların halleri hakkında iki yön üzeredir: Birisi “teklîfî emir”, diğeri “irâdî emir”dir. Eğer Hak mükellefe bir şeyle emreder ve o şeyin yapılmasına ilâhî ilmi olduğundan, irâdesi de bağlanır ve onu yapmaya me’mûr olan mükellefin ayn-ı sâbitesi de onu îcâb ettirir ise, bu “irâdî emir”dir.
Ve eğer Hak, mükellefe, yapılmasına irâdesinin bağlanmadığı ve onu yapmaya me’mûr olanın ayn-ı sâbitesinin de îcâb ettirmediği bir şeyle emrederse; bu da “teklîfi emir”dir.
Şimdi bir kul, Hakk’ın gönderdiği peygamber’in getirdiği emirlere itaât etmeyip küfretse ve onun bu küfrü de ayn-ı sâbitesinin istîdâdı olsa, Hak “teklîfi emri” yönünden onun bu küfründen râzı olucu değildir. Fakat ezelde onun istîdâdıyla taleb ettiği küfrün yapılmasını irâde ettiği için, “irâdî emir” yönünden Hak ondan râzı olucudur.
Çünkü onun fiili ilâhî irâdeye uygundur . Bu bahsin ayrıntıları Ya’kûb Fassı ile Uzeyr Fassı‘nda geçmiştir. Oraya mürâcaat olunsun.
Şimdi iki hazret, benzerlerin karşılıklı oluşu gibi, karşılıklı oldu. Benzerler ise zıttırlar. Çünkü iki benzer birleşmezler; çünkü farklı olmazlar. Oysa vücûdda diğerinden ayrılmış olmayan bir şey yoktur (24).
Yânî Rabb’ların hepsini toplamış olan rubûbiyyet hazreti ile kulların hepsini toplamış olan ubûdiyyet yânî kulluk hazreti, benzerin bir diğerine karşılık oluşu gibi, karşılıklı oldu. Çünkü iki hazretten biri, diğerine göre karşılıklı olarak râzı olan ve râzı olunan oldu. Bundan dolayı her biri karşılıklı râzı olan ve râzı olunan olmakta ve her biri diğerinde hükmünü açığa çıkarmakta benzerler gibidirler ve benzerler ise zıttırlar.
Çünkü iki benzer birleşmezler ve şâyet birleşecek olurlar ise birbirinden ayrılmazlar ve oysa vücûdda ayrılmayan bir şey yoktur. Çünkü ilâhi isimler birbirinden ayrıdır. Sonuç olarak iki benzer birleşmezler; ve birleşmeyince bir dîğerine zıt olurlar. İşte bunun için rubûbiyyet ve ubûdiyyet hazretleri, zıt olan benzerlerin karşılıklı oluşu gibi, karşılıklı oldu.
Bu durumda Şeyh (r.a.) önce, çokluk îtibârıyla, benzerlerin ve zıtların vücûdunu isbât etti; daha sonra bu iki hazret arasındaki benzer oluşu ve zıt oluşu kaldırıp, zâti olan “bir”liği ve sonra da âraz olan “bir”liği beyân etmeyi murâd ederek, iki hazreti toplamış vâhid yânî bir olan hakîkate işâreten buyurdu ki:
Şimdi bir olan hakîkatte benzer yoktur. Böyle olunca “vücûd”ta benzer yoktur: Ve vücûdda zıt da yoktur. Çünkü “vücûd” vâhid yânî bir hakîkattir. Oysa bir şey kendi nefsine zıt olmaz (25).
Yânî “benzer” dediğimiz şeyin bulunması için, iki mevcût lâzımdır ve bu iki mevcûdun da birbirinin gayrı olmuş olması îcâb eder. Oysa “vücûd” tek bir hakîkattir. Ve o hakîkat da ahadiyyet vasfı üzeredir; parçalanma ve çoğalma kabûl etmez.
Bundan dolayı vücûdda ne benzer ve ne de zıt yoktur. Eğer olsa idi, tek bir hakîkatin kendisinde çoğalmış olması lâzım gelirdi. Örneğin “bir” dediğimiz şeyden kendisine benzeyen başka “bir” çıkmaz; çünkü kendi kendisinde çoğalmaz.
Ve “bir”den kendisine zıt olan bir şey de çıkmaz. Sonuç olarak o dâimâ “bir”dir. Fakat “bir”in kendisinde yarım, üçte bir, dörtte bir, beşte bir ve diğerleri gibi birtakım bağıntılar mevcût olur ve gayrılık, ancak bu bağıntılar arasında görünür. Ve bu bağıntılar tek bir olan hakîkatı ihlâl etmez; O dâima “bir”dir.
Şiir:
Şimdi Hakk’ın dışında bir şey bâkî kalmaz; vâr olan bâkî olmaz. Bundan dolayı birleşmiş yoktur; ayrı da yoktur. Açık delîl bununla geldi. Şu halde ben gördüğüm ve incelediğim zaman, iki gözle ancak O’nun “ayn”ını görürüm (26).
Yânî benzerler ve zıtlar kalkıp “vahdet-i vücûd” zâhir olduğu zaman, ancak Hak bâkî kalır ve âlem fânî olur; çünkü âlem, çokluğu gerektirir. Vahdet-i vücûdun zuhûrunda ise vâr olan, yânî âlem, bâkî kalmaz. Bundan dolayı hakîkatte birleşmiş yoktur. Çünkü vehmedilmiş bir imkân dâhilinde olan yoktur ki, birleşme bulunsun.
Ve yine hakîkatte ayrı yoktur; çünkü tâyin edilmiş olan bir şey yoktur ki, hakîki olan vahdetten ya’nî “bir”den ayrılmış olsun; bağıntısal çoklukların hepsi, o “bir”de helâk olmuştur. Nitekim, ”bir”in zâtında mevcût olan yarımlık ve üçte birlik ve dörtte birlik ve diğer bağıntıları onda muzmâhildir.
Ve onların “bir”den ayrı oluşları ve ona birleşik oluşları nisbî iştir ve nisbet ise ancak iki şey arasında olur. Oysa hakîkatte “bir” için ikilik yoktur; bundan dolayı açık delîl ve keşf bu bahsedilen şeyle geldi.
Yânî açık olarak ve keşf ile, zâhir ve bâtında, Hakk’ın gayrı bir şey olmadığı sâbit oldu. Böyle olunca ben baş gözü ile ve kalb ve rûh gözüyle, zâhir ve bâtında mevcûtları müşâhede ettiğim zaman, ancak Hakk’ın “ayn”ını müşâhede ederim.
Bu, Rabb’inden onun vücûdu olmaktan haşyet eden kimseye mahsûstur. Çünkü o, ayrımı bilendir (27).
Bu söz daha önce bahsedilen “Allah kullarından râzı olucu oldu; onlar da razı olunmuşlardır……” sözünün tamamlanması için devâmıdır. Arada geçen sözler, izâh etmek içindir. Bu halde bağlantı şu şekilde olur:
Hakk’ın kullarından ve kulların Rabb’inden râzı olması ve onların bir dîğerine göre kendisinden râzı olunan bulunması, Rabb’inden haşyet eden kimseye mahsûstur. Çünkü Rabb’inden haşyet eden kul, Rab ile merbûb yânî Rabb’i olan arasında olan ayrımı bildiği için,tevhîdi yânî “birliği” ıspât edip, Rabb’in vücûdu benim vücûdumdur; veyâhut benim vücûdum Rabb’in vücûdudur, demekten kaçınır.
Çünkü rubûbiyyeti yânî Rabb oluşu ve ubûdiyyeti yânî kul oluşu birbirinden ayırıp her birisinin hakkına riâyet etmek edeb gereğidir ve ubûdiyyetin îcâbı da budur. Ve mâdem ki ayırım ilmi mevcûttur, ne Mevlâ kul olur ve ne de kul Mevlâ olur.
Eğer bu ilim ile berâber mertebelerin îcâblarına riâyet edilmezse, dînsizlik ve zındıklık olur. Beyt:
Tercüme: “Vücûdun her mertebesinin bir hükmü vardır. Eğer mertebeleri muhafaza etmezsen zındıksın. “
Çünkü vücûdda bâzı ayn’ların, âlimin getirdiği şeye cehâleti, bizi bunun üzerine sevk etti. Şimdi kullar arasında ayırma oldu. Böyle olunca da Rabb’lar arasında ayırma oldu. Eğer ayırma olmasa idi, elbette ilâhî bir isim, bütün yönleriyle, diğer bir ismin izâh edildiği şeyle izâh edilir idi. Oysa Muizz yâni “izzet veren”, Müzill’in yâni “zelil eden”in izâhıyla izâh olunmaz. Benzer şekilde diğerleri de böyledir. Ancak o, ahadiyyet yönü îtibârıyla odur. Nitekim sen, her bir isim hakkında, “hüviyeti yönünden o, zâta ve onun hakîkatine delildir” dersin. Bundan dolayı isimlendirilmiş olan birdir. Böyle olunca da Muizz Müzill’in hüviyyetidir. Muizz ise, kendi nefsi ve hakîkati yönünden, Müzill değildir. Çünkü akılda, onlardan her birisi hakkındaki kavram farklıdır (28).
Yânî vücûdda bâzı şahısların, âlimin getirdiği şeye, yânî âlim-i billâhın bahsettiği “vahdet-i vücûd” meselesine câhil olması, bizi rubûbiyyet yânî Rabb oluş ve ubûdiyyet yânî kul oluş kavramlarının farklılaştırılmasına ve ayrılmasına sevk etti.
Çünkü ulemâ-yı billâh Hz. Şeyh (r.a)’ın yukarıda yazdığı beyitlerin kavramı üzere “vahdet-i vücûd”tan bahsettikde, ârif olmayanlar, ayrılığın yokluğunu bilmedikleri için, onu inkâr ederler. Bundan dolayı edebe riâyet etmek için, bu hal bizi, makâmının ayrılığına sevk etti ve ayrılık ile hükmettik. Bu îtibar ile kullar arasında ayrılık oldu.
Yânî ârifin ilmi ve câhilin cehli ayrımı gerektirdi ve netîce olarak da Rabb’lar; yânî isimler, arasında ayrılık oldu. Çünkü kullar, isimlerin görünme yerleridir ve her bir kul, ancak Rabb-i hâssının kendisine verdiği şeyle görünür; ve Rabb-i hâssının ona verdiği şey de, kulun ayn-ı sâbitesinin istîdâd lisânı ile taleb ettiği şeydir.
Bundan dolayı kullar Rabb-i hâslarının kendilerine verdiği şeyle ayrılırlar ve kullar arasındaki ayırma “Rabb’lar” arasındaki ayırmadır ve Rabb’lar ise bir diğerinden zâti özellikleriyle ayrılırlar.
Şimdi bu ayrılış ilk önce isimler mertebesinde Rabb-i hâslar arasında ve ikinci olarak şehâdet mertebesinde kullar arasında olunca, elbette kul ile Rab arasında da sâbit olur. Eğer ilâhi isimler arasında ayrılık olmasaydı, ilâhi isimlerden her bir isim, bütün yönlerden diğer bir ismin izâh edildiği şeyle izâh edilir idi.
Oysaki Muizz yânî izzet veren ve Müzill yânî zelîl eden isimlerinin zâti özellikleri başka başka olduğundan, Muizz ismi her yön ile, Müzill ismi ile izâh olunmaz. Ve ne kadar karşılıklı isimler varsa hepsi de böyledir. Mâni’, Mu’tî; ve Muhyî, Mümît; ve Hâfıd ve Râfi'; ve Dârr ve Nâfı’ ve diğerleri gibi. Ancak zâti ahadiyyete göre Muizz ismi Müzill ismidir; ve bu îtibâra göre Muizz ismi Müzill ismi ile izâh olunur. Çünkü ahadiyyet zâtında hepsi birliktedir. Orâda zıt ve benzer yoktur. Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: “Renksizlik rengin esîri olduğunda Mûsâ, Mûsâ ile savaşta oldu. Ne zaman ki renksizliğe ulaşırsın ki, o sende var idi; Mûsâ ile Firavun’un barışı vardır.”
Yânî renksiz ve çokluktan berî olan ahadiyyet zâtı taayyün elbisesine büründüğünde Mûsâ ile Firavun’un veyâhut Mûsâ (a.s.) ile bir adı Mûsâ olan Sâmirî’nin çekişmede olduğunu görürsün. Şerh ediciler ikinci Mûsâ’yı Firavun ma’nâsına almışlardır. Oysa Sâmirî olması daha uygun olur. Nitekim, ârifin biri buyurur:
“Cibrîl’in terbiye ettiği Mûsâ kâfir ve Firavun’un terbiye ettiği Mûsâ da resûldür”.
Ne zamanki derin düşünceler ve tefekkür ve doğru keşf ile renksizliğe ulaşasın ve mutlaklık âlemine dikkâtlice bakasın, Mûsâ ile Firavun arasında savaş olmayıp onların barış ve dostluk içinde bulunduğunu ve o mertebede zıt olmadığını görürsün. Nitekim sen ilâhi isimlerden her bir isim hakkında: O isim, zâta ve kendine mahsûs olan hüviyyeti dolayısıyla kendi hakîkatine delîldir, dersin. Şimdi bütün isimlerin isimlendirilmişi bir olduğundan, bu birlik îtibârıyla Muizz ismi Müzill isminin hüviyyetidir; ve bir dîğerinin aynıdır: Fakat kendi nefisleri ve hakîkâtleri îtibârıyla başka başkadır. Çünkü birinin zâti özellikleri izzet, diğerininki zillettir.
İzzet ve zillet ise hükümde bâşka başka şeylerdir. Şu halde her bir isim için iki delîl olma olmuş olur. Birisi zâta, diğeri o ismin nefsine ve hakîkâtinedir. Bu ikinci delîl oluşa göre isimler, bir dîğerinden ayrılır. Ve bu îtibâr ile Muizz ismi Müzill isminin aynı değildir. Çünkü bunların kavramları akılda farklıdır. İşte zât, bu isimlerden her birinin zâti özelliklerine göre bir sıfat ile vasıflanarak açığa çıktı. Ve izzet vericilik sıfatı ile açığa çıkma, zelîl edicilik sıfatı ile açığa çıkmanın aynı değildir; bir dîğerine muhâliftir. Mesnevî:
Tercüme ve îzâh:
Ey bilgiye susamış, şehâdet âlemindeki zıtlığın sebebini dinle! Şöyle ki; farklı sûretlerin canları olan isimler, “yâ” harfinden “elif’ harfine kadar harfler nasıl farklı ise, öylece farklıdır. İşte bu sebeble şehâdet âleminde mevcût, bütün sûretler ve farklı harfler de, kargaşa ve şek ve zıtlık ve ihtilâf vardır. Bununla berâber içerik i’tibârıyla o harflerin her birisi baştan ayağa kadar birliktedir.
Şiir: Sen Hakk’ı hálktan soyutlamış olduğun halde, Hak tarafına bakma! (29).
Yânî sen Hakk’ı, vâr edilmişlerden soyutlanmış ve hálk edilmiş görünme yerlerinden münezzeh bir hârici mevcût kılma ve O’nu hálktan ve O’nun sıfâtından soyutlamak sûretiyle O’na bakma! Çünkü O’nu vâr edilmişlerden ayıracak ve tenzîh edecek olur isen, Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûduna birer sınır belirleyerek, her birinin kendi sınırını geçmeyeceğine hükmetmiş olursun. Oysa Hak Teâlâ Hazretleri zâtıyla her şeyi ihâta etmiştir ve sınırsızdır.
Ve sen hálka Hakk’ın gayrını giydirici olduğun halde, hálk tarafna bakma! (30)
Yânî sen hálkı, Hak’tan soyutlanmış ve bütün yönlerden O’na gayrı kılmak ve gayrı oluş elbisesi giydirmek sûretiyle ona bakma! Çünkü Hak Teâla: “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” yânî “Siz nerede iseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4) buyurur. Belki sen, hálk edilmişlerin çokluğunda zâti birliği ve zâti birlikte de hakledilmişlerin çokluğunu görmek için hálkta Hakk’a bak!
Ve Hakk’ı tenzîh ve teşbîh et ve sıdk yeri makâmında kaim ol! (31).
Yânî sen Hakk’ı, ahadiyyet makâmı dolayısıyla hálktan ve onda mevcût olan çokluk şâibesinden ve imkân dâhilinde oluştan ve noksandan tenzîh et ! Ve O’nu sem’, basar ve irâde ve kudret gibi kemâli sıfatların tümüyle teşbîh et! Çünkü sen tenzîh ile teşbîhi cem’ edersen sıdk makâmında kâim olmuş olursun. Ve bu şekil kâmillerin âdetidir; ve ona “cem’ makâmı” derler; ve onda aslâ sâdık olmama şâibesi yoktur.
Ve istersen cem’ makâmında ol; ve istersen fark makâmında ol! (32).
Yânî ey ârif sen, ne zamanki hakîki vücûdun birliğini bildin ve maiyyet yânî berâberlik hükmü ile hálkın bir yönden Hak ve Hakk’ın bir yönden hálk olduğunu; ve fark makâmında hálkın hálk ve Hakk’ın da Hak olduğunu; ve mutlak cem’ makâmında hálkın vücûdu olmaksızın her şeyin Hak olduğunu ve mutlak fark makâmında da Hakk’ın gayrı olarak vâr olmuşlarda her şeyin hálk bulunduğunu anladın ve bu makâmlarda tahkîk ehli oldun; bu şekilde ister cem’ makâmlarında ve ister fark makâmlarında ol! Artık sana zarar vermez; ve sen hâlis bir tevhîd ehlisin.
Eğer sana her biri açılırsa, sen hepsiyle kasab-ı sabaka sâhip ol! (33).
Yânî cem’ ve farktan, sana açılan her bir makâmın yalnız birisiyle yetinme! Çünkü onlardan her birisiyle yetinmek, şeriata göre kötülenmiştir. Ve yalnız “cem”‘ zındıklık ve yalnız “fark” da şirktir. Onlardan birisi açılınca, sen kasab-ı sabakı; yânî müsâbaka mızrağına sâhip ol! “Kasabu’s-sabak” burada zafer ve yüksek mertebeler ile üstünlük için benzetmedir. Arablar, meydanın bir tarafına mızrak dikip atlarını koştururlar; ilk giden o mızrakları alıp müsâbakayı kazanır; buna “kasabu’s-sabaka sâhip oldu” derler. Özetle, ey ârif, mertebelere nâil olmak için müsâbaka mızraklarına sâhip ol! Hakk’ın vechi hálka ve hálkın vechi Hakk’a perde olmasın, demek olur.
Şimdi sen fânî olmazsın, bâkî de kalmazsın; ve sen, fânileştirmezsin, bâkîleştirmezsin de (34).
Yânî sen “hakîkat” yönüyle Hak olduğun için, asla fânî olmazsın; ve hálk edilmişlik yönüyle de bâkî kalmazsın. Çünkü senin bu taayyünün izâfi bir vücûddan ibarettir ki, iki ân içinde bakî değildir; ve dâimâ yenilenmededir. Vücûdunun her bir zerresi fenâ bulup yerine benzeri gelir. Çocuk iken küçük olan cesedin gittikçe artarak büyür ve zayıf iken şişman ve şişman iken zayıf olursun. Senin senliğin bu şekilde bu şehâdet âleminde böylece ortaya çıktığı gibi, âhiret yurdunda da yine böyle olacaktır. Çünkü “hakîkat”ın ve rûhun ebeden fânî olmaz.
Ve aynı şekilde sen vücûdi ayn’ları da fânîleştiremezsin; çünkü onların Hakk’ın görünme yerleri olup Hakk’ın onlarda ezelen ve ebeden tecellî edici ve zâhir olduğunu bilirsin. Ve onları bâkîleştirmezsin de; çünkü bu taayyünlerin, zâtıyla güneşin tecellîsi zamanında buzun erimesi gibi eriyip izafî vücûdlarından üryân kalacaklarına vâkıfsın.
Ve senin üzerine vahy, gayr sûretinde aktarılmaz; ve sen de gayra aktarmazsın (35).
Yânî ey ârif, sana kudsî mertebeden ve Cenâb-ı İlâhîden dolan ilhâm gayra aktarılmaz; çünkü senin vücûdun Hakk’ın gayrı değildir. Sen Rabb-i hâssın olan ilâhî ismin sûretisin ve ilâhî isim ise, isim sâhibinin gayrı değildir. Bu sûrette dolan ilhâm, ancak senden sana aktarılır.
Ve aynı şekilde bütün kullar da, ayrı ayrı birer ismin terbiyesi altındadır. Ve bu isimlerin hepsi, kendisiyle isimlendirilen i’tibârıyla birliktedir ve kendisiyle isimlendirilenin aynıdır. Bundan dolayı sen, senden sana dolan ilhâmı, sûretleri farklı farklı olan kullara aktardığın zaman, yine gayrıya aktarmış olmazsın. Çünkü vücûdda gayrı yoktur; bu, ârifin hâlidir. Gâfil ise Hakk’ın vücûdunu ve kendi vücûdunu ve diğer hálkın vücûdunu bir dîğerinden ayrı görür. Beyt:
Ey dil bu yeter iki cihanda sana iz’ân
Birdir, bir iki olmaya yok, bilmiş ol, imkân
Hak söyleyecek sende, senin ortada, nen var?
Âlemde senin “ben” dediğindir sana noksan.
Şimdi, Hak Teâlâ Hazretleri İsmâîl (a.s.) üzerine rızâ ve vaâde sadâkat ile senâ etmiş olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buraya kadar rızâ sırlarından bahsetti. Bundan sonra da senâ sırlarının hikmetini beyâna başlayarak buyurur ki:
Senâ vaade sadâkat iledir, vaîde yânî tehdide sadâkat ile değildir. Ve ilâhî hazret bizzât övülmüş olan senâyı taleb eder. Bundan dolayı onun üzerine vaîde yânî tehdide sadâkat ile değil, vaâde sadâkat ile, belki vazgeçme ile senâ olunur. Hak Teâlâ: “Fe lâ tahsebennallâhe muhlife va’dihî rusulehu” yânî “Sakın Allah’ı resûllerine vaadinden cayar sanma” (İbrâhim, 14/47) dedi; “vaîdi-hî yânî tehdidinden” demedi. Belki “ve netecâvezu an seyyiâtihim” yânî “Ve onların kötülüklerinden vazgeçeriz” (Ahkâf, 46/16) dedi. Bununla berâber bunun üzerine vaadetti. (36).
Senâ, akla ve âdete göre, ancak senâ olunan kimsenin hayırları karşılığında olur; şerleri karşılığında senâ olmaz. Bundan dolayı hayır ile vaad edip de bu vaadini yerine getiren kimse, bununla övülür ve senâ olunur. Fakat şer ile tehdit edip de bu tehdidini yerine getiren kimse, bu tehdit ile senâ olunmaz; belki affedip tehdidinden vazgeçtiği zaman senâ olunur.
Ve ilâhî hazret ise, vâr ettikleri için hayırlar kaynağı ve sevinçler mâdenidir. Kullarını yokluktan vücûda çıkardığı ve onlara kemâlât elbiselerini giydirip isimlerinin ve sıfatlarının görünme yerleri kıldığı yönle, kullarından bizzat senâ taleb eder.
Şerler ise, vâr ettikleri için izâfi işler olup, karakterlerine uygun gelmemesinden ibârettir. Bundan dolayı şerrin şer oluşu zâta göre değildir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” yâni “Sana iyilikten ne isabet ederse, işte o Allah’tandır.
Ve sana kötülükten ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir” (Nisâ, 4/79). Belki Hakk’ın zâtına göre hepsi hayırdır. Çünkü görünme yerlerinde görünen Hak’tır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “kul küllün min ındillâh” (Nisâ, 4/78). Yânî, Allâh’a mensûb olan iyilikler ile, senin nefsine âit olan kötülüklerin hepsi Allah indinden çıkar.
Çünkü, aslında hayırdır. Ve her ne kadar sana göre şer ise de, ilâhî isimlerin îcâbından olduğu için hayırdır.
Ve vaade sadâkat ile senâ olunduğuna delil olarak Hak Teâla Hazretleri: “Fe lâ tahsebennallâhe muhlife va’dihî rusulehu” (İbrâhim, 14/47) Yânî “Ey habîbim! Sen zannetme ki, Allah Teâlâ resûllerine karşı vaadinde cayıcıdır” buyurdu. Ve tehdidinden değil, vaadinden caymayacağını açıkça belirtti; ve hattâ tehditte sadâkat şöyle dursun, Hak Teâlâ: “ve netecâvezu an seyyiâtihim” (Ahkâf, 46/16) yânî “Biz onların kötülüklerinden vazgeçeriz” buyurmakla âsilere karşı af ve vazgeçme ile muâmele edeceğini vaad etti.
Oysa, her kim şu ve bu isyânı işlerse, ona şöyle ve böyle cezâ ederim diye, tehdit etmiş idi. Sonuç olarak tehdit, kulun kötülüklerine karşılık olup, bizzât övülmüş olmadığından, ilâhî hazret üzerine tehditte sadâkat ile senâ olunmaz .
Böyle olunca, Hak İsmâîl (a.s.)’ı vaadine sâdık olmasıyla senâ etti. Ve mümkün olabilecek olan tercih talebinden dolayı Hak hakkında vaîdin yânî tehdidin gerçekleşmesi olasılığı ortadan kalktı (37).
Yânî Hak, mâdemki İsmâîl (a. s. )’ı “innehu kâne sâdıkal va’di ve kâne resûlen nebîyyen” yânî “muhakkak o vaadine sadıktı ve o resûl ne nebî idi.” (Meryem, 19/54) âyet-i kerîmesinde vaadine sâdık olmasıyla medh etti ve bundan, vaade sadâkat üzerine senâ olunduğu anlaşıldı ve Hak ise kullarına iyi amellerine karşılık mükâfat vereceğini vaad ve kötü amellerine karşılık da azâb edeceğini tehdit etmekle berâber, kötülüklerden vazgeçme ve af ile muâmele buyuracağını da vaad etti ve “innallâhe yagfiruz zunûbe cemîân” yânî “Muhakkak ki Allah, günahların hepsini mağfiret eder” (Zümer, 39/53) ve “İnnallâhe lâ yagfiru en yuşreke bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike” yânî “Muhakkak ki Allah, O’na şirk koşulmasını mağfiret etmez. ,
Bunun dışındakileri mağfiret eder.” (Nisâ, 4/48) buyurdu; şu halde senâyı gerektirici olan vaadi yerine getirme yönü tercih edildi ve tehdidin gerçekleşmesi imkânı ortadan kalktı.
Yânî iki şekil mümkün idi: Biri mükâfât, diğeri suça cezâ. Mükâfât vaadinin yerine getirilmesi senâyı gerektirici olup, suçun cezâsının yerine getirilmesi, senâyı gerektirici değil idi. Çünkü Hak önceki ahidlerini yerine getirdiği için, İsmâîl (a.s)’ı vaade sadâkat ile senâ buyurdu. Bundan dolayı olması mümkün olan tercih yönü vaadi yerine getirmek olduğundan, Hak hakkında tehdidin gerçekleşme imkânı kayboldu, gitti.
Sonuç olarak tehditte sadâkat ile senâ olunmaz; yânî “Hamd ve senâ olsun o Allâh’a ki, kullarına çeşitli suça karşılıklar ve azâblar ile tehdit edip bu tehdidini de yerine getirir” demek câiz değildir. Çünkü tehdidin sadâkatı mümkün değildir.
Şiir:
Şimdi yalnız vaade sadâkattan başkası bâkî kalmadı. Ve Hakk’ın tehdidi için belirlenmiş bir “ayn” yoktur (38).
Yânî Hak hakkında, tehdidin gerçekleşmesi imkânı ortadan kalktığından, yalnız vaade sadâkat kaldı; tehdide sadâkat kalmadı. Çünkü vazgeçme ile vaadin sadâkatı vâcibdir ve tehdidin infâz edilmesi ise “ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvîfâ” yânî “Biz âyetlerimizi ancak korkutucu olarak göndeririz” (İsrâ, 17/59) âyet-i kerîmesi gereğince mümkün değildir. Ve enbiyâyı zî-şan hazarâtının tehdit âyetleri ile gönderilmeleri ancak kulları korkutmak ve tehdît içindir.
Ve bu korkutma da sakınarak Hakk’ın kemâlli cemâline perde olan nefislerinin benliğinden kurtulmaları içindir. Ve Hakk’ın tehdidine mahsûs olmak üzere belirlenmiş bir “ayn” yoktur. Çünkü tehdit âsîler hakkında af ve mağfiret ile, kâfirler ve münâfıklar hakkında da, azâblarının mizâçlarına uygun olan nîmetlere dönüşmesi ile zâil olur. Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r. a. ):
Ve gerçi şekâ yurduna yânî cehenneme dâhil olurlar ise de, onlar o şekâ yurdunda bir lezzet üzerinedirler; o da değişik bir nîmettir (39).
Yânî haklarında tehdit âyetleri gelen kimseler, cehennem dediğimiz şekâ yurduna girdiklerinde, orada cennet ehlinin nîmetlerinden değişik olarak oluşan bir nîmetin lezzeti ile lezzetlenirler.
Çünkü cennet ehli iyi ve temiz nefsler olduklarından iyi ve temiz şeyler ile ve cehennem kötü ve pis nefsler olduklarından, dışkı böceği nasıl ki gül kokusundan azâb duyar ve dışkılar ile lezzetlenirse, onlar da kötü ve pis şeyler ile nîmetlenirler ve lezzetlenirler. Bu beyt, aşağıdaki beytin başlangıcındaki “ebedi cennetlerin nîmetlerine ile tamam olur.
Ebedi cennetlerin nîmetlerine. Oysa emr birdir ve aralarında tecellî indinde değişiklik vardır (40).
Yânî şekâ yurdu dediğimiz cehenneme dâhil olanlar, orada ebedi cennetlerin nîmetlerinden değişik bir nîmetten lezzet üzerinedirler. Oysa, gerek cennet ehlinin ve gerek cehennem ehlinin tecellîsi, tek bir emr olduğu gibi, lezzetlenmeleri ve nîmetlenmeleri de birdir. Şu kadar var ki, her birinin tecellîsi istîdâdlarına; ve lezzet ve nîmetlenmeleri de mizâçlarına göredir. Yânî tecellî birdir, fakat istîdâdlar farklı farklıdır ve lezzet de aslında bir emirdir, fakat mîzaca göre çeşitlenir. Beyt:
Halkın istîdâdına bağlıdır feyzin eserleri
Nîsan bulutundan istiridye inci tanesi, yılan zehir kapar
Meselâ aynı toprakta biten ve aynı su ile sulanmış kamış, iki tür üzere meydana çıkar. Birinin içi boş, âdî kamıştır ve diğeri şeker kamışıdır. Bu meydana çıkma istîdâdlarının gereğidir; yoksa tecellîleri bir emrdir. Ve aynı şekilde kimi insanın zevki vuruşma ve atışmadır ve kiminin zevki ise, hálka yumuşaklıkla muâmele etmektedir. Fakat zevk oluşları îtibârıyla ikisi de birdir. Ancak her birinin mizâcına uygun olan bunlardır.
Tatlılık tadından dolayı “azâb” olarak isimlendirilir. Ve bu azâb sözü, azâba kabuk gibidir ve kabuk muhafaza edicidir (41).
Yânî cehennem ehline mahsûs olan bu nîmete, tadında tatlılık olduğu için “azâb” denilmiştir. Çünkü azâb, aslında “azb”den türemiştir ve “azb” sözlükte “tatlı ve şîrin” ma’nâsına gelir. Nitekim “mâi azb” derler ki “tatlı su” demek olur ve “lisânu azbi’l-beyânı Arabî” derler ki “beyânı şîrîn olan Arabî lisân” demek olur. Bundan dolayı cehennem yurdunda kâfirler hakkındaki azâb, hem “elem” ma’nâsını barındırıcı olan terimsel azâb ve hem de “lezzet” ma’nâsına gelen sözlük ma’nâsını toplamış olur.
Ve bu “azâb” sözü, onda mevcût olan “lezzet” ma’nâsı için dış ve kabuk gibidir ve kabuk içi muhâfaza eder. Ve bu sebeble eşyânın hakîkatlerini idrâkten perdeli olan gâfillerden o ma’nâ korunaklı kalır.
Veyâhut cennet ehlinin nîmeti cehennem ehlinin nîmetine göre iç ve kabuk gibidir. Bunlar iç ile, onlar kabuk ile nîmetlenirler. Nitekim bu âlemde de örnekleri çoktur. Biz insanlar karpuzu ve kavunu yiyip nîmetleniriz; kabuklarını da hayvanlara atarız; onlar da bununla nîmetlenirler. Hattâ hayvânlara içi verilse kabuk gibi makbûl gelmez.
Nitekim “Eşek hoşaftan ne anlar” atasözü bu hakîkatı pek açık bir sûrette belirtir. Çünkü her ikisinin mizâclarına uygun olan nîmet bunlardır.
Şimdi ehl-i sünnetin mezhebi üzere cehennem ehlinden terimsel azâb ebeden ayrılmaz ve o azâb vâr oldukça da sözlüksel azâb vâr olur. Şu kadar ki Müntakım onlardan intikâm aldıktan sonra “Rahmetim gazâbımı geçmiştir” gereğince terimsel azâb devam eder iken elemli olmazlar ve bilakis lezzet duyarlar. Çünkü onlar hakkındaki rahmet, Rahmân’ın rahmetidir. Ve Rahmân’ın rahmeti ise azâb ile karışıktır. Ve bu rahmet herşeye yaygındır.
Nitekim, dünyâda Hak, mü’minlere ve kâfirlere, bu rahmetle tecellî edicidir; onun için bu âlemin zevkleri hep elemle karışıktır. Fakat cennet ehli hakkındaki rahmet, Rahîm rahmetinden olduğu için, onların nîmeti hâlis nîmettir. Ve bu rahmet herşeye yaygın değildir; belki özel rahmettir.
Ey firâset yânî sezgi sâhibi olan mü’min! Bu mizâçların sâhiplerini sen bu âlemde de anlayabilirsin. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “ve le ta’rifennehum fî lahnil kavl” (Muhammed, 47/30) Yânî “Yâ habîbim sen münâfıkları sözlerindeki uslûbtan ve sözlerinin imâsından bilirsin.” Mesnevî:
Tercüme ve îzâh: Hz. Yezdân Nebiyy-i zî-şâna sözün sevk mahallinde, nifâk ehlinden pek kolay bir nişân beyân buyurdu. Şöyle ki: Eğer münâfık, sûrette geniş ve ince ve uzun olsa da, sen onu elbette sözündeki îmadan anlar ve onun sözünün üslûbundan nasıl bir adam olduğunu tanırsın. Sen topraktan îmâl edilmiş bardağı satın aldığın zaman, ey müşteri, onu tecrübe edersin. O bardağın üzerine bir el vurursun, niçin? Çatlak mıdır, değil midir anlamak için.
Çünkü çatlak olan bardağın sesi başka türlü olur. Ses, onun önde giden çavuşunun sesidir. Yânî bu ses padişâhın teşrîfini haber vererek önde giden vekîlin sesine benzer. Çünkü müşteri çanak çömlek türünden alışveriş edeceği şeye ilk önce, tın tın eliyle vurur. Ve o ses, önde giden çavuşun sesi gibidir. İşte bunun gibi bâtını bozuk olan kimseden de ses gelir ki, o kimseyi târîf eder. Bu hâl, kendisini fiil olarak çeken mastara benzer; yânî ses fiil gibidir. Fiil mastarı nasıl ki geçmiş zaman, geniş zaman, gelecek zaman, fâil, mef’ûl ve diğer kiplerle çekilirse, ses de çatlakla çatlak olmayanı öylece çeker.
Ve kelime bilgisi ilminde bildirilir ki, eğer fiil; “kâim [??????]” fâil ismi gibi, illetli (kelime bilgisi ilminde, ortasında vav, yâ veyâ elif gibi “illet” harflerinden biri olan kelime) olursa onun mastarını da “kıyâmen [????????]” şeklinde illetli ederler. Ve eğer fiil illetli değilse, mastarda da illetlilik olmaz. “Kâveme ve kıvâmen” gibi. Bundan dolayı fiilin mastarını çektiği görülür.
Bitiş: 17 Nisan 1916, Pazartesi gecesi, sâat 02:30.